SİLAHLI MÜCADELE TARİHİMİZ VE KOMUTA SORUNLARIMIZ

 

 

 

 

 

Önsöz

Kürdistan’da ilk defa modern silahlı mücadelenin PKK ile başladığı bilinen bir olgudur.  Dolayısıyla eğer Kürdistan’da silahlı mücadele tarihinden söz edilecekse, bu tarih ARGK’den HPG’ye uzanan silahlı mücadele tarihidir. Söz konusu mücadele başlangıçta formüle edilmemiş olsa da Türk ordusunun Kürdistan’da yürüttüğü imha savaşına karşı daha doğrusu soykırıma karşı meşru savunma çizgisi temelinde bir silahlı mücadeledir.  Bunun hem hareketimizin kadro-komuta ve savaşçı yapısı hem de halkımız ve kamuoyunca iyi anlaşılması için daha derli toplu bir şekilde bir materyale dönüştürülmese gerekiyordu. Bu amaçla Koma Komalên Kurdistan Halk Savunma Komitesi Başkanı Abbas(Duran Kalkan) arkadaş tarafından Mahsum Korkmaz Askeri Akademisi’nde verilen “Silahlı Mücadele Tarihimiz” dersi esas alınarak bu broşür hazırlanmıştır. Bir kısmı 9. devredeki dersten alınmakla birlikte büyük çoğunluğu 8. devredeki dersten alınmıştır. 8. devre öğrencilerinin broşürün hazırlanmasında katkıları olmuştur. Silahlı mücadele tarihimizle birlikte bu broşürde ele alınan bir diğer konuda “Komutanlaşma sorunlarımız ve doğru çözüm yollarıdır.”Bu önemli materyali daha erken hazırlamayı hedeflediysek de, hem bizden, hem de bazı teknik nedenlerden kaynaklı olarak broşürün hazırlanması biraz gecikti.

Her şeye rağmen böyle bir eğitim broşürünün çıkarılmış olmasının HPG’nin tüm komuta ve savaşçı yapısında bir bilinçlenme yaratacağı; günümüz ve gelecek açısından bir direniş kültürünün oluşmasında önemli bir katkı sağlayacağı kuşkusuzdur.

Devrimci selam ve saygılar

HPG BİM

 

 

 

 

 

 

SİLAHLI MÜCADELE TARİHİMİZ VE KOMUTA SORUNLARIMIZ

 

Gelişme dönemlerini ifade eden süreçleri ayrıntılarıyla bilemiyoruz. Bilen, yaşayan arkadaşların önemli noktaları, süreci yönlendiren adımları değerlendirmeleri, anlatmaları tartışmalar açısından yararlı olabilir. Böyle bir sistem olursa daha iyi işlenebilir. Tartışmayla daha fazla anlamaya çalışabilirler.

Kürt siyasetini anlamak açısından silahlı mücadele olayı önemli bir konudur. Hâla da tartışmalı bir alandır. Terörizm olarak sayılıp lanetlenmek, mahkûm edilmek istenen bir süreçtir. Onu sadece sömürgeci, inkârcı, imhacı güçler yapmıyorlar. Kürtlük adına da bu yapılıyor. Kürt milliyetçiliği adına daha fazla yapılıyor. Öyle bir gelişme. Bir mücadele verilmesinden çok, halka, ulusal davaya zarar verildiğinden söz ediliyor. En son Talabani Kürt halkı açısından ihanet olarak tanımlıyordu. Bu düzeyde tartışmalı bir konudur. İhanet mi, katliamcılık mı,  özgürlükçülük mü, demokrasi midir? Her sıfat kullanılıyor. Herkes kendine göre değerlendiriyor, tanımlıyor; kendini doğrulayacak yanları öne çıkarıyor. Çünkü kapsamlı bir olaydır. Herkes de kendini doğrulamak için bazı ipuçları bulabiliyor, verilere dayandırabiliyor. Çünkü basit, sınırlı bir olgu değildir. O nedenle hangisinin tarih açısından esas alınacağı hâlâ tartışma konusudur. Mücadelede kimin başarı kazanacağına bağlı bir husustur. Halihazırda tam bir netleşme yok. İnsanlık tarihinde lanetlenen, sapkınlık olarak değerlendirilen birçok olay gibi bu da, bütün katliamlar üzerine yıkılarak bir sapkınlık biçiminde tarihe yazılabilir. Bu olasılık da var. Tersinden yeni bir insanlık tarihinin başlangıcı olarak da kendini tarih yapabilir, tarihe yazdırabilir. Bu olasılık da var. Bunun da koşulları var. Hangisinin gerçekleşeceği, gelecek kuşakların yaşananları nasıl öğreneceği belirsizdir. Bu olasılıkların hangisinin gerçekleşeceğine bağlıdır. Belirsizlik öyle aşılacak. O da mevcut mücadelede kimin kazanacağına bağlıdır. Herkes açısından çok fazla üzerinde yoğunlaşmanın olduğu bir husustur. Bizim de en az başka çevreler kadar, düşmanlar kadar bu gerçeklik üzerinde yoğunlaşmamız, anlamamız gerekiyor. Hele hele buna dayanarak yaşamak istiyorsak derinlikli, yeterli, özüne uygun anlama, sahiplenme ve onun gereklerine göre hareket etme, onun gerektirdiği mücadeleyi yürütme zorunluluğumuz var. Ancak böyle yaparsak bu mücadelenin ortaya çıkardığı değerler üzerinde gelişme sağlayabiliriz, yoksa olmaz. Çaba harcar, emek versek de başarı sağlayamaz, gelişme yaratamayız. Öyle her koşulda gelişme yaratılacak diye bir zorunluluk yok. Bu açıdan da ciddi bir durumdur. Ciddiye alınması gerekiyor. Sadece geçmişin savunulması açısından değil, geleceğin doğru, yeterli, başarılı yürütülebilmesi için de bu gerekiyor. Dolayısıyla yeni bir tarih başlangıcı olabilmesi için güçlü bir ilerletilmeye ihtiyacı var.

Şimdi bir kere böyle bir kapsamda orduya bakmak gerekir. Ezbere, tek yanlı, düz sloganlarla olaya yaklaşmak, onu ne doğru anlamak ne de savunmak olur. Bir tanım getireceksek ya da verilen tanımlardan birini esas alacaksak o zaman nedenlerini de iyi anlamamız gerekir. Ancak o zaman güçlü sahiplenebiliriz. Yoksa yarar getiriyoruz, ya da sahipleniyoruz derken zarar verici bir duruma da düşebiliriz. En kötüsü de budur. Buna hiç düşmemek gerekiyor. O bakımdan da doğru anlaşılmaya ihtiyaç duyuyor. Gerçekten Kürdistan’da neden savaş oldu, oluyor?  Nasıl kullanılıyor? Nasıl gündeme geldi bu durum? Nasıl gelişmeler yarattı? Nereye gidecek? Bunlar iyi anlaşılması gereken konulardır. Geçmiş açısından da daha doğru anlaşılmaya ihtiyaç duyuyor. Çünkü saptırmalar çok fazla var. Savaştan en sorumlu olanlar sorumluluğu başkasının üstüne yıkmaya çalışıyorlar. Savaşı yürütenler kendilerini barış gücü sayıyorlar. Dolayısıyla gelişen savaşı bir oyun, hele hele dış güçlerin oyunu sayma yaklaşımı çok fazla. Vatana ihanet sayılıp idam cezasına çarptırılan bir konudur. Hâlâ da tümden ortadan kalkmış bir ceza değildir. İmralı sistemini bu durum ortaya çıkarttı; başka bir şey değil. Ve verilen ceza en vahşi yöntemlerle icra ettirilmeye çalışılıyor. Psikolojik, fiziki işkence, baskı, çürütme ve bitirme yöntemleri ile bu ceza icra edilmeye, uygulanmaya çalışılıyor. Bununda böyle görülmesi, doğru anlaşılması gerekiyor. O bakımdan bu gelişmeler Kürt ve Kürdistan olgularının değerlendirmesine dayanıyor. Kürdistan üzerindeki siyasi yapılanmalara, tarihin Kürt uluslaşmasına, Kürt halk varlığının değerlendirilmesine dayanan bir husustur. Bütün bu olgulara ilişkin tanım ve değerlendirmelerde farklılıklar var. Kimilerine göre Kürt, Kürt uluslaşması diye bir şey yok; kimilerine göre bunlar bir oyun, kimilerine göre, zaten mevcut egemenlik, Amerika, Avrupa Kürtleri uluslaştırıyor; kimilerine göre de inkâr ve imha altına alınmış, tarihin derinliklerinden gelmiş bir halk gerçekliği var. Bu halk gerçeği parçalanıp, inkâr-imha sistemi altına alınarak, üzerinde fiziki ve asimilasyona dayalı bir soykırım uygulanarak yok edilmek istendi. Bu halk üzerinde bu amaca dayalı bir şiddet durumu var. Soykırım katliamlarla olduğu gibi, asimilasyonla da oluyor. Ama her türlü asimilasyon, denetim, askeri varlığa bağlı. Onun hükmü altında icra ediliyor. Dolayısıyla da mevcut askeri egemenlik bir imha savaşı anlamına geliyor. Olgu böyle bir savaşla yok edilmek isteniyor. Var olabilmek için de bu savaşı yıkmak, parçalamak ve bu savaşa karşı gelmek gerekiyor. Bu da bir görüş tabi. Mevcut silahlı mücadele olarak özgürlük savaşı, ya da ulusal direniş savaşı, ne denirse densin 70’lerin sonundan beri Kürdistan’ın kuzeyinde var olan savaşın gerekçesi, dayanağı bu oluyor. Yani bu görüşe dayalı olarak gelişiyor. Demek ki, bir görüşe, bir anlayışa, bir kabule dayalı olarak ortaya çıkmış durumda. Aynı olguyu farklı kabuller de var. Onlar bu savaşı reddediyorlar. Savaşı ihanet,  terörizm olarak sayıyorlar. Herkes mevcut olguyu nasıl kabul ediyor, tanımlıyorsa savaşa da ona göre ad takıyor, tanımlıyor, anlamaya çalışıyor. Yani bir düşünceye dayalı bir gelişme olduğu kesin. Bu düşünce de ideolojik-politik çizgidir. Bir kabul, bir değerlendirmedir. Yaşamı anlama felsefesi, bir olguyu çözümleme yönü var. Yani bir teoriye dayanıyor. Olguyu tanımlayan ilkeleri var. Yani bir ideolojiye bağlı. Kendine göre çözüm öngören amaçları da var. Bir programa sahiptir. Bunlardan çıkan bir strateji ve taktiği de mevcut. Amacını hangi yolla,  hangi güçlere dayalı olarak gerçekleştireceğini süreçler itibariyle de, günlük olaylar itibariyle de değerlendiren, tanımlayan bir yaklaşıma ve anlayışa da sahiptir. Strateji ve taktik bilimin diliyle de tanımlanıyor. Savaş denen olgu böyle doğdu. Savaşı anlamak için savaşı doğuran nedenleri, anlayışları anlamak lazım. Savaş durup dururken çıkmadı. Kürt ve Kürtlük olgularına yaklaşımdan, bu olguları tanımlamadan, bundan doğan ideolojik-politik çizgiden doğdu. Demek ki savaşın gerekçeleri, amaçları var. Kendi başına bir olgu değildir. Bir yaşam çizgisine, yani felsefeye bağlı. İdeolojik-politik amaçlara, stratejik, taktik bilimine bağlı bir olgu. Sıradan bir isyan değildir. Kürt tarihinin isyanlarından en çok ayrılan yanlarından birisi burasıdır. Bir çizgiye, stratejik taktik bilimine dayanması, yani modern askerliği bütün eksikliklerine rağmen önemli ölçüde Kürdistan’da var edilebilmesi, Kürdistan’a taşıyabilmesi oluyor. Tabi savaş olgusunu doğru anlayıp tanımlayabilmek açısından bu değerlendirmeyi, felsefeyi, ideolojik-politik çizgiyi, strateji ve taktik bilimini anlamak gerekir. Felsefeyi doğru anlamak lazım, çünkü doğru yaşamın hangisi olduğunu ancak öyle tayin edebiliriz. Toplumun ilerleyişinin nasıl olması gerektiğini anlamak açısından ideolojiyi, politikayı kavramak gerekiyor. Yapılanlar ne kadar amaca uygun, ne kadar değil; ne kadar doğru yeterli yapılmış, ne kadar yanlış yapılmış; hangisi sahiplenilecek, hangisi reddedilecek? Bunların tespit edilmesi açısından taktik ve strateji bilimine hâkim olmak gerekir. Yoksa diğer türlü bu olguyu doğru, yeterli anlayamayız. Dolayısıyla doğru sahiplenip savunamayız da. Öncelikle bir defa bu olguyu görmeliyiz. Burada bir mücadele, bir yarış var. İdeolojik, felsefi, askeri bir mücadele var.  Savaşın hepsi buradan doğmuştur. Dolayısıyla da Kürt’ü farklı algılayan, tanımlayanlar var. Kürt değil de bir aşiret, Türk, Arap, Fars boylarının bir bölümü, bir parçası diyenler var. Dolayısıyla da başka yönlü gelişmesini savunanlar, onu geliştirecek uygulamalar yapıp onu doğru bulanlar var. Çok yüzeysel, derinliği olmayan ilkel bir yaklaşımdır. Bunu tam kabullenemez, çözemeyiz. Şöyle diyemiyoruz; “onun da lafı mı olur, biz Kürt’üz. Hiç öyle sözler söylenemez.” Tabi onu kimse diyemiyordu. Öyle bir Kürtlük ortada yoktu. Kürtlük olup olmadığı bile aslında bir ideolojik iddia olarak var oldu. Hâlâ da ideolojik savaşım bu konu üzerinde sürüyor.

Kürt olgusu bir ideolojik kavram olarak değerlendiriliyor. Bir sosyal, etnik olgu olarak bildiğimiz ya da tanımlanan olguyu, mevcut siyasi ortam bir ideolojik tanımmış gibi de göstermeye çalışıyor. Bu sadece düşman iddiası değildir. Kendisinin Kürt olmadığını söyleyen, kendi kendini inkâr etmiş Kürt de çok ortada. Mevcut egemenliğin Kürt’ü uluslaştırdığını söyleyen dolayısıyla Amerikan sisteminin, Avrupa sisteminin işbirlikçisi, ajanı olmak gerektiğini düşünen Kürt de var ortada. Bu bizi de etkiliyor. Kaçışlar öyle oluyor. Başka hareketler açısından anormal bir şey gibi görülebilir, ama dikkat edilirse bizde ki öyle değil. İdeolojik kabul, ideolojik mücadele öyle gerçek dışı bir durum değil. İşbirlikçi cepheye de, düşmana da kaçış çok oluyor. Kendini inkâr etme ve “Türkleştim” diyerek bu olguya karşı savaşma gerçeği çok yalın, yaygın yaşadığımız bir gerçek. En yoğun savaşımın bu temelde sürdüğü de gerçek. Şuraya geliyorum, yani savaşın dayandığı olgunun ideolojik kabul olduğu bir gerçek. Bu bakımdan ideolojik önderlik önem arz ediyor. O nedenle Önderliği bir taraf tanrı gibi görürken, bir taraf çok sahte bir şey diyor. Başkalarının oyunu, aleti, ajanıdır diyorlar. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Bir olgu üzerinde bu kadar ters görüşler çıkabiliyor. Diğer yandan demek ki, herkesin çok sahiplendiği, vazgeçmediği bir durum değil. Buradan bir başka şeye geliyoruz: Böyle bir olgu zaten vardı, teslim olmamıştı, savaşıyordu; biz de buna yön verdik diyemiyoruz. Tarihsel süreçte böyle bir gerçeklik var. Tarih bilimi bunu bize gösteriyor. Ama yakın tarih, kapitalizm tarihi bize bunu böyle göstermiyor. 20. yüzyıl tarihinde farklı şeyler görüyoruz. Orda teslim olan, eriyen, ulusal inkâra, asimilasyona uğrayan, dolayısıyla kendi kimliğinden öte giden olgular ortaya çıkmış oluyor. Böyle olunca, Kürt ve Kürdistan için savaş tartışmalı hale geliyor. Hemen kavranılan, kabul gören, dört elle sarınılan bir durum değil. Önceki yüzyıllarda böyle bir durum var. Çok yüzeysel bir yaşam da olsa onu sahiplenerek, kendi kimliğiyle yaşama, Kürt toplumunun da, boylarının da, aşiretlerinin de esas aldığı bir olgu. Ama cumhuriyet tarihi böyle değildir. Cumhuriyet tarihi Kürtler açısından bir katliam, inkâr etme, yok etme tarihidir. Bunun 20. yüzyılın ortalarından itibaren bütün Kürdistan’ı kapladığı da gerçek. En son -1975 diyelim- KDP’nin yenilgisi ile birlikte tüm halkın geleneksel, aşiretsel isyancılık bakımdan bütün direnme güçlerini kaybettiği bir süreç gündeme geliyor. İşte tam bu noktada Kürt isyancılığının, aşiretçi, feodal yapıya dayalı direnişçiliğinin son damarlarının da kesildiği, koptuğu böylece Kürt toplumu üzerindeki imhanın başarıya gittiğinin dendiği yerde, süreçte bu silahlı mücadele dediğimiz olgu başlıyor. Bir yerde kendini ona dayandırıyor. Ama isyanları ezenler, isyanları ezerek Kürt ve Kürdistan üzerinde imhayı hâkim kılmak isteyenler, geldikleri noktada bunu başardıklarını sanıyorlar. Dolayısıyla başardık dedikleri yerde ortaya çıkan gelişmeyi anormal buluyorlar, reddediyorlar, kabul etmek istemiyorlar. Olmaması gereken bir gelişme olarak değerlendiriyorlar. Kendilerine göre bütün tedbirlerini aldıkları, yok ettikleri bir olay olarak görüyorlar. Dolayısıyla bizim mücadele diye çok yücelttiğimiz şeyi bir oyun olarak görüyorlar. Onun bunun oyunu diyerek dünyanın her yanına bağlıyorlar. Ona göre de tabi bir siyaset geliştiriyorlar, mücadele yürütüyorlar; bir direnç, duruş sahibi oluyorlar. Demek ki, böyle toplumun isyanları içinde ortaya çıkan bir olgu da değil. Yani bu silahlı mücadele hemen bir toplumun bir karakteri, yaşam biçimi, özgürlüğüne yönelen saldırılar karşısında ayağa kalkışı değil. Çok benimsenen bir olgu değildi. Ezildiği, teslim alındığı, kendi kendini inkâr eder hale getirildiği bir noktada insanın, toplumun tekrar kendi özüne dönüştürülmesi anlamında yürütülen bir mücadele. Bunu bilmemiz gerekir. Anormal düşünceler değil; onun da dayanakları var ve öyle basit de değil. Hafife almayalım.

Silahlı mücadele kolay ortaya çıkmış bir olgu değildir. Sadece bir söylemle, ideolojiyle de ortaya çıkan bir durum değildir. Sağlam bir bakış açısının, çok kararlı bir duruşun, çok yoğun bir emeğin, çabanın, çok cesur ve fedakâr eylemin ürünüdür. Herkesin koşup silah aldığı, savaştığı, “Kürdistan’da savaşacağız, ordu olacağız, gerilla olacağız.” dediği bir durumun, bir dönemin içinde gelişen bir olgu değildir. Tam tersine, bütün bunlardan kaçıldığı, silahın terk edildiği, teslim olunduğu, silah almamak için her türlü gerekçeye, bahaneye sığınıldığı bir dönemde; bir zorunluluk, derin bir ideolojik-politik kavrayış gereği olarak inkâr ve imha edilmek istenen halka çok bağlılığın, onun yaşamasının kendisi, insanlık için büyük değer ifade edeceğine dair derin bir bilincin gereği olarak ortaya çıkan bir eylemdir silahlı mücadele.  Yani yoğun bir ideolojik, felsefi, politik çalışmayla yaratılan bir durumdur. Dolayısıyla kendi kendine, bir hamlede ortaya çıkan bir durum değildir. Bir kabule, ideolojik politik çizgiye dayandığı gibi emekle, çabayla, bilinçle ortaya çıkmış, yaratılmış durum da oluyor. Bunun da böyle anlaşılmasında yarar var. Yoksa diğeri olguyu basit ele almaya, çok yüzeysel yaklaşmaya, kendiliğindenciliğe, boğun eğmeye götürür. Silahlı mücadele olgusu kesinlikle öyle bir olgu değildir. Yani silahlı mücadelenin mutlak olmadığını, bir ideolojik-politik çizgiye bağlı olup ona dayandığını; ideolojik politik amaçların gerçekleştirilmesi için yürütülen mücadelenin içinde ortaya çıkan bir yol-yöntem olduğunu, bu ideolojik-politik amaçlara bağlı olduğu, onları gerçekleştirmeye hizmet ettiği oranda doğru olduğu, öyle olmadığı ölçüde de yanlış, gereksiz olduğu bir gerçektir. Bu mücadeleyi böyle algılayacağız, böyle değerlendireceğiz. Yani bir çizgiye, belli düşünsel-politik amaçlara bağlı, onun gerçekleşmesi için başvurulan bir araç ve onun gelişimi içinde ortaya çıkan bir durumdur. Demek ki,  silahlı mücadele dönemi olgusunun gelişmesi için öncelikli ortaya çıkan, gelişen, gelişme sağlayan hususlar var. Felsefi, ideolojik, politik gelişme var. Buna partileşme diyoruz. Önderliksel gelişmeye, parti gelişimine bağlı. Ondan kopuk ele alınamaz. Peki, ideolojik-politik bir hat neden böyle bir araca başvurmak zorunda kalıyor, ya da başvuruyor, başvurmak istiyor? Burada da bir tercih yok. Tercihten çok bir zorunluluk var. İdeolojik-politik hattın gelişimi için başka herhangi bir yol ve yöntemin bırakılmaması, son çare olarak başvurulan bir araç olma durumu var. Silahlı mücadeleyi böyle de anlamak lazım. Başka yol olsaydı, silahlı mücadele olmazdı. Önderlik hep şöyle söyledi. “18 Mayıs 1977 katliamı olmasaydı PKK’nin nasıl yürüyeceği belli değil, bu biçimde yürüyüp yürümeyeceği net değildi.” Demek ki, başka çarenin bırakılmadığı, teorik, politik, pratik ifade yollarının tıkatıldığı bir ortamda; bir toplumun insanlarının, özgürlük çizgisinin kendini ifade etmesinin son çaresi olarak ortaya çıkıyor. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor. Birçok çare içinde bir tercih, kabul değildir. Tam tersine bir zorunluluk, çarelerin tükendiği yerde tercih hakkı olmaksızın başvurulmak zorunda kalınan bir olgu. Bu şu anlama geliyor; meşru savunma dediğimiz olguya dayanıyor. Meşru savunma kendini burada ortaya çıkarıyor. Yani başka bir yolla kendini savunamayan, ifade edemeyen, ilerletemeyen bir olgunun, imha altında kendini savunmasını ifade ediyor. Dolayısıyla demek ki, savaşı başlatan PKK değil. Biz öyle bir savaş filan başlatamadık. Kürdistan, Kürt olgusu üzerindeki inkâr imha sistemi bir savaş durumu. İnkâr çizgisinde toplumu imhaya götürmek için her türlü askeri denetim altında, her türlü uygulamayı yapmak vardı. Toplumu bitirici bütün uygulamalar, askeri egemenliğe dayanıyordu. Buna savaş diyorduk. Bir soykırım savaşı olarak görülebilir. Demek ki, savaşı biz başlatmadık. Kürtler başlatmadılar. Kürdistan’ı bölüp parçalayan, Kürdistan üzerinde inkâr ve imha sistemini kuran gerçekliğin kendisi bir savaştır. Bu da aslında Birinci Dünya Savaşı’dır. Birinci Dünya Savaşı sonunda sözde barış yapıldı, ama bu barışta Kürtler olmadılar. Kürtlerle, Kürdistan’la herhangi bir barış yapılmadı. Savaşan güçler Kürdistan üzerinde paylaşım yürüttüler. Kürdistan’ı parçalayıp paylaştılar ve savaş konumunda kaldılar. Paylaşımcı egemenliklerini Kürdistan üzerinde sürdürmek için imha amaçlı bir sistem ortaya çıkardılar. Bu bir savaştı. Bunu reddedenlerin kafasına silahla vuruldu. Kuzeyde 1920’den 1940’a, 1950’ye kadar “biz bunu kabul etmiyoruz.” demek isteyenler çıktı. Hemen katliamlarla ezildiler. Doğu’da çıktı ezildiler, Güney’de çıktı ezildiler, Batı Kürdistan’da çıktı ezildiler. Kafalarına vuruldu; savaş budur. Bir kere Kürdistan’da bir savaş olgusu zaten var. Kürtlerin başlattığı bir savaş değil. Kapitalist-devletçi sistemin başlattığı, uluslara arası ve bölgesel devletçi egemenliğin kendi içinde paylaşarak birbiri ile ilişki ve çatışması içinde sürdürdüğü bir savaş olgusu var. Kürt toplumuna böyle bir savaş dayatılıyordu. Bu savaş içselleştirilmek isteniyor, gizleniyordu. Askeri durum ekonomik, siyasi maskeler altında kapatılıyordu. İşte bu yapının çözümlenmesi, deşifre edilmesi, tahlil edilmesi, Kürt ve Kürdistan gerçeğini olduğu kadar Kürdistan üzerindeki bu savaş gerçeğini de ortaya çıkarttı. Kürdistan’ı aydınlatmaya yönelik teorik çalışmalar, araştırma-inceleme faaliyeti karşısında şiddeti gördü. Çünkü aydınlanma sadece Kürt, Kürdistan olgusunu değil, onun üzerindeki egemenlik olgusunu da aydınlatıyor, deşifre ediyordu. “Deşifre etmeyeceksiniz, bu gidiş tehlikelidir, yüzümüzü açığa çıkartıyor.” diyerek saldırı gerçekleştirdiler. 18 Mayıs 1977 saldırısını böyle anlamak gerekiyor. 18 Mayıs 1977 saldırısı, Kürt ve Kürdistan gerçeğinin açığa çıkartılması, kendi kimliğine kavuşturulması adımlarına, Kürdistan üzerindeki egemenlik sisteminin verdiği cevaptı. Neyi aydınlattı? Kürt ve Kürdistan üzerindeki sistem gerçekliğini aydınlattı. Kürdistan’da nasıl bir siyasi egemenlik, nasıl bir siyasi sistem kurulmuş onu açığa çıkardı. Neydi o sistem? Bir savaş, katliam, soykırım sistemiydi. Zorla, katliamla, insanları kendi kimliğinden koparmak, kendi kendini inkâr ettirme ve böylece asimile edip başkalaştırmak isteniyordu. Buna soykırım demek hatalı değildir. Dolayısıyla kendi kimliğine sahip çıkmak, soykırıma karşı çıkmak, savaş düzeyinde direnmeyi göze almayı gerektiriyordu. Bunu göze alamayanlar, böyle bir direniş konumuna giremeyenler aslında kimlik sahibi olmayı da geliştiremediler. Örgüt de olamadılar, halktan destek de bulamadılar. Bunu göze alıp yürüten güçler de gelişme sağladılar. Dolayısıyla şimdi tartışılan, tarih olarak öğrenilmeye çalışılan silahlı mücadele olgusu böyle başladı. Silahlı mücadele olarak başlamadı, ideolojik mücadele olarak başladı. Kimlik mücadelesi olarak başladı, gelişti. Fakat imha saldırısıyla karşılaşılınca kendini silahla savunmak zorunda kaldı. Bu mecburiyet giderek gerillayı, bir savaş durumunu ortaya çıkardı. Başka çare bulamadıkça kendini ifade etme, kimliğine sahip çıkma, kendi örgüt çalışmaları ancak silahlı mücadele ile gerçekleşebildi. Ve bir çizgi, bir strateji haline geldi; örgütüne kavuştu, taktikleri oldu. Onlarca yıl süren bir olgu düzeyine ulaştı. Bu tarih böyle ortaya çıktı. Demek ki, her şeyden önce nasıl ortaya çıktığının bilinmesinde çok büyük yarar var. Bu olgu bilinmez, doğru anlaşılmazsa bu silahlı mücadelenin pratiği de doğru çözümlenemez. Yanlış, hayalci yaklaşımlar, farklı ölçüler olur. Bu, başka yerdeki savaşa benzemez. Başka savaşın ölçülerine göre değerlendirmeye kalkarsak hata yaparız. Strateji, taktik bilimi bile tümden işlemez bu savaşta. Stratejik ve taktik boyutundan fazla ulusal, kültürel, ideolojik kimliksel boyutu var. Bu savaş gerçeği, ancak onlar doğru görülür, yeterli ele alınır, onlara dayanırsa doğru çözümlenebilir. Bir kere bu başlangıcını, ortaya çıkış gerekçelerini, dayanaklarını bilmemiz, tanımamız gerekiyor. Silahlı mücadele nerden başladı? Tabi 18 Mayıs 1977 katliamının karşısında başladı. Oradan başlatmak lazım. Kendini savunmak zorunda kaldı. İçindeki hatalar, bu amaca, öze, strateji ve taktiğe ters düşen, mahkûm edilmesi gereken yanlar bir tarafa, esas olarak bu savaşın bir meşru savaş gerçeğine dayanma durumu başattır. Başlangıçtan tümüyle böyledir. Giderek ideolojik, politik amaçlar etrafında daha farklı amaçlara bağlanabilmiştir. Ve ordu olmak, devlete yol açmak gibi ilkeleri de esas almıştır. Bu da bir gerçektir. Bu anlamda Reel Sosyalizm’in devrim anlayışına, 20. yüzyılda gerçekleşen silahlı ulusal kurtuluş olgularına benzemeye çalışmıştır. Onlar da işin içinde var. Böyle bir amaca bağlı olarak savaşın geliştirilmesi durumu da var. Ama başlangıcı ve özü esas olarak kendini savunmadır. Yani meşru savunmadır. Kürdistan üzerindeki inkâr-imha sistemine karşı durma, Kürt kimliğini, toplumunu, değerlerini savunmaya bağlı oldu. Bu kesin bir gerçeklik.

Bu savaşın iki yönü var. Bir; Meşru savunma yönüdür. Yani son derece haklı ve gerekli olan yöndür. İkincisi ise; 20. yüzyılda var olan ulusal kurtuluş hareketlerine benzeyen yöndür. Devlete ve iktidara kısmen bağlı olan yön. Başat olan ve her zaman olan birinci yöndür. İkincisi ise, zaman zaman gündeme gelen, bir amaç olarak öne konan, ulaşılmak için bazı çabalar harcanan ama başarılamayan, gerçekleştirilemeyen bir durum. O nedenle çok gelişmiş ve silahlı mücadele olgusuna damga vuran husus değil. Ama öyle değildir diye onun amaç edinip, o yönlü çabaların harcanmasını da gözden ırak tutamayız. Neden? Çünkü ona dayalı da bir savaş durumu var. Kendi içinde gelişme, taktikler geliştirme durumu var. O da belli ölçülerde bazı süreçlere damgasını vurmuş oluyor. Sonuca gitmemiş de olsa, tabi bir yöndü. Bu bilinmeli ve doğru değerlendirilebilmeli, dikkate alınmalıdır. Şimdi buna göre olaylara bakmak, gelişen pratiği bunlar çerçevesinde değerlendirmek yerinde oluyor. Demek ki, silahlanmak 18 Mayıs katliamından sonra gündeme gelen, zorunluluk arz eden bir durum olmuştur. Kürdistan’da silahla kendini savunmadan, propaganda çalışması yapamıyor, kendi kimliğine sahip çıkamıyorsun. Özgür Kürt olarak kendini ifade etme, yaşama imkânı yok. Bunları söyleyebilmek ve öyle yaşayabilmek için inkâr ve imha sisteminin ortaya çıkardığı katliam, imha durumuna karşı kendini savunabilmen gerekiyor. Seni savunacak başka hiçbir olgu ve kurum yoktur. Hukuk, siyaset yok. Var olan kurumların hepsi senin yok olmana ferman biçiyor. O zaman “var olacağım.” diyorsan, demek ki, onları aşacak, kendi kendini savunacaksın. Seni savunan bir hukuk, siyaset, devlet, sistem yok. Ne yapacaksın o zaman? Kendini savunacaksın. Neyle, hangi tarzla savunacaksın?  Tabi ki silahla savunacaksın; üzerine öyle geliyor. Burada gizli örgütlenme, öncü örgütlenme tarzı, yine silahlı örgütlenme tarzı ortaya çıkmıştır. Kendini savunmanın, korumanın zorunlu, doğal bir yolu olarak gündeme gelmiş, ortaya çıkmıştır. Saldırılar karşısında silahlı olmak, saldırıyla karşılaşınca silah kullanmayı gerektirdi. Saldırının hesabını sormak, kendini var edecek bir olgu olarak ortaya koymak, giderek çatışmalı bir durumu ortaya çıkardı. 18 Mayıs 1977’de ajanlara karşı kendini koruma zorunluluğu, ardından polise karşı kendini savunma zorunluluğu, ardından militer-faşist güçlere karşı kendini savunma zorunluluğu, ardından ajanlaşmış kurumlara, işbirlikçi, feodal kurum, kişi ve kuruluşlara karşı kendini savunma zorunluluğu olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül rejimi ardından da ordunun, devletin açık imhacı saldırıları karşısında kendini savunmak, gerillalaşmak olmazsa olmaz bir zorunluluk olarak gelişmiştir. İşin özü, esası bunlardır. Doğru olanlar bunlardır. Bununla çelişen yanlar pratikte var mı? Elbette var. Ama onlar doğru olan, esas alınması gerekenler değil. Esas alınması gereken bu yönüdür. Ajan çetelerin saldırıları karşısında kendini savunmak, ajan yapılara karşı mücadeleyi gündeme getirmiştir. Dolayısıyla başlangıçta ajan yapı, kurum ve kişilere karşı şiddet temelinde mücadele taktiğini ortaya çıkarmıştır. Yani kendini savunma ve örgütleme, ilerletme ancak silahla örgütleyip koruyarak, savunarak mümkün olmuştur. Bu, 18 Mayıs katliamı karşısında ajanlara karşı intikam alma eylemi olarak ortaya çıkmıştır. 19 Mayıs 1978’de polislerin, faşist çetelerin, aşiretçi güçlerin iç içe geçen saldırıları karşısında kendini, gençliği, halkı savunma olarak ortaya çıkmış; Hilvan direnişine yol açmıştır. Hilvan direnişi tamamen böyle gelişen bir mücadeledir.

Anıya, Kürdistan gerçeğine bağlı kalmayı ilke alan bir propaganda çalışmasına feodal-aşiretçi güçlerin, polisin, faşist çetelerin ortak saldırısı, bunun karşısında kendini savunma ihtiyacı Hilvan direnişini ortaya çıkarttı. Bu bir yanıdır. Anıya bağlılık, intikam alma, harekete yönelmiş saldırı karşısında hareketi savunma, hareketi yok etmekle, kadroyu imha etmekle tehdit eden güçlere karşı silahlanıp direnme zorunluluğunu ortaya çıkardı. Bu kararla ‘77’de bir ajan gruba karşı, ‘78’de Hilvan, Urfa çevresinde faşist, feodal ve polis ittifakında oluşan saldırı gücüne karşı direnme, kendini savunma ortaya çıkmıştır. Saldırı gerçekten de günlük devam etmiştir. Süleymanlar denen grup bunu ifade ediyor.

Bir feodal çete grubu, faşistlerle ülkeye yerleşmeye çalışıyordu, yine polisle içli-dışlı ona dayanarak saldırabiliyordu. Bu saldırganlığa karşı var olmak, direnip onları etkisizleştirmekten geçiyordu. Yaparsan var olursun, yapamazsan yok olursun. Örneğin PKK gruplaşması, 18 Mayıs katliamına karşı intikam direnişini geliştirdiği için var olmuştur. Geliştirmeseydi, silik, etkisiz, insanları etkileyip kendine çekmeyen, bazılarının kendilerini yaşattığı bir grup olarak kalırdı. Onun da siyasette hiçbir yeri olmaz. 1978’de polisin, feodal ve faşist güçlerin ortak saldırılarına karşı Hilvan ve çevresinde, Urfa ve diğer yerlerde direniş olmasaydı, onu yenilgiye uğratmasaydı yine hareket dağılır, yenilirdi. Kendi kendini savunamayan, saldırılar karşısında savunmasız kalan bir güç güven vermez tabi.   Güven vermeyen o gücü de kimse sahiplenmez. Çünkü bir güveni yok. İlerisi için bazı sözlü amaçlar söylense de, onun pratikte nasıl gerçekleşeceğine dair bir işaret yok. O zaman kimse sahip çıkmaz, katılmaz, onun savunuculuğunu yapmaz ve eriyip gider. Ancak böyle bir direniş, sahiplenme güven verdi, örgüt ortaya çıkardı. O kolay olmadı tabi. Herkes silah alıp hemen kullanamıyordu. 18 Mayıs’tan itibaren bu böyledir. Öyle ki o zamana kadar katılmış olan herkesi durum değerlendirmesi yapmaya yöneltti, zorladı. Daha önce propaganda çalışmasına katılmış olan, 18 Mayıs katliamının ardından gündeme gelen kendini savunma zorunluluğu karşısında, bir kere daha katılıp katılmama konusunu tartışmış, yeniden karar vermiştir. Ya bir kere daha katılmış, ya da bırakıp gitmiştir. O bakımdan güven verme olgusu önemli bir dönemeçtir.  Şu bir mesaj olarak hemen kendini hissettiriyor; sözle değil, eylemle. Daha ileri gidersen sonun budur. O zaman tabi değerlendireceksin. İleri gideyim mi, gitmeyeyim mi? İleri gitmeyen bırakıp gitmiş. İleri gideyim diyen o zaman mesajı alıp, onun gereklerini yerine getirmek kaydıyla, yani katliam saldırısını boşa çıkaracak bir gücü, tarzı ortaya çıkarma kaydıyla ancak ileriye gidebilir. İleriye gideceğim deyip hiçbir tedbir geliştirmezsen imha olursun. Ondan da her hangi bir örgüt ya da gelişme olmaz. Aynı şey Hilvan açısından da geçerlidir. Buna cesaret edebilmek, karar verebilmek, işi başarıyla yürütecek tarzı yakalayabilmek, tabi başarı ortaya çıkarmış, gelişme sağlamıştır. 18 Mayıs katliamının intikamını almak, gençlik örgütünü büyütmüştür. 19 Mayıs 1978 Hilvan katliamının, Halil Çavgun arkadaşın katledilmesinin intikamını almak, onu gerçekleştiren çevreleri başarısız kılmak hareketi halklaştırmıştır. Ayrıntılar üzerinde çok fazla durulamaz. İzlenen yöntemler, taktikler yönünden de öyle çok belirgin bir konum zaten yok. Bireysel bir çatışma durumuydu. Karşıdaki güçlerin pozisyonu da öyleydi. Dolayısıyla bireysel şiddet kapsamında sayılabilecek örgütlendirilmiş; daha çok aslında sivil silahlı güçlerin hareketi oluyor, ona dayanıyor. Hareketin genel çalışması içerisinde ortaya çıkmıştır. Zorlukları, imkânsızlıkları var; öyle kolay gerçekleşen bir durum değildir. İsyancılıktan, aşiret kavgasından ayrı bir şeydir. Öyle olsa insanlar silah alır şiddet uygulamasına girebilirlerdi. Kürdistan tarihinde şu var; insanlar kan davaları biçiminde çatışmalara yatkın, onun için çok fazla çatışmaya girebiliyorlar. Tarla kavgası, kadın kavgası, çok fazlasıyla Kürdistan’da yaşanan, silah kullanmaya yol açan etkenlerdir. Ama bu durum bunlardan çok farklıdır. Her ne kadar Kürdistan Ulusal Kurtuluşu dense de, neyin ne olacağı, nereye gideceği, böyle bir kurtuluşun nasıl gerçekleşeceği belli değildi. İnsanlara ne vereceği de belli değildi. Somut olgular üzerinde -çok basit olgular da olsa- bir şiddet pratiği var. Topluma o gerekçe getirilmiş, ama tabi ideolojik, politik amaçlar uğruna ulusal gelişme hedefiyle silah kullanımı, şiddet uygulaması ayrı bir olay. Bunun insanlara öyle somut gözle görülür bir şey verdiği yoktu. Anlaşılma durumu da öyle çok belirgin değildi. Dolayısıyla hemen kabul edilen, içine girilen bir olgu değildi. İnanmak, benimsemek, ikna olmak, büyük bir çaba gerektiriyordu. Önderlik, örgüt çabası ve mücadelesi burada kendini gösteriyor. Diğer yandan bir psikolojik yaşam içine girilmişti. Çok gelecek vaat etmese de, insanlar bir sistem içine, sınıflı cinsiyetçi toplum sistemi içine alınmış. Yazgıları daha doğmadan çizilmiş. Yani yaşayacakları belirlenmiş kurallara bağlanmış. İnsanları küçüklükten itibaren belirlenmiş fiziksel, psikolojik yaşam kalıplarından koparmak, başka yöne gitmesini sağlamak önemli bir durumdur. Kolay gerçekleşebilir bir durum değil. Dolayısıyla bunları sağlamak büyük bir çaba gerektirir. İnandırma, bu temelde insanlarda mücadele etme azmi geliştirme önem arz ediyor. Karşıda ajan yapı, aşiret gücü vardı. Gerisi devlete dayanıyordu. Aile gücü kendi içinde örgütlüdür. O zamanın Kürdistan’ı için en fazla değer ifade eden, kan bağına dayalı bir örgütlülük vardı. Bunlar basit şeyler değil ve bir örgütlü topluluk vardı. Böyle bir topluluğa kafa tutmak, karşısına çıkmak kolay değildi. Yerel düzeyde gerçekleşecek bir iş de değildi tabi. PKK olmasa, PKK’nin felsefi, ideolojik, politik duruşu,  buna dayalı yarattığı kadro gücü olmasa, yerel toplulukla yapılacak bir iş değildi. Hilvan direnişi biraz öyle oldu. Çok fazla Hilvanlıların yürüttüğü mücadele olmadı. Öyle bir örgütlü topluluğa kafa tutmak, kurşun sıkmak, tabi yerel değil,  dış alanlardan gelebilen ve ideolojik olarak eğitilmiş, inandırılmış insanların yaptığı bir iş oldu. Önderlik, Kemal Pir arkadaş katıldı. Sonra Karasungur arkadaş onlar geldiler. Tabi kendi başlarına değil,  yerel gücü de örgütleyip harekete geçirdiler. Öyle teslim olur gibi bir yapı da değildi. Halk korkuyordu. Yüzyıllarca halk üzerinde baskı kurmuş, egemenlik yürütmüş, korkutmuş bir topluluktu. Onun için bırakalım savaşmayı, onlara karşı halkın savaşa destek vermesi bile zor bir işti. Bütün bunların zorluklarına rağmen daha geniş bir örgütlülük, düşmanın hedefini daha çok daraltma, daha çok teşhir etme, biraz da atak, öncü, kararlı davranış; darbeler vurmayı, karşıt gücü zorlayıp dağıtmayı, teslim olmaya mecbur bırakmayı sağlamıştır.

Hilvan mücadelesinin başarısı ile parti kongresi eş zamanlı oldu.  Hem PKK kuruluşu, hem Hilvan’da Süleymanlar çetesinin teslim alınıp, direnişin zafer kazanması 1978 sonundaki en önemli, ilerletici bir gelişmedir. Özgürlük hareketimiz açısından eş zamanlı bir durumdur. Dolayısıyla kitleleri de çok etkiledi. Harekete de, kadrolara da çok moral verdi. Hareketin kitleselleşmesine yaradı. Parti kuruluşuna gidişte önemli bir rolü var. Daha geniş bir mücadele olarak ortaya çıktı. Bir yerel alanda neredeyse iktidarı ele geçirmeye yol açtı. Ki direnişten sonra o ortaya çıktı. Hilvan’da yönetim tümüyle partinin eline geçti. Sadece küçük, sokağa inmeyen bir karakolu kalmıştı devletin. Onun dışında devlet yönetimi tümden yok oldu. Böyle bir gelişme içte halkı çok etkiledi. Hilvan’da herkeste büyük bir umut yarattı. Heyecan ortaya çıktı. Gençliğin tümden katılımı sağlandı.  Önemli bir gelişmeydi. Hem 18 Mayıs Haki arkadaşın katledilmesi karşısındaki direniş, hem Hilvan direnişi farklıdır. Siverek onlara göre biraz daha farklıdır. Birçok yerde faşistlere, ajan yapılara, polise, sosyal şoven güçlere karşı çatışmalar, direnişler silahlı kavgalar oluyordu, ama Hilvan-Siverek tabi daha merkezi, daha yoğunluklu bir askeri durumu ifade ediyor.

Hilvan bir saldırı karşısında direnme konumunda ortaya çıkmıştır. Siverek de tabi bir saldırı durumunu ifade ediyor. Aşiretçi-feodal çete yapısı sürekli halk üzerinde bir baskı uyguluyordu. Sömürgeciliğin bir savaş konumu halk üzerinde genelde vardı. Maraş katliamı Kürdistan’daki gelişmelere karşı bir askeri saldırı konumunu ifade ediyor. Maraş Katliamının ne önemi var? Kürdistan’ı nasıl bu kadar etkileyebilir denebilir? İki yönlü önemi var. Bir; 12 Eylül darbe sürecini başlattı. Artık rejimin yeniden bir askeri darbeye doğru gittiğin gösterdi. İki; Kürdistan’da sıkıyönetimi başlattı. Maraş katliamı ardından Kürdistan’ının yarısında, hemen 1979 Mayıs başında da tümünde sıkıyönetim ilan edildi. Askeri yönetim geldi. 12 Eylül darbesi Kürdistan’da Maraş katliamı ile oldu. Diğer yerlerde, Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi ile ordu yönetime el koydu. Kürdistan’da Maraş katliamı ile yönetime el koydu. Önemi budur ve bu askeri yönetimin gelmesi Kürdistan’daki ulusal demokratik gelişmeyle bağlıydı. PKK’nin gelişimine kesinlikle bağlıydı. Onu engellemek, karşılamak üzere atılan bir adımdı. Devlet yeni tedbirler geliştiriyordu. Yurtsever-devrimci gelişmeleri engellemeye çalışıyordu.   Savaş tehdidi durumu yönetim ilan edilmiş, ardından Kürdistan’da genel durumdan öteye askeri yönetim zaten ortaya çıkıyor. Ki, askeri yönetim demek savaş demektir. Daha belirgin, daha somut bir savaş durumu demektir. Bütün bunlar var, ama doğrudan hareketin maruz kaldığı bir saldırıya karşı hareketin savunması değil de, halk üzerindeki sömürgeciliğin ve aşiretçi-işbirlikçinin baskısı karşısında halkın savunulması anlamında içine girilen bir direniş mücadelesi oldu. Bu bakımdan ortaya çıkış biçimi farklıdır. Siverek genel durum itibariyle bizim hareketi, askeri durumu geliştirmek için başvurduğumuz bir mücadeledir. Hilvan ve diğeri ise doğrudan karşılaştığımız saldırı karşısında kendimizi savunma durumudur. Bunlar arasında biraz fark oluyor. Hilvan direnişi bu yönüyle çok daha sağlıklı gelişti ve başarıya gitti. Siverek direnişinde böyle bir gelişme olmadı. Tersi bir durum çıktı. Bu, ortaya çıkış yönüne ne kadar bağlı tartışılabilir. Acaba sonuç ortaya çıkış biçimine bağlı mı, yoksa tamamen tarzı mı bunu ortaya çıkardı? Bunlar tartışma konusu. 1979 baharına gelindiğinde artık bir yandan genel gelişmeleri, Hilvan’daki gelişmeyi daha fazla ilerletmek, diğer yandan ise saldırılar karşısında hareketi daha fazla askerileştirmek, silahlandırmak ve saldırılar karşısında kendini savunacak mevzilere çekmek gerekiyordu. Aslında Siverek için tasarlanan buydu. O bakımdan çok yanlış değildi. Böyle bir direnişe karar verme onu planlama, -eğer planlandığı gibi yürütülse- çok yanlış değildi. Bir alan savaşına girmeyi ön görmüyordu. Tersine bir çete başı, belli ajan grupları vardı, onların cezalandırılmasını ifade ediyordu. Hali hazırda taktik yoktu. Onu yaparken de hareket üzerinde baskılar, saldırılar vardı. Devlet yeni bir askeri darbeye doğru gidiyordu. Maraş katliamı bunu ortaya çıkarmış, partileşmeye karşı saldırı halindeydi. Elazığ’da tutuklamalar olmuş, örgüt hakkında bilgiler verilmişti. Düşman örgütü yakalamak ve etkisizleştirmek için saldırı konumundaydı. Önderlikten başlamak üzere kadrolar üzerinde böyle bir baskı vardı. Ve mevcut örgüt sistemi, kadroları böyle bir baskı durumu karşısında korumaya yetmiyordu. Böyle bir ortamda işte hem taktiği uygulamak anlamında halk üzerinde baskı uygulayan bir ajan yapıyı dağıtmak, hem de esas olarak kadroya, örgüte yönelen saldırılar karşısında kadro, örgüt yapısını biraz daha silahlandırmak, eğitmek, donatmak, daha sağlam mevziye çekmek gerekiyordu. Siverek de bu hedefe uygun planlanıyor. Doğrudur, öyle kasabalarda, şehirlerde komiteler biçiminde örgütlenmek, silahlı direniş, kendini savunma ile çelişiyor. Baskılar altında silahlansa bile insan, kendini koruması, savunması mümkün değildi. Giderek daha büyük operasyonlar oluyordu. Polis operasyonu da öyledir. Sadece polis operasyonu değil,  asker de katılıyordu. Gelişmeler karşısında devlet daha geniş güçlerini kullanacak düzeye gelmiş, sıkıyönetim ilan etmiş, ordu harekete geçmişti. Ordu güvenliği sağlamayı üzerine almıştı. Dolayısıyla operasyonlar onun tarafından yürütülüyordu. Yeterince silahlanmayan, eğitilmeyen bir konumda olmak da kendini savunmak açısından yetmiyordu. Çok amatör bir biçimde bireysel silah kullanımı, ordunun operasyonları karşısında kendini korumak, savunmak için yeterli değildi. Şehirde kasabada olmak da yetmiyordu. Ne gerekiyordu? Daha fazla silah, daha fazla eğitim, daha fazla kendini savunucu bir örgütlenmeye ulaşma, mevzilenmeyi de daha uygun hale getirmek gerekiyordu. Nedir? Kıra dayanma. Siverek aslında bunu yapmayı hedefliyordu. O koşullarda böyle bir şey gerekiyordu. Önderlik böyle bir tanım getirmişti de. Tabi bu tanım çok belirgin değildi. Bunu gerçekleştirmenin zorlukları da,  anlama, kendini ikna etme sorunu da vardı.  Gelişmeler amatörlüğe, tecrübesizliğe, anlama zayıflığına, eğitimsizliğe bağlı olarak ters oldu. Başarılı olmadı. Bucak halk üzerinde baskı uygulayan, çevreyi çok korkutan bir güçtü. Süleymanlar gibi değildi. Süleymanlar daha alt kategoride şiddet gücüydüler. Ama Bucak öyle değildi. Öyle bir aşiret de değil, silahlı çeteler besliyordu. Kendisi iktidar partisinin milletvekiliydi. Ankara’ya meclise gidiyordu; siyaset desteği vardı. Tanrı gibi herkes üzerinde zulüm, baskı uyguluyor, korku salıyordu. Öyle hak, hukuk, kanun, kural yoktu. Hiçbir şeyin adaleti işlemiyordu. Olayları çözümlemede Bucak’ın istemi neyse o işliyordu. Neye karar verirse o yürüyordu.  Karar vermesi de Bucak’ın kendi isteğine göre oluyordu. Böyle bir sistem kurmuştu. Devlet arkasında duruyor, devletten destek alıyordu. Silahlı güç de örgütlemişti. Herkes karşıydı, ama korkudan kimse karşı gelemiyordu. Böyle bir durum ve biraz kritik bir durumdu. Şöyle bir durum çıkıyordu o zaman: Siverek’te hazırlıklarımız vardı; Hilvan gibi değildi. Hareket Hilvan’da birden bire saldırıyla karşılaştı. Siverek de ise karar verdi, hazırlık yaptı, yoğun propaganda çalışması yürüttü. Arkadaşlar köy, mahalle, herkese defalarca gittiler. Bazıları Bucak’a karşı eylem olacağını duymaktan bile korkuyordu. “Aman aman bunu bize söylememiş olun. Çünkü Bucak vurulamaz, mümkün değil, kurşun sıkılamaz, sıkılsa bile öldürülemez.” deniyordu. Tanrı kralları anımsatıyor insana. Tarih yazıyor, bu tanrı krallar köleci dönemde varlarmış.  Bucak şeyine bakarak insan biraz onu aklına getiriyor. Herkeste genel kanı şuydu; yani vurabilirseniz iyidir. Biz sizden yanayız. Ölüm makinesi kalkarsa destek veririz. Ama vuramazsanız, biz Bucak’tan yanayız.” O çalışmalarda neredeyse genel anlaşma içeren bir durum ortaya çıktı. Dikkat edilirse nazik bir durumdu. Her şey mutlak başarıya dayanıyordu. Bu bakımdan Bucak’ın vurulabilmesi önemliydi. Biraz daha sonrasının geleceğini belirleyecekti. Bir de taktik olarak da kurumların dağıtılması, kişilerin darbelenmesini hedefleyen bir taktik durum vardı PKK’nin. Öyle uzun uzadıya diye bir savaş yürütme değil, suçluları cezalandırma gibi bir durum da denebilir. Halk düşmanlarının cezalandırılması olarak ifadelendirilebilir. Böyle bir taktik daha dikkatli olmayı gerektiriyordu. Pratik böyle gelişmedi.  Planlamalar olup, Elazığ tutuklamaları ardından tedbir olarak Önderlik yurtdışına çıktıktan sonra parti ilanı gündeme geldi. Partinin kendini halka açması gerekiyordu. İran için yapılan planlama doğrultusunda çalışmalar yürütülüp onlar Siverek’te azınlık yürüten arkadaşlara da ulaşınca –ki böyle bir askeri bölüm o zaman Partide oluşturulmuştu. Merkezden askeri güçlerden sorumlu Karasungur arkadaştı. Bir askeri komite oluşturulmuştu. Onlar doğrudan o çalışmaları merkezi olarak yürütüyorlardı.- eylemle İran’ı birleştirme, parti ilanını böyle bir askeri eylemle birlikte yürütmenin yararlı olacağı sonucuna varıyorlar. Böyle değerlendiriyorlar. Bunlar doğru, anlamlı ve cesaretli değerlendirmelerdi. Ama Bucak’ı elinle koymamışsın tabi.  Karşıdaki de APO’cular Bucak’ı vuracak diye propaganda yapmış, artık kendini sakınıyor, savunuyordu. Bir köyde olduğu bilgisi alınıyor. Köy tanınan bir köydü. Hemen burada daha rahat yapabiliriz diye bir baskın kararıyla hareket ediliyor. Köy bizim olduğu için orda değil, oradan alıp çıkaralım, başka yerde cezalandıralım ki, köy zarar görmesin deniliyor. Halkı koruma hesabı da var tabi. Fakat hep iyimser yaklaşım var. Pratik o iyimser yaklaşıma göre yürümedi, yürümüyor. Doğrudan hemen girip, orda teslim ol diyerek alma planı var. Halbuki, karşı tarafta korkuyor, en azından kendini savunmak istiyor ve silahlıdır. Öyle basit bir şey değil. Planlama yetersizliği vardı. Kapıya dayanınca söyler ve alır götürürüz sanılıyor. Öyle olmuyor. Karşı tarafta kurnaz davranıyor, çatışmaya giriyor. Talihsizlikler de oluyor. O kadar kurşun sıkılmasına rağmen vurulamıyor, ancak yaralanabiliyor. Salih arkadaş bir kurşun yarasıyla kan kaybından şehit düşüyor. Öyle tersinden kayıpta var. Bomba kullanılıyor, ama patlatılamıyor. Eğitimsizlik de vardı. Bomba nasıl kullanılır, nasıl patlatılır bilinmiyordu. Bütün arkadaşlar içinde tek askerlik yapmış arkadaş Karasungur arkadaştı. O da öğretmen olarak üç ay subay öğretmen eğitimiydi. Öyle iki yıl orduda kalmış da değildi. Sadece dışardan öğrenilmiş bir silah kullanma bilgisi var. Onun dışındaki cephaneyi, tanıma yoktu. Bomba atılıyor, patlamıyor. Islanmış denildi; nasıl atıldığı bile yeterince bilinemiyor.  Bucak o tür çatışmalara daha yatkın tabi. Boşuna Bucak olmamıştı. Hem ateş ediyor, hem kendini savunuyor. Bir çocuğu üzerine alıyor. Çok az bir yara ile kurtuluyor. Salih Kandil arkadaş şehit düşüyor. Salih arkadaş Hilvan’da duruma öncülük eden Hilvanlı arkadaşlardan birisiydi. Halk üzerinde oldukça etkinlik de yaratmıştı. Dolayısıyla hem Hilvan, hem Siverek üzerinde o şahadetin de olumsuz etkisi oldu. Başarısız bir baskındı. Askeri bilimden, planlamadan yoksundu.  Başarısızlığın nedenleri olarak bunlar sayılabilir.

Askeri bakımdan başarısız bir eylem ve onun ardından başlayan bir çatışma durumudur. Çatışma durumu başarısızlığın derinleşmesi biçiminde sürdü. Önce de belirttik bir de halkın durumu vardı. Başarırsan senden yana, başaramazsan ondan yana. Bucak Siverek’e girip cephe açınca hareketin oldukça sıkışması yaşanıyor. Bir kere silah sıkılmış, sonuna kadar savaş. Karşı tarafında zaten askeri gücü vardı ve onunla kendini savunuyordu. Halkı korumaya almıştı; Bucak’a ulaşmak mümkün değildi. Ulaşmak için bir tabur düzeyindeki gücü imha etmeyi, daha geniş çatışmalara girmeyi gerektiriyordu. Daha fazla çatışma, mutlaka bu biçimde imha edeceğiz görüşü bunu doğuruyor ki, kitleden destek isteniyor. Bucak denetim kurdu. Biz o halk desteğinin büyük kısmını kaybettik. Geniş bir yerel çatışma yani aşiretlere,  bölgelere dayalı bir cephe çatışması; yine onların savaş tarzına uygun kozik savaşı, çatışmalı savaş yaşanıyor. Gerilla tarzına dayanan bir savaş tarzı değil, mevziye girip çatışmayı içeren bir savaş tarzı yaşanıyor. Bu tarz başarı getirmedi. Çok fazla sayıda arkadaş o alana gidip savaşmasına rağmen, ancak direnen bir konum ortaya çıktı. Gerilla örgütleyip başka alanlara götürme olmadı. Amacından zaten saptı. Bir askeri eğitim alanı olamadı. Biraz onur, gurur meselesi haline getirildi. Partinin bütün savaş gücünü orda toplayan, silah ve ekonomik gücünü orda tüketen bir düzey ortaya çıktı. Siverek askeri anlamda hep zarar verici oldu. Niye böyle oldu? Başlangıçtaki hatayı anlattık. Başarılı olmasına bağlanmış bir şey olumsuzundan olursa, tabi sorun yaratabilir. Orda bir defa yanlış hesap vardı. Ondan sonrada çok gurur meselesi yapıldı. Üç-dört gün sonra da, iki-üç ay sonra da tartıştık. Örgüt içinde hep tartışma konusu oldu. Fakat tam bir çıkış yolunu kimse bulamadı. Özellikle çatışma konumuna giren arkadaşlar asla geri çekilmeyi kabul etmediler. Bu durum giderek çatışma yarattı. Çatışma yayıldı. Günler haftalar geçti. Alanlara bölünüldü. Arazi çıkılır hale geldi yani kırsal alan kullanılır oldu. Öyle ki artık bir savaş durumu ortaya çıktı. Karşıt taraf da kendini örgütledi. Bizim tedbirsizliklerimiz kayıp vermemize yol açtı. Cuma arkadaşın da içinde olduğu dört arkadaş öyle bir yerde kıstırıldılar; oyuna geldiler. Onlar da şehit düştüler. Bunun da çok ağır etkisi oldu.

Sorunlar giderek askeri bakımdan gücü geliştirmekten ziyade, imkânlarımızı eriten, kesen bir konuma geldi. Orda belli bir maddi gücümüz vardı. Ondan sonra, parti bize destek versin, savaş yürüteceğiz, düşman saldırıyor diye talepler oldu. Parti nerden verecek, tanrı değil ki kazansın. Savaş gücü ortada, imkân verilmiş. Bir yerden biraz para bulmuştu. Tesadüfen hepsi Siverek’te gitti. Yani yoktur ve “ver” demekle olmuyor. Şimdi de öyle “ver” demeler çok oluyor. Geçen dönemde hep öyle çıktı. Bu gergin tartışmalara da yol açtı. Daha sonra birçok yerde yapıldığı gibi, parti bize destek vermiyor, imkânlarımız yok, şöyle oldu böyle oldu diye arkadaşlar içinde propagandalar yapıldı. Önderlik biraz önledi. Önderlik müdahalesi olmasaydı düzeltilemezdi. Önderlik bir kısım arkadaşı Filistin sahasına çekti. Özellikle çatışmaları yürüten bazı arkadaşları -Karasungur arkadaş dahil- Doğu’ya gönderdi. Önderlik talimatı olmasaydı, çıkmıyorlardı. Başka kimseyi dinleyecek durumda değillerdi. 11 Kasım’dı her halde, o tarihten itibaren de devlet bu durumu değerlendirdi ve yoğun bir operasyona başladı. 11 Kasım 1979’dan itibaren Hilvan-Siverek merkezi olmak üzere çok yaygın, orduyu içine alan operasyonlar yapıldı. O zamana kadar Bucak çatışması oluyordu. Deşifre olmuştu her şey. O zorlanma ortamında ordu bir saldırı durumuna geçti. Yoğun tutuklamalar yaptılar. Birçok arkadaş da operasyonlarda tutuklandılar. Askeri komitenin üçte ikisi de dahil bir çok arkadaş tutuklandı. Böyle bir yoğun baskı ortamının yarattığı daralma biraz geri çekilmeyi sağladı. Aralıkta Karasungur arkadaş gitti. Ocakta da birçok arkadaş tutuklandı. Yine de 1980 sonuna kadar Siverek’te bu işi yürüten arkadaşlar oldu. 1979 Temmuz’unda başladı, 12 Eylül’den sonraya kadar da arkadaşlar vardı. Bütün çabalara rağmen çıkmamışlardı. Bazı arkadaşları tehditle çıkardık. En son “gelirsen gelirsin, gelmezsen parti karşıtı ilan edeceğiz.”şeklinde bir ültimatom ile çıkardık. Şahin Klavuz arkadaş ve bazı gururlu, sert olan arkadaşlar 12 Eylül’den sonra ancak alandan çıkartıldılar. Kilitlenmişlerdi. Bir onur meselesi yapmışlardı. Bucak’ın çatışmasını sona götürmeden, darbe vurmadan, hedefi yenmeden ayrılmamaya yemin etmişlerdi. Böyle bir duruş vardı. Çok daraltıcı, zorlayıcı bir duruştu. Öyle bir noktaya geldi. O tarzın, gerillayla, o dönemin mücadele tarzıyla da ilgisi yoktu.  Birçok hatayı, savrulmayı birlikte getirdi.

Askeri bakımdan taşıdığı bütün bu olumsuzluklara, verdiği zarara rağmen Bucak’a yönelik eylem çok büyük siyasi etkide bulundu. Parti ilanını destekledi. PKK’nin ilanını çok güçlü kıldı. Halk üzerinde, Türkiye siyaseti üzerinde çok büyük etki yaptı. Günlerce gazeteler PKK diye bir partinin kurulduğunu, AP milletvekillerine saldırdığını, Doğu’da savaş başlattığını, Kürdistan’ı kurtarma savaşı başlattığını yazdılar. Bir meclis üyesine saldırılması, siyasi ortamı daha çok etkiledi. Dolayısıyla bütün Türkiye siyaseti gündemi üzerinde çok etki yaptı. Önemli bir etkisi oldu. Halk kitlelerini, çevreyi ve hareketi çok fazla etkiledi. İçinde savaşın nasıl geliştiği ayrı, ama Siverek’te direniş oluyor diye diğer alanlardaki bütün örgütlerimiz büyük bir moral aldılar. Heyecan duydular. Azimle, gayretle kendi savaşlarını yürüttüler. Siverek, Hilvan üzerinde olumsuz baskı yaptı, ama Urfa’nın diğer alanları, Batman, Mardin, Amed, Kuzey hattındaki kitleler üzerinde çok etkisi oldu. Siverek’te savaşmak için gönüllü gidenler, silah cephane toplayıp gönderenler çıktı. PKK’nin söylediğini yapan bir örgüt olduğu, Siverek’teki pratikle görülüyordu. Bu PKK’nin tutarlılığı sayılıyordu. Diğer bütün gruplar sıfırlandılar. Yurtsever bütün kesimler umut olarak PKK’yi gördüler ve bağlandılar. PKK halklaştı, kitle ayağa kalktı. İlk serhıldan girişimi, halkın böyle çok yönlü direnişe geçişi, destek verişi orda gerçekleşti. Mardin köyleri tümüyle PKK’yle yönetilir duruma geldi. Batman’daki kitle desteği büyüdü, belediye, sendika seçimleri kazanıldı. Batman yönetimi ele geçirildi. Ceylanpınar ve Viranşehir’de belediyeler alındı. Diyarbakır’da belli bir kitleselleşme oldu. Örgütün büyümesine de, halkın katılımına da, siyaset sahnesine girmesine de, çok büyük bir etki yaptı. O durum şunu gösterdi; Kürdistan öyle bir alan ki, bırak başarılı olmayı, silah sıkmaya cesaret etmek bile büyük bir olay. Herkesi derinden etkiledi. Önemli bir siyasi etki yaptı. Kürdistan’ın içinde bulunduğu koşullar o çerçevede daha iyi anlaşıldı. Askeri olarak başarılı olsa kuşkusuz daha farklı gelişmeler doğuracak, örgütü büyütecek, askeri düzeni geliştirecekti. Bu ayrı bir mesele, ama öyle olmasa bile düşmana silah sıkmaya, Kürdistan için silah sıkmaya cesaret etmek, onun istediği fedakârlıkta bulunmak bile insanları örgütlemede, bir bilinç yaratmada büyük bir değer ifade ediyor. Aslında bütün bu olaylar silahlı propagandaydı.   PKK silahlı propagandayı en yaygın bir şekilde 1978-‘79-‘80 yıllarında uyguladı. O ajanlaşmış yapılara, kurumlara, kişilere karşı eylem tümüyle bir silahlı propaganda eylemiydi. Karşı tarafa darbe vurup zayıflatmaktan çok, gençlere umut, bilinç vermek ve onları örgüte katma rolü oynuyordu. Bir yandan silahlı, bir yandan sözlü propagandaydı. Hiç yazılı basını olmayan bir hareketi geliştirdi. PKK’yi PKK yaptı. PKK görüşlerinin halka taşırılmasına ve 1979’dan itibaren halkın büyük bir kesiminin PKK’yi tanıyıp, ona umut bağlar hale gelmesine yol açtı. Siverek mücadelesi de, Celal Bucak’a yöneltilen eylem de bu tarzın en önemli, en kapsamlı bir alanı oldu. Askeri anlamda başarısızdı, ama çok büyük bir propaganda etkisi oldu. O kadar kapsamlı mücadeleye girebilmek tabi toplumu derinden etkiledi. Bir yandan örgütün imkânlarını ve kadro gücünü tüketti, diğer yandan da yeni kadro adaylarının çıkmasına, hareketin büyümesine yol açtı. Kitleselleşme de önemli bir payı oldu.

Siverek de amaçlanıp da yapılamayan, yurtdışı çalışmaları ile yapıldı 1979’da partinin geldiği düzey ile daha ileriye gidebilmek, askeri darbeye doğru giden bir rejim karşısında bir parti olarak ayakta kalıp, mücadele edebilmek için tabi bilinç, örgütlülük ile birlikte silahlanmayı, silahlı savunmayı güçlendirmek gerekiyordu. Siverek ve yurtdışı silahlı savunmayı güçlendirmenin iki alanıdır. Önderlik, önce Siverek’te böyle bir gerilla adımını atmayı planlarken, bir tedbir olarak da yurtdışında benzer arayışlara girmeyi öngördü. Yurtdışı, Siverek gibi, bir gerilla gelişme alanı gibi ele alınmadı. Örgüt tedbirliydi. Önderlik için bir tedbir olarak düşünüldü. Çünkü çok yoğun baskılar üzerimizde vardı. Bir ilişki sağlama alanıydı bir yandan. Özelikle Ortadoğu’daki direniş güçleri, -başta Filistin direnişi - 1971’de Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi Filistin’de eğitim görmüştü. Bu konuda bilgiler vardı. Filistin direnişi popülerdi. Ortadoğu’nun gerilla hareketi konumunu sürdürüyordu. Ve bütün Ortadoğu’ya gerillayı yayıyordu. Kürdistan’da da böyle bir mücadeleci örgüt konumuna giderken, Filistin ile ilişkilenmek, onlarla dayanışma içinde olmak önem arz ediyordu. Sadece Filistin değil, bütün ilerici çevrelerle bölgede, mümkünse yurtdışında ilişkilenmek, bir diplomatik süreç başlatmak hedefimize giriyordu. Siverek’te silahlı direniş adımı yeterli atılamayınca, Siverek’e biçilen rol başarıyla oynanmayınca yurt dışı bir eğitim alanı haline geldi. Filistin sahası bunun için uygundu. Yani askeri eğitim, gerilla eğitimi görmek, bu konuda görülen yoğun eğitimsizliği öyle bir ortamda gidermek açısından Filistin direniş ortamı elverişli bir ortamdı. Siverek adımı başarısızlıkla sonuçlanınca bu işi yapmak tümüyle yurtdışına kaldı. 12 Eylül darbesi ardından ise yurtdışı, bütün tutuklanmayan, ayakta olan kadro ve aday kadro gücünün çekilip, eğitildiği bir saha haline geldi. Eğer Siverek işletilebilmiş, hızla 1979 yazından itibaren kadrolar eğitilip kırsal alana sevk edilebilmiş olsaydı, yurtdışına o kadar çıkmaya gerek kalmazdı. 12 Eylül darbesi karşısında hareketin konumu daha farklı olurdu. Fakat yapamadık. Neden? Onu yapacak bilinç düzeyi yoktu. Öyle bir gerilla eğitimi ile yapabilir miydik? Zor; bilen yoktu bir defa. Sadece askeri bilinç de yetmiyordu. Örgüt tecrübesi, ideolojik donanım, öngörü, yapılacak işi anlamak gerekiyordu. Bunların hiç birisi güçlü bir biçimde yoktu. Yönetim kendini böyle güç haline getiremedi, hazırlayamadı. Gelişen yeni sürecin görevlerine göre kendini eğitemedi. Örgütsel kriz öyle çıktı. Örgütsel kriz, görevlere kadronun, yönetimin yani örgüt öncülüğünün kendini eğitip hazırlayamaması, dolayısıyla da dönemin gerektirdiği taktik çalışma içine girememesi demek. O dönem gerillayı eğitip, geliştirme taktiğini gerekli kılarken ona girilemedi. O koşullarda zordu da. Yapılamaz değildi, ama çok yaratıcı, yetkin, kavrayıcı zekâyı gerektiriyordu. Yurtdışı o bakımdan biraz daha avantajlıydı. Bir askeri ortam içine giriliyordu. Onların eğitim imkânlarından yararlandık. Biraz daha çatışmasız bir ortamdı. Kendini sadece askeri bakımdan eğitip örgütlemekle kalmadık, süreci anlamada ideolojik, siyasi eğitimi de geliştirdik. Örgüt tecrübemizi artırdık. Dağa çıkmak, gerilla adımını atmak için partinin kadro gücü gerekli ideolojik, örgütsel donanım ile askeri donanımı asgari düzeyde yurtdışı çalışmalarında, Lübnan, Filistin sahasındaki eğitim çalışmaları ile elde etti. Bu anlamda tabi Filistin direnişinden destek görüldü.  Bir; tarihsel olarak büyük bir katkısı var. Onu hep bilmeli ve anmalıyız. Kürt gerillasının, Kürdistan gerillasının gelişiminde Filistin’deki gerilla hareketinin güçlü bir desteği var. Temellerinin atılması orda olmuştur. Oranın tecrübesi ile yürüyordu. Bu anlamda orayı devam ettiriyor. Öyle değerlendirmek gerekiyor. İkincisi; bir manevra sahası da oldu. Siverek’ten hemen kendi sahasına çıkmayı, dağda üslenmeyi, mevzilenmeyi sağlamayı gerektirirken, yurtdışı hareketi özellikle Türkiye’de gelişen baskı rejimi karşısında, belli bir süreci alan bir manevrayı da ifade etti. 12 Eylül faşist darbesi karşısında, kadronun kendini güvenceye aldığı, saldırılar karşısında koruduğu bir manevra sahası olma özelliği de taşıdı. Bu bakımdan ikinci alan başarıyla işledi. Birinci çıkış yolu yani Siverek yolu başarısız kalıp işlemeyince, görev daha çok ikinci yola düştü. İkinci yol bu anlamda işledi, başardı. Belli imkânları vardı. Başarıda bunun rolü var. Fakat tabi bir yandan Önderlik yönetiminin de etkisi var. Toparlayıcı, disipline edici, ideolojik olarak eğitici, taktik olarak çıkış gösterici, sorunları geciktirmeden çözümleyerek örgütün ilerlemesini sağlayıcı bir önderlik konumunu yurtdışı faaliyetlerinde doğrudan Önderlik gerçekleştirdi. Siverek’teki durum pratik yönetim olarak işleyebilseydi Önderlik farklı yönde geliştirirdi. Hareketin bu kadar zorlanmasına izin vermezdi. Bu bakımdan imkânların varlığı, bir askeri ortamın olması, saldırılardan biraz uzak konumda olması, başarının sağlanmış olmasının tek etkeni değildir. Diğer yandan Önderliğin doğrudan yönetmesi başarının sağlanmasında daha önemli bir etkendir. Birincil etken olarak onu görmek gerekir. Çünkü yurtdışı da karmaşıktı. Siverek gibi olmayabilir, ama farklı yönden çok fazla sorunları vardı. Yurtdışıydı her şeyden önce; halktan, ülkeden kopuktu ve imkân yoktu.  Başkalarının alanıydı. Başkalarının yönetimi altına giriliyordu. 12 Eylül rejimi Kürdistan’ı ezip geçiyordu. İnsanlar mücadeleden kopuk hale geliyordu. Yani zayıf ve daha ağır sorunları olan bir zemindi. Bireyciliği, mültecileşmeyi, umutsuzluğu, inançsızlığı daha fazla geliştiren bir zemindi. Önderliğin bütün bu sorunlara karşı yoğun bir ideolojik, örgütsel mücadelesi, eğitim çalışması olmasaydı, tabi yurtdışı da askerileştirmez, gerillalaştırmaz, darmadağın yapar, tasfiye eder, bitirirdi. Nitekim başta Dev-Yol olmak üzere bir sürü Türkiyeli örgüt yine Kürt örgütü o sahalarda darmadağın oldu, tasfiye oldu. PKK’den daha az bir güçle çıkmamışlardı, ama dağıldılar, yok oldular. Yok olma, yok etme çizgisini PKK’ye de dayatanlar oldu. Semir provokasyonu bunun dayatmasıydı. Eğer provokasyon hâkim olsaydı ya da provokasyona karşı çok güçlü, etkin bir mücadele yürütülmeseydi, orda gerilla gelişmezdi. Örgüt dağılır, tasfiye olurdu. Kendini ideolojik ve askeri bakımdan eğitip donatmazdı. Mücadele etme azmi, kararlılığıyla dolmazdı. Tersine yurtdışına gitme, Avrupa’ya çekilme ve mültecileşme ile dolardı. Mesela Tamer Akçam PKK’den daha fazla kadroyu Filistin’de eğittikten sonra Avrupa’ya götürdü ve Dev-Yol’u bitirdi. Semir de PKK’yi götürmek istiyordu. Götürebilseydi, başarsaydı o da PKK için bir tasfiye olmak anlamına gelecekti. Bu bakımdan sorunları ve zorlukları Siverek’ten daha az değil, daha çoktu. Belki tecrübesizlik bakımından Siverek’in zorluğu vardı, ama ülkeydi, halktı ve her türlü imkânı bulma durumu vardı. Her zaman ülke zemini örgütlenme ve mücadele için daha kolay, daha fazla imkân sunan bir zemindir. Yurtdışı her zaman zordu. İnsanın ruhunu kurutan, insanı oldukça ayakları havada kılan, yaşam adımlarından uzaklaştıran bir zemindi. Onun için öyle yanlış anlamamak lazım. Kolaylılıkla oldu sanmamak lazım. Yine Önderlik gerçeğinin, tarzının, çabasının, duruşunun önemini, rolünü görmek gerekiyor.  Ona dayalı olarak başarıldı. Yurtdışına çıkmak da, yurtdışından dönmek de sorundu. Zorluklarla yürüdü, kayıplar verdik. 1982’de sınırda bazı çatışmalar oldu, arkadaşlar şehit düştüler. 1982‘de esas olarak gelen gruplardan biri ağır darbe yedi. Şahin Klavuz arkadaşlar Hêzil’de şehit düştüler. Ne kadar komplo oldu, ne kadar doğal durumdu çok çözümlenemedi. KDP’liler kuryelik yapıyorlardı. İyi eğitilmiş bir gruptu. En başta Şahin arkadaş, çok gururlu, inatçı bir arkadaştı. Siverek’ten zorla çıkardığımız bir arkadaştı. Siverek’in tecrübesini en fazla alanlardandı. Onu bilince çıkarmak için yurtdışı ortamında çok iyi hazırlandı.  Araştırdı, inceledi, parti tartışmalarına katıldı. Sonunda silahlı propaganda, halk savaşı üzerine kitap yazdı. O denli bir düşünce yoğunluğunu yaşadı. Büyük katkılar yapabilirdi. Diğer arkadaşlar da öyle. Yine 1983 Mayıs’ında Mehmet Karasungur arkadaş şehit düştü. Aynı zamanda pratiği hazırlayan arkadaştı. Doğu ve Güney sınır zemininde pratik hazırlık çalışmalarını baştan yürüten bir arkadaştı. Siverek ve Hilvan mücadelesini yürüten, partinin merkez komitesinin silahlı mücadele sorumlusuydu. En çok tecrübeye sahip olan arkadaştı. Filistin sahasına da gitti. I.Konferans’a katıldı. Tabi pratiğin eleştirisinde en çok o muhatap oldu. Biraz zorlansa da o da Şahin arkadaş gibi, araştırma, inceleme çalışmaları yürüttü. Özümsedi, özeleştiri geliştirdi. İyi hazırlanmıştı. Pratik hazırlıkları da baştan itibaren o yürüttü. Doğu’yu, yine Güney sınırını o tanıyordu. Biz de bu sınırları ilk tanıyan, buradaki halkla da, örgütlerle de tanışan arkadaştı. 1982 başından itibaren bu çalışmalara Agit arkadaş ve bir grup arkadaş katıldı. Dolayısıyla pratik direnişi en çok yürütecek, en fazla hazırlıklı olan arkadaştı.  Bir görüşme arayışı içerisinde şehit düşmesi gerilla pratiğinin gelişmesi için, parti için büyük bir kayıp oldu. Tabi daha büyük kayıp silahlı mücadele açısından oldu. Çünkü gerillanın gelişmesinde, düşüncede ve pratikte rol oynayacak arkadaşlardan biriydi. Belki başta geleniydi.

Onun dışında dönüşte bir zorlanma olmadı. 1982-1983 kış sürecinde böyle bir yığılma olunca, sınır üzerinde toparlanma,  yerleşme, biraz alanı, ilişki tanıma durumları oldu. 1983 baharından itibaren bir pratik faaliyete geçilebildi. O zamana kadar ki faaliyetler, 12 Eylül ardından geri çekilme iyice daraldı. Örgüt ilişkilerimiz donduruldu bir yerde. Yeniden dönüşe geçerken, Botan, Mardin, Siirt taraflarında bazı keşif çalışmaları geliştirildi. Onun dışında hep güneye grupların geçişi biçiminde oldu. Ön bilgiler edinme, keşif yapma yönünde sınırlı çalışmalardı. Başka herhangi bir konum yoktu. 1983 baharında toplantılar yapıldı, bilgiler derlendi, mevcut stratejik, taktik anlayışlar değerlendirildi. Onlar çerçevesinde çalışma planları oluştu. Daha çok alan tanıma, keşif yapma, askeri bakımdan üslenme yine halk ilişkileri yaratmayı ifade ediyordu. İran ve Irak sınırlarına uzanan sahalarda buna göre örgütlenmeler yapıldı. Birimler oluşturuldu. Doğu hattında çalışmalar dar oluyordu; Serhat’ta şimdi de ancak birkaç ay çalışılabiliyor. Güney hattı biraz genişti tabi. Böyle bir çalışmaya yönelim karşısında Türkiye devletinin bir rahatsızlığı oldu. Kaçakçılık, KDP duruşu, sınırda bazı çatışmalara yol açmıştı. Onun da etkisiyle daha gruplar harekete geçerken Güney operasyonu başladı. 25 Mayıs 1983’tü herhalde, Türkiye ordusunun Güney Kürdistan’a ilk operasyonu gerçekleşti. Habur-Zap arasında, daha çok Kaşura üzerinden yine Haftanin tarafından belli alanları içeren bir operasyondu. Sınır üzerinde üslenmeyi, yerleşmeyi engellemeye yönelikti. Bu konuda denetim sağlamak için var olan KDP mevzilenmelerini de geriye ittiler, Güney’e attılar. Böyle bir operasyon Türkiye’nin askeri olarak Güney’e girişini sağlattı. Saddam Hüseyin rejimi ile Sınır Ötesi Sıcak Takip Anlaşması temelinde yapılan bir operasyondu. İki rejim böyle bir anlaşma yaptılar. Onun ilk pratikleşmesi ‘83 Mayıs’ında başladı. 20 yıl boyunca Türk ordusu defalarca ihtiyaç duyduğu, istediği zaman sınırı aşıp Güney’e girdi. Bu anlaşma yirmi yıl boyunca sürdü. 2003’ten beri uygulanmıyor. Saddam rejimi yıkılana kadar o anlaşmaya dayalı olarak ordu Güney’e girdi. Güney’e dayanan ilk şeylerini sınır üzerinde kurarak kuzeye doğru çalışmalar belirttiğim planlama çerçevesinde hemen bütün kasabaları, Botan, Zağros ve Serhat alanını kapsayacak şekilde oldu. Zorluklar vardı. Biraz da Siverek mücadelesinin denetim kaybettiren yapısına yönelik yurtdışı eğitim sürecinde geliştirilen eleştiriler vardı. Bir daha öyle denetimi çok kaybettiren konuma düşülmemesini sağlama bir temel yaklaşım gibiydi. O bakımdan 1983 planlaması gerçeklerden biraz uzaktı. Somut koşulları iyi görmeyen -ki bilgi de yoktu bu yüzden görmesi de mümkün değildi- alan tanıma, ilişki tanıma konusunda bazı çalışmalar yapıldı. Birçok ilişki güneyde çeşitli peşmergelerden, köylerden alma temelinde oldu. Ticari, sosyal ilişkiler o zaman Güney’de sıkıydı. KDP kuzey kasabaları üzerinde yönetim gibiydi. Yargılama bile KDP’de oluyordu. Çukurca, Gever, Şemzinan, Uludere’de yaşam biraz öyleydi. Türkiye hukukundan çok KDP hukuku geçerliydi. Gönüllü bir hukuktu. Onlardan yararlanıldı. Çalışmalar planlandığı gibi yürütüldü. Sonuçları, eksiklikleri nelerdi? Şimdi bakınca neleri değerlendirebiliriz?

Bir; zamanlama bakımından çok gerçekçi değildi. Birkaç ay içinde sonuç almayı ve hemen sonuçları bir daha değerlendiren toplantı yapıp ona göre yeni planlama yapmayı içeriyordu. Birkaç ay içinde değil sonuç almak, çoğu yerde hedefe ancak o zaman ulaşılabildi. İlişkisiz, bilgisiz birçok grup ancak kendi çalışma hedefine varabildi. Çalışma yapmak zamanlama bakımından aştı. Yalnız alanlar tanındı, keşifler yapıldı. Bu durum birimleri inisiyatifsiz kıldı. Dolayısıyla her birim gerilla mantığına uygun kendi içinde ortaya çıkan birikimi değerlendirerek çalışmalarını ilerletmeliydi.  Ondan uzak kalındı. Öyle bir inisiyatif ve irade kullanılmadı. Mehmet Karasungur arkadaş şehit düştü. 1980’den itibaren burada pratik çalışmaları hazırlayan arkadaştı. Siverek mücadelesinin tecrübesine en fazla sahip olan arkadaşlardandı. Pratik süreci örgütleyendi. Hem alana, hem ilişkilere hakimdi. Dolayısıyla bütün güçler açısından belli bir sarsıntı yarattı. Diğer yandan Semir provokasyonun kendini dayattığı bir süreçti. Provokasyonun da geri çekici etkisiyle birleşince bütün kadro yapısı üzerinde bu durumun etkisi daha farklı oldu. Yani belirsizlik durumu vardı. Bir çalışma yürüyor, ama gerçekten pratiğe dönüşecek mi, eyleme geçecek mi, yoksa geçemeyerek kendi içinde fes olacak mı? Provokasyon geçilemeyeceğini iddia ediyordu. Kendini dayatıyordu. Avrupa’dan o yankılar geliyordu. Semir Hakkâri’de bir kişinin bile yaşamayacağı yönünde fetvada bulunmuştu. Provokasyon sadece Avrupa’da oluşan bir şey değildi. Burada da uzantıları vardı. Baki gelir gelmez çalışmayı bıraktı. Doğu sınırında çalışacaktı, hiç başlamadan bıraktı. Çalışmayacağını söyledi ve durdu. Bırakıp gitmedi de, 15 Ağustos’a kadar bekledi. Eyleme geçilemeyeceğini dolayısıyla tekrar geri çekilmek zorunda kalınacağını, öyle olunca da kendi düşüncesi doğrulanmış olarak kendisinin örgütün yönetimi, lideri olacağını hesap ederek, umut ederek kaldı. Bu çok kafa karışıklığı yaratıyordu. Örgüt ne oluyor, nasıl pratikleşiyor? Çünkü 15 Ağustos sürecini örgütün 1980 öncesi yönetimi yürütmedi. İkinci Kongre’nin ortaya çıkardığı resmi yönetim de yürütmedi. Aslında yurtdışında eğitilen, ülkede tecrübe edinmiş bir kadro topluluğu yürüttü. 15 Ağustos’u yürüten, pratikte örgütleyen, ülkede uygulayan uygulanmamasından da tabi sorumlu olan böyle bir kadrodur. Daha pratiğe yürürken yurtdışında aslında eski yönetim dışlanmıştı; aşılmıştı yani. Pratiğe yürürken de ikinci kongrenin resmi yönetimi feshetmişti kendini. 15 Ağustos atılımını yapmak için ülkeye geri dönerken, dönüş kararı alıp uygularken, kongre bu kararı almışken, kongrenin ortaya çıkardığı yönetim de kendini toplantı da feshetmişti. Yani yönetim olma güç ve iradesinde olmadığını kararlaştırmıştı. Aday bir hazırlık yönetim olmayı kararlaştırarak, bir yıllık hazırlık sürecinden geçmeyi yönetim olabilmesi için belirlemişti. Pratik süreçte bu çok daha fazla kendini gösterdi. Bu şurada önem arz ediyor; Provokasyonun etkisi, hoca arkadaşın şahadeti, yönetimin bu durumuyla birleşince kadro yapısında bir muğlaklık; pratiğe yönelme, iş yapma, görev sorumluluk üstlenme konusunda belirsizlik durumu yarattı. Bu durum gerillanın gelişimi, gerillanın oturtulması üzerinde etkili oldu. Çizgiye, yine askeri eğitimin yarattığı ilkelere uygun yetkin bir gerillanın oluşmamasında birçok hatanın, farklılıkların pratikte oluşmasında bu durumun etkileri çok oldu. Geriye çekilme, geriye çarketme, eski geleneksel zihniyete, peşmerge etkilerine çok fazla düşme yaşandı. Güneyde mevzilenmenin KDP ile çok iç içe olma da etki de bulundu bunda. Dolayısıyla eğitim sistemi daha o zamandan gevşedi. Sonraki süreçlerde de Önderlik hep “suyu geçince burayı unutuyor, orda kendi bildiğinizi yapıyorsunuz.” dedi. O sistem daha 1983’ten itibaren oluştu. Bütün zorluklara, imkân zayıflıklarına rağmen bu engel olmasaydı, yönetim düzeyi iyi anlayan ve etkili uygulayabilen, yine o birimleri daraltan, geri çeken pozisyonda olmasaydı 1983 güzünde bir çıkış yapılabilirdi. Belki zorlanma yaratabilirdi, fakat hazırlıklar, oturma bakımından alanı daha geniş öğrenmek güven sağlıyor insanda. Bir ordu ile çatışmaya girmede gerillanın en büyük üstün yanlarından birisi arazi hakimiyetidir. O konularda henüz yenilikler vardı, zorlanma yaratabilirdi ama yine de koşulları vardı. Dört-beş aylık bir hazırlık çalışması ile gerillanın uygun biçimlerde eyleme geçmesi sağlanabilirdi. O durum bunu engelledi. Bir de aslında provokasyonun etkisi belli bir muğlaklık da yarattı. Önderlik bu durumları aşmak için provokasyonları değerlendiren, çözümleyen değerlendirmeler geliştirdi. 1983 güzünden itibaren düşüncede bir netleştirme çabası gelişti. Bunun olumlu etkisi oldu. Çünkü birçok yerde mevcut yönetim, resmi yönetim işi bırakmış, yeni arkadaşlar içerde bir şeyler yürütmeye çalışıyorlardı. Kimdirler, ne kadar yetkililer, neyi temsil ediyorlar? Bu tür soru işaretleri doğal olarak insanların kafasında oluşuyordu. Önderliğin Semir provokasyonunu çözümleyen, mahkum eden değerlendirmeleri bu konuda bir netlik, aydınlanma ve kararlaşma geliştirdi. 1983 çalışmalarının sonuçları 1983-1984 kışında değerlendirildi. Birçok yerde planlama toplantıları, tartışmaları oldu. Haftanin, Zap ve Lolan’da bu toplantılar yapıldı. Üç alan merkezileşen alandı o zamanda. 1984 Şubat’ında bir yönetim toplantısı oldu. Daha çok provokasyon, örgüt çalışması, örgüte sahip çıkma, yönetimin görevlere sahip çıkma durumu değerlendirilmişti. Bir yıl geçmişti, yönetimin ne olup olmadığı değerlendirmesi oldu. Ve Önderlik provokasyon karşısındaki zayıf duruşu, örgüte sahip çıkıp mücadele edememe durumunu, bu temelde yönetimin görevlerine sahip çıkmamasını eleştirdi. Savunmalarda da var. Savunmanın esası bunun üzerineydi. Provakosyon karşısında göreve sahip çıkmak tabi pratiği geliştirmek, hareketi örgütlemekti. O da kendi çizgisinde ülkedeki mücadeleyi örgütlemekti. Bu temelde ülke mücadelesinin geliştirilmesi yönünde daha ileri bir görüş kararlılık düzeyi ortaya çıktı. Toplantının sonuçları ülkeye aktarıldı. O zaman teknik imkanlar sınırlı olduğu için zaman kaybı çok oluyordu. Ama yine de 1984 baharı ile birlikte hem yönetim ve Önderlik değerlendirmeleri hem de 1983 çalışmalarının sonuçlarının tartışılması, değerlendirilmesi temelinde yeniden bir planlama oldu. Birçok arkadaş gelip katıldı. Yeni planlama ve iş bölümü geliştirildi. Kuzeye birimlerin gönderilmesi, bütün sahalara parti çekirdeklerinin yayılması o toplantı ile geliştirildi. 1983 sonunda da temel espri sağlanmıştı. Uludere ve Çukurca’da kayıplar verilmişti. Yakalanmalar, yaralanmalar olmuştu. Bunlara karşı bu alanlarda silahlı mücadelenin geliştirilmesi yönündeydi. Biraz planlamalar öyle oldu, fakat pratikte yürümedi. Nasıl yürümedi? Yapılanlar yetmedi. Birçok eylemlilikler oldu, ancak zayıf oldu. Siyasi değeri olmadı. Bu şunu ortaya çıkardı; Sınırlı bir eylemlilikle siyasi gelişme sağlamak mümkün değil. Eskinin o ajan kişilerle, yapılarıyla mücadele değil, orduyu hedefleyen bir mücadeleye girme zorunluluğu var. Bu bilinci ortaya çıkardı. Faaliyetlerin yürütülmesi yönünde yine Önderliğin örgütsel gelişme, askeri-siyasi çalışmaların örgütlendirilmesine dair kapsamlı değerlendirmeleri oldu. Bunların da değerlendirilmesi, Çukurca Uludere planlamalarının yetersiz kalması 15 Ağustos eylemlerinin planlamasına götürdü. Bir dizi toplantılarla o kararlılık düzeyi oluştu. 15 Ağustos eylem sürecinden çıkaracağımız en önemli sonuç- bu gün açısında da- kararlılık düzeyidir. Bir savaşın gelişebilmesi için karar gerekiyor. Karar veren bir kurumun, merkezin oluşması lazım.  Sorumluğu üstlenen bir karar merkezi olursa gerçekten de savaş yürütülebiliyor. Ama öyle sorumluluk üstlenen bir karar merkezi olmaz da herkes sorumluğu bir birine bırakmaya çalışırsa, o zaman herhangi bir gelişme olmuyor. 15 Ağustos atılımının gerçekleşmesinde, başarılmasındaki temel değişiklik böyle bir karar düzeyinin ortaya çıkmasıdır. Zor da olsa, Önderlik zorlaması ile örgüt yönetimi değişik düzeylerde kendini sorumluluk altına sokan bu kararlılık düzeyine ulaştı. Bazı toplantılar oldu. Lolan’da örgütlenmeye ilişkin toplantı oldu. Eski yönetimimizin 15 Ağustos’a katılımı odur. Bir karar verdi orda. Karar oradan çıktı. Önderlik zorlaması ile yönetim eyleme karar aldı. Yine planlama itibariyle bu sahada toplantı oldu,  eylemler planlandı.

15 Ağustos eylemlerinin askeri niteliği var. Fakat askeri propagandayı birlikte içeren bir planlamaydı. Öyle askeri saldırıyı değil, birçok işi birlikte yapmayı ifade ediyordu. Hem propaganda yönü olan, hem de askeri yönü olan bir planlamaydı. Bildiriler, HRK ilanı vardı. Yani askeri örgüt ilan ediyorduk. Çünkü silah kullanan örgüte herkes terör örgütü diyecekti.  O belliydi. Öyle yaparsak PKK’yi terör örgütü yapmaktan kurtarabilirdik. Terör örgütü sorumluluğunu HRK üstlenmiş olacaktı. O anlamda eylemle, örgüt ilanı birlikte ele alındı. Askeri saldırılar, bildirilerin dağıtımı, afişleme yani çok içerikliydi. Askeri pratik bakımdan başarısı yarı yarıya olmuştur. Şemdin’li de biraz bildiri dağıtabildi. Fakat bazı askeri darbeler vurdu. Böyle bir sınırlılıkta gelişti. Eruh’ta ise propaganda yanı daha ağırlıklı oldu. Bir de silah ele geçirdi. Altmış civarında silah alınmıştı. Bir yerde Eruh’u ele geçirmek gibi oldu bir süre. Oradaki birlik operasyona çıkıyor o gün. Tesadüf oluyor. Boştu yani. Birkaç nöbetçi kalıyor. Onun da etkisi hem propaganda, hem de silah alma biçiminde oldu. Siverek’e göre askeri bakımdan yarı yarıya başarıyı içerdi. Siyasi etki bakımından da zaten Siverek mücadelesi de büyük etki yapmıştı. 15 Ağustos daha fazla etki yaptı. Bu başarısına da dayalıdır. İkinci neden sürece bağlıdır. 12 Eylül rejimine karşı hiç pratik direniş olmamıştı. Herkes beklentiliydi. 12 Mart’a karşı bile bir sürü gençlik eylemleri olmuştu. 12 Eylül karşısında ise Mardin ve Dersim’deki birkaç çatışmadan öte dışarıda hiçbir şey olmamıştı. Herkes birçok şeyin olacağını bekliyordu. Neden olmadı diye hep tartışılıyordu. Çok gergin bir ortam vardı. Dört yıl boyunca 12 Eylül rejimi her tarafı susturmuştu. Böyle bir ortamdaki eylemin yankısı çok oldu. Birçok çevre beklenenin olduğunu söyledi. Devlet önce gizlemek istedi. İki gün sonra yani 17 Ağustos’ta basına verdi. Gizleyemedi, becerebilseydi gizleyecekti. Küçük, başarısız olsaydı eylemler gizlenebilirdi, fakat gizleyemedi. Önce acaba bir isyan mı var diye telaşlandı, fakat öyle olmadığını görünce kendi durumunu da değiştirdi. Bir de bu durum artık gizlenemez kıldı. Basın yansıttı, herkes basından öğrendi. 

Zindanın dağa taşınması oldu. 12 Eylül rejimine pratik olarak darbe vurmayı ifade etti. PKK’nin Siverek’te başlatmak isteyip de başlatamadığı taktik süreci yeniden başlatma girişimiydi. Bu çerçevede ilk kurşun olarak da değerlendirildi. Başarı içeren bir kurşundu. Çatak’ta olmadı. İki yerdeki eylem başarılı oldu. Bunun bir taktik başlangıç olduğu kesindi. Bu anlamda siyasi süreci etkiledi. Devleti yeniden değerlendirmeye itti. 12 Eylül darbesi ardında olan bütün güçler değerlendirdiler. Avrupa değerlendirmeye aldı. Mesela birçok devlet 12 Eylül darbesi üzerinde baskı yapıyorlardı. 15 Ağustos’tan itibaren geri çektiler. NATO çerçevesinde ABD Türkiye’yi korumak için müdahale etti. Geri çekildiler.

Çeşitli örgütler üzerindeki etkisini de ifade edebiliriz. Güneydeki örgütleri olumsuz etkiledi. Çünkü Türkiye’nin baskısını üzerine çekecekti. Türkiye o baskıyı zaten yaptı. Onu engellemek için birçok girişimde bulundu. Başaramayınca 1985’te protokolünü feshetti.

Kuzeyde ise reformist-milliyetçi örgütler, yine Türkiye’nin sosyal-şoven örgütleri Avrupa’da saldırıya geçtiler. Tuhaf ama en çok ses onlardan çıktı. En büyük, en geniş toplantıları onlar yaptılar. En çok imzalı bildirileri yayınladılar. PKK’ye söylemedik söz bırakmadılar. Türkiye’ye çağrı yaptılar.  “PKK’yi siz tanımazsınız. Ona karşı nasıl başarılı mücadele edildiğini bilmezsiniz. Onu en iyi biz biliriz. Bizi dinlerseniz size en iyisini öğretiriz.” dediler. Öncülük yapmak istediler ve birçoğu yaptı da. Türkiye yönetimi önce bunlara itibar etmedi. Sonra mücadelenin sürekliliği sağlanınca, Türkiye devleti zorlanınca Turgut Özal kapıları açtı. Hepsinden yararlanmaya çalıştı. Cezaevlerinde çıkarttı, yurtdışından getirdi. O tarihi incelemek lazım. Onu bilmeden ne ideolojik-siyasi mücadele nasıl yürümüş, ne de askeri mücadele nasıl gelişmiş tam anlaşılamaz. Örgüt bakımından da tabi önemli bir netleşme 15 Ağustos’ta ortaya çıktı. Çizgi gerekleri ile provokasyon arasında kalan o orta yolcu duruş aşıldı. Provokatörlerin “devrimci çıkış olmayacak, sonunda örgüt bize kalacak.” beklentileri darbe yedi. Baki iki yıldan fazla burada öyle beklemişti. 15 Ağustos’u duyunca kurşun kendine değmiş gibi anında kaçtı. Semir,”yirmi dört saat yaşayamazlar Hakkari’ de.” diyordu. Ona darbeyi vurdu. Bireysel tutumlar içinde olan, bireyci, zayıf, gevşek, çeşitli biçimlerde sorunlar yaratan, zayıf duran bütün kesimler için, kadro yapısı için bir netleşme de yarattı. PKK’li olacaksan bu savaşla olur, savaşmıyorsan bu tür şeylerle oyalayamazsın. Buna hakkın yok. Böyle bir durum dayatarak netlik yarattı. Savaşmaya cesaret edenler katılım gösterdiler. Öyle olamayıp da, kendini yaşatmak isteyenler de kaçtılar. Örgüt içinde öyle bir ayrışma, netleşme gelişti. Askeri bir düzey de oluştu.

15 Ağustos sürecinin planlaması üzerinde durabiliriz. Eylem planlamasını ifade ettik. Tabi eylemin başarısı ve etkileri ne olacak, tepkileri nasıl oluşacak, onlar bilmemiz gereken, öngörmemiz gereken hususlardı. Bilemediğimiz durumlardı da tabi. Türk ordusunun, onun 12 Eylül rejimi biçiminde ortaya çıkan askeri yönetim tarzının, genelde yoğun bir psikolojik etkisi vardı. Genel de halklar üzerinde devletçi sistemin psikolojik etkisi var. Bu etki, ordu, polis, zindan ve işkence ile sağlanıyor. İnsanlar duygu, düşünce, psikolojik olarak etkilenerek aslında yönetim altına alınıyorlar. Ne kadar çok etkilenirlerse, o kadar kolay yönetiliyorlar. Türk ordusu bu sistemi en çok uygulayanlardan biridir. Bu, Kürt toplumu üzerinde 20.yüzyılda katliamlarla çok daha pekiştirilmişti. Aslında devlet ve ordu egemenliği, tarih boyunca hep Kürt toplumunu yerinden yurdundan etmişti. Egemenlik altına almaya çalışmış, toplum ise devletin dışında olabilmek, biraz özgür kalabilmek için hep imkânsızlıklara düşmüş, kazandıklarını kaybetmiş, dağlara çekilmiştir. 12 Eylül rejimi, bu tarihsel geleneği çok göze batar bir biçimde sürdürüyordu. Sadece Türkiye’deki insanlar, halklar üzerinde baskı, işkence uygulamak, onları tehdit etmekle kalmıyor, Ortadoğu’yu da tehdit ediyordu. Askeri tehdit durumu fazlaydı. Dolayısıyla herkes üzerinde bu tehdidin belli bir etkisi vardı.  Böyle bilmek gerekir. Böyle bir ordu ve rejime karşı direnişe geçerken bu gücün tepkisi ne olacaktı, onu kestirmek lazımdı. Acaba nasıl bir saldırı yürütebilirdi? Aşırı saldırgan olacağı bilinen bir durumdu, kestiriliyordu. Fakat bütün bunlara rağmen bir korku düzeyi de vardı. Buradan kalkarak çok büyük olasılıkla küçük karakolları kaldıracak diye tahminde bulunulmuştu. Çünkü küçük küçük karakollar vardı. Birer mangalık, 7,8 kişilik karakollar etrafta çok ve yaygındı. Köyleri zaten öyle denetliyorlardı. Yönetimi fiilen karakollar, dolayısıyla ordu sürdürüyordu. Ankara’da sivil yönetim olsa bile, Kürdistan’daki köyde, kasabada yönetim askerdi, yönetim merkezleri karakollardı. Bunların kaldırılabileceği tahmin ediliyordu. Dolayısıyla da böyle korku, panik, bu temelde geri çekilme olursa, bu tür küçük karakollara baskınlar yapılabilir diye bir planlamamız vardı. Böyle bir durum oluşursa, en azından her birlik hemen 15 Ağustos kasaba eylemleri ardından, birkaç karakol baskını, kaçanlara yönelik bazı eylemler yapmalı diye bir ek planlamamız vardı. Eylemler ardından böyle bir durum yaşandı. O karakolları hızla toparladılar. Belli bir panik oluştu. Bir yandan tehdit ederek gerillanın üzerine gelirken, diğer yandan kendilerini toparlayıp güvenceye alma çabası içine girdiler. Fakat böyle eylem yapamadık. Bizde de benzer bir psikoloji yaşandı. Kasaba eylemlerinin ardından bırakalım yeni eylemler yapabilmeyi, ancak kendini güvenceye alıp, toparlayarak yeniden bir eylemlilik içine girme gücü gösterilebildi. Bu da belirttiğim psikolojik durumdan kaynaklıydı. Eruh birliği Hêzil vadisine kadar çekildi ve ancak üç günde gelebildi. Bırakalım baskını, Hêzil’de ancak kendilerini güvenceye alabildiler. Ne yaptık, ne yapmadık, ne yapabiliriz diye değerlendirme yapabildiler. O toplantının tutanakları, sonuç raporu arşivde var, değerlendirilebilir. Şemdinli birliği Çemço’da bu durum değerlendirmesini yaptı. Çemço’ya kadar çevresine bakmadan geri çekildi. Ancak oradan tekrar değerlendirme yapıp toparlanarak Zağros, Şemzinan, Gever hattına bir hafta on gün sonra geri çekilebildi. Dolayısıyla o durumu değerlendiremedik. Hemen o küçük karakolların önemli bir kısmını o ortamda toparlayıp büyüttüler ve belli bir tedbir geliştirdiler. 15 Ağustos’un genel planlaması da üç aylık bir planlamaydı. Ancak üç ay iş yapabilme ufkumuz vardı. Bu iki-üç ayda neler olur, neler gelişir, sonuçları nereye gider, onu öngörecek durumda değildik. Bilinç ve tecrübe yoktu. Dolayısıyla ancak üç aylık bir planlama yapabildik. Bu üç aylık dönem, mevsim olarak uygun bir dönemdi tabi. 15 Ağustos’tan 15 Kasım’a kadar her bakımdan uygun bir mevsimdi. Bir eylemlilik içinde olarak artık Kasım sonunda, yeniden bir durum değerlendirmesi yapma, genel yaklaşımdı. Planlamada yer aldı. Gelişmeler ne olursa ona göre değerlendirilebilecekti. Kış geliyordu, eylemliliği aynı biçimde sürdürmek mümkün olmazdı. Değişen mevsime göre de kendi taktik ve hareket tarzımızda değişiklik yapmamız gerekiyordu. Hem mevsim değişikliğine, hem de üç aylık pratiğin ortaya çıkaracağı sonuçlara göre hareket edilecekti. Genel durum böyleydi. Bu üç aylık süre içerisinde bir eylemlilik sürdü. 15 Ağustos eylemleri ardından toparlandıktan sonra esas olarak hem Botan’da, hem de Zağros’ta askeri eylemlilik sürdü. Tabi devlet çok öfke ile üzerine geldi. Bizzat Kenan Evren, Şemdinli’ye kadar gelip yürütülen karşı askeri saldırıları denetlemeye, askere moral vermeye çalıştı. Arkadaşlar Kenan Evren’in konvoyunu da vurdular. Birkaç asker öldürüldü. O eylemler etkili oldu. O üç ayın eylemleri temiz eylemlerdi. Sonuç alan, başarıyla gerçekleşen, bize zarar vermeyen askeri eylemlerdi. Çok yaygın değildi, ama 15 Ağustos’u devam ettirdi. Genel Kurmay’a kadar zorladı. Bu dönemde bir şehit verdik. Derikli Kerim Baytar arkadaştı. O birliklerde değildi. Kitle çalışması yürüten birimlerdeydi. Spivyanlılar karıştılar; onlar da işin içinde oldular. Gabar’da şehit düştü. Nasıl öyle yapılır diye Spivyanlıları sorumlu tuttular; köyü bastılar arkadaşlar. Ebubekir onu düzenlemişti. Çatak’tan oraya geçmişti. O dönemin en benimsenmeyen olayı oydu. Ne olursa olsun partinin öyle bir eylem çizgisi yoktu. Eğer birileri suç işlemişse cezalandırılması gerekiyordu, ama o tarz bir köy baskını, partinin eylem çizgisine uygun değildi. Başlangıçta hiç tahmin edilmedi, bir kontra saldırısı olarak tanımlandı. Serxwebun, “Kontra Vahşeti” diye başlık attı. Yönetimimiz de arkadaşlar tarafından yapıldığını öğrenince böyle bir eylemin sahiplenilemeyeceğini belirtti ve reddetti, sorumluluğu üslenmedi. Bilgi olarak hem Önderliğe, hem de oradaki arkadaşlara iletti. Kasım sonunda bu üç aylık süreci değerlendiren toplantı Miros’ta yapıldı. O zaman orada da bir kampımız vardı. Botan ve Zağros’ta bu pratik sürece katılan, onu organize eden arkadaşların toplantısıydı. Partinin, kongrenin seçtiği yönetim fazla yoktu. Bu, resmi değil, fiili yönetimdi. Gerilla yönetimiydi de diyebiliriz. Esas olarak yeni görev, sorumluluk üslenen bir yönetimdi. Parti yönetiminden de, seçilmiş yönetimden de arkadaşlar vardı. Önderlik toplantıya kapsamlı bir değerlendirme sundu. Kaset olarak gelmişti. Süreci, gelişmeleri değerlendiriyor, ilerisi için perspektifler veriyordu. Arkadaşları daha doğru çalışmaya, sorumlulukları daha fazla üslenmeye teşvik ve davet ediyordu. Bu temelde yeni bir partileşmenin gelişeceğini, yeni bir yönetimin oluşacağını, böyle bir gelişmeyi bütün gücüyle destekleyeceğini ifade ediyor, pratik faaliyet yürüten arkadaşları uyarıyor, teşvik ediyordu. Moral verici kapsamlı bir değerlendirmeydi. Toplantı da mevcut durumu, sonuçları, pratiği değerlendirdi. Çok fazla o Çatak pratiği üzerinde durulamadı, ama gelişen pratik süreç değerlendirildi. Daha çok planlama itibariyle de kış ve baharda nelerin olabileceğini, devletin, ordunun muhtemelen neler yapabileceğini, bunun karşısında bizim taktiklerimizin neler olması gerektiğini değerlendirip, kapsamlı planlamalar hazırlamaya çalıştı. Gerillayı örgütleme,  gençliğin katılımı, kitle çalışmalarının nasıl yürütüleceği açısından, esas olarak da taktik geliştirme bakımından genel değerlendirme şöyleydi; kış bastırıyor, devlet kışın hazırlanarak baharda saldırıya geçecek. O nedenle biz daha inisiyatifli, daha sonuç alıcı, yönlendirici olabilmeyiz. Kışın taraflar hazırlanacaklar ve ilkbaharda hızla pratiğe geçerek inisiyatifi elde tutup, gelişmeleri yönlendirecekler. Bu böyle gözle görülebilir bir olguydu. Çatışmalar o düzeye gelmişti. Devlet de öyle bir konumdaydı. Bizim onu görmemiz, değerlendirmemiz gerekiyordu. Tabi böyle bir durumda inisiyatifi elde tutmak önemliydi. Biz inisiyatifi nasıl elde tutabiliriz, onu tartıştık. Kışın kar yağıyor ve Botan’da bir gücün geri çekilmemesi, kalması yönünde değerlendirme yaptık. Kuzeyde olan kuzeyde kaldı. Diğeri, inisiyatifli bir eylem gerçekleştirebilmekti. Onu da Mardin üzerinden geliştirmenin mümkün olabileceğini değerlendirdik o zaman. Planlamamız ona göre oluştu. Bütün dikkatler Botan üzerine yoğunlaşmıştı. Mardin’de kış ortasından itibaren bir etkinlik, askeri eylemlilik geliştirebilirsek,  bu hem inisiyatifi elde tutar, hem de ordunun bir bölümünü oraya çekerdi. Botan üzerindeki yoğunlaşmayı azaltabilirdi. Bizi hem inisiyatifli kılar, hem de ordu gücünü yayardı. Botan üzerindeki yoğunlaşmayı azaltırdı. Mardin, mevsim itibariyle biraz buna uygundu ve orayı tanıyorduk. Yapılabilir görüyorduk. Böyle bir taktik planlama ile 1985 yılını daha etkili karşılayabileceğimiz değerlendirildi. Genelde öyle bir görüş, esas görüş oldu. Planlamayı da ona göre oluşturduk. Bahar ile birlikte Botan ve Zağros’a yayılma genel yaklaşımdı. Birlik düzenlemesi, komuta tarzı, yeni savaşçı eğitimleri her şey üzerine çok kapsamlı, ayrıntılı planlama yapan bir toplantı oldu. Fakat biraz iç tartışmalar da vardı; rahatsızlık yaratmıştı. Daha etkili olabilmek için daha fazla kuzeye taşınmak gerekiyordu. Bunun yönetim bakımından sağlanması bazı psikolojik zorlanmaları yaratıyordu, tartışmalar da oluyordu. Daha sonra ortaya çıktı ki, yönetim içinde bazı çekişmeler de olmuştu. Bu çok ayrıntılı bir pratik yaklaşım oldu. Bu biraz subjektifti. Fakat genel yaklaşım hatalı değildi. Sonradan görüldü ki, ordu gerçekten öyle hazırlanmıştı. Sonuna kalmadan, ayaklanmaya karşı koyma taktiği ve tarzı vardı. Bu taktiğini harekete geçirdi. Tüm Botan’a havadan asker çıkardı. Karda hava üstünlüğüne dayanarak bütün köylerin yanına indirme yaptı, karakol kurdu. Hem araziyi, hem köyleri denetime almaya çalıştı. Botan’ı iyi bilenlerden biri Eruh’ta yakalanmıştı. Tıpkı Şahin Dönmez’in bilgi vermesi gibi o da çok bilgi vermişti. İsmi Mustafa’ydı sanırım. Bunu sonradan öğrendik. Bu anlamda düşman Botan’daki durumumuz ve ilişkilerimize dair bilgi sahibi olmuştu. Bir de Garzan’da Nebil diye biri yakalanmıştı. O Botan ve Garzan hattı ve Garzan’daki durum üzerinde bilgi vermişti. Öyle bir operasyona giderken devletin, durumumuza, ilişkilerimize, taraftarlarımıza, örgütlülüğümüze dair somut bilgileri de vardı. Ona dayanaraktan kitlenin üzerine geldi. Diğer yandan biz kendi planlamamızı uygulayamadık. Yılbaşından itibaren Mardin üzerinden bir eylemliliğe giremedik. Onu Kör Cemal denen kişi örgütleyecekti. O sahayı iyi tanıyordu. O geçti, Botan-Bestler’de kaldı. Kar yağdı, operasyonlar oldu diye çeşitli mazeretler göstererek geçmedi. Bizim o planlamamız pratikte uygulanmadı. Mardin’de eylem geliştirme, inisiyatif kazanma olmadı.Düşman bizim o durumumuzdan yararlanarak Botan üzerinde daha inisiyatifli hareket etti ve inisiyatifi ele geçirdi. Bir de mevsim zorlayıcı oldu. Kış ayıydı. 1997 yılındaki gibi Şubat’ta çok fazla kar yağdı. Güneydeki gücün Botan’a aktarılmasında –Haftanin’de önemli bir birikim vardı, yeni katılımlar vardı, eğitimler yapılmıştı- zorlanma ve gecikme oldu. Botan’dan Amed’e, Dersim’e, Adıyaman’a kadar gitmeyi hedefliyorduk. Onlarda da zorlanma oldu. Tabi arkadaşlar tutuklandılar. Gruplardan yarısı şehit düştü. Garzan’daki gücümüz tümden darbe yedi. Alanı iyi tanıyan arkadaşlar şehit düştüler. Gruplar Botan’a girerken Hêzil üzerinde çatışmaya girdiler, önemli bir kısmı esir düştüler. Ondan sonra geçilemez oldu. Kar nedeniyle geçiş olmuyordu. Bu durum hem Haftanin’de, hem de Botan’da sıkışma yarattı. Ordu kontrolünü giderek daha fazla geliştirdi. Agit arkadaş Miros’taki toplantıdan sonra Önderlik sahasına gitmişti; baharda döndü. Önderliğin yeni talimatları geldi, onları düzenledik. Parti ve halkı yönetme, örgütleme, buna cesaret etme gereğini vurguluyordu. Bu zayıf yaklaşımların gösterilmemesi gerektiğini vurguluyor ve eleştiriyordu. Daha çok pratiğe sevk ediyordu. O süreçte Güney’de de bazı provakasyonlar yaşanmıştı. Bir tanesi Abdulkadir Aygan’dı sanırım; itirafçılık yapıyor, JİTEM kurucusu olmuş. O, Lolan ile Haftanin arasında kuryeydi. Güya Metina’dan geçerken Komünist partililer önlerine pusu kurmuşlar. Ne kadar doğruydu bilemiyoruz. Haftanin’deki arkadaşlara öyle bilgi veriyorlar, gerginlik yaratıyorlar. Yine Botan’dan KUK’çular Sami Abdurrahman’ın, KDP’nin yanına geliyorlardı. Yine Komünist Partisinin yanına geliyorlardı; esas onlarla ilişkideydiler. Arkadaşlar onları yakalıyorlar. Selahattin Çelik yönetiyordu. Güya ajanlarla mücadele şeyiyle habersiz hemen kurşuna diziyorlar. KDP ve Komünist Partisi tarafından o araştırılıyor ve duyuluyor. Zaten 15 Ağustos atılımının KDP üzerinde yarattığı bir gerginlik vardı, karşıydılar. PKK tabi kuzeyde bir güç haline geliyordu. Hem Güney’de KDP’yi aşıyordu, hem de Türk ordusu tehdit ediyordu. Savaş olursa Türkiye Güney’i tehdit edecek diye korkuyorlardı. Türk ordusu ile karşı karşıya gelmekten çok korkuyorlardı. Ne olursa olsun ona girmeyeceklerdi. Öyle bir gerginlik de vardı, tartışma oluyordu, ilişkilerimiz geriliyordu. Bu durumlarla da birleşince, işte Haftanin’de Komünist Partisi’yle çatışmalı durum gelişti. Kuzeyde zorlandığımız, taktiğimizi uygulayamadığımız, Mardin’de bir şey yapamadığımız, Botan’ın operasyon ile tüm ordunun kontrolüne girdiği bir ortamda, Haftanin’de kış boyu her alana girebilecek birimler hazırlanmıştı. Yol bulsalar, mevsim el verse hemen geçecekti herkes. Böyle bir beklenti, yığılma, yol sorunu vardı. Böyle bir yerde o gücü Komünist Partisi’yle karşı karşıya getirmek tabi çok zorlayıcıydı. Ciddi bir provokasyondu. KDP de bunu fırsat bilerek hemen karşı tavır geliştiriyor. Psikolojik olarak da bir zorlanma, bir gündem saptırması oluştu.

Bütün bu zorlanmalara rağmen–hemen kongrenin yapılabileceği gibi-çok subjektif yaklaşımlar vardı.  Kış sürecidir, kongre kışın olursa iyidir, sorunlar da çözülür, baharda gerilla yeniden bir hamle yapar gibi bir planlamayla hareket edildi. Tabi bu gerçeklere uygun değildi, yanlıştı. Zaten bırakalım kışın kongre yapmayı, yaz ortalarına kadar kongre alanına gidilemedi. Bir kısmı hiç gidemedi. Bir bölüm arkadaş ayrılmıştı. Geri döndüler. Gidebilenler de ancak 1985-1986’ın yaz ortasında ulaşabildiler. Dolayısıyla kongre yapma, yeniden netleşme olmadı. Yönetimin önemli bir bölümü İran üzerinden Önderlik sahasına gidiyordu. Agit arkadaş o sahadan yeni gelmişti. 15 Ağustos’a katılmıştı. KDP’nin biraz karşıt bir tutumu vardı. Sorun çıkartırlar, engellerler endişesiyle o tür ortama hiç girmesin istiyorduk. Örgütün değerlendirmesi de öyleydi. Dolayısıyla Botan üzerinden gitme durumu oldu. Bir de yol olmazsa gidilmeyebilirdi. Önderlik sahasından yeni gelmişti. Bir sorun da yoktu. Mücadeleyi yürütecekti, yani yürütüyordu. Eğer yol bulunamazsa zaten Botan’dan çalışmaları yürütür, yönetim ihtiyacını karşılayabilirdi. Aslında şöyle bir rahatlık da yaratacaktı; -Önderlik de değerlendirdi- o yönetim artık ondan öteye gerillanın gelişimine engeldi. Geriye çekiyor, engel oluşturuyordu. Agit arkadaş üzeri yürütüyordu. O yönetimi çekmek aslında engeli kaldırmak gibi bir durum da yaratıyordu. Biraz daha rahat iş yapabilirdi. Biz onu öyle tartıştık. Gücün bir bölümü Agit arkadaşla birlikte Botan’a geçti. Hazırlıklar yoktu. Botan’da olunmayacaktı. Olan güçler ayrıydı, bu kadar çok olmayacaktı. Kış bastırmıştı. O birlik zorlandı, yani hep hareket etmek zorunda kaldı. Bir bölümü Habur üzerinde kaldı. Onu sağlayacak ortam vardı. Bir bölümü Kaşura hattına geldi. Bir bölümü bu sınır üzerinde yer aldı. Lolan ve Şekif tarafını da kullanıyorduk. Biraz gizli olmuş bir şeydi. Ama KDP biliyordu, çok üzerlerine gelmiyorlardı. Askeri eğitim alanı olarak kullanıyorduk. Kuzeye giden güçlerin dışında, yeni savaşçı eğitimi gören bir bölüklük güç orada da vardı. Amed’de, Dersim’de güçlerimiz vardı. 15 Ağustos’un yıldönümünde yani 1985’te, Dersim’de eylemler oldu. Orası da askeri alan haline gelmişti. Yani 1984’te Botan savaş alanıyken, 1985’te Amed ve Dersim de katıldı. Bingöl-Amed yolunda bir eylem olmuştu. Bir askeri araç tümden vuruldu. Yine Bingöl tarafında da eylemler vardı. Dersim’de karakol vurulmuş, kaldırılmıştı. Önderlik sahası üzerinden Adıyaman tarafına çıkılmıştı. Çıkarken Sabri arkadaşlar şehit düştüler. Bir grup arkadaş gitmişti. Sabri arkadaşlar gidemezse de, biz bir grup arkadaşı Pazarcıklı bir arkadaşla birlikte Adıyaman’a kadar ulaştırdık. Sonunda onlarda 1986 yılında Önderlik sahasına geçerek kongreye katıldılar. Öyle bir birlik oraya kadar gitti. Orada da çok örgütlü bir durum olmazsa da, bazı çatışmalar yaşandı, kayıplar verdik. Orası da açılmıştı. Yani 15 Ağustos’un I. yıldönümünde bütün bu sahalar savaş alanı haline gelmişti. II. Yılına girerken Kuzey Kürdistan’ın hemen hemen bütün sahaları bir savaş sahasıydı. Her yerin yoğunluğu ve sorunları ayrı olmak üzere, bütün alanlar Kürdistan’da gerillanın olduğu, savaşın geliştiği bir konuma ulaştı.

1986 sürecinde o hesaplama pratikte tutmadı. İkincisi Agit arkadaşın Botan faaliyetleri sürdürdü o pratiği. Kesintisiz devam ettirmeyi ifade etti. Birlik zorlandı. Botan’da zorlanan gruplar alana gittiğini duyunca Agit arkadaşın etrafında birleştiler. Daha büyük bir birlik durumuna da geldi. Sınır zordu. Yıllarca kullandığımız için ovadan sınırı epeyce tahkim etmişti Türkiye. O nedenle geçiş yapamadılar. Botan’da kaldılar. Baharla birlikte biraz hareketliliğin de gündeme getirdiği bir eylemlilik de gelişti. Newroz eylemiydi. 1986’ya başlangıç böyle yapıldı. Hareketin sürekliliği açısından o çıkış önemliydi. Genel yönetim planlaması, kışın kongre ile sorunları çözümledikten sonra 1986 baharında yeniden bir durum değerlendirmesi yapmak, kongre sonuçlarını değerlendirip 1986’da ona göre giriş yapmaktı. Aslında notta göndermişti Agit arkadaş. “Ben gidemedim, Botan’da kalıyorum. Nisanda tekrar Haftanin tarafına geleceğim.”demişti. Aslında o hareketi Gabar’dan yapsalar oradan Bestler’e ve Haftanin’e geçmeyi hedefleyen bir planlaması vardı. Kongre oldu, herkes gitti sanıyordu. Bilgisi yoktu. Artık kongre sonuçlarını öğrenip değerlendirmek üzere gelmeyi öngörüyor; notu öyledir. 28 Mart’ta şehit düştü. Yönetimimizin önemli bir bölümü o zaman kongre alanına gidememişti. Olay soruşturuldu. Çok somut değildir. Bazıları önden, bazıları arkadan vurulmuş dediler. Bir gece hareketinde akşamüzeri gördükleri düşman pususuna düşüyorlar. Öncülük yapanlar pusuyu geçiyorlar. Yani tüm birlik çekiliyor.25 kişilik bir gruplar. Toplanma yerine gidelim diye bir iki yaralıyı da alarak toplanma yeri diye ilk çıktıkları yere gidiyorlar. Birileri, “Agit arkadaş çıkmış oradadır. Bizi bekliyor.”diyor ve inanıyorlar. Bırakıp gidiyorlar. Aslında o an müdahale edebilir, alabilirler. Halbuki, çok iyi bilebilecek durumdalar ki, yalnız başına gitmez. O öncülerden de kaynaklanmış olabilir. Sonra öncülerden birisi akademide intihar etti. Neden oldu çok anlaşılmadı. Ancak Agit arkadaş bir ilk kurşunla vuruldu. O kesindir ve yayınlandı da. Biz netleştiremedik. Basın çok yer verdi. Türkiye basını çok üzerinde durdu. “Türkiye cellatı öldürüldü.” diye günlerce manşet attılar. Artık çok şey bilinmiyor. Fakat bir pusuda öyle vurulabilirdi. Agit arkadaş birlik komutanıydı, sadece söz söyleyen, laf belirten ve başkalarına görevi bırakan durumunda değildi. O tarz önemli bir tarzdı. O zamana kadar da öyle ikili bir tarz vardı. Gerçekten görevi, işleri yürüten tarzla, resmen üstlenip ama fiiliyatta onun bunun üzerine yıkan tarz olarak iki tarz vardı. Mesela 1985 Ağustos’unda Kato’dan birlikler ayrılırken Agit arkadaşın o tarzını somut gözledik. Agit arkadaş birliğini düzenledi, öncüsünü çıkardı ve birliğin başına geçti. Hiçbir zaman komutayı yaşamda da, harekette de, eylemde de başkasına bırakmıyordu. Eylemde hem savaşçı, hem komutandı. Yani sadece ben komutanım eylemi yönetiyorum demiyordu. Bir eylemde hem bir savaşçı gibi yer alan, hem de fazladan koordine eden, eylemi yönlendiren konumundaydı. Eylem tarzı her zaman öyleydi. Savaşa girmediği bir eylemin komutanlığını üstlenmedi. 1981’de konferanstan sonra yaptığımız askeri eğitimde tatbikat yapınca da bunu şart koştu. “Ben de katılırsam burada olurum.” dedi ve bir BKC’ci olarak tatbikata katıldı. Aynı zamanda koordine etti. O bakımdan birliğinin başındaydı. Ebubekir ise, birliği zar zor düzenledi ve Erdal arkadaşı birliğin başına getirdi. Kendisi de arkaya geçti. Doğu’ya giden birlik de öyle yürüdü. Bir kurşun bile sıkmadı. Bu komuta tarzı da önemlidir. Onun için Agit arkadaş hareket halindeki bir birliğin içindeyken, nerede olduğu bilinebilir bir durumdu. Öncüden ayrı olarak birliğin başındaydı. Yeri belli konumdaydı. Gerilla düzeninde komutanın yeri her zaman bellidir. O kurala riayet ediyor, uyuyor, uyguluyordu. Ona uymayan uzaktan kumandalık, sonradan daha çok gelişti. Çetecilik hâkim hale geldi. Hem ucuz eylem anlayışı, hem de komutanlık adına kendini yaşatma anlayışı onun üzerinden gelişti. Tabi bir çizgi gibi gerillanın başına musallat oldu. Agit arkadaşın şahadeti o tarza izin verdi. 3. Kongre onun üzerinde durdu. Tabi daha fazla yaşasaydı o komuta tarzını hâkim kılan bir gerillalaşma gelişecekti. Agit arkadaşın şahadeti ise çeteciliğin önünü açtı. Komutanlık adı altında kendini yaşatma yaklaşımının, çizgisinin önünü ardına kadar açtı. Ebubekir’e, Botan’a yol açtı. Onlar da Hogır, Zeki ve Kör Cemal gibi eşkıyalara yol açtılar. Bunların hepsi harekete katılırken dağda eşkıyaydılar; mahkûmdular. Harekete bir yerde sığındılar. Fırsat bulup yönetim olunca da tabi o tarzı egemen kılmaya çalıştılar. Havadan bir tarz değildi. Tabi Agit arkadaşın şehit düşmesi kongreyi yönlendirdi. Önderlik bir yandan Kasım talimatlarında yaptığı değerlendirmeler ışığında, bir yandan da bir de böyle bir somut durumla karşılaşınca çizgiyi, öncülük ve partileşme durumunu; komutanlaşma, gerillalaşma çizgisini; görev ve sorumluluklara sahip çıkma konumunu Agit arkadaş şahsında derin değerlendirdi, tanımladı. Agit arkadaşın çizgisini, ulusal direnişte ya da gerillada partileşme olarak tanımladı. 2. partileşme hamlesi, bu çizgiyi ifade ediyor.

Çeşitli hak arayıcılıkların, savaş içinde olup zayıf yaklaşanların, eleştiriler karşısında tepkici ve hak arayıcı yaklaşımların karşısında da, Agit arkadaşın bir ölçü olarak ele alınması esas olarak kongreyi yönlendirdi, kongrenin ölçüsü oldu. “Hak, adalet nerede? Kim hak arayabilir? Eğer adil olacaksak, savaşın yaratıcısı kimdir, kimlerdir, iyi tespit edelim.” diye sordu Önderlik. Agit arkadaş şahsında sordu. Yanlış eğilimlerin aşılmasında, gerilla ve komuta çizgisinin oturtulmasında kapsamlı bir değerlendirmeye konu oldu. Kongreye damgasını vurdu. Fakat bunlar değerlendirme olarak kaldılar. Az pratikleştiler. Pratikte çoğunlukla giderek kişilerin yaklaşımları etkili oldu. Çetecilik gelişti. Çeteciliğin gelişimini tümden bu değerlendirmeler önleyemedi.

Savaş konusunda bu dönem açısından bir şey daha var: Biz yurt dışında da Lübnan hattında da kayıplar verdik. Savaş anlatılırken onu da anlatmalıyız. Abdulkadir Çubukçu arkadaş Beyrut’ta kampta İsrail’in hava saldırısında şehit düştü. İlk yurtdışı şehidimiz oldu. 2 Haziran’da Lübnan’a yönelik İsrail saldırısında Arnon Kalesi’nde önemli bir arkadaş grubu vardı. Güney Lübnan’ın sınırlarında bizim de gruplarımız vardı. Orada arkadaşlar çatışmaya girdi ve oranın savunulmasında yer aldı. Bir grup(7-8 arkadaş) arkadaş burada şehit düştü. O önemli bir savaş durumuydu. Bir grup arkadaş da esir düştü. Neredeyse arkadaşlarımız Türkiye’ye verilecekken, Yunanistan’da kendilerini bağlayarak o esaret durumundan kurtuldular ve Önderlik sahasına döndüler. 1985 yılı sonlarında Seyfettin Zorlu arkadaş, -parti kongresinin evlerinde yapıldığı arkadaşlardı- yine Orhan arkadaş 1985 yılı sonunda ülkeye geldiler. 1986 yılı pratiğine katılım gösterdiler. 15 Ağustos’un 2. yıldönümünün karşılanmasında Botan’da eylem etkinliklerini onlar geliştirdiler. Seyfettin Zoğurlu arkadaş 1986 yılının Ağustos ayında şehit düştü. Yurt dışı savaşıyla ülkedeki savaşı böylece birleştirme durumu pratikte yaşandı.

Diğer bir konu, bayan arkadaşların savaşa katılımıdır. Hilvan’daki mücadele ve kitle çalışmaları içinde yer aldık. Kadın erkek toplu bir gelişme olmuştu. Hilvan direnişi o bakımdan önemliydi. Bayan arkadaşların katılımı daha çok ona dayalı olarak oldu. Biraz okullardan da katılım gelişmişti. Fatma’nın, Sara arkadaşın, Dersim’de olan bazı arkadaşların katılımından öteye, Güneyden katılım 1980 öncesi bu çevrelerden oldu. Tek tek gelişti. Bir grup arkadaş geri çekilmede yurt dışına, Lübnan sahasına çıktı. Bazıları tutuklanmışlardı. Yurt dışında çeşitli faaliyetler içinde oldular. Bir grup basın benzeri faaliyetler içinde, bir grup askeri eğitimler içinde oldu. 1. Konferans sonrası akademi yerinde yapılan askeri eğitimlerde – ki o eğitimler büyük eğitimlerdi. Ülkeye geliş hazırlığı da oluyordu bir yerde. Sonra ertelendi.- eğitim gücü olarak bir manga düzeyinde bayan arkadaş vardı. Mizgin arkadaş içindeydi. Yurtdışından yeni gelmişti. Başka arkadaşlar da vardı. Eğitim sonunda tatbikat yapılırken törende Libya’nın Beyrut Askeri ataşesi vardı.  Onu da davet etmişlerdi. Bayan arkadaşlarımız da vardı. Söz hakkı verdik. Kendisini en çok bunun etkilediğini, Libya’ya gittiğinde Kaddafi’ye kızların da askere alınmasını önereceğini söyledi. O çalışmalar etkiliyordu.  

İlk gelenler 1983’ün sonunda geldiler. Ülkeye yeniden dönüş sürecinde Lolan’da bir grup kaldı. Şelaleli bir yerde kampları vardı. Sonra 1984 yılında Miros’ta kamp oluşunca orada bir grup kaldı. 15 Ağustos’tan sonra Eylül ayında ilk gruplar Botan’a geçtiler. Havva arkadaş ve Hatice diye biri vardı. Hatice denen sonradan kaçtı herhalde. Onlar iki kişilik bir birim olarak Eruh’a gittiler. Havva arkadaş Eruh’ta 1984 sonu 1985 başında kitle çalışması yürüten birimin sorumlusu olarak görev yürüttü. Yarısı bayan olan bir birimdi. ‘85 yılında çatışmada şehit düştü.  Yine Çiçek Selcan arkadaş onlar 85 baharında bir grupla Botan’a geçtiler. 1985 ilkyazındaki küçük grup düzenlemeleri içerisinde bir köy girişinde şehit düştü. Karakoçanlı bir arkadaş vardı. Baki Yıldırım arkadaşın kardeşiydi. 1985 güzünde Botan-Bestler’de şehit düştü. Zaten giderek gelişlerle birlikte sayı durumu da genişledi. 1985 sonunda savaş ortamında oldu herkes zaten. Birlikler içerisinde zorlanarak yer aldılar. Çetecilik dönemi öncelikle bayan arkadaşları hedefledi. Biraz çeteci zihniyetin hâkim olmasında böyle bir gerekçe de yapıldı. O zamanlarda bazı tartışmalar oluyordu. Aslında zayıf yaklaşımlar, zorlanmalar kendisine ucuz bir gerekçeyi buluyordu, işin özü bu. Kuşkusuz zorlukları da vardı. O dönem hareketliliğine ayak uydurmada zorluklar vardı. Agit arkadaşın 1985’teki birliğinde bir grup bayan arkadaş vardı. O gruptaki bayan arkadaşlardan biri de Zınarin arkadaşın kardeşiydi.  O arkadaş 1985 yılındaki eylemlere katıldı. Bir de rapor yazmış ve az eylem yapıyor diye Agit arkadaşı eleştirmişti. “Daha çok eylem yapsa iyidir. Eylemlerle çevresini eğitiyor, ama biraz daha çok yapsa iyidir.”diyordu. Memnundu tabii. Biz “ona da şükür, herkes o kadar yapsa işler daha iyi yürür. Sen onu bulmuşsun onunla da yetinmiyorsun.” dedik. Birliklere de katılım oldu. 1985 sonundaki şeylerde Agit arkadaş belli zorlanmaların olduğunu söylüyordu. Bireyler düzeyinde belirtiyordu. Ama katılım konusunda yeni bir açılım oluyordu. Karşıtlığı yoktu. Tersine gelişebileceği yönünde yaklaşımları vardı. Bazı tartışmalar yapıyordu. Bireysel düzeyde sorunlar oluyordu. Bu her zaman ve herkes açısından oluyor. Sadece bayan arkadaşlar açısından gündeme gelen konu değil. Tabi o bayanlar olunca, kuşkusuz orduya, savaşa katılıp katılmama, nasıl katılacağı durumu her zaman erkekler açısından tartışma gündemine gelen bir konuydu. Daha doğrusu belirsiz olan bir durumdu. Yani savaşa, bir askeri düzene ne kadar girer, nasıl girer, girmeli mi? Mevcut mücadele ortamında, çizgisi içerisinde nasıl katılabilmeli, pratikleşebilmeli? Bunlar gündemimizde olan, çözmemiz gereken hususlardı. Orada gündeme geliyordu. Botan’da şehit düşen arkadaşlardan diğeri Rahime Kahraman arkadaştı. İlk 1985 yılında şehit düşen arkadaşlardı. Bu şahadetler sonrası olaylar genişledi ve katılımlar da oldu.

Şimdi bütün bunların toplamını 3. Kongre çözümlerinde bulmalıyız. 3. Kongre bir gerilla ve parti çözümlemesidir aynı zamanda. Bütün bu gelişmeler ve sorunlar kendisini 3. Kongre’de ifade etti. 3. parti kongresi, 2. partileşme hamlesinin çizgisini oluşturan bir kongre oldu. Genel uluslar arası ortam açısından da ABD-Sovyet ilişki ve çelişkilerinin geliştiği bir dönemdi. Gorbaçov yönetimi bazı yeni yaklaşımlar geliştiriyordu. 1986 yılı Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin de kongre yılıydı. Yani reel sosyalizmin bunalımı açığa çıkmıştı artık. Ya yenilenecek, yeni bir sürece girecekti ya da çözülecekti. O belirginlik kazanıyordu. Reel sosyalizmin duruşu o zaman bütün sosyalizm için belirleyiciydi. Sosyalist hareket için böyle bir sorun vardı. PKK’nin de, hem uluslar arası alanda sosyalizmin yaşadığı bunalımdan kuşkusuz etkilenme durumu vardı, hem de 15 Ağustos atılımı ile Kürdistan’da geliştirdiği, adımını attığı gerillanın gelişim sorunlarının önünde yığılması ve çözüm araması durumu vardı. 3. Kongre, bu iki yandan da gelişmeleri de, sorunları da değerlendirerek çözüm buldu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi çözemedi. Düşüncede bazı şeyler geliştirdiyse de onları pratiğe yediremedi, sonunda dağıldı. PKK 3. kongresi ise bir çizgi tutturdu, çizgi oluşturdu. Gerillada, ulusal direnişte partileşme çizgisi tutturdu. Bunu sağlayacak bir sosyalizm çizgisi geliştirdi. En azından parti içinde, parti yaşamında uygulanacak düzeyde bunu geliştirdi. Bununla daha sonra gerilla mücadelesini geliştirdi. Ulusal diriliş devrimini başarıya götürdü. Saldırılar karşısında direnen ve yenilmeyen bir gerilla yarattı ve günümüze kadar da geldi. Daha köklü bir değişimi 1998 sonrası yaşadı, ama 1986 yılı 3. Kongresi de aslında ideolojik yenilenme, derinleşme, reel sosyalizmin bazı ölçülerini aşma bakımından ideolojik yenilenmeyi de içerdi. Sosyalizmde bir adım derinleşmeyi ifade etti.  Reel sosyalizmin devletçi sistemini en azından parti içinde aştı. Genel çizgi olarak hiyerarşik sistemden kopmadıysa da, parti yaşamı olarak koptu. Bu bir ideolojik derinleşmeydi. Bunu bir; gerillanın gelişimi önündeki zayıflıkları, engelleri eleştirip aşarak, gerillayı geliştirmede ısrar da yarattı. İki; yaşam ilkelerinde, ideolojik ilkelerde aştı. Yani geleneksel olan, sistem çekirdeğini oluşturan aile yaşam ölçülerini aşarak yarattı. Bu noktada da tabi kadın sorununa yaklaşım, aile çözümlemeleri, Fatma’nın yaklaşımlarının ve ölçülerinin eleştirilmesi, Fatma-Önderlik ilişkilerinin çözümlenmesi ileri bir çizgi oluşturdu. Şöyle bir olgu 3. Kongre ile birlikte Önderliğin ve partinin önüne geldi: Özgür yaşamda yeni bir çizgi ile gerillayı geliştirmek, et ile tırnak gibi birbirine bağlı. Aslında önce Önderlik önüne şöyle çıktı: Ya bu geleneksel yaşam ilişkileri, ölçüleri; iktidarcı, hiyerarşik devletçi sistemin gözeneği olan aile ölçüleri aşılacak, parçalanacak, yeni bir parti yaşamı oluşacak, ona dayalı olarak gerilla gelişebilecek, ya da o ölçülerde kalınacak, aşılamayacak o zaman gerilla tıkanacak, oradan öteye gidemeyecek. Burada Önderlik çok kapsamlı değerlendirmeler, yeni düşünceler geliştirdi. Yeni kararlar ortaya çıkardı. Çünkü gerillada ısrar, gerillayı geliştirmek, Kürdistan’da her şeyi yaratmaktı. Gerilla olmazsa hiçbir şey kazanılamayacaktı. Dolayısıyla gerillayı geliştirmek için ne gerekiyorsa, o yapılmalıydı. Gerillayı geliştiren her şey doğruydu. Partinin doğru olarak bilmesi gereken, gerillanın gelişim çizgisiydi. Buna göre ideolojik bir yapılanma çıktı ortaya. O yaşam ilkelerini ve ilişkilerini aşan bir durum ortaya çıktı. Bir yandan geleneksel ölçülerle bireysel yaşam sürdürülsün, bir yandan gerilla mücadelesi yürütülsün. Kürdistan koşulları, Kürdistan’a dayatılan sömürgeci koşullar buna imkân vermedi. Bunu sürdüren peşmergeciliğin her fırsatta bir tarafa kaçtığı ortadaydı. Öyle bir mücadele yürütmüyordu. Konjonktürden yararlanıyor, ortam olursa geliyor, ters bir gelişme olursa kaçıyordu. Kaçmayan, sürekli kalan, direnen ve bunu sürekli kılarak ilerleten bir duruş sahibi olabilmek, böyle bir gerilla gücüne ulaşabilmek için onun gerektirdiği yaşam çizgisine ulaşmak gerekiyordu. O da yeni bir ideolojik durum demek. Özgürlük, eşitlik çizgisinde biraz daha derinleşmeyi gerektiriyordu. İleriye gitmeyi, sosyalizmde daha derinleşmeyi; sosyalizmi, özgürlük, eşitlik çizgisini devletçi sistemin gözeneği olan toplum yaşam düzeninden kurtarmayı gerektiriyordu. Bu noktada da ideolojik olarak yenilenme ve derinleşme oldu. Özgürlük bilinci gelişti. Daha sonra aile çözümlemeleri, kadın sorununa dair görüşler, kadın özgürlük çizgisinin gelişimi buna dayandı. Gerillanın gelişimi de buna dayanıyordu. Bu nedenle Kürdistan’da gerilla gelişimi ile özgür kadın çizgisinin ya da kadın hareketi çizgisinin gelişimi, et ile tırnak gibi birbirine bağlı iki olgudur. Eş zamanlı, paralel ve bir bütündür. Gerillacılıkla özgürlük, bu kadar bütünleşmiş olgu ve kavramlar oluyor. Bu süreç 3. Kongre ile açığa çıktı. Bu gerçeklere parti 3. Kongre ile ulaştı, değerlendirdi. İdeolojik-politik çizgisini bu temelde derinleştirdi. Reel sosyalizmden daha fazla koptu. Bu, hiyerarşik devletçi sistemden kopmak, daha çok özgürlükçü, eşitlikçi çizgiye yürümek, yönelmek anlamına geldi. Bunu bir kere böyle bilmeli ve anlamalıyız. Pratik olarak 3. Kongre, dediğimiz gibi normal bir kongre değildi. Bir gelişme içerisinde onu ilerletmenin sorunlarıyla yüklüydü. Onu geriye çeken birçok anlayış, zihniyet, tutum, davranış vardı. Onların hepsinin açığa çıkarılıp aşılması gerekiyordu. Onun için bir kere çizginin doğru tanımı lazımdı. Önderlik öyle bir taslak hazırlamıştı. Kongre hazırlık çalışmalarının gündemine onu koymuştu. Ülkeden ve Avrupa’dan gelen kadrolar bir kere önce o çizgiye göre faaliyetlerini değerlendirmek durumunda kaldılar. Tartışma yürütüldü, pratik çözümlendi, sonra kendi bireysel durumlarını o ölçülere göre değerlendirip bireysel raporlarını hazırlamak durumunda kaldılar. Böylesi kadrolar az bir kesimdi. Avrupa’dan yönetim düzeyinde bir grup gelmişti. Ülkeden de yine yönetim düzeyinde bir grup gitmişti. Diğerleri aslında yeni katılanlardı. Avrupa’dan, Libya’dan, çeşitli yerlerden gelmiş, eğitime katılan arkadaşlardı. Eğitim grubu, kongre olunca kongre grubu oldu. Kongreyi bu güç yürüttü. Hazırlanan raporlar temelinde platformları oldu. Bireylerin durumu netleştirildikten sonra resmi kongreye Ekim ayında geçildi. Altı-yedi günlük bir toplantı olarak kongre yapıldı. Önderlik raporunu sözlü sundu. Zaten eleştiri-özeleştiriler olmuştu. Planlamalar yapıldı. Önderlik, “herkes yeniden söz versin, katılsın. Partinin dışına çıkılmıştır, yeniden katılım gerekiyor.” dedi. Kongreye katılanlar yeniden katılma sözü verdiler. Ona göre bütün örgüte, ülkeye ve Avrupa’ya yayılmak istendi. Herkes haddinin dışına çıkmıştı. Kongrenin böyle bir tespiti vardı. Dolayısıyla herkes özeleştiri vererek katılımını sağlamalıdır çerçevesinde bir durum yaşandı. Partinin dışına çıkmış olmak taktikle ölçülüyordu tabi. Taktik, gerilla savaşıydı. Böyle bir savaşın neresinde olunduğu, nasıl yaklaşıldığı temel ölçü oluyordu. Taktik içine girememek partiden kopmak oluyordu. Doğru ve yeterli partileşmek, sadece teoriyi, programı kabul etmek değil, taktiğin içine girebilmek, günlük olarak parti yaşamının ve pratiğinin içinde yer almak ve pratiğe uygulamada bulunmak gerekiyordu. Gerillanın yürütülüşü taktiğe uygun değildi, gerisinde kalmıştı. Gerillayı geliştirmeyen, gerillanın gelişimiyle uyumlu olmayan bütün ruh halleri, davranışlar, anlayışlar, tutumlar; bireyci, tepkici, tutucu yaklaşımlar, kendine göre durumlar gerilla gerçeği karşısında eleştirilerek mahkum edildi. Yine atılımcı, atak olmayan, gerilla taktiğini doğru ve yeterli uygulamayan tarzlar, tutumlar, duruşlar eleştirildi. Her şey gerilla çizgisinde sorgulandı. Onunla çelişen eğilimler, anlayışlar, orta yolculuk olarak tanımlanan tutumların tümü kapsamlı bir eleştiri-özeleştiri platformuyla aşılmaya çalışıldı. Haftalarca süren eleştiri-özeleştiri platformları oldu. Kapsamlı tartışmalar yapıldı. Böylece düzeltme, taktik dışılıkları mahkum ederek kadronun her yönden taktiği esas alıp uygulayacak bir hata çekilmesi hedeflendi. Bu noktada sağlanan gelişmelere dayanarak yeniden partileşme durumu ortaya çıktı. Orada yönetimin çözemediği sorunlar da çözüldü. Pratik zeminden koparılmış, sahte, aldatıcı tutumlar da vardı, ama bütün bunlara rağmen Önderlik bu sorunları çözmeye çalıştı. Selahattin Çelik’in durumu soruşturmalık oldu. O bir eleştiri-özeleştiriyle, sorgulamayla parti önünde engel olmaktan çıkarıldı. Gerillaya katılacak bir durumu yoktu. Onu kaldıracak bir ruh sağlamlığı bir defa yoktu. Yaşam tarzı buna uygun değildi. Bir de örgüt yaklaşımı çok didiştiriciydi. Önderlik Çernobil diyordu. O zaman Sovyetlerdeki Çernobil vakası olmuştu, hep radyasyon yayıyordu etrafa. Hala Karadeniz’deki o çaylarda var. Ondan kanser olan bir sanatçı vardı. O da örgüt içinde yayıyordu. Olduğu yer karmakarışık oluyordu. Konuşmazsa patlayan tiplerdendi. Duyduğu ve öğrendiği bir şeyi ne olursa olsun etrafa söylemezse patlardı. Çok basit bir olaydı. Bir gün oturuyorduk, akşam birkaç arkadaş geldi. Sohbet ediyorduk, bir iki saat geçti. Birden bire baktım “söyleyecekseniz söyleyin yoksa patlayacağım” dedi. Hiç benim aklıma gelmeyen bir olaymış yani. Benim için hiç o kadar çekici değildi. Alelacele mutlaka ne biliyorsa söylemesi gerekiyordu. Dolayısıyla örgüt içinde yalan yanlış bir sürü şey yayılıyordu. Ondan sonra düzelt nasıl düzeltebilirsen. Tam bir dedikodu furyası esiyordu. 15 Ağustos ardından kendini çok abartmıştı da. Batmanlıydı, Agit arkadaşa dayanarak bölgecilik de yapmak istiyordu. Tabi bunlar eleştirildi ve aşıldı. Fatma’nın durumu çözümlendi. 15 Ağustos’tan sonraki durumu da biraz önemliydi. Kopuş olmuştu. ‘85’te tekrar gitti. İkinci sefer görüşümüzde buz gibi olmuştu. 

Devam edeceğiz, yalnız bundan sonrasını böyle anlatamayız. Aslında fazla ayrıntılarını bilemiyoruz. Tabi çözümlemelerin önemli bir kısmını inceledik. Bazı olayları biliyoruz, ama pratikte işler nasıl düzenlendi, nasıl yürütüldü ya da yürütülemedi; neler yapılmak istendi, ne kadar yapıldı onları anlattıklarımız gibi bilmek mümkün değil. Daha çok temel toplantılarıyla yine süreci belirleyen siyasi gelişmelere dayalı olarak bir aktarım yapabiliriz.

En son III. Kongreyi değerlendirdik. Özgürlük çizgisinde derinleşmeyle gerillanın gelişimi önündeki engellerin aşılması arasındaki bağı tanımladık. III. Kongreyi hem gerillalaşma önündeki sorunları çözen, karşıt anlayışları mahkûm eden, kadroyu yeniden çizgiye çeken, düzelten hem de yeni dönemi planlayan bir kongre olarak tanımladık. III. Kongre’den silahlı mücadele açısından çıkaracağımız en önemli sonuç veya ders, yaşanan savaştaki parti öncülüğünün yani ideolojik, örgütsel öncülüğün yerinin, rolünün ne olduğudur. Şunu net ifade edebiliriz; parti öncülüğü olmasaydı, parti çözümü gelişmese idi gerillanın gelişmesi mümkün olmazdı. III. Kongre süreci ve ona dayalı gerillasal gelişme gösterdi ki, Kürdistan’da inkâr-imha sistemi ne kadar saldırgan olursa olsun, ne kadar Kürt toplumuna bir imha savaşını dayatırsa dayatsın, Kürt insanı böyle bir savaş altında ne kadar yok olursa olsun bir parti öncülüğü oluşmadıkça, ideolojik siyasal örgütsel öncülük partileşme düzeyinde gelişmedikçe Kürt halkının bu savaşa karşı uzun soluklu, örgütlü, modern askeri güce ulaşarak direnebilmesi mümkün değil. Ancak bu parti öncülüğüyle mümkündü. Nitekim silahlı mücadelenin doğuş koşullarını, dayanaklarını ifade ederken partileşme üzerinde durmuştuk. İdeolojik öncülükle yine ulusal demokratik gelişmeyle bağını kurmuştuk. Bu bir kere pratikte kendini en iyi, 15 Ağustos Atılımı’ndan sonra ortaya çıkan sorunların ancak parti tarafından çözülebilmesinde, dolayısıyla gerillaya dayalı silahlı mücadelenin ancak parti çözümü temelinde kesintisiz devam edip, sürekli kılınıp gelişebilmesinde gösterdi. O açıdan tabi gerilla savaşı, silahlı çatışma ne denirse densin geçmişte yapılan bu olayların ideolojik siyasi hatla, öncülükle, partiyle bağını doğru, yeterli kesin kurmak gerekir. Silahlı mücadeleyi doğru anlamak, doğru uygulamak buraya çok bağlıdır. Ne kadar halk için yararlı yapılıp yapılmadığını tespit etmek de tabi yine parti öncülüğüyle, partinin ideolojik siyasi hattıyla ne kadar uyumlu olduğuna bakarak belirlenmeli. Başka yere bakarak değil. Bu bakımdan partinin, öncülüğün, önderliğin, ideolojinin Kürdistan, Kürt toplumu, Kürt halkı açısından onun özgür demokratik bir bilinç, ruh örgütlülük edinebilmesi, böyle bir pratiğe girmesi açısından hayati önemi, kendini bu biçimde ortaya koyuyor. Böyle bilinmesi anlaşılması gerekiyor. Böyle bilinip anlaşılmaması ya da buna uygun bir pratiğin yürütülememesi, partiye de, silahlı mücadeleye de, halka da, devrime de en fazla zararı veren olgu olmuştur. Bunun da böyle kabul edilmesi lazım. Yoksa öyle dar, kendimize göre yaklaşımlarla olayları algılamaya, anlamaya çalışırsak ve bu gerçekleri görmezsek tabi doğru bir askerileşme, komutanlaşma, gerillalaşma yaşayamayız. Kendimize göre olup kendimizi çok övebilir, beğenebiliriz de, ama parti gücü üzerinde yaşayarak bir şeyler yaptığımızın farkına varamayacak kadar gaflet içinde oluruz. Çünkü parti imkanları elimizden çektiği zaman ortada yüz üstü kalırız. Nitekim birçok kendini şöyle böyle güçlü bilen, kendini iyi yapan sanan komutan, sonraki süreçlerde çok bariz görüldüğü gibi böyle bir duruma düşmüştür. Onun için partiyle mücadele arasındaki ilişki, parti öncülüğünün silahlı mücadeledeki yeri ve rolü iyi kavranmak durumundadır. Yine silahlı mücadelenin kitle desteği iyi anlaşılmak durumundadır. Halk desteğinin gerillanın gelişimindeki önemini, ilk silahlı mücadele adımları atarken de gördük. Hilvan-Siverek direnişinin nasıl halk desteğiyle geliştiğini ifade etmeye çalışmıştık. Bunu, 12 Eylül’e karşı 15 Ağustos atılımı hazırlanırken de gördük. Filistin direnişi gibi bazı güçlerden kısmi destek görülse bile o hazırlıkların tümü çok büyük ölçüde Avrupa’daki halkın desteğiyle ve kısmen Batı Kürdistan’daki halkın desteğiyle yürüdü. En fazla da halkın desteğinin önemi, tıpkı parti öncülüğünün önemi gibi III. Kongre sürecinde ve sonrasında gerillanın süreklileştirilmesinde görülüyor. Her türlü maddi imkandan, savaşçıya, politik desteğe kadar başta Avrupa’daki halk olmak üzere giderek Kuzeydeki, Batı’daki, Güney’deki ve Doğu’daki halk desteği olmazsa tabi bir adım bile atılamazdı. Bunlar hep, halkın yemeyip içmeyip desteklemesiyle sağlandı. Neden? Halkın özlemlerini, ruhunu, duygularını varlığını temsil ettiği için desteklendi. Halk kendi geleceğini orada gördüğü için destekledi. 30 yıldır Türkiye, sonra İran, Suriye, Irak, KDP, YNK, Avrupa, Amerika bu desteği kesmeye çalışıyorlar. Bu halkı Önderlikten ve örgütten koparmaya, hatta ona karşı çıkartmaya da çalışıyorlar. Ama tabi başaramıyorlar. İçten içe büyük öfke besliyorlar. Şimdi bir yazarın yazısına baktım, çok öfkeliler. Öyle söyleyemiyorlar, ama gerçeği biliyorlar. “APO, PKK, bilmem şehit ya da Kürt vatandaşı ne derseniz deyin, kendinizi aldatmayın. Hepsi birdir.” diyor. Kürt vatandaşı ile PKK’nin ayrı olmadığını biliyorlar, ama pratikte onu yapıyorlar. Bu halkın demokratik hareketliliğine nasıl vahşice saldırdılar gördük. Fakat hem halkı, hem de dış kamuoyunu aldatmak için başka şey söylüyor ve yazıyorlar. Kürt düşmanlarını bu kadar öfkelendiren halk, önderlik, gerilla, parti birliği, bütünlüğü işte böyle oluştu. Bunun da anlaşılmasında yarar var. Kendi geleceğini, varlığını orada gördü. Halk ölümüne sahiplenmiştir ve bu pozisyon hala Ortadoğu çapında en ciddi siyasi durumu ifade ediyor. Bunu herkes de böyle biliyor ve kendi içinde tartışıyorlar. Kuşkusuz giderek gündemleşecek. Parça parça gündemleşiyor. Bütünlüklü bir biçimde gündemleşecek.

Şimdi III. Kongre’nin sonuçları gerillaya ne kadar dönüştü, ne kadar yansıtıldı? Tabi bazı görevliler oldu. Bunlar gerilla sahasına döndüler. Kongre sonuçlarını aktarmaktan ve gerillayı bu temelde yenileyerek kongre çizgisinde pratikleştirmekten sorumluydular. Öyle bir görevlendirme yapılabildi. Fakat belgelerin aktarımında, yetiştirilmesinde bir zorlanma, bir kayıp, gecikme oldu. Kıştı ve dağdan ulaştırmak zordu. O nedenle aslında çizginin tam özümsetilmesi, özellikle kongre sonuçlarının gerillaya aktarımı zayıf kaldı. Giderek kendine göre değerlendirmelere de dönüştü. Aslında ‘86 sonunda bütün alanlardan önemli bir güç Doğu’da, Güney’de bu sınır hatlarına toplanmıştı. O zaman belli ilişkilerle bazı imkânlar yaratılmıştı. Toplu olunmasından dolayı güçlü biçimde yansıtma imkanı vardı. Ama belgeler olduğu gibi yansıyamadı, ulaştırılamadı. ‘87’nin yazıydı, ancak alanlara ulaşabildi. Fakat çok yoğun bir pratiğin içine girilmişti ve çok fazla içselleşemedi. 1986 kışı bu özümseme çalışmalarının yapılacağı, bu temelde kongrenin ülkede de adeta tekrarlanarak bütün komuta ve savaşçı yapısının çekilip taktik çizgiye yeniden katılımının sağlanacağı, 1987 hamlesinin böyle geliştirilebileceği bir gerçekti. Belgelerle bu sağlanamadı. Görevli kişiler de bunu böyle yapamadı. Bireyci tutumlar, kendi içinde çekişme, iktidar mücadelesi, egemenlik mücadelesi böyle bir özümsemeyi önledi. Örneğin bir tanesi Kör Cemal’di. O çok önyargılıydı. Kendi yargılarıyla değerlendirdi. Daha sonra Önderlik onu eleştirdi. Çıkardığı sonuç; “aydınlar kaybetti köylülük kazandı.” oldu. Köylü partisi olduk, köylü hareketi olduk diye böyle çok sığ, öncülüğü reddeden bir yaklaşımla aslında giderek çeteleşen bir pratiğin başlatıcısı oldu.  Parti tarafından o yaklaşım feodal komploculuk olarak da değerlendirildi, tanımlandı. Önderlik dörtlü çete eğilimi, çizgisi olarak da tanımladı. Silahlı mücadelede çetecilik demek, silahın ideoloji ve siyasetin emrinden çıkartılması, kendi başına özerkleştirilmesi demektir. Çeteciliğin esası budur. İdeolojik politik öncülük demek, parti demektir. Dolayısıyla bu, köylülük kazandı adı altında partiyi yadsıyan, silahı ideolojik-siyasi çizgiden özerkleştirerek kullananların anlayışı ve yaşamına göre yönlendiren bir çizgiye çekmeyi ifade etti. Çetecilik bu oluyor. Bu giderek dallı budaklı hale geldi. Basit eylem anlayışına dönüştü. Düşmana karşı değil halka karşı savaş oldu. Köyler basıldı, yakıldı, yıkıldı. Savaş yapma değil, savaşmamanın gerekçesi oldu. Avare, asi dolaşmaya dönüştü. Önderlik ona avare-asi çetecilik dedi. Tabi bu komplocu eğilimler ile birlikte sürdü. Çünkü çetecilik bir egemen sınıf tarzı, duruşudur. Onun bile yozlaşmış durumudur. Kürdistan’da egemen sınıf, aşiretçi feodal sınıftır tabi. Feodal komploculukla çetecilik bir birinin tamamlayıcısı oluyor. Komploculuğun izlerini biz gerillada, daha III. Kongre sonuçlarının gerillaya aktarımında gördük. Doğru aktarılmadı. Kongre özümsetilmedi. Dolayısıyla var olan komuta ve savaşçı yapısının kongre çizgisinde yoğunlaştırılıp, sorgulanarak özeleştiriden geçirilip yeniden katılması, çizgiye çekilmesi, düzeltilmesi ve bu temelde pratiğe sevk edilmesi sağlanmadı. Bu temelde yapıyı netleştirip, örgütleyip yönlendirmek yerine, imkânlar nasıl elde tutulacak, yetkiler nasıl ele geçirilecek, işte birileri savaşa sürülerek onun yarattığı değerlere, imkânlara nasıl el konulacak, bunun ucuz hesapları, iç mücadelesi bu dönemde yaşandı. Tabi Kör Cemal bunda öncülük eden biri oldu. Başkaları da var. O zaman yönetim de artık değişiyor, zaten bir yönetim erimesi oluşmuş. Agit arkadaşın şahadeti büyük bir boşluk yaratmış. Bu durumda yönetim yetkilerini ele geçirmek için çeşitli kurnazlıklara, komplolara dayalı bir iç mücadele oluyor. Yetkili hale gelmek, imkânları elde tutma kavgası, komploculuk buna deniyor. Bu nedenle çok fazla bu sınır zemininden kongre sonrası bir atılım sağlanamadı. Komploculuk eylemde de görüldü. Aslında çok netleşmeden, özeleştiride kendini netleştirmeden birçok sayı da yönetim düzenlemesi gelişti. Bazıları doğru dürüst silah bile alma şeyine sahip olamadıkları yerde, birden yönetim olduklarını görünce, duyunca tabi kendilerini kaybettiler. Bu süreçte daha fazla yönetimde etkili olabilmek için tehlikeli oyunlar da oluştu. Agit arkadaşın şahadetini bile Önderlik hep kuşkuyla karşıladı. ‘87 baharı ve yazında böyle birçok olay da oldu. Birçok arkadaş hızla şehit düştüler. Bunlar baştan partiye katılmış, parti bilincini almış arkadaşlardı. Erdal,  Mehmet Sevgat, Orhan arkadaşlar vardı. Bunlar da boşluk yarattı. Çeteciliğin daha çok önünü açtı. Öncülüğü zayıflattı. Önderlik tüm bunları da hep kuşkuyla değerlendirmiştir. Bazı kişilerin yaklaşımlarının etkisini çok fazla görmüş oluyor. İşin bir yanı bu. Bu anlamda kongre sonuçlarının gerillaya taşırılması iki yönde oldu. Bir taraf, İran Irak sınır hattındaki taşırmaydı. Bu hastalıklı olmuştu. Kongrenin özü, gerçeği taşırılmadı. Ona göre bir özeleştiri ve örgütsel düzenleme olmadı. Tam tersine kendine göre yorumlar, saptırmalar, kendine göre anlamalar temelinde bir iç çelişki, çatışma, yetki kavgası, komplocu ve kurnazca yöntemlere dayanan bir mücadeleyle önemli bir alan zedelendi. Diğer yanı kongre sonuçlarının dağa aktarılmasıdır. Çizginin dağdaki güce aktarılması değil de, kongre sürecinin eğittiği, hazırladığı, Önderliğin hazırladığı kadro ve savaşçı gücünün aktarılması oldu. Bu tabi ancak 1987 baharıyla gerçekleşti. Daha çok Mardin, Botan, Siirt hattına yönelik bir aktarımdı, müdahaleydi. Kongre sürecinde belli bir kadro yoğunlaşması, hazırlığı da oluşmuştu. Hem gerilla tecrübesi, hem parti tecrübesi, hem de belli bir yeni savaşçı birikimi vardı. Bunları iyi düzenleyerek 1987 baharından itibaren Önderlik ve hareket güçlü bir pratik hamleyi geliştirdi. Gerillanın güçlendirilmesi yönüyle Önderliğin ilkesi şuydu; Agit arkadaşın anısına bir yılda gerilla bölükleri düzeyinde hareket etmek. Çünkü Agit arkadaş hep takım düzeyinde hareket ediyordu. Onu yaratmak için de yoğun bir çaba sürdürdü. Söz konusu sahalarda etkili, gözü kara bir gerilla girişi oldu. Güçlü bir hamle gelişti. Her ne kadar Doğu’dan, İran tarafından var olan güç yetersiz kılındıysa da, pratiği o alan gücü aldı götürdü. Dolayısıyla da sınır zemininde kalan gücü kendine çekti. Bahardan sonra birçok güç Botan’a giderek o şeyle birleşti. Kör Cemal’in o oyunları bozulmuş oldu. Kongre sonucu olarak 15 Ağustos atılımının hem sürekli kılınması, hem de geliştirilmesi anlamında önemli bir çıkışı ifade ediyor. Çizgi dışı davranışlar da o süreçte kişilerin pratikleri ile olarak gündeme geldi. Koruculukla mücadele adı altında, suçluları değil de herkesi içine alan köy baskınları biçiminde bir tutum ortaya çıktı tabi. O çeteciliğin önünü açtı, gelişimini sağladı. Fakat atılımın esasını belirleyen o değildir. ‘87 Şubat’ından itibaren sınır üzerinde orduyla yoğun çatışmalar oldu. Bagok’ta, Botan’da, Garzan’da çatışmalar oldu.

Bu yeni bir durum ortaya çıkardı. Şunu gösterdi; İşte Türkiye Devleti’nin beklediği gibi gerilla dağılmamış, tasfiye olmamıştı. PKK bölünmedi, parçalanmadı. Sorunlarını çözdü ve bu sonuçları gerillaya aktardı. Çünkü devletin öyle beklentileri vardı. Kongre süresince birçok Türkiye basını “PKK bölündü, APO vuruldu.” diye haberler de yaydı. Kongrenin gerginliğini yansıtıyordu o durum. Hepten uydurma değildi, ama gerçekçi de değildi. Karşı tarafın umudunu, hesabını içeriyordu. Gerilla atılımı, bu beklentileri, umutları yerle bir etti, kırdı. PKK’nin gerillayı yenileyebileceği, büyütebileceği ortaya çıktı. Böyle bir güce sahip oldu. Bu doğrultuda halk desteği aldı. Ona karşı devlet de 1987 yazında yeni durum değerlendirmesi yapmıştı. Eğer kongre başarısı, yenilenme, gerillayı sürekli kılacak bir atılım olmasaydı tabi 1987 yazında Türkiye Devleti’nin içine girdiği yapılanmalar ortaya çıkmayacak, ona gerek duymayacaktı. Devlet, ordu; gerillanın hamle içinde, bir gelişme içinde olduğunu, partinin gerillalaşma sorunlarını çözdüğünü pratikte görüp anlayınca, işte o zaman -sanırım 14 Temmuz 1987 tarihiydi- yeni kanunlar çıkardılar. Olağan üstü hal kanununu çıkardılar. Olağanüstü hal valiliği ilan ettiler.  Özel kolordu görevlendirdiler. Dolayısıyla Kürdistan’ın yönetimini Türkiye’den ayırdılar. Bir özel yönetim oluşturdular. Bir de tabi gayrı nizami halk birlikleri, özel savaş sistemini bu yönetim emrinde harekete geçirilecek bir sistem olarak geliştirdiler. Kontr-gerillayı geliştirdiler. Artık Türk ordusunun o eski klasik yapılanmasını, taktiklerini, stratejik duruşunu aştılar. Kürdistan’daki gerillaya karşı mücadele edebilecek,  örgütlenme, tarz, donanım olarak uygun bir askeri düzen, savaş düzeni içine girdiler. O zamana kadar bu durum karmaşıktı, netleşmemişti. Gerillanın tam gelişip gelişmeyeceği, ne olup olmayacağı belirgin değildi. Onun için kontrgerilla hareketi olsa da ordunun çeşitli birimleri pratikte iş yapıyordu. Artık gerillanın süreceğini, büyüyeceğini anlayınca kongre sonrası yeni bir sistem yaratmak zorunda kaldılar. O, gerillanın Türkiye ordu ve devletinde yarattığı yapılanma değişikliğiydi. Bir gelişmeyi ifade ediyordu tabi. Diğer yandan yani gelişmeye karşı, Türk Ordu’sunun daha uzun vadeli ve kapsamlı bir savaş konumunu almasını ifade ediyordu. Aslında sorun sadece bir olağanüstü hal ilanı olarak da kalmadı. Bir sistem yaratıldı ve bir topyekûn saldırı planlaması ortaya çıkarıldı. Daha 1985’te Türk ordusu gerillaya karşı destek için NATO’ya başvuruda bulundu. 1986 yılında bilebildiğimiz kadarıyla NATO Türkiye’nin başvurusunu gündemine aldı. 1987 yılında özel savaş ilanı, NATO izni ve desteğiyle yapıldı. Sadece Türk Ordu’sunun, devletinin kararıyla gerçekleşen bir olgu değildi. Aynı zamanda NATO düzeyinde bir planlamayla birlikte böyle bir sistem değişikliği içine girildi. O planlama çok yönlüdür, kapsamlıdır. 1987’nin ikinci kışında hazırlıkları oldu. ‘88 baharından itibaren de uygulamaya kondu. PKK’ye, gerillaya, Kürdistan Özgürlük Hareketine karşı Türkiye sınırlarını yine Türkiye’nin gücünü aşan ilk kapsamlı -NATO kapsamı içerisinde uluslar arası kapsamı olan- bir saldırı planlamasıydı. Planlamanın ayakları biliniyor. Bir defa gerillaya karşı daha etkili saldırı yürütebilecek askeri güçler oluşturuldu. Özel savaş kapsamında donatılıp oluşturuldu. NATO’dan gerekli desteği aldı. Daha büyük, ezici saldırılar yapabilmesi için Türk ordusu, özel kolordusu, daha etkili bir donanımla savaş yapabilir hale getirildi. Diğer yandan gerillanın pratikte önemli ölçüde dayanmış olduğu bir durum yani İran-Irak savaşı sona erdirildi. Bu ateşkes, tamamen bizdeki savaşla bağlıdır. İran ve Irak rejimlerinin kararı dışında uluslar arası baskıyla, NATO baskısıyla alınan bir karardır. Nitekim İran’ın dini lideri Humeyni ateşkesi imzalarken “zehir içmekten daha zor” demişti. Öyle bir açıklama yaptı. Basına yansıdı. Yani kendi rızasıyla, kendi gönlü ve isteğiyle aldığı bir karar değildi. Ağır bir zorlama sonucunda oluyordu. Bu da şu amaçlaydı; Gerillanın Doğu’dan ve Güney’den aldığı desteği, yani üslenme ve pratik hareketlilik zeminini ortadan kaldırmayı ifade ediyordu. Burada daha ‘80’lerin başından itibaren gerillanın Botan-Zağros hattında gelişiminin önemli bir dayanağının, İran-Irak savaşı ve onun yarattığı sınır üzeri pratik boşluk olduğunu bilmemiz lazım. İran-Irak savaşı ve ona yol açan İran İslam Devrimi, önce Bağdat hattını, sonra semt olarak şekillenen Kürdistan egemen devletlerinin askeri hattını parçaladı, birbirine düşürdü. İran-Irak savaşı, Kürdistan üzerinde egemen olan iki gücün savaşı bunu yarattı. Pratik olarak boşluk yarattı. İran güçlerini büyük ölçüde Irak sınırına çekti, Saddam büyük dinamik güçlerini İran sınırına çekti. Dolayısıyla Irak’ın Türkiye sınırı bu temelde boşaldı. Savaşta zorlandıkça daha fazla çekti, daha fazla çekildi. İran sınır hattı da benzer bir boşluğu yaşadı. Bir yandan Kürdistan’ı paylaşmış ve ortak denetim altında tutan güçler birbirine düştüler ve o birlik yıkıldı. Bir yandan da pratik zemin açıldı. Gerillanın örgütlenmesinde, sürekliliğinde bu çatlaktan yararlanma fazlasıyla olmuştu. İran-Irak savaşı olmasa, Türkiye-İran- Irak-Suriye Bağdat paktında olduğu gibi birlik olsaydı -tabi Kürtlere karşıydı bu birlik- Kürdistan’ın özgürlüğü için geliştirilen güce karşı da etkili bir birlik sağlarlardı. Oysa İran-Suriye tümüyle Irak’a karşıydılar. Tümüyle cephe halindeydiler. Kürtlerin Irak’a karşı olan mücadele konumundan yararlanmak istiyorlardı. Yine Türkiye, ABD blokundaydı. NATO içindeydi. NATO bu iki gücü tehdit ediyordu. Bunlar Sovyetler Birliği ile dosttular. Dolayısıyla Türkiye’ye karşı mücadele eden PKK’yi önemsediler. Bize siyasi ilişkiler açıldı. Önderlik eğer Suriye üzerinden çalışma yapabildiyse, bu siyasi duruma dayanarak yaptı. Yine bu siyasi durum bize İran zemininden yararlanma imkânı verdi. Pratikte de iki sınır boyu, -bir taraf Irak bir taraf İran olmak üzere toplam 700km’yi aşan bir sınır hattı- tümüyle gerillanın rahat üslenmesi ve hareketi için elverişli oldu. Gerilla hareketi bundan yararlanarak gelişti. Bunu bilmemiz lazım. İran-Irak savaşını durdurmak demek, gerillanın bu dayanağını yani pratik ve üslenme dayanağını ortadan kaldırmak, diğer yandan ise Kürdistan’ı egemenlik altında tutan güçlerin düşmanca konumlarını alt sınıra çekmek demekti. Tabi hemen barış olmuyordu. En azından eski çatışmalı durum aşılmış oluyordu. Böylece gerilla, güney sınırını üs olarak etkili bir biçimde kullanma imkanından yoksun bırakılıyordu. Diğer yandan o planlamanın önemli bir ayağı, Avrupa yüz ölçümünde geliştirilen PKK kovuşturması oldu. ‘86 toplantısından sonra böyle bir karar alınmıştı. Tüm Avrupa istihbaratı, PKK yönetimini tutuklayacak, yargılayacak kovuşturmayı yürütme içine girdi. Sovyetler Birliği’nden, Gorbaçov yönetiminden de karşı çıkmama yönünde onay aldılar. Bu konuda Vietnamlılar bunu bilgilendirmişlerdi. Destek vermese de, en azından karşı çıkmayacaktı. Çünkü karşı bir sistemdi. Sahip çıkar, korur diye korkuyorlardı. ‘87’den itibaren bunun hazırlıklarını yoğun olarak yaptılar. Böylece Avrupa gücü, -NATO kararı temelinde tabi- PKK’yi terörist sayarak, kovuşturma başlatarak, yönetimi tutuklayıp PKK’yi yargılayan bir hukuk davası başlatarak bu sürece katılım gösterecekti. Yargılama, davayı yürütme görevi kendi iç tartışmalarında Almanya’ya verildi. PKK çalışmalarının, Kürt ulusal demokratik çalışmalarının yoğunlaştığı, merkezileştiği yer Almanya idi.

Önderliğe yönelik plan var tabi. Önderlik de bu dava kapsamında görülüyordu. Dolayısıyla Suriye’den iadesinin istenmesi, olmazsa çeşitli komplolar yine böyle bir planlamanın parçasıdır. Önderlik temel hedeflerden biri olacaktı. Bir de Fatma ve Avukat Hüseyin Yıldırım’a bir parti kurdurtma, onları PKK’nin gerçek sahipleri gibi hazırlayarak devreye koyma vardı. O da bunun bir parçasıydı. PKK Devrimci Birlik adı altında onlar da hazırlık yaptılar. Fatma bu biçimde Semir’in provakatif kullanımından sonra Avrupalılar tarafından partiyi ele geçirmek için kullanılan ikinci bir halka oldu. Bu temelde yapılan hazırlıklar ‘88 baharında uygulamaya konuldu. 14 Temmuz 1987 tarihinde ilan edilen Olağanüstü Hal, böyle bir pratik planlama ile hayata geçirilmek istendi. İran-Irak savaşı durduruldu. Sınır hızla Saddam ve İran güçleri tarafından denetlenmeye çalışıldı. Gerillaya karşı çok büyük askeri operasyonlar geliştirildi. ‘88’in Şubat, Mart ve Nisan’ında geliştirilen saldırılar incelenebilir. Çok şiddetli çatışmalar her yerde yaşandı. Bu yıllar grup grup kayıp verdiğimiz yıllar oldu. Önderlik çözümlemelerinde bu süreç var. Önderliğin de gerillaya ilişkin en kapsamlı, en güçlü, en derin, en geniş çözümlemeleri ‘88 Şubat, Mart ve Nisan çözümlemeleridir. Yine aynı kapsamda en geniş savaşçı eğitiminin yapıldığı dönemdir. 1987 başından itibaren, 3. Kongre’den sonra kongre alanı Mahsum Korkmaz Akademisi olarak örgütlendirilmişti. Hem gerillayı yedek güçler eğitip takviye etme biçiminde destekleyen, sürdüren bir çalışmayı, hem de gerillanın ideolojik, örgütsel, taktiksel sorunlarını çözümleyen çizgide doğru yürümesine öncülük eden, yön veren bir çalışmayı yürütme görevini üslenmişti. Dolayısıyla doğrudan gerillayı oluşturan, yürüten yönetim, Mahsum Korkmaz Akademisi oldu. O da Önderlik tarafından yürütüldü tabi. Gerilla çalışmalarını bütünüyle Önderlik üslenmiş oldu. Temel gerilla eğitim ve örgütlenme sahası olarak da Mahsum Korkmaz Akademisi örgütlendirilip rol oynamaya, işlev görmeye başladı. Akademinin gerilla bakımından en kapsamlı çalışmaları hem teorik olarak, hem de eğitim gücü bakımından 1987- 1988 kışı, 1988 baharındaki çalışmalarıdır. Bu, NATO düzeyinde hazırlanan planlamaya dayalı imhacı saldırıları karşılayabilmek, boşa çıkartabilmek, gerillayı ayakta tutup gerilla direnişini geliştirebilmek için yürütülen bir çalışmadır tabi. Çok kapsamlı olmuştur. Hem çözümlemiştir, hem de gerillanın taktik sorunlarını çözmüştür. Büyük güçleri, yüzlerce yeni savaşçıyı eğiterek başta Botan olmak üzere Kürdistan’ın değişik sahalarına sevk etmiştir. Böyle bir mücadele ile Olağanüstü Hal ilanı temelinde yapılan hazırlıklara dayalı olarak gerillaya yöneltilen saldırılar karşılanmıştır. Bunun ayrıntıları incelenebilir, araştırılabilir. Pratik olarak nerede neler oldu? Çok çatışmalar olduğu biliniyor. Basında birçoğu vardı. Günlük olarak daha yoğun bir savaş konumu, böyle bir savaş süreci ile gelişti. Karşı tarafın saldırı planının ilk sistemi şöyleydi; İran-Irak savaşında ateşkes sağlatılarak Güney’den ve Doğu’dan sınırlar kapatılacak, Olağanüstü Hal ve Özel Kolordu örgütlülüğüne dayalı Kuzey’den gerillaya dönük çok kapsamlı ve ezici imha amaçlı bir saldırı yürütülecek, gerilla Güney’den ve Kuzey’den bu saldırı arasında sıkıştırılıp ezilecekti. Sandviç hareketi deniliyordu. Avrupa’da PKK yönetimi tutuklanacak, örgüt yönetimsiz bırakılacak, Önderlik Avrupa’daki davanın bir parçası olarak ya tutuklanacak, iadesi istenecek, olmazsa komplolarla etkisizleştirilecekti. Avrupa’da kalan PKK gücü Önderliğin de etkileştirilmesine dayanılarak Fatma’nın Devrimci Birliği içinde toplanarak sisteme entegre edilecek, sistem içine çekilecekti. Fatma’nın PKK’sine biçilen rol, böyle bir planlama içerisinde böyle oldu. Önderlik bunu çok geniş açımladı, tanımladı. O zamanda bu gelişmeler tartışıldı. Şu değerlendirmeye Türkiye de, uluslar arası güçler de ulaşmışlardı; PKK öyle bir gelişme düzeyine ulaştı ki artık tutuklamayla, ya da askeri hareketle ezilmesi, tümden yok edilmesi mümkün değil. Ancak etkili güçleri denetlenebilir, etkisizleştirilebilir; belli bir güç darbelenebilir, yönetim kontrolü ortadan kaldırılabilir. Gerisini denetleyen, sahiplenen bir güç çıkartılarak sisteme çekmek gerekir. Tümden yok etmek mümkün değil. Zayıflatıp, Önderliği ve yönetimi etkisizleştirip, geri kalanı farklı bir örgüt denetimine alınarak sistem içine çekilip eritilebilir. Sistem dışında kalan PKK’de böylece bitmiş olur. Çizgi PKK’si, APO’CU PKK tasfiye edilip ortadan kaldırılabilir. Başka türlü çok büyümüş, dallı budaklı hale gelmiş; gerillada, Avrupa’da, Ortadoğu’da çok değişik biçimlerde örgütlenmiş, halklaşmış, kitleselleşmiş bir PKK’yi yok etmek mümkün değil. Çizgi güçlerini, diri güçleri ezmek, geri kalanını sahte bir PKK içine alıp yanıltarak sistem içine çekmek ancak PKK’yi tasfiye edebilir. Ulaştıkları sonuç budur. Bu sonuca göre de pratik yaptılar tabi. Saldırıda bulundular. 1988’de böyle bir mücadele yaşandı. Ateşkes sağlandı. İran-Irak savaşında, sınır kapatıldı. Hatta Güneyli birçok güç Doğu’da ve Kuzey’de mülteci oldu. Kuzey ve Güney sınır hatları kapatıldı. Gerillaya yönelik saldırılar oldu, çetin savaşlar yaşandı. ‘88 Şubat ayından itibaren Avrupa’daki parti yönetimi tutuklandı. Almanya devleti tarafından Suriye’den Önderliğin iadesi istendi. Dış işleri bakanı onun için iki sefer Şam’a gitti. İade olmayınca, komplo da oldu tabi. Daha önce “APO’nun yanına kadar yaklaştık.” diye JİTEM’ciler açıklamalar yaptılar. Bu süreç 1988 yılından itibaren daha da yoğunlaştırılan bir süreçtir. Tam böyle bir sırada Fatma ve Avukat Hüseyin Yıldırım PKK Devrimci Birliği ilan ettiler. “Diğer PKK ezilmiştir. Doğru ve gerçek PKK biziz. Herkes bizde birleşmeli.” diyerek, Avrupa’da yeni bir isyan bayrağı açtılar. 1983’ün Mayıs ayında Semir’in açtığı isyandan sonra, ikinci bir isyan bayrağı da o biçimde açılmış oldu. Önderliğe yönelik karalama, saldırı yürüttüler. Bir Dilaver Yıldırım vardı, Ankara’dan katılmıştı. Ankara’da yakalanıp 6-7 yıl hapiste kalmıştı. O da hapisten çıkmış, Bulgaristan üzeri Avrupa’ya çıkarak Önderlik sahasına gelmişti. Artık o ilişkileri neyi ifade ediyordu, ne peşindeydi belli değil. Akademide intihar etmişti. Bu olayı da çarpıtarak, intihar eden kişiyi sahiplenerek, neredeyse lider yaparak, karşı çıkartarak Önderliğe yönelik bir saldırı geliştirdiler. Önderlik etkisizleşecek diye umut ediyorlardı. Kendi başına bir gerilla hareketi yok yani. Siyasetten, parti ve ideolojik çalışmalarından,  bir bütün Ulusal Demokratik Hareket’ten kopuk, kendi başına bir gerilla yok. Her şey iç içedir. Silahlı mücadele de bununla iç içe gelişti. Bu saldırıları başta Önderlik bozdu. Planlananlar tutmadı. Ne tutuklanabildi, ne de katledilebildi. Tersine Önderlik gerilla teorisini derinleştirdi. Bu temelde gerilla eğitimini, yeni savaşçı eğitimini güçlendirdi. Son eğitim devreleriyle ülkedeki gerillayı besledi. Gerillayı saptırmak isteyen bu çeteci eğilimlere, dörtlü çeteye, asi-avare çeteciliğe, saptırmalara karşı savaş yürüttü. Dolayısıyla saldırılar buna dayalı olarak başarısız kaldı. Gerilla saldırılara cevap verdi. Epeyce kayıp verdik. O zamana kadar verilen en büyük kayıplar ‘88 yılında oldu. Gerilla belli bir darbe yedi, ama Önderlik çabalarıyla birlikte direndi, direncini korudu.

Avrupa’da da tabi yönetim olmasa da, baskılara karşı bir direnç yürüttü. Önderlik kısmen yönlendirdi. O yönlendirmelerle halk kendi işini yürütecek bir pratiği sürdürdü. Yönetimden de bu işe alet olan olmadı. Böyle bir iki itirafçı çıktı. Ali Çetiner vardı, itirafçı oldu. Merkez yönetimdeydi.

Fatma’yla geliştirilmek istenen saptırmaya alet olmadı. Tersine Avrupa’nın Almanya eliyle yürüttüğü saldırılara karşı, Lübnan da önemli bir duruş ve direnişle partiyi sahiplenme oldu. Bu da o planlamayı zayıf kıldı. Dolaysıyla bu biçimde o saldırılar boşa çıkartıldı, başarısız kılındı. Fatma’nın hesapları tutmadı. Devrimci Birlik, “gerçek PKK biziz” biçiminde siyasi propaganda çıkışı tutmayarak geriye düştü. Bir süre daha devam ettirdiyse de -1990- 1991’e kadar dergi çıkardılar.- halktaki serhıldanın girişimiyle de artık tümden sıfırlanarak iradesini ve iddiasını kaybetti. NATO’ya dayanarak hem bölge, hem uluslar arası kapsam çerçevesin de ortak planlanan ilk birlik saldırı hareketini boşa çıkardı. Bunun iç ayağı da var. O çeteciliğin zarar verici yanı buradadır. Esasında böyle bir planlanmanın iç uzantısı olarak rol oynadı. Bu kadar hesaplara, planlara dayalı ağır saldırı altındaki gerillayı, zayıflattı, saptırdı. Önemi buradadır zarar bakımından. Çok zar vermiştir. Bunu böyle bilmek ve anlamak önemlidir.

Olağan Üstü Hal ve bu temelde NATO kapsamında 1987-1988 yılında planlı bir biçimde düşmanın geliştirdiği bir saldırıyı izah etmeye çalıştık. İç durumları böyle bir saldırı ortamın da değerlendirmek gerekir. Öncülüğü, çizgiye uygunluğu, buna ters düşmeyi, çeteciliği tabi, karşıt gücün bu denli uluslar arası boyutları olacak kadar kapsamlı bir planlanmaya dayalı imha amaçlı saldırı yürüttüğü ortamı içinde değerlendirmek lazım. Ne kadar önemli olduğunu, ne kadar zarar verici olduğunu burada görmek gerekiyor. Kongre çizgisinin bir defa Önderlik sahasına çıkamayan kadro, komuta gücüne doğru ve yeterli yansıtılmadığını ifade etmiştik. Dolayısıyla da bu birçok anlayışa, eğilime, iç kurnazlığa, komploculuğa dayalı bir yönetim çatışmasına, iktidar çatışmasına, yetki çatışmasına yol açmıştı. Önderlik bu durumları çeşitli ideolojik, siyasi anlayışlar, eğilimler biçiminde tanımlayarak, düzeltmeye, gerillayı eğitmeye, doğru parti çizgisine, parti öncülüğüne çekmeye çalışmıştı. Yoğun bir ideolojik mücadele hem Mahsum Korkmaz Akademisindeki eğitimlerle, tartışmalarla, hem de gerillaya yönelik geliştirilen değerlendirme ve talimatlarla sürdürülmüştü. 1987 döneminde bazı önemli kayıpların böyle bir iç duruma da bağlı olarak ortaya çıktığını ifade ettik. Bunlar biliniyor. Agit arkadaş şehit düştükten sonra bu kayıplar tabi önem taşıyor. Bazı arkadaşlar daha öncesinden de parti eğitimini Önderlik eğitimini güçlü biçimde alan arkadaşlardı. Onların öyle peş peşe şehit düşmeleri genelde gerilla tarzında çok çeşitli savrulmalara, sapmalara zemin yarattı, ön açtı. Birçok kişilik, yanlış eğilim böyle bir ortamdan yararlanarak kendini ortaya çıkardı. İster feodal komploculuk diyelim, ister asi- avare çetecilik diyelim, isterse dörtlü çete eğilimi olarak tanımlayalım birbirini tamamlıyorlar. Komuta tarzında dolayısıyla gerilla tarzında bir saptırma böyle bir dönemde, Önderliğin gerillayı düzeltme ve geliştirme çabalarına karşı dayatılmıştır. İçte bir yığın böyle saptırıcı uygulamalar açığa çıkmıştı. Bazı arkadaşların nasıl şehit düştüklerinin bilinmeyen kayıpları, birçok savaşçının sudan bahanelerle katledilmesi bir yöntem olarak gelişiyor. Ucuz eylem anlayışı, yine siyasi çizgiye, ideolojik ilkelere dayanmayan eylem tarzları büyük ölçüde gündeme geliyor, pratikleştiriliyor. Halka yönelik saldırıları, köy baskınları yani biraz zayıflık gösteren, düşmanla da ilişkilenen koruyucu çevrelere böyle komplocu tarzda saldırılar gerçekleşiyor. Konuşmak için çağırıyorlar, bir şeyler istiyorlar, ihtiyaçlarını karşılatıyorlar ondan sonra kurşuna diziyorlar. Halk aslında böyle koruculaştırıldı.  Bu 1987- 88- 89’da çeteciliğin eylem tarzı olarak yaygın uygulandı ve bir yer de birçok çevre korucu olmaya zorlandı. Devlet de zorluyordu. Onun karşısında daha esnek bir politika izlemek gerekirken tersinden komplocu yaklaşımlarla birçok çevre düşmanın kucağına itildi. Bu tür eylemlerin çizgiyle, gerillayla bir alakası yok. Aslında dıştan yürütülen planlı saldırının içten tamamlanması olarak değerlendirmek, iç uzantısı olarak görmek daha doğru ve gerçekçidir.  Halk zor durumda bırakıldı, koruculuk güçlendirildi. Gençliğin katılımını azalttı. Birçoklarının ucuz biçimde, böyle zarara dayalı olarak sahte komutanlaşmasına yol açtı. Yoksa öyle bir komuta şeyi olmadı. Bu duruma nasıl gelindi, niye bunlar uygulandı? Doğru bir bilinç edinmeme, parti çizgisine katılmama, benimsememe, özümsememe ve düzenden, toplumdan aldığı anlayışları pratikleştirme yaklaşımından doğmuştur. Çeteci, feodal sınıfın halka saldırı tarzı oluyor. Orduya saldırmak zor tabii,  ama eylem yapma adı altında köy basmak, silahsız ya da yarı silahlı, zayıf konumda olan insanları vurmak kolay oluyor. Çoğunlukla vurup mallarına da ele konuyor. Bu bir anlayış, bir tarz olarak gelişiyor. Doğru komuta tarzının, çizgiye uygun komuta gücünün tasfiyesiyle buna ön açılıyor. Önderliğin, birçok arkadaşın şahadetine ilişkin değerlendirmeleri anlam taşıyor. Bunu yapanlar bunu toplumdan almışlar, düzenden almışlar egemen sınıftan almışlar. Kendiliğinde olan bir şey değil. Kör Cemal öncülük ediyor. Zaten partiye katılırken bir eşkıyaydı. İnsan vurmuştu, mahkûmdu. İdil-Midyat arasındaki dağlık alanda yaşayan, akşamları arabaların yolunu kesen, biletlerine, cüzdanlarına, saatlerine, altınlarına el koyup yaşayan çete içindeydi. Öyle katıldı. Lise ortalarına kadar okumuştu. Parti eğitmeye çalıştı, denetim altına aldı. Belli bir tecrübeden dolayı pratik iş yapabiliyordu. Ama tabi parti denetimi ortadan kalkınca, yetki eline geçince her şey kendisinin elin de olunca, İdil-Midyat yolunu nasıl kesmişse onu parti adına, PKK adına, gerilla komutanlığı adına pratikleştirmiştir. Yani bu gayet anlaşılır bir durum. Şemdin Sakık da öyle. Ailesi tanınıyor, ağalar. Diğer kardeşler anadan dolayı bu aileden dışlanıyorlar. Hem ağalık nedir onu görmüş, ona imreniyor, ulaşmak istiyor hem de elinden alınmış. Öyle bir çatışma ortamından o da dağdayken, parti gelişince, devlet güçleri peşindeyken partiye sığınan birisi. Öyle herhangi bir bilinci, iradesi yoktu. Yurt dışına çıktı kendini öyle rahatlattı. Parti disiplin altına almaya çalıştı. 3.Kongre’ye kadar Botan’la-Amed arası kuryelik yapıyordu. Fakat 3.Kongreden sonra boşluk oluyor, birden Zeki merkez komite üyesi oluyor.  Hep görmüş, özlem duymuş ağalığa, ama ulaşmamış, dışlanmış. Hep bilinçaltı olmuş. Birden bire emrinde savaşçılar olunca, parti itibarı görünce bildiği planı uyguladı. Ağa olmak için her türlü çabayı yürüttü. Nerdeyse örgütün baş ağası haline geliyordu. Önderliği de aşabilseydi PKK’yi bir KDP’ye dönüştürebilirdi. Böyle bir çizgide ilerlerdi. Metin de öyle bir kişiliğe yatkındı. Fırsatçı, feodal kültürü iyi alan, biraz aydınlanmış birisiydi. Okul okumuştu. Onu iyi tanıyoruz. Bazı arkadaşlar vardı, çok sert, kalıpçı, dogmatiktiler. Onların da bu tür eğilimlerin gelişmesinde payları var. Girişken, mücadeleciydiler ama çok kestirmeci, dogmatik, kalıpçıydılar. Çok sert tutumları vardı. Bunlar da biraz bu tür tutum ve anlayışlarla çeteci eğilimleri teşvik ediyor, canlandırıyor, fırsat sunuyorlar. Dörtlü çete eğilimi böyle gelişen bir eğilimdir. Komuta çizgisinde bir saptırmaydı. Öyle sert, uzun soluklu mücadelelere giren, gözü pek değil. Aslında bir kurnazlık, hırsızlık çizgisidir. Bunlar çok şey yapanlar değil. Fakat kurnazlığı, hırsızlığı biraz biliyorlar ve tecrübe edinmişler. İnsanlara çok şey yaptırıyorlar. Biraz da onun üzerinden kendilerini yaşatıyorlar. Böyle değerlendirmek lazım. Yoksa öyle düşman karşısına yiğitçe, çizgi ölçülerine göre çıkan, ona göre savaşan, fazladan da bunları yapan değiller. Düşmanla karşılaşmaktan kaçan, ama durumu da bu tür olaylarla maskeleyen, kendilerini çok eylemciymiş gibi göstererek yaşayan bir konumda oluyorlar. Bu bir yanı tabi bu dönem de gelişen. 1988’de çok yoğun saldırıların olduğu, planlı düzeyde gerillaya saldırının olduğu dönemde ortaya çıkan, daha belirginlik kazanan bir çizgi daha var. Arkadaşlar belki incelemişlerdir. O dönemin gerillası onu incelemeli. Ana birlik kavramı adı altında bir örgütlenmeye gidiliyor. O dönemde yüzlerce iyi savaşçı bir araya toplanıyorlar. Onu 1988 hatta 1989’a taşırıyorlar. Bu da Botan’la Ebubekir’in tarzı oluyor. Gittiği bütün yerlerde bütün imkânlara el koyuyor. Çok geniş güçler bir arada toplu, düşmana karşı gizlenemiyorlar. Her hangi bir eylem yok, ama ortadalar. Düşman sürekli saldırıyor, çatışma oluyor. Tabi savaşçıdır; gelmiş, katılmış, eğitilmiş ve düşmana vuruyor. Vuruluyor, yerine hemen yenileri konuluyor. Diğer yerlerden güç geliyor. Önderlik sahasından gelen güç konuluyor. Komutan da ortasında oturuyor. Savaşmış oluyor. Kendini yaşatıyor güvenliğini sağlatıyor. Bu da bir tarz yani eylemsizlik tarzıdır. Gerilladan tümüyle uzaklaşan bir tarzdır. Gerilla birimleri halinde örgütlense, onunla olsa eylem düzenlenmesi, savaşması gerekecek. Kendisi savaşa girecek, güvenliği tehlikeye girecek. Büyük savaş yapıyoruz adı altında tam bir saptırma temelinde, düşmanın bütün güçlerini birleştirip saldırdığı bir ortamda gerilla birlikleri, takımları halinde dağılıp, hareketli kılınıp düşmanın büyük gövdesini her taraftan darbeleyecekken, bizi toplayıp düşman karşısına koyma, çatışmaları da eylem yapıyoruz adı altın da sunma, kendi güvenliğini o temelde sağlatma tarzıdır. Bu da o dönemin çeteci tarzının türü oluyor. Bir yerden çeteciliğin gelişmesine sonuna kadar zemin sunuyor. Savaşa böyle zayıf, güçsüz yaklaşım aslında kendini gerilla pratiği içerisine çekememe, dolaysıyla hiç adı tecrübesi bile olamayan Hogır gibilere komutanlığın önünü açıyor. Diğeri kadar bu da bitiriyor. Yani yüzlerce savaşçı böyle şehit düşmüş, yaralanmıştır. O pratiği inceleyelim, bir saptırma var. ‘94 yılında Parti Merkez Okulu’nda ordu savaş derslerinde arkadaşlar bunu epeyce tartışıyorlardı. Belgeler de vardı. Bu en az diğeri kadar çizgiyi, komuta tarzını saptıran; komutanlık görevlerini üslenmeyen, savaşa aslında girmeyen, ama bütün parti güçlerinin hazırlanmış savaşçı gücünü de böyle düşman saldırıları önüne kendisi için siper gibi koyarak onları tüketen bir tarz oluyor. Bizde de böyle komuta tarzını saptırmaya varılması var. Aslında diğerinden hiç farkı yok. Madalyonun iki yüzü gibidir. Çizgiye uygun, doğru komuta tarzının çeşitli biçimlerde eritilmesi, tasfiye edilmesi ardında komutaya ağırlıklı olarak hâkim olan budur. Tümüyle bu saldırılar karşısında gücün zayıflamasına yol açıyor, içten darbeliyor. Birçok emeği tüketiyor, düşmana umut veriyor. Önderliğin bunlarla mücadelesi var.  Önderlik çete tarzını eleştiriyor. Asi-avare pratiğin zaten hiçbir planı yok. Ama hep böyle kozik savaş tarzı da denebilecek bir tarzla, var olan güçleri tüketme tarzı oluyor. Bunları gidermek için 1989’da geliştirilen mücadele var. Belli ölçüde aşınıyor, zayıflatılıyorlar. Önderlik sürekli akademik eğitimle bu durumları deşifre ediyor. Taktik, tarz konusunda gerillayı bu dönemde eğitiyor.

Tümden aşılamasa da eleştirilen, mahkûm edilen bir tarz olarak yavaş yavaş aşılma sürecine giriyor. Doğru gerillayı geliştirme biçiminde bir mücadele var. Bir yandan düşmanın planlı bir biçimde imha saldırısı, bir yandan onu tamamlayan, destekleyen saptırılmış çeteci komuta tarzları, diğer yandan bunlara karşı Önderlik tarafından yürütülen, bir dönemin savaşçı gücün uygulamaya çalıştığı gerillayı geliştirmek, bu saptırmalardan kurtulmak, imhayı önlemek için gerilla mücadelesi var. Bunun etkili olması, 1988 sonunda NATO planlanmasının, içten saptırıcı çabaların başarısız kalması, bunlara karşı mücadelenin geliştirilmesi gerillada bir büyüme yayılma ortaya çıkarmıştı. 1989-90’a giderken Önderlik “Botan da bir itibarımız var.” diyordu. Önemli düzeyde bir gerilla gücü dağılmış, yayılmıştı. Esas olarak gerillanın büyümesi Botan-Zağros sahasında olsa da Amed, Garzan, Dersim ve Erzurum’a doğru açılmayı da gündeme getiriyor. Oralarda da büyüme, güç yoğunluğu oluşuyor. Bu gelişmelerin siyasette yol açtığı sonuçlar var. Bunlar nelerdir?  Tabi serhıldanın gelişmesi oldu. Aslında bu temelde teorik olarak gerillanın tarz, taktik boyutunda gelişmesi, eğitmelerle sürekli büyütülmesi, ülkeye yayılması, düşmanın saldırılarının boşa çıkartılması, çeteci eylemlerin zayıflatılması gerillanın eylem gücünü, etkinliğini artırıyor.  Bu toplumu derinden etkiliyor. Gerillayı geliştirmeye paralel halk çalışmalarını geliştirme yönünde de çabalar var. Teorik-taktik boyutta birçok kadro eğitilerek bir yandan gerilla direnişi etkisi altında, diğer yandan halkın ulusal demokratik örgütlülüğüne dayalı Koma-Gel sistemini geliştirmeyi hedefleyen tarzda kitle çalışmalarının geliştirmesi, kitleler de biraz bilinç, kısmen bir örgütlülük ortaya çıkarıyor.  Bu da adım adım oluşan tepkilerin eyleme, örgütlülüğe dayalı olarak gelişmesine yol açtı. 1989’da Hakkari, Şırnak, Cizre taraflarında ilk nüveler halinde böyle bir hareketlilik var. 1990’da da Nusaybin’de şehit arkadaşların cenazelerine sahip çıkma temelinde patlayan bir halk tepkisi, halk serhıldanı ortaya çıkıyor. Bunlar kendiliğinden gelişmemiştir. İlkel milliyetçi, reformist çevreler bunu kendiliğinden bir halk kalkışması olarak tanımlamak istediler. Bu tanımlama gerçek dışıdır. Kürdistan’da kendiliğinden yaprak bile kıpırdamıyordu. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Yıllarca ve çok çetin bir biçimde süren gerillanın etkisiyle bu gelişmeler oluyor. Diğer yandan kitle çalışmasının etkisiyle bu oluyor. Önderlik değerlendirmelerinde vardır. Önderlik şehitlere sahip çıkılmasını, cenaze törenlerinin düzenlenmesini, bütün bu Koma-Gel sisteminin geliştirilmesi içerisinde yaygın değerlendiriyor.  Önderliğin o zamanki talimatlarında, çözümlemelerinde bu çok yaygın var. Biraz böyle bir bilinçle, ön açılmayla, yine tabiî ki tanınan arkadaşların şehit düşmesinin etkisiyle de ilk olarak Nusaybin’den bu durum kırıldı. ‘90 başından itibaren giderek gerillanın mücadelesinin geliştiği alanların etrafındaki kasabalarda, halkın demokratik serhıldanı, eylemliliği gelişip yayılma gösterdi. Buna ulusal diriliş devrimi diyoruz. 15 Ağustos’ta gerillanın düşmana karşı kurşun sıkması ve kendi köleliğini yıkması gibi halk da, serhıldana kalkmakla kendi üzerindeki köleliği yıktı, kırdı. Böylece giderek yaygınlaşan halkın ayağa kalkışı ortaya çıktı. Kuzey’de bu gelişme,  Avrupa’da halkın büyük bir kesiminin ulusal-demokratik bilinçle örgütlü hale getirilmesi, Küçük Güney’de katılımlar; halk etkisini, örgütlülüğünü geliştiren çalışmaların giderek artması, büyümesi;  KDP ve YNK’ye dayalı küçük grupçukların aşılarak halkın PKK etrafında bilinçlenme ve örgütlülüğünün açığa çıkması, tabii yeni bir durumu, başkaldırı durumunu ortaya çıkardı, geliştirdi. 3 Kongre kararlarının pratikleştirilmesi, hedeflerin gerçekleşmesi oluyor. Önemli bir durumdur. Halkın bütün alanlarda serhıldanı milyonları içine alıyor. ERNK’nin, cephenin milyonlar halinde gelişmesi anlamındadır. Yine ardına kadar gerillaya katılımın önü açılıyor. Metropollerden, üniversitelerden, köylerden, kasabalardan kadın erkek gerillaya çok yoğun bir katılım süreci gelişiyor. Birçok arkadaş böyle bir dönemde katılım göstermiştir. Grup grup, takım takım, bölük bölük katılımlar hem içte, hem bu güney sınırında, hem Doğu üzerinden bu dönemde gerçekleşti. Bu, gerillanın büyütülmesi, ARGK’nin bir gerilla ordusu haline getirilmesi için gerekli gücün ortaya çıkması, harekete geçmesi anlamına geliyor. Önderlik 50000 kişilik hedef koyuyordu. Aslında öncülük edilse, hedef konulsa, teşvik edilse örgütlense, iyi yürütülse 50 bin kişinin önünün açılması 90’ın serhıldanıyla birlikte ortaya çıkıyor. İstendiği kadar kadro da eğitilebilinir. Bunun içerisinde parti kadrosu, militanını eğitmek dolaysıyla parti öncülüğünü buna dayalı olarak güçlendirmek zor değil. Böyle bir gerilla-parti-siyasi hareket bütünlüğünün bu zor, karışık dönemde esas olarak gerillanın direncine dayalı olması söz konusudur. Bunları karşılamak için ‘90 Mayıs’ında Önderlik sahasında yapılan parti 2. Konferansı var. Yani o bir kongre hazırlığı oluyor. Önderlik orada siyasi süreci de, örgütsel durumu da, gerillaya dayatılan anlayışları da, yeni sürecin özelliklerini de, görevlerini de çözümlüyor. Önderlik sahasında kongre için gerekli kararların, materyallerin çıkarılması oluyor. Ve 4. Kongre’nin böyle bir konferans temelinde ülkede yapılması hedefleniyor.  1990 Aralığında her halde Haftanin’de gerçekleştiriliyor. Gerilla kongresi olarak parti tarihine geçmiştir. Gerillayı esas çözümleyen, onun taktiğini, çizgisini, öncülüğünü çözümleyen 3. Kongre olmuştu tabi. Aslında gerilla 3. Kongre değerlendirmeleri üzerinde gelişti. 4. Kongre gerilla ortamında gerillanın sorunlarını çözümleyen, tartışan, çözüm üreten; gerilla ordulaşması için gerekli kararları almak, planları yapmakla yükümlü olan, gündemi bundan oluşan bir kongre.

Tabi bu sürecin dışımızda gelişen, parti ve gerilla mücadelesini etkileyen önemli olayları da var. Bizden yana askeri gelişmeler böyle tanımlansa da, bizim dışımızda olan siyasi askeri gelişmeler de var. Bunun en önemlisi 1990 yılının Ağustos başında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiydi. Bu askeri hareketlilik tüm bölge için dolaysıyla Kürdistan için önemli bir siyasi askeri durum ortaya çıkardı. Sadece bunlar için değil, uluslar arası planda da önemli bir siyasi değeri oldu. Başta her halde AB yeşil ışık yakıyor Saddam’a. Saddam Hüseyin İran’a karşı savaşta bazı çevrelerden destek almış, bazılarıyla böyle gergin hale gelmişti. Biraz onun hesabını sormak, birazda zengin maliyeye el koymak hedefini güdüyor. Bir yerde Saddam’a göre zaten Kuveyt Irak’ın bir parçası, aslında bir oyunla ayrılmış. Arapları bir bütün olarak düşünüyor. Arap milliyetçi hareketinin liderlerinden biridir Saddam. Gençliğinden itibaren böyle bir milliyetçi hareket ve çalışma içinde olmuştur. Daha gençken AbdülKerim Kasım’a suikast düzenleyen grubun içinde yer alıyor. Uzun süre Mısır da kalıyor. Cemal Abdul Nasır döneminde Arap milliyetçi eğitimini alıyor, BAAS’ın kuruluşuna katılıyor. BAAS partisinde sivriliyor. 68. BAAS iktidarı ele geçirilince başkan yardımcısı oluyor. 79. Hasan El Bekir cumhurbaşkanlığından düşürülerek kendisi başkan oluyor. Böyle bir kişi, sonra Suriye’yle, Hafız Essad yönetimiyle çatışmaya, çelişkiye giriyor. İran’da İslami Devrim olup suni yönetimleri tehdit edince de bütün Arap suni yönetimlerini yani Amerika’nın işbirlikçisi sistemi korumak için İran’a savaş açtı. 8 yılık bir savaşın yürütücüsü de oluyor. Şimdi böyle bir çizgi sahibi Kuveyt’i işgal edince tabi başta AB’nin buna karşıtlığı gelişti. Amerika bunu biraz da bahane olarak bildi ve Ortadoğu’ya asker soktu. Buna dayalı olarak Suriye’yle anlaştı. Suriye birçok askeri güç sev ketti. Diğer bazı Arap ülkelerinde ittifak yaparak askeri güç aktardı Yani Doğu’ya, petrol sahalarına askeri güç sevk etme, askeri üsler kurma, bölgede bir askeri güç haline gelme adımını atıyor. Diğer yandan Sovyet-AB çatışmasında da önemli bir halka, çünkü Saddam Sovyet sistemiyle de ilişkili, onun dostu olan bir güç. Bir yandan Fransa ve Almanya ile de ilişkiler içinde olan, İran’a karşı savaşta da Amerika’dan destek alan bir güç. Böylece AB Sovyet yakınlaşmasının geriye gittiğini, Sovyetlerin var olup olmadığını deneyen bir adım da oluyor bu. Nitekim Körfez savaşı Sovyetlerin sonunu da getirdi. ABD karşısında varlık gösteremeyen, AB’nin kuyruğuna takılan Sovyet yönetimi çözüldü tabi.                                                                                                                                                                                                                                                                                    

Şener kaçkını kaçınca hem güneyde, hem kuzeyde, legal çalışma ortamında esas olarak Küçük Güneyde daha önceki süreçte çalışmalarla da etkilediği çevreler var. Partiyi böyle bölmeye yönelik gerillaya karşı bir kampanya geliştiriyor ve ciddi bir tehlike arz ediyor tabii. Bunun önemi nerede? Bir, parti yönetiminin sürecin gerisinde kalmasına, süreci yönlendirememesine yol açıyor. İki; Önderliği oyalıyor. Kuzeyde, Güney’de bu kadar gelişme olurken, hızla buna cevap olacak planlar görüşler oluşturmak, projeler yaratmak, çalışma yürütmek gerekirken, Önderlik Şener provokasyonuyla mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Tabi bu sadece bir kişiyle mücadele değil. Küçük güneyde, gerilla içerisinde etkilediği çevreler var. Esas olarak da zindandan çıkmış ve onun etkilemiş olduğu, legal siyasete de yerleştirilmiş onlarca kadro var. Önderlik bütün dikkatini bunlara karşı mücadeleye veriyor. Legal ortamdan, zindandan çıkmış o kadroları çekiyor, toparlıyor aylarca onlarla tartışma yürütüyor. Zindan konferansıyla ancak önemli bir bölümünü parti çizgisine çekmeyi başarıyor. Bir kısmı kendi bildiğini okuyor tabii. Çizgiden kopuş, çizgiye karşıtlık var. Bu yoğun bir ideolojik, örgütsel mücadeleyi gündeme getiriyor. Körfez savaşı ve sonrası gibi çok önemli bir siyasi süreçte, Önderliğin tümüyle böyle bir mücadele içine çekilmesine neden oluyor. Bu, gelişmelere yeterince müdahalesini zayıflatıyor. Öyle değerlendirmemiz doğrudur. Dolayısıyla gerilla, Güney’deki boşluğa hızla müdahale etme sürecine giremiyor. Saddam yönetimi çöküp Güney’den çekilince, Güney boşluğu oluşunca en çok müdahale etme imkânına sahip olan gerilladır; fakat edemiyor. Kuzeyde kalıyor. Etkisiz,  kararsız kalıyor. O zamana kadar partinin diğer parçalarda örgütlenmeye yönelik bir planı, programı, projesi de yok. Ama bir ortam olmuşmuş, boşluk oluşmuş onun doldurulması gerekiyor. Onun için yeni bir karara, perspektife ihtiyaç var.  Bu oluşmayınca gerilla aylarca uzak kalıyor. En hızlı doldurabileceği sahaya akmıyor, güneyden uzak duruyor. Yurt dışından, diğer alanlardan KDP-YNK güçleri gelip Güney’de örgütleniyorlar, örgüt oluyorlar. Ancak ondan sonra bizim gücümüzün bu alana ilgi duyması gündeme geliyor. PAK biçiminde daha sonra örgütlenen bir yaklaşım gelişiyor. Oysa o zamana kadar KDP-YNK eski örgütlülüğüne, ilişkilerine, yürüttüğü mücadelenin ortaya çıkardığı mirasa da dayanarak kendilerini örgütlüyorlar. Boşluğu onlar dolduruyorlar. Gerillanın güneye yayılımı gerçekleştirilemiyor. Neyle yetiniyor? Sınır üzerinde mevzilenmekle, daha çok ateşkesten sonra Kuzey sınırına yaklaştırılmış, onun biraz daha güneyine kaçmakla yetiniyor. Haftanin kapsamlı bir kamp haline geliyor. Zap üzerinde üstleniliyor. Xakurkê büyük bir kamp haline getirilebiliyor. Yani Güney’i, sınır boylarını yeni savaşçıların toplanıldığı, eğitildiği bir kamp alanı, üstlenme alanı olarak değerlendiriyor. Belli bir silahlanma avantajını kullanıyor. Öyle imkânlar da yaratılıyor. Bunları da kullanıyor. Gerillanın kuzeyde silahlanması, büyütülmesi açısından bu kamplar ve bu silahlanma belli bir rol oynuyor. Ama Güney’e yayılma, Güney’de boşluğu doldurma, etkili bir güç olma tabii sağlanamıyor. Bu noktada geride kalma var. 1991 yazına hareketimiz böyle giriyor. Kuzeyde halk serhıldan halinde, gençlik gerillaya akın ediyor, sınır boyu tümüyle gerilla üslenmesine açılmış, Irak’tan istediğin kadar silah elde edebilirsin. Hatta güney Kürdistan’a örgütlenme ve yayılmaya önemli ölçüde açık bir konumda giriliyor. Böyle bir ortamda Önderliğin geliştirdiği projeler,  Botan- Behdinan savaş hükümeti sloganı var. Ardından PAK örgütlenmesine dayalı olarak Güney’de güç olma, Kuzey’e yönelik DHP örgütlenmesine dayalı olarak aslında 1991’ın o elverişli ortamını bir hazırlık süreci olarak değerlendirip, 1992 başından itibaren halk serhildanını gerillayla birleştirerek silahlı halk ayaklanmasına dönüştürme taktiğini geliştiriyor. ‘92 başında “Ayaklanma taktiği üzerinden tezler ve görevlerimiz” başlıklı bir değerlendirmeyle bu gelişmeleri çözümlüyor. Kürdistan koşullarından nasıl bir ayaklanma yürütülebilir onları çözümlüyor. Ayaklanmanın özelliklerini tanımlıyor ve böylece bir silahlı halk ayaklanması planını ortaya çıkartıyor. Bunu işte Botan-Behdinan savaş hükümeti biçiminde Botan, Behdinan ve Zağros’ta yeni bir iktidar gelişimini hedefleme temelinde planlıyor. Düşüncede öyle bir plana ulaşıyor. Siyasi dayanakları olarak da, Güney Kürdistan için Partiya Azadiya Kürdistan örgütlülüğü, Türkiye için de Devrimci Halk Partisi örgütlülüğü (DHP) ile Güney’e ve Türkiye’ye yönelik siyasi, ideolojik açılımı; PKK tarzının, çizgisinin bu alanlarda örgütlendirilmesini gerçekleştirmek istiyor. Bir yandan Kürdistan’ın merkezinde Botan, Behdinan Zağros hattında bir devrimci iktidar hedefi, bunun Türkiye’ye ve Güney Kürdistan’a da uygun parti örgütlülükleriyle yayılmasını ön görüyor. Bu bir siyasi, örgütsel açılım, ama gerillanın Kürdistan’ın merkezindeki üslenmesine konumlanmasına ve buraları bir devrimci iktidar alanı haline getirmesine dayalı olarak öngörülen bir açılımdır. Bunun ne kadar uygulanıp uygulanmadığını ‘92 pratiğinde görüyoruz. Aslında Önderliğin değerlendirmeleri bir değerlendirme olarak kalıyor. Ne kadar Kürdistan’a taşırılıyor bu proje ne kadar gerillaya ulaştırılıyor? Pratikte bunun tartışması, planlaması yapılıyor mu? Ne kadar yapılıyor? Buna dair bir bilgi yok. Bilemiyoruz ne kadar oluyor. Fakat böyle bir pratiğin gelişmediği biliniyor. Yani savaş hükümeti bir slogan olarak kalıyor. Gerilla öyle bir iktidarlaşma sürecine girmiyor. PAK kendine göre bir örgüt oluyor. Daha çok büzüşüyor, Güney’in etkisine giriyor. DHP ayrı bir çizgiye gidiyor hemen. PKK çizgisini uygulayacağı yerde, Türkiye ortamından, solundan etkilenen ve PKK’ye başka bir çizgi dayatan bir hareket haline geliyor. Dolayısıyla o güçlü ‘92 hamlesi, stratejik hamlesi yapılamıyor. Aslında 1980’lerin başında I. Konferans ve II. Kongre’yle çizilen uzun süreli halk savaşı stratejisinin böyle stratejik hamle yapılması anlamında ulaştığı pratik, askeri ortam -92’de bunun koşulları oluşuyor- böyle bir hamle ile karşılanamıyor. Gerilla böyle bir stratejik hamleye ulaşamayınca, tabi Türkiye ordusu ‘92 Ekim’inde karşı stratejik hamle ile hamle yapamayan gerillayı ezmek istiyor. ‘92 Güney savaşı aslında, stratejik hamle ortamı kazanıp da bunu pratikte gerçekleştiremeyen gerillaya karşı, bu imkanı elinden almak üzere ordunun karşı stratejik hamlesi olarak değerlendirilmek durumunda. Yani gerillayı stratejik hamle koşullarından uzaklaştırma, o potansiyeli eritme, o imkanı elinden alma, stratejik hamle yapabilecek bir güç olmaktan çıkartmak üzere geliştirilen bir karşı stratejik hamle oluyor ve böyle bir rolü de pratikte oynuyor. Gerillayı kuşkusuz ezemiyor, ama stratejik hamle yapacak ve bununla siyasi bir sonuç üretecek, Kürt sorunun siyasi çözümünü dayatacak, gerçekleştirecek bir güç olmaktan da gerillayı çıkartıyor. Yani savaşla Kürt sorununu çözme gücü olmaktan çıkartıyor. Dolayısıyla strateji, gerilla biçimindeki gelişme en önemli, en güçlü sonuçları 1991-92’de ortaya çıkartıyor. Zirveye ulaşıyor. Bu, Ulusal diriliş devrimidir. Halkı serhıldana kaldırıyor. Toplum ulusal devrimini yapıyor. Örgütlülük gelişiyor. Büyük serhıldanlar ortaya çıkıyor. Bunu ayakta tutan bir gerilla gücü, buna öncülük eden bir parti yaratılıyor. Ama stratejik olarak savaşla, saldırıyla Kürt sorununun siyasi çözümünü ortaya çıkartamıyor. Kürtler açısından inkârcılık kırılıyor; ulusal ruh bilinç oluşturuluyor, örgütlülük yaratılıyor, ulusal diriliş devrimi oluyor, Kürtler kendine geliyor, kendi kimliğini sahipleniyorlar. Ulusal bilinç ve örgütlülüğe kavuşuyorlar. Kendileri açısından sorunu çözüyorlar, ama Kürdistan üzerinde egemen olan siyasi güçlerle, devletlerle gerekli siyasi çözümü o koşullarda yaratamıyorlar. Gerillanın gelişim düzeyi ve hareket tarzı, Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirmiyor. Egemen siyasi güçler açısından çözümün gerçekleşmesini sağlayamıyor. Ama Kürt toplumunun ruh, bilinç ve örgütlülük kazanması açısından önemli bir sonucu, büyük bir gelişmeyi ortaya çıkartıyor.

Özetlersek, Ulusal direniş savaşı diyebileceğimiz silahlı mücadele durumu, Kürdistan’da mevcut statükodan, Kürdistan’ı inkâr ve imha sürecine alan siyasi, askeri, ideolojik sistemden kaynaklanıyor. Kürdistan üzerinde savaş bir defa bu sistemin kendisi oluyor. Ulusal inkar ve imhaya karşı, ulusal kimliğe, kültüre sahip çıkmak, ulusal bilinç, örgütlülük ve yaşam içine girmek; her yönüyle içinde şiddet de olan yöntemlerle direnmeyi, var olan sistemi duyguda, ruhta, düşüncede, yaşamda, örgütte, siyasette aşacak, parçalayacak bir direnişi geliştirmek gerekiyor. Bu düzeyde bir tarihsel olgudur. Tarihsel temeli, ideolojik siyasal, ulusal, sosyal boyutları olan bir olgudur. Silahlı mücadelenin böyle bir temeli var. Buna dayalı olarak ortaya çıkıp gelişiyor. Buna hizmet etmesi, bütün bu öğelerle uyumluluk içinde olması gerekiyor. Kürdistan’da bu temelde ilk gelişmenin ideolojik bilinçlenme, düşüncede, ruhta, duyguda bu sistemi aşma biçiminde olduğu biliniyor. Buna ideolojik gruplaşma, ideolojik mücadele dönemi diyoruz. Böyle bir ideolojik gruplaşmanın, bilincin geliştiği Kürt aydın gençliği içerisinde yayılmaya, taraftar bulmaya başladığı andan itibaren, savaş tarzında olan sistemin bu gelişmeye şiddetle, silahla karşılık verdiği ve ezmek istediği yine bilinen bir olgu. Bunu en somut 18 Mayıs 1977 katliamı veriyor. Böylece duyguda, düşüncede, ruhta sistemi aşmak, Ulusal ruh, duygu ve kimlikle yaşamayı istemek bile şiddetle, imha edilmek istenen saldırılara karşı savunmayı gerektiriyor. Ulusal kurtuluş için, diriliş için, ulusal demokratik gelişme için şiddet kullanmak, silahlanmak, silaha başvurmak böyle bir gelişme içerisinde bir zorunluluk, bir varlık koruma ulusal bilinç, ruh edinebilme zorunluluğu olarak ortaya çıkıyor. Bu bilinci örgütlemek, siyasete dökmek ise tümüyle var olan sistemle, egemen güçle ve onun ajan-işbirlikçi yapılarıyla bir çatışmayı gerekli kılıyor. Böyle bir çatışmaya girmeksizin ve onda başarı kazanmaksızın Kürt ulusal ruhunu, bilincini, örgütlülüğünü geliştirmenin; bu temelde bir toplum, halk, insan yaşamı yaratmanın imkânı olmuyor. Bu temelde gelişen silah kullanımı, giderek gerilla savaşı olarak ifade ettiğimiz, tanımladığımız bir savaş düzeyine ulaşıyor. Bunun ilk taktik aşaması ajanlaşmış kişi, kurum, yapılara karşı silahla mücadele oluyor. 1978- 79- 80 yıllarında başvurulan mücadele taktiği, silah kullanma durumu budur. Bu durum yeni bir siyasi sürece yol açıyor. İnkar ve imha sistemi, sömürgeci yapılanma 12 Eylül askeri darbesiyle kendisini bir faşist askeri rejim durumuna getiriyor. Kürt toplumu üzerindeki şiddet uygulamasını, açık askeri şiddet kullanımı düzeyine çıkartıyor. Böyle bir savaş durumunu karşılayabilmek ve parçalayarak halkın ulusal bilinç ve örgütlülüğünü geliştirebilmek için, silahlı mücadele bir yöntem, tercih olma, başvurulmak istenen bir yol değil, son ve zorunlu bir yol, çare olarak partinin,  halkın önüne geliyor. Parti, 12 Eylül rejimi biçiminde ortaya çıkan karşı devrimci savaş durumuna karşı, bunu yıkabilmek, aşabilmek, halkın özgür, demokratik ilerleyişini, ulusal-kültürel çerçevede yürütebilmek için tabi mevcut somut durumların değerlendirilmesinden çıkan bir stratajik-taktik yapılanma yaratıyor. Kürdistan’da “Zorun Rolü” kitabıyla 1981’de PKK, genelde inkâr ve imha sistemine, özel olarak 12 Eylül faşist askeri rejimine karşı, onu yenilgiye uğratacak, Kürt halkını özgür, demokratik kılacak, mücadelenin strateji ve taktiklerini teorik formülasyona kavuşturuyor. Bu teorik formülasyona göre, Kürdistan’da Kürt halkının özgürlük ve demokrasi için uygulayacağı, başvuracağı silahlı mücadelenin bir ideolojik öncülüğe bağlı olması şart. Bu parti öncülüğüdür. Halka dayanması şart,  bu da cephe hareketidir. Gelişme aşamaları olarak da stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı diye tanımlanan, her birinin farklı koşullara dayalı olarak gerçekleştirmesini ön gören bir stratejik süreci içeriyor. Bunların hangi koşullara bağlı olduğu teorik olarak tahlil ediliyor, çözümleniyor. Daha önceki taktik süreci, içinde bulunduğu durumu, silahlı propaganda olarak tanımlıyor ve savunma döneminin bir pratikleşmesi olarak ifade ediyor. Savunma döneminde esas olarak örgütlenmede, eylemde, yaşamda gerilla tarzını temel savaş, mücadele, örgütlenme tarzı olarak tanımlıyor. Ona göre esas içinde olunan mücadele sürecini de ihtiva etmesi itibariyle de gerillayı çözümlüyor, analiz ediyor. Kürdistan’da gerillanın dayanaklarını, koşullarını, öncülüğünü, ilkelerini tanımlıyor. Ve gelişmelere göre, daha sonraki süreçlere, dönemlere dair çok genel formülasyonlar da bulunuyor. Tabii gerillanın uygulanmasını, örgütlenip yürütülmesini savunma döneminin mücadelesinin parti öncülüğünde halka dayalı olarak Kürdistan’da yürütülecek bir mücadele olarak ön görüyor. Esas olarak da Kürt halkını ulusal demokratik bilince kavuşturma, ruh, duygu dünyasındaki yabancı etkenleri, inkârcılığı yıkarak ulusal duygu ve ruhla donatma, ulusal bilinci yaratıp geliştirme bu temelde halkı, toplumu eğiterek Kürt ulusal örgütlülüğünü ortaya çıkarmayı öngörüyor. Bir yandan Kürt halkına dayatılan asimilasyonu, yabancılaştırmayı bu temeldeki örgütlülüğü parçalarken, diğer yandan inkârcı sistemin örgütsüzleştirme, toplumu dağıtma yaklaşımlarına, çabalarına karşı çıkarak bunların tümünü aşıp Ulusal demokratik çizgide Kürt halkının örgütlülüğünü, geliştirmeyi ifade ediyor. Birey ve toplum olarak yaratacağı değişimi ön görüyor. Bir diğeri de Kürt sorununun Türkler tarafından Türk toplumu açısından çözümünün gerçekleştirilmesini, yaratılmasını içeriyor. Çünkü kendisini de inkâr eder duruma gelmiş. Örgütsüzdür, direnç noktaları parçalanmış. Ulusal demokratik yaşamdan ve örgütlülükten kopartılmış. Bir defa bir çözüm olabilmesi için Kürt bireyinin ve toplumunun Ulusal demokratik bilinç, ruh, duygu temelinde yeniden yaratılması ve örgütlü kılınması gerekmektedir. Öyle bir örgütlülük, gelişme olmadan Kürt sorununun çözümü mümkün değildir. Sorunu çözecek temel,  birinci kuvvet budur. Sorunu çözebilmek için siyasal çözüm ürettik dendiğinde halkın, toplumun kendi kendini yaşatacak bir bilince ve örgütlülüğe sahip olması gerekiyor. Öyle olmazsa zaten herhangi bir çözümün gelişmesi söz konusu olamaz. Esas yönü Kürt bireyi ve toplumunda böyle bir değişim, gelişme, yeniden doğuş yaratmak iken, tabi buna dayalı olarak da Kürt sorununun siyasal çözümünü gerçekleştirebilmek, Kürdistan üzerindeki inkâr ve imha amaçlı siyasi statükoyu parçalayıp Kürt halkının özgür gelişiminin önünü açabilmek için Kürdistan’da gelişen bu mücadelenin diğer alanlarla da tamamlanması gerekiyor. Burada birinci olarak Türkiye’de bir demokratik devrimin gerçekleşmesidir. Diğer Kürdistan parçaları açısından da benzer stratejik yaklaşım geçerlidir. Bu çerçevede 12 Eylül rejimine karşı Kürdistan’dan Kürt halkının örgütlülüğünü ve eylemini ifade eden ulusal demokratik gelişmenin, Türkiye’den de faşist askeri rejimi yıkacak bir demokratik devrim gelişimiyle birleşmesi, tamamlanması gerekiyor. Bunların birbirine bağı -siyasal sonuç yaratabilmek için- stratejik düzeydedir. Biri olmazsa diğerinin siyasal çözüm üretmesi mümkün görünmüyor. Kürdistan’da gerilla temelinde gelişecek Ulusal Demokratik direnişin ortaya çıkaracağı birikime dayalı olarak stratejik denge denilebilecek bir aşamada, var olan faşist askeri rejimin parçalanması, Türkiye’de demokratik bir sistemin gelişmesi ve bu sistem içinde Kürt sorununun çözümünün gerçekleşmesi en doğal, normal somut koşullara uygun bir gelişme yolu olarak ön görülüyor. Birleşik bir demokratik devrimci gelişmenin dış koşulları da değerlendiriliyor. İçinde bulunulan ortam, Sovyet-ABD bloklaşmasının ve çatışmasının dünya çapında sürdüğü ve her şeyi belirlediği bir ortamdır. Faşist askeri diktatörlüklerin yıkılması, sömürge egemenliklerinin parçalanması bu temelde uluslara özgürlük sağlayan siyasal gelişmelerin yaratılması, Sovyet sistemiyle bir ilişki ittifak temelinde gerçekleşiyor. Faşist askeri diktatörlükleri getiren, sömürgeci egemenlikleri var eden kapitalist devletçi emperyalist sistemdir. Sömürgeciliğin ve diktatörlüklerin yıkılması ancak böyle bir sistem karşısında Ekim devrimiyle oluşan karşıt bir siyasi sistemin varlığı ve ondan alınan güçle gerçekleşti. Bu giderek Sovyet bloğu, doğu bloğu da denen bir blok haline geliyor. Dolayısıyla Türkiye’de de 12 Eylül rejimiyle ortaya çıkan faşist askeri diktatörlüğü yıkmak, aşmak, onun Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliğini parçalamak, bunları sağlayacak demokratik devrimi başarıya götürmek, rejimin dayandığı ABD sistemine, NATO sistemine karşı var olan Sovyet sisteminden güç almakla,  ona dayanmakla olabileceğini var sayıyor. Böylece uluslar arası planda da stratejik müttefik olarak Sovyet Bloğunu dünya sosyalist ve demokrasi hareketi esas alıyor. 15 Ağustos atılımı böyle bir strateji temelinde, böyle bir stratejik yola bağlı olarak onun uygulanması amacıyla gerçekleşen bir atılımdır. Böyle bir stratejik formülasyona, çözümlemeye dayanmaktadır. Bu stratejiyi hayata geçirmeyi esas almaktadır. 15 Ağustos 1984’ten, ‘91 yılına kadar sadece Kürdistan’da gerilla biçiminde, her türlü imhacı saldırıya karşı bir direnişin sürdürüldüğünü biliyoruz. Bu dönem stratejik bakımdan tanımlanmak istendiğinde, stratejik savunma dönemi olarak teorik biçimde formüle edilen döneme denk düşüyor. Onun pratikleştiği, uygulandığı dönem oluyor. Gelişme adımlarını çeşitli biçimlerde ifade ettik. Doğrularla-yanlışları, geliştirenlerle-geliştirmeyenleri, bu stratejiye uygun olanla ters düşenleri birçok yönüyle açıklamaya ifadelendirmeye çalıştık. Hangi taktik ve tarzın bu stratejiye uygun düştüğünü,  hangilerinin uygun düşmediğini dolayısıyla zarar verdiğini, saptırdığını bu sürecin ayrıntılı incelenmesinde göstermeye çalıştık.

1991-92’ye gelindiğinde ise, artık böyle bir stratejik formülasyona göre, stratejik adımlar atmanın koşulları gereği Kürdistan’da ortaya çıkmış oluyor. Gerillanın gelişim düzeyi, büyümesi üstlenmesi, mevzilenmesi, saldırıları kıracak, kendini kuzeyde ikili iktidar biçiminde yaşatacak bir düzeye kavuşması, yine Güney Kürdistan’da siyasi iktidarın parçalanarak bir boşluğun oluşması Kürdistan ölçeğinde önemli bir stratejik gelişmeyi ifade ediyor. Gelişen halk serhıldanı birey ve toplum olarak Kürtlerin inkârı, asimilasyonu yendiği; ruh, bilinç, duygu anlamında ulusal demokratik gelişmeyi devrimci hızla yaşadığı bir dönemi de ifade ediyor. Böylece gerilla ile yaratılmak istenen, ulusal diriliş devrimi olarak ifadelendirdiğimiz devrimci gelişme gerçekleşiyor. Burada Kürdistan’daki bu gelişmeye dayalı olarak bir stratejik dönemeç oluşuyor. Sadece Kürdistan’daki gelişmelerle bunu tamamlayabilir miyiz? Hayır. Benzer biçimde dünyadaki durum da köklü değişim sürecine giriyor. Sovyet bloğu parçalanıyor, çözülüyor. PKK’nin oluşturduğu stratejinin dayandığı dünya siyasi yapılanması ortadan kalkıyor. O da böyle bir değişim sürecindedir. Aşılmak üzeredir. Bu iki bloklu dünya durumudur ve etkiliyor. Körfez savaşı denen, Irak’ın Kuveyt’e girmesiyle ortaya çıkan bir savaş durumu var. Bölgeyi istikrarsızlığa, çatışmalı duruma itiyor. Bölgede var olan siyasi statükoyu zorluyor, parçalanmakla tehdit ediyor. Bu durum bölge siyasi statükosu üzerinde değiştirici etkide bulunduğu gibi, uluslar arası siyasi dengeleri de etkiliyor, zorluyor. Dolayısıyla iki bloklu dünyayı netliğe yöneltiyor. Sovyet bloğunun durumunun netleşmesini zorluyor. Tabii aynı oranda Kürdistan üzerinde de çok ciddi bir etkide bulunuyor. Bir yandan Saddam rejimini daraltarak Kürdistan üzerindeki egemen sistemlerin bir bütünlüğünü parçalıyor. Dolayısıyla Kürdistan’ı bir ittifak halinde, bir sistem dahilinde egemenlik halinde tutmanın bir ayağı darbe yiyor. Parçalanan Kürdistan’ı egemenlik altında tutan devletlerin, bu egemenliği ittifak halinde sürdürmelerinin imkânı kalmıyor veya böyle bir durum bir alanda (Irak alanında) parçalanıyor. Diğer yandan Güney Kürdistan üzerinde bu egemenlik tümden kalkarak ulusal demokratik gelişmenin sağlanması açısından bir boşluk oluşturuyor. Bütün bunlar yeni bir stratejik gelişmeye, değerlendirmeye ihtiyaç duyuyor tabii. Yani yeni koşulların ortaya çıkmasını ifade ediyor. Buna göre bir adım atılması gereğini, yürütülen mücadeleyle ortaya çıkan sonuçlarda stratejik amaçlara nasıl ulaşılabileceğini, ulaşılıp ulaşılamayacağını gündeme getiriyor. Önderliğin ‘92 başında “Ayaklanma Taktiği Üzerine Tezler ve Görevlerimiz.” başlığı altında geliştirdiği planlama ve bunu Kürdistan’ın merkezinde yani Botan, Behdinan, Zağros hattında savaş içinde yeni bir iktidarın doğuşuna götürme hedefi, planlaması bu temelde ortaya çıkıyor. Bir yerde bu, bir stratejik hamle yapmayı, Kürdistan’da gerilla biçiminde yürütülen savaşla ortaya çıkan birikimi iktidara taşımayı, Kürt sorununun siyasal çözümünü gerçekleştirebileceği kadar pratikte gerçekleştirmeye yöneltme çabasını ifade ediyor. Böyle bir durumda pratik gelişmeleri değerlendirebiliriz. Yani şöyle bir konum var: 1980’lerin başında 12 Eylül askeri faşist rejimine karşı çizilen silahlı mücadele stratejisinin sonuç alabilecek kadar ileri gitme dönemi, stratejik bakımdan gelişme, stratejik savunmayı aşarak siyasi amaçlarını gerçekleştirme ortamı en ileri düzeyde 1991- 1992 yıllarında ortaya çıkıyor. Koşulları olabileceği kadar olgunlaşıyor. Dünya, bölge ve Kürdistan koşullarında olgunlaşabileceği kadar olgunlaşıyor. Şöyle de ifade edebiliriz; uzun süreli halk savaşı stratejisi temelinde savaşla Kürt sorununu çözüme götürme stratejisine bağlı olarak ulaşılabilecek en ileri stratejik düzeye 1991- 1992 yıllarında varılıyor.

Buradan siyasi sonuçlar almak için imkânlar, dezavantajlar neler? Sonuç alma yönünde pratik çabalar neler oluyor? Onu değerlendirebiliriz. Stratejik başarının sonucu sadece Kürdistan’daki gelişmelere bağlı değildir. Kürdistan ve Türkiye’nin birleşik bir demokratik devrimci adımına bağlı olduğunu çok somut ve net vurguluyor. PKK stratejisinin, gelişen savaşın dayandığı stratejinin başarıya gidebilmesi için sadece kendisindeki gelişmeyi değil, Türkiye’deki devrimci demokratik gelişmeyi -ister savaş biçiminde, ister halk ayaklanması biçiminde olsun- başarı için ön görüyor. Yani faşist askeri rejimin yıkılması, Türkiye’nin demokratik bir sisteme kavuşması, demokratik devrimi yaşaması zorunluluğunu ön görüyor. Ancak böyle olursa Kürt sorununun çözümü için özgür bir siyasi ortam yaratılır diyor. Bunun faşizme karşı birleşik direniş cephesi içerisindeki formülasyonu böyledir. Faşist askeri rejimi yıkmak, Kürt sorununun özgür çözülmesi koşullarını yaratmak diye birleşik direniş cephesi, siyasal amaç belirlemiştir. 1991- 1992 ortamında yaşanan gelişmeler çerçevesinde bir kere böyle bir stratejik bütünlük yok. Savaşın siyasal sonuç vermesi için gerekli olan stratejik parça, yani Türkiye’de devleti yıkacak, demokratik devlete yol açacak bir ayaklanma ya da savaş durumu gelişmiyor. Tersine sol demokratik hareketler de tasfiye oluyorlar. En zayıf konumu yaşıyorlar. Türkiye ortamı demokratik devrimi başaran bir ortam değil, tersine demokratik güçlerin tasfiye olduğu, inkâr ve imha sistemini başarıya götürmek için yürütülen kirli savaşın milli cephe biçiminde desteklendiği bir dönemi yaşıyor. Bu bakımdan bir kere savaşın dayandığı temel bir stratejik ayak yoktur. Gelişme sağlanmıyor. İkincisi dünya ölçüsündeki gelişmelerdir. Bloklar arasındaki çatışmada aşılan, çözülen Sovyet bloğu oluyor. 1992’ye gelindiğinde bu daha da somutlaşıyor. Kürdistan’da yürütülen silahlı mücadelenin uluslar arası alanda stratejik dayanağı Sovyet bloğu olarak tanımlanıyor. Veya sosyalist bir demokrasi hareketi olarak genel planda tanımlanıyor. Böylece Sovyet bloğunun çözülmesiyle, uluslar arası planda silahlı mücadelenin dayanmak istediği, dayanak olarak ön gördüğü, -dayanıp dayanamadığı pratikte ayrı bir mesele-, başarı için ön gördüğü stratejik ayağın, stratejik dayanağın da çözülüp ortadan kalkmasını ifade ediyor. Bu biçimde, uluslar arası alanda da stratejik destek olarak ön görülen yapı ortadan kalkıyor. O da olumsuz bir durumdur. Geriye Kürdistan’daki gelişmeler kalıyor. Kürdistan’daki duruma, gelişmelere dayalı olarak yapılabileceklerin azamisini yapmak, alınabilecek sonucun azamisini almak gündeme geliyor. 1992 başında Önderlik bir planlamayla en azami sonucu Kürdistan’dan almayı teorik olarak ortaya koyuyor. Türkiye ayağının zayıflığını bir nebze de olsun aşabilmek için, PKK tarzının Türkiye’ye taşırılmasını da içeren sol demokratik hareketi geliştirmeyi hedefleyen bir örgütsel açılım yapmak istiyor. Bununla o eksikliği en azından bir nebze gidermeyi ön görüyor. Diğer yandan, yeni bir açılım olarak PKK stratejisinde var olmayan, ama Kürdistan’daki mücadeleyle ortaya çıkan koşulların yarattığı durumdan yararlanmak, ona uygun davranmak amacıyla Güney Kürdistan ve Kürdistan’ın diğer parçalarına yönelik örgütsel açılımı öngörüyor. Stratejide her parçanın kendi koşullarına göre mücadele etmesi varken, ‘91 yılında körfez savaşı ve Kuzey’deki gerilla savaşıyla ortaya çıkan durum; Kuzey-Güney sınırının ortadan kalkmasını, Kuzeyle-Güneyin bir yerde birleşir hale gelmesini ortaya çıkarıyor. Böyle bir gelişmeye dayanarak Güneyde Behdinan’ı, Botan ve Zağros’la birlikte ele alacak şekilde birleşik bir askeri hareketi, Güney’in potansiyelini ulusal demokratik mücadeleye katmak üzere de güney Kürdistan’da siyasi örgütlenmeyi öngörüyor. DHP biçiminde Türkiye sol demokratik ortamını, PAK biçiminde Güney Kürdistan potansiyelini örgütleyerek, Botan, Behdinan ve Zağros’ta gerillanın büyütülmesini ve gerillaya dayalı bir ulusal demokratik iktidarlaşmaya adım atılmasını hedefliyor. Güneyde, Kuzey’de halkın serhildanını, hem gerillanın ordulaşma yönünde büyütülmesi hem de buna dayalı bir iktidarlaşma sağlanmasını, yaratılmasını hedefliyor. Bu o koşulların azami düzeyde değerlendirilmesini, siyasi gelişmeyle karşılanmasını ifade ediyor. Böyle bir siyasi iktidarlaşmayla Kürt sorununun siyasi çözümünde yeni bir siyasi durumu, yeni bir siyaset dengesini yaratmayı hedefliyor. Ne kadar ilerler, nereye gider ondan sonrası ortaya çıkacak somut durumların değerlendirilmesine bağlı. Önderliğin bu yaklaşımları tabi teorik bir çerçevede kalıyor. Örgüte ve pratiğe dönüşmüyor. Dönüşebilseydi nereye giderdi, ne tür gelişmeler ortaya çıkardı, somut durumlar ne olurdu? Şimdi bir şey diyemiyoruz. Önderlik bunu pratikleştirmemeyi bir özeleştiri nedeni yaptı. Son savunmada Kürdistan’a dönerek bu planı, yaklaşımı hayata geçirmenin daha doğru olacağını, gelişme yaratabileceğini buna pratikte yönelmemenin bir eksiklik olduğunu ifade etti.  1982-1983 yılları açısından da benzer bir yaklaşım gösterdi. Bence 1982-‘83-‘84 daha zayıf bir durumdu. Aslında aranmayan, istenmeyen tartışılmayan bir durumda değildi, ama riskleri ve tehlikeleri daha fazla olan, dolayısıyla adımları atılamayan bir durumdu. Bence çok gerçekçi değildi. Yani yapılan daha doğrusu olmuştur. Çünkü ortada öyle ne gerilla, ne partinin halkta kökleşmesi vardı. Bir destek yoktu. Öyle olmadan çok kaygan, her türlü komploya açık bir ortamda nelerle karşılaşılabileceği bilinmezdi. Nitekim mücadele içinde ne tür olayların yaşandığını anlamaya çalışıyor, değerlendiriyor, tartışıyoruz. Fakat 1990’ların başı açısından 1991-‘92 yılları açısından Önderliğin bu yaklaşımları değerlendirilebilir.

Çözümleme,  pratikleşeme düzeyini, doğrudan Kürdistan’a gerillayı aktarma imkânı çıkardı. İkincisi ise; doğrudan pratikte yürütme gücünü ortaya çıkardı.  Kuşkusuz daha önceki süreçlerde gerillanın başlatılması, geliştirilmesi önünde ortaya çıkan, gerillaya dayatılan, gerilla adımlarını zorlayan, gerillayı içten zayıflatan birçok komutan etkeni ortadan kalkardı. Ya da en az sınıra inerdi. Yönetim tarzının düzeltilmesi temelinde pratikte güçlü bir atılım oluşurdu kuşkusuz. Tabi o da olmuyor.  Önderlik bizzat pratiğin içine girmediği gibi teorik çözümlemeler de gerillayı çok kapsamıyor. Yani çoğunlukla o dönemlerde mücadele etmiş, yönetim olmuş arkadaşların, bu değerlendirmelerden haberleri bile yok, çok sonradan haberleri olmuş. Bırakalım doğru uygulanıp uygulanmamasını, bilgi anlamında düşünceler bile taşırılmamıştır. Dolayısıyla o yönlü hiçbir planlanma yapılamıyor. Önderlik değerlendirmeleri ayrı, farklı yönde, pratikte uygulananlar ise daha ayrı, farklı yönde oluyor. Pratiği yürütenlerin süreci anladığı kadar yine anladığı yöntemlerle yürüyor. Bu bakımdan kopukluk fazlasıyla vardı. Her dönemde Önderlikle pratik arasında kopukluk oldu. Zaman zaman bu kopukluk durumu ileri düzeye ulaştı, zaman zaman da azaldı. Bu dönem kopukluğun daha çok artığı dönemlerden birisidir. 1991-1992’de başvurulan bazı eylemler böyle bir planlanmaya dayalı değildir. Onun pratikleşmesi olarak ortaya çıkmıyorlar. Bunu tespit etmek önemlidir. Yani işte Botan-Behdinan savaş hükümetini oluşturma, iktidarlaşmaya gitme, bunun için silahlı halk ayaklanmasını örgütleme temelinde gerillayı geliştirme anlamında değil. Böyle bir iktidarlaşma adımını atarken gerillaya oynaması gereken rolü oynatmak, yürütmesi gereken savaşı yürütmek anlamında olmuyor. Ortaya çıkan, imkanların kendine göre, bir hedefe bağlı olmadan değerlendirilmesini ifade ediyor. Boşlukların değerlendirilmesini ifade ediyor. Mantıkta daha çok şu var:  Öncünün, “niye eylemsiz kaldınız?” diye eleştirilmemesi amacıyla yapılıyor birçok şey. O zaman “ben de yapayım, eylem yaptım işte, savaşıyorum, dolaysıyla eleştiri yapılamaz.” mantığıyla oluyor bu. Diğer yerlerde de bu mantığın çok aşıldığı söylenemez. Mesela Xakurkê’deki mantıkta çok fazlasıyla var bu mantık. Savaşın böyle bir çizgiye, taktiğe bağlı olmadığı açıktır. Siyasi askeri hedefe bağlı değil, sadece eleştirilmemek için yapılıyor. Sadece savaşıyor görünmek için yapılıyor. Bazı karakol baskınları sonuç getiriyor. Bu biraz da baş dönmesine neden oluyor, eylem oldu deniyor. Akıllarını başlarına getiriyor, bu seferde felaket geliyor. Rubarok eylemi de öyle oluyor.  Türkiye Genel Kurmayı Doğan Güreş birçok yerde bunları stratejik taarruz olarak tanımladı. Bu ne anlama geliyor? Aslında gerillanın o dönemde stratejik bir hamle yapabileceği, büyük bir hamle yapabileceği anlamına geliyor. Kuzey ve Güney Kürdistan’da ortaya çıkan birleşik durumun gerillaya stratejik anlamda hamle yapma imkânı vermesi, onun koşullarını olgunlaştırması anlamına geliyor. Onun potansiyeli ortaya çıkmış oluyor. Fakat yapılanlar bir stratejik taarruz değildir. Stratejik hamle falan da değildir. Her şeyden önce böyle bir iktidarı yaratma planlamasında değil. Türkiye Genel Kurmayı bunu stratejik taarruz olarak algılıyor. Daha çok da Önderlilik değerlendirmelerini ve ortada oluşan pratik ortamı ele aldığımızda, bir stratejik taarruz oluşturma bakımından değerlendiriyor. Ve böyle bir stratejik taarruzu engellemek için karşı hareket geliştiriyor. İşte 1992’deki Güney savaşın da böyle bir karşı stratejik savaşı geliştiriyor. Türkiye Genel Kurmayı böyle tanımlıyor, askeri durumu da, siyasi durumu da böyle planlıyor. Milli cephe oluşturuyor. Dışta da daha fazla NATO’yu arkasına alıyor. ABD, Avrupa hepsi destek vermiştir. İçte de işbirlikçi milliyetçi güçleri ihanet çizgisinde kendisine öncü yapıyor. Bu da Güney Kürdistan pazarlığıdır. Güney Kürdistan’da oluşan boşluğu biz PAK biçiminde örgütlenme ile yine gerillayı yayarak dolduramayınca, çekiç güç koruması altında ABD-Türkiye ittifak yaparak KDP-YNK’yi yerleştirme temelinde dolduruyorlar. Geçmişten kalan örgütlülükleri var. Bu alanın yerlisidirler. Mücadele yürütmüşler ve bir mirasları, dayanakları var. Ortaya çıkan siyasi ortam dış destekle birleşince hızla kendilerini örgütlüyorlar. İşte federal devlet denen bir yönetim oluşumuna kadar gidiyor. Amerika-Türkiye pazarlığı, ittifakı; KDP ve YNK’nin birleştirilmesi, PKK ye karşı stratejik savaş karşıtlığı, Güney’de KDP ve YNK’nin bir federal devletçik kurmasına izin verilmesi, imkân, fırsat verilmesi böyle bir devletçiliğin kurdurulması olarak ortaya çıkıyor. Hem de böyle bir ittifak temelinde bu stratejik karşı saldırıya katılıyorlar. İşte Güney savaşını böyle tanımlamak önemlidir. Bence böyle algılamak daha isabetlidir. Askerliği bir bilim olarak ele alacaksak, bilimsel yaklaşım, değerlendirme de böyle olabilir. Bu daha bilimsel, bilimsel olmaya daha yakın, gerçeğe daha yakın bir değerlendirme durumu. Bu Güney savaşının sonucu ne oldu? Gerilla ezilmedi, yani yok edilmedi. Diğer yandan PKK’nin, PKK gerillasının böyle açık bir biçimde uluslar arası ittifakla hedeflenmesi PKK’nin siyasi itibarını çok yükseltti. Açık NATO desteği, arkasın da ABD, Avrupa desteği, önünde KDP-YNK kılavuzluğu var. Türkiye devleti ordusuyla bütün savaş araçlarını kullanarak, bütün siyasi partilerini seferber ederek tümüyle PKK’yi açık hedef haline getiriyor. Bu tabi saldırılan siyasi gücün önemini artırıyor, güçlendiriyor. 1992 Güney savaşında Kürdistan Özgürlük Hareketi PKK’nin siyasi büyüme, önem kazanması tabi sonuçtur. Gerilla ezilmemiştir, fakat o saldırı gerillanın stratejik hamle yapma düzeyini ortadan kaldırdı, bu potansiyelini yok etti. Bu anlamda da Kürdistan’da “Zorun Rolü” kitabında teorik formülasyonu yapılan silahlı mücadele stratejisini olduğu gibi ortadan kaldırmış oluyor. Silahlı mücadele stratejisiyle o, mücadele döneminde PKK’nin gerillasıyla ulusal, siyasal anlamda en ileri düzeyine ulaşmasını ortaya koyuyor. Hiçbir gelişme olmadı anlamında değil. PKK bir siyasi parti haline geliyor, halk içinde öncülüğü kesinleşiyor, büyük bir gerilla gücü ortaya çıkıyor. 6-7 yılık savaş tecrübesiyle oluşan bir gerilla, halkta ki gelişme ortaya çıkıyor. ERNK Güney’de, yurt dışında, Küçük Güney’de, Kuzey’de halkın hemen tümünü içine alan bir cephe hareketi haline geliyor. Burada şu gerçeklik var; Kürtler açısından, Kürt toplumu açısından devrim başarılıyor, sorun büyük ölçüde çözülüyor. O inkâr, teslimiyet, örgütsüzlük kırılıp aşılıyor. Onun yerine ulusal ruh, bilinç, ulusal örgütlülük ve büyük bir direnişçilik ortaya çıkıyor. Çözülmeyen nedir? Güney’deki durumdur. Kürtler açısından sorunun çözülemeyen yanı Güney Kürdistan’daki durum oluyor. Çünkü mevcut gelişme olduğu gibi Güney’e yansımıyor, kendi içine katmıyor. Kürdistan üzerinde mücadele yürüten, inkar ve imha sistemini yürütmek isteyen güçlerin, Kürtlerin içinde taktik yapmaları için Kürt halkının potansiyelini, örgütlenen gücünü, çeşitli taktikleri, üzerinde tavizler vererek birbirine karşı kullanmasına fırsat veriyor. Bu Kürtler açısından zayıf yandır. Bir ulusal stratejide, tüm parçaların birliği yaratılmıyor. Örneğin farklı stratejik duruşlar, farklı hedefler var. Dolayısıyla da iç bölünme, birbirine karşı kullanmaya fırsat veren yapı kalıyor. Çok parçalılık ortadan kalkıyor.  Kürdistan iki parça haline geliyor.  Bir KDP-YNK parçası, bir de PKK parçası. Bu durum hala devam ediyor. Bu bir çelişki, çatışma durumudur. Bir birine karşı üstünlük sağlama ya da ittifak yapma sağlanamamıştır. Böyle birbirine karşıt iki parçalı duruş da, karşıdaki güçlerin, bölge ve uluslar arası siyasal güçlerin tabi taktik yapmada, Kürtleri birine karşı çıkartmada, Kürt sorununun çözümünü ertelemede, çözüm üzerinde değil sorunun varlığı üzerinde siyaset oluşturup çıkar sağlamada kalmalarına yol açıyor. Yani böyle bir anlayışta ve çizgide kalmalarına yol açıyor. Yoksa böyle olmasaydı şimdi çözümsüzlük çizgisinde kimse kalamazdı. Herkes çözüm politikasını kabul etmek zorunda kalırdı. Çünkü başka türlü çıkar sağlaması mümkün değil. Kürtleri birbirine karşı çıkartarak, birini diğerine karşı destekleyerek politika yapma şansları olamazdı. Daha sonra ki dönemde de bu olmuştur. Bir Ulusal strateji, bu temelde bütünlük ve örgütlülük olsaydı kuşkusuz hem bölgesel güçler, hem de uluslar arası güçler daha farklı yaklaşım göstermek zorunda kalacaklardı. Kürtlerin parçalılığı ve birbirine karşıtlığını üretmek değil, bütünlüklerini öngören bir politik yaklaşımı göstermek zorunda kalacaklardı. Daha sonra ki çatışmalar da olmayacaktı. 1992 Güney savaşımında bu böyle olmayacaktı. Eğer Güney savaşı öncesi, 1991- 1992 başında kuzey Güney birliği yaratılmış olsaydı, Güney savaşı da öyle olamayacaktı. Güney savaşının gelişim mantığı, gelişme taktiği, yapılanışı, anlayışı tabi Kürdistan’daki mücadeleyi belirledi. Önemli gelişmeler ortaya çıkardı. Onun silahlı mücadelesi, onun gerilla biçimi, Kuzey Kürdistan’da, Küçük Güney’de, yurt dışında bütün Kürt toplumunun ulusal ruh edinmesi bakımından büyük gelişmeler ortaya çıkardı. Sadece bu bile birçok devrimi birden yapmak kadar büyüktür, önemlidir. Hiç küçümsememek lazım.  Sadece başta ki koşulları bilenler, Kürdistan’da dayatılan sistemi bilenler, bu gelişmenin ne kadar önemli,  küçümsenemeyecek düzeyde olduğunu takdir ederler. Ama bu büyüklüğe rağmen Kürt sorunu açısından bölgede, Birinci Dünya Savaşı’yla oluşan böl-yönet politikasının aşılarak halkların kardeşliği temelinde Ortadoğu biriliğinin yaratılması bakımından, Kürdistan’ın oynaması gereken rolü oynamasını da engellemiştir. Bunu da görmemiz lazım. Bundan sonrası da yeni bir strateji oluyor. İster bilelim, ister bilmeyelim, ister formüle edelim, ister etmeyelim bu böyledir. Pratik uygulamalar artık yeni bir stratejidir. Nitekim Önderlik 1993 baharında yeni bir ateşkes ilan etti. Ateşkes ilan etmek demek; “ben seni yıkma hedefinden vazgeçtim. Artık uzlaşma istiyorum, uzlaşma temelinde siyasi çözüm istiyorum. Buna varım.” Anlamına geliyor. Oysaki 1980 başında oluşan strateji, 12 Eylül faşist askeri rejimi biçiminde ortaya çıkan devlet sistemini parçalamayı, yeni demokratik sisteme ulaşarak çözüm üretmeyi uygun görüyor. Ateşkes PKK’nin bu hedeften vazgeçmesi anlamına geliyor. Bu da stratejisinin değiştiğini ifade ediyor. Çok formüle edilmese de, bu stratejik değişim daha sonra kapsamlı değişik formülasyonlara kavuşsa da, 1993 başından itibaren ateşkesle birlikte içine girilen süreç, farklı bir stratejidir. Ondan sonra kullanılan silah da, başvurulan savaş da 1993 öncesi yürütülen savaşın stratejisine bağlı değildir. Farklı bir stratejinin uygulanması olmuştur. Uygulanan taktikler, taktik adımlar, başvurulan savaş uygulamalarının hepsi farklı bir strateji içermiş, ona hizmet etmiştir. Dolaysıyla da daha farklı amaçlar güden, kendi içinde de, taktiklerin uygulanması bakımından da farklılıkları arz eden -öyle olması da gereken- pratikler olmuştur Böyle tanımlamak daha iyi olacaktır.

Şimdi yaptığımız stratejik belirlemeler temelinde yol açtıkları taktikleriyle özetleyebiliriz. Güney savaşında saldırıyla karşılaştığında gerillanın durumu şu; ne yapılması gereken yapıla bilmiş, ne Önderliğin düşüncede ortaya koyduğu, öngördüğü bir biçimde adım atılabilmiş ne de gerilla düzeni korunmuş. Gerillanın durumu ikisinin de uzağında. Bir yerlere yerleşmiş, kendisin sabitleştirmiş, ama yakın çevresi üzerinde bile yönetim etkinliği kurmaktan uzak. Dolaysıyla ordudan gelen saldırı karşısında ciddi zorlanma yaşandı. Ne kendisini büyütmüş hâkim alanlara güç sağlayabildi, - Haftanin’de, Xakurkê’de kıstırıldı- ne de Kuzeydeki gibi gerilla düzenine geçilebilindi.  Dolaysıyla kuşatmaya giren, saldırılar karşısında ciddi zorlanan bir durum yaşandı. Haftanin sonradan kendisini Botan’a çekti. Kendini hareket ettirebildi. Xakurkê sistemi, onun komutanlığı ise hiç yerinden bile kalkamayan bir durumu yaşadı. Sonunda uzlaşmak, teslim olmak zorunda kaldı. Kuşkusuz saldırılar karşısında kahramanca direniş verildi. Haftanin’de de, Xakurkê’de de yine diğer sınır alanlarında da, her taraftan gelen ve çok hazırlıklı saldırılara karşı sabit yerleri savunmayı içeren direnişlerdi bunlar. İnsanın savaşta yapabileceğinin en azamisi yapıldı. Direnişçileri böyle tanımlamak önemli. Beritan arkadaşın direnişi daha çok cezaevi direnişine benziyor. Askeri boyutundan çok ideolojik boyutu önemlidir. Nasıl ki zindan direnişçiliği inkarcı sisteme, sömürgeciliğe teslim olmamayı, parti ideolojisini savunmayı, esas almayı ideolojik olarak ifade ettiyse,  Beritan arkadaşın direnişi de aşiretçi-feodal gericiliğe teslim olmamayı, ideolojik bakımdan bu gericiliğin yenilgisini ifade ediyor. Zindan direnişçiliği PKK’nin bir çizgi, bir ideolojik ve yaşam gerçeği olmasında, aşiretçi-feodal-işbirlikçi gericiliğe karşı halkın özgürlükçü demokratikçi yaşam paylaşımını temsil etmesinde, yaratmasında bir tutumu, çizgiyi, ilkeyi ortaya çıkardı. Bu gün sistem karşısında benzer bir rolü oynamıştır. 1993’teki ateşkes belki böyle çok teorik tahlile ve formülasyona dayandırılamamıştır, ama yaşanan siyasi askeri mücadelenin karşısında zorunlu olarak ortaya çıkan bir tutum olmuştur. Mücadelenin bazı anları insanı öyle bir ana getiriyor ki, en temel, en stratejik kararı çok fazla tahlil etmeden, araştırmadan, tartışmadan vermek gerekiyor ve insan verebiliyor da. Mücadelenin bir gereği olarak, ortaya çıkan gelişmelerin insan zihninde ve beyninde doğal sonucu olarak ortaya çıkabiliyor. Önderliğin yurt dışına çıkış kararı da benzer bir biçimdeydi. ‘93 Mart’ındaki ateşkes, çıkış kararına çok benzerdi. Çok stratejik bir karardı, ama öyle çok uzun vadeli araştırılmayan, tartışılmayan, kapsamlı teorik analizler yapılmayan bir karardı. Mücadelenin gelişme seyri içerisinde bir gereklilik, bir tutum olarak ortaya çıkıyor. Stratejik tutumu ifade ediyor tabi.

Önderliğin değerlendirmeleri var. Epeyce de açımlıyor, ama daha kapsamlı bir teorik çözümlenme haline getirmesi, bunu yeni bir stratejiye dönüştürmesi tam gerçekleştirilmiyor. Aslında şöyle denile bilinir; ateşkes süreci uzatılabilinseydi, sabote edilmeden uzun sürece yayıla bilinseydi kuşkusuz varacağı nokta, teorik çözümlenmelerin geliştirilmesi ve yeni stratejik tanımlarının genişletilmesi, örgüt, parti kararları haline getirilmesi süreci olacaktı. Böyle bir gelişme, atılan o adım ve verilen kararın zorunlu, doğal bir gelişimi olacaktı. Fakat bilindiği gibi olmadı.  Koşullar zordu, zorlayıcıydı. Böyle olmasına fırsat vermedi. Bunu sağlamak için sürece hakimiyeti ve sabırlı olmayı bilebilmeyi gerektiriyordu. Fakat öyle bir işte değil tabi, en keskin irade savaşı anlamına geliyor. Silahlı mücadele gerekliklerini yerine getirmesen yenilgi anlamına geliyor. Süreç kolaylıkla sabote edilebilindi. Onu engelleyecek, ateşkesi sürdürecek kararların içinde olabilmenin koşullarını büyük ölçüde yok etti. Tabi karşılıklı bir iddia da var. Partinin de sağlam dayanakları, yüce amaçları var. Bir güç ortaya çıkartmış, öyle saldırıları kabul edecek durumda değil. Sabote edici tutumlara karşı ateşkes ve onunla çözüm arayan çevreler gerekli duyarlılığı ve ona dayalı pratik tutumu yeterince gösteremediler. Bu daha çok Türkiye yönetimi açısından geçerlidir. Ateşkesi isteyen ya da en azından öyle bilenen çevreler, onu sabote etmek isteyenler karşısında tehlikeyi tam göremediler, gerekli tedbirleri alamadılar. Saboteyi esasta devletten yana görmek gerekiyor. Genel Kurmaydan geldi. Doğan Güreş bu işin başını çekiyor ve çeteci işbirlikçi bir savaş çizgisinin başını çekiyor. Her halde siyasi çevreler içinde de destekleri vardı. Daha sonra Tansu Çiller buna dayanarak iktidar oldu. Polis içinde dayanakları vardı, Dolaysıyla devlet bir iç çatışmaya girdi. Şimdi de benzer bir durum yaşanıyor. O zaman bu durum çok daha belirgin, ileri düzeyde yaşandı. Celal Talabani’nin geçen yıl bir açıklaması vardı. “Eşref Bitlis bana söyledi. APO’yu gör, bu kanın akışını durduralım.” diye. Demek ki çok fazla ateşkesten ve siyasi diyalogdan yana. Özal da daha çok ona dayanıyordu. Devlet yönetimi içinde bir çatışma yaşandı.  Kontr-gerillacı, çeteci klik ateşkes ve diyalogdan yana olan çevreleri tasfiye etti. Sadece yönetimden uzaklaştırılmadılar, katledildiler. Özal, Eşref Bitlis ve bazı generaller çeşitli biçimlerde kazalarla ya da savaş içindeki bazı kontur-gerillaların eliyle vuruldular. Bizim içimizde de sürece çok yetersiz, bazı sakat yaklaşımlar ortaya çıktı. Örgütün iç bütünlüğü ve sağlamlığı da Önderliğe yeterince destek vermedi. Çeteci güçleri ortaya çıkartacak, onları frenleyecek etkiyi gösteremedi. Önderlik gerekli desteği görmedi. Çok aşırı rehavet vardı. Daha sonra ki ateşkeslerde de gördük ki, çoğunlukla “artık iş bitti, kazanımlar oldu.” diyorlardı. Zaten Türk basını “Xakurkê’den yüklenip Zelê’ye götürülenler artık zafer işaretleri yapıyorlardı, ‘zafer kazandık.’ diyorlardı.” diye yazıyordu. Oysa KDP-YNK almış bir yere taşıyor. Zelê’den gelen arkadaşlar hep “Beritan Beritan” diyorlardı. Önderlik “bunların kendilerinden haberleri yok.” diyordu. Bunların Beritan’la ne ilişkileri kalmış, Beritan teslim olmamayı ifade ediyor. Bunlar gitmiş YNK’nin şeyinde yaşıyorlar. Kendilerini bu kadar yaşatmışlar, ama kendilerini Beritan’ın çizgisinin savunucusu sanıyorlar. O kadar yaşananları anlamayacak bir bilinç düzey var. İdeolojik siyasi, askeri yaklaşımdan, bilimsel zihniyetten uzak bir duruş var. Sadece duygusal bir yaklaşım her şeyi belirliyor. Ateşkes karşısında ki duruş bu konuda böyle oldu. Rehavet oldu. Çok faklı anlayışlar çıktı. Xakurkê’deki o zihniyet, Zele’de Önderliğin erken iktidar hastalığı olarak tanımladığı teslimiyet ve kendisini yaşatma çizgisine dönüştü. Bir sürü kararlar çıkartmaya çalıştılar. En başta da artık savaşın bittiğine karar verdiler. Savaş dışı farklı yaşam kararları aldılar. Kadın konferansları yapmak istediler. Bu, çok zayıf, geri, tasfiyeci bir duruştu. Önderliği bir biçimde zorladı. Güç, destek vermedi. Tersine çeteci saldırılar karşısında dünden teslim olmuş, basit bir yaşama bağlı olmuş görümünü verdi. Diğer yandan denetimsizlik, kontrolsüzlük, rehavet, gevşeklik içerisinde her türlü saldırıya açık duruş birçok yerde bu şiddet yanlılarına, topyekûn savaş yanlılarına açık kapı bıraktı. Birçok yerde çatışma oldu. Hazırlıksız yerlerde gerilla grupları vuruldular, yakalandılar. Bu tabi Önderliği de, herkesi de etkiledi. Bunun sonucu Bingöl deki olaya gitti. O da ateşkesi diğer yönden sabote etti.  Her türlü saldırı karşısında durarak, ateşkesi boşa çıkartmak isteyenlere ve bu duruma son veremedik. Sonuçta stratejik gelişme içerisinde doğan ateşkes kararı kendi mantığı, taktik yapılanışı içinde ilerlemedi. Olaylar -hem parti içinde, hem devlet yönetimi içinde- ateşkesi fiilen ortadan kaldırdı. Yeniden bir çatışma sürecine girildi. 1993- 1994 savaşının temeli şudur; devlet yönetiminde ateşkes, çözüm yanlısı olanların tasfiye edilmesi temelinde iktidara gelen çeteci kontr-gerilla kliğin, yani aslında faşist askeri klik neden bilinir. Gerillayı ezmek, PKK yi bittirmek, Kürdistan’daki tüm gelişmeleri tasfiye etmek için topyekûn savaş konsepti temelinde her türlü saldırıyı yürüttüğü dönemdir. Sadece bu saldırıları kırma, boşa çıkartma, başarısızlığa uğratma temelinde çok yönlü ve kapsamlı bir direniş sergilendi. “Gerillayı ezip bitireceğiz, tasfiye edeceğiz.” kararını her fırsatta ifade etmesine rağmen -ki Doğan Güreş bunu her zaman söylüyordu.- gerilla, Önderlik çok derin, çok kapsamlı bir direniş sürdürdü. Bu direnişin çok gergin olduğu, çok ağır bir çatışmayı içerdiği biliniyor. Önderlikle devlet yönetimi arasındaki gerginliğe biz tanık olduk. 31 Ağustos ‘94’te Doğan Güreş emekli olduktan sonra, saat beşte Önderlik okulu topladı ve bunun üzerine çözümleme yaptı. Yani o kadar gergin ve yoğundu. “Bizi bitirmek isteyenler, mutlaka bitireceğini söyleyenler kendileri gittiler, biz kaldık. Biz dimdik ayaktayız. Mücadelemiz sürüyor.” dedi. Anı anına, günü gününe süren bir savaş oldu. O sürecin tüm gerillası topyekûn saldırı karşısında ezilmeyeceğini, yenilmeyenciğini, değerlerini koruyacağını gösteren, göstermeyi amaçlayan bir direniş içerisinde oldu. Topyekûn savaşın kapsamı biliniyor. Bütün ordu harekete geçirildi. Bütün araçlar kullanıldı. Daha öncekinden farklı olarak, bütün birlikler savaş durumuna getirildi. Polis kontr-gerilla çeşitli biçimlerde harekete geçirildi. Yeni örgütlenmeleriyle sadece Olağanüstü Hal ve özel örgütlenmelere dayalı bir savaş olmaktan çıkarak, bütün ordunun katıldığı bir savaşa dönüştü. Siyasi cephede de benzer bir durum vardı. Siyasi alanda milli cephe temel espriydi. Sol zaten teslim edilmişti. Direnç yoktu. Medya tamamen yönlendiriyordu. Milli birlik-bütünlük edebiyatı her şeye hâkim bir edebiyattı. Yönetim zaten kontrol altına alınmıştı. Yaşanan iç çatışmalar, bazı devlet yöneticilerinin öldürülmesi herkesi sindirmiş, korkutmuştu. ‘92 başında Diyarbakır’da “Kürtlerin iradesini tanıyoruz.” diyen Demirel, Özal’ın ölümünden sonra cumhurbaşkanlığına getirildi. Bu kirli savaşın koordinatörlüğünü üstlendi. Söylediklerinin hepsini unuttu. Kendisini ruhuyla, her şeyiyle bu savaşın başarısına verdi. Çeşitli özel savaş örgütleri de harekete geçirildi. Zaten daha öncesinde JİTEM örgütlendirilmişti. Faili meçhuller çoktu. Onlar da daha yaygın ve aktif kullanıldılar. Böylece yüzlerce yurt sever, demokrat insan katledildi. Sadece Türkiye devleti yönetimi içinde bir iç çatışma değil, toplum içinde de demokrat tutumlu kişilere ve aydınlara yönelik saldırılar gelişti. Adım adım onlar da katledildiler. Dört binden fazla köy boşaltıldı, yakıldı, yıkıldı. Binlerce insan metropollere taşındı, yurt dışına çıktı. Bu ateşkesten sonra ki süreç (93- 94 yılları) bu temelde çok vahşi, çok kapsamlı saldırı savaşının yürütüldüğü bir süreçtir. Çok büyük değişikliklere yol açtı. Çatışmalarda en ileri düzeyi açığa çıkardı. Gerilla da o zamana kadar ki en büyük kayıpları o dönemde verdi. Bu bir buçuk, iki yılık süreçte verildi. Halk serhıldanlarını, demokratik eylemlilik içindeki kitlelere açıktan silahlı saldırıda bulunmakla yani bir tür özel savaş kapsamında planlanmış bir katliamla sindirmeye çalıştılar. Hala geriye dönüş olarak planlanan ve bir türlü yapılamayan o durum yaşanmaktadır. Hala Maxmur’da yaşıyorlar. On, on beş bin arası bir kitleydi. Böyle bir merkez oluşunca, bir kitle ortaya çıkınca, değişik yerlerden gelip katılan aileler oldu.  Buna karşı direniş oldu. Devlet yaktı yıktı. Büyüyen bazı gerilla birimleri Dersim, Botan, Amed’de göğüs göğse çatıştılar. Ve büyük bir direniş bu tarzda verildi. 

Şu söylenebilinir; bu direniş bir zorunluluktu tabi, ama esas olan oraya gelmesinin engellenmesi olmalıydı. Oysa çetecilik daha baskın, daha üstün çıktı. Bilinç düzeyindeki zayıflık, örgütsel, pratiksel düzeyde de bir zayıflamaya yol açtı. O da çeşitli biçimlerde kullanılmayı getirdi. Çeteciliğin konumu bilinebilseydi, ateşkes ve siyasi diyalog gelişebilseydi belki çeteci durum önlenebilinirdi. Kolay değildi tabi,  fakat çetecilik önlenip farklı bir yönden de süreç götürülebilinirdi. Olanakları vardı. O da önemli bir olasılıktı. Ama zayıf oldu. Başarılı olmadı. Baskın çıkan, sürece damgasını vuran çeteci saldırı oldu. Bu, büyük ölçüde de devletteki gelişmelerden kaynaklandı tabi. Bu stratejik süreç 1994’te tamamlandı. Gerillayı ezmeyi, PKK’yi,  devrimci birikimi yok etmeyi başaramadı. Gerilla da en büyük, en kapsamlı, en uzun direniş sınavlarından birini bu süreçte gösterdi. Birikimi, değerleri korudu. Halkın umutlarını taze tuttu. Türkiye’de, yine dış dünyada siyasi gündemi etkileyen demokratik hakları, siyasi gündeme taşırdı.

5. Kongre bu gelişmeleri çözümlemeyi, değerlendirmeyi ifade eden bir kongreydi tabi. Çok kapsamlı olaylar, çatışmalar, gelişmeler içinden gelinmişti. 4. Kongre’den sonra çok şey olmuştu. Körfez savaşı olmuş, Güney bambaşka bir duruma gelmişti. Kuzey’de serhıldanlar yayılmış, sonra bastırılmış, ezilmiş, sindirilmişti. Güney savaşı, 1993-1994’te gerillayı ezme operasyonları, ona karşı direniş olmuştu. Yani büyük bir savaş dönemi yaşanmıştı. Çok farklı taktik adımlar atılmıştı. Yine bir stratejik evrimle olmuştu. Bu dönemin ortasında ateşkesle birlikte yeni bir stratejik durumu benimsemişti. Önceden buna çok kapalı değildi. Tabi solla, demokratik güçlerle hareket etmek, sonuç almak esas amaç, tercihti. Fakat 12 Eylül ardından bazı şeyler ortaya çıkmıştı. Türkiye solu çok güven veren bir konumda değildi. Tamer Akçam’a şunları çok belirgin söyledi; “Eğer siz böyle bir mücadeleye girmez ve bu sonuçların yaratıcısı olmazsanız ben bu sorunu generallerle de çözerim. Bunu biz çözeriz. Ama tercihimiz sol-sosyalist demokratik güçlerle yapmaktır. Türkiye’nin demokratik devrimi ile birlikte bunu yaratmaktır. Onu amaçlıyoruz, kendimizi onun bir parçası sayıyoruz. Ama eğer böyle bir şeye girilmez, sol ondan tümden vazgeçerse ben bunu generallerle de çözerim.” Çözüme o kadar bağlı yaklaşımı, kararlılığı vardı. Tabi bir yandan bu yönlü bir düşünce durumu da vardı. Her ihtimale karşı 1993 ateşkesi biraz bunun gelişmesi oldu. Soldan, demokratik güçlerden artık bir çözüm şeyinin olamayacağı netçe ortaya çıktı. Dolayısıyla yeni bir stratejik yaklaşım, düşünce düzeyinde gelişme gösteriyor. Pratikte bir ateşkesle, bir kararla ulaşılıyor. 1993- 1994 savaşı esasta, topyekûn imha amaçlı saldırı karşısında büyük bir savunma, kendini koruma savaşı, direnişi oldu. Gerillanın yürüttüğü savaşın özü budur. Pratikte amacı da, mevzilenişi de, eylemi de buna hizmet etmiştir. Bu kadar kapsamlı bir sürecin ardından toplanan kongre zor bir kongreydi; karmaşıktı. Sürecin anlaşılması, değerlendirilmesi önemliydi. İktidar, savaş, örgütleme sorunlarını çözümlemeyi ifade ediyordu. Onunla birlikte yeni gelişmeler kapsamında ortaya çıkan ideolojik sorunları çözmeyi de ifade ediyordu. Önderlik uzun süre hazırlandı. Kapsamlı değerlendirmeler yaptı. 5.Kongre’ye sunulan politik rapor şimdi inceleniyor. İdeolojik yenilenme ve stratejik değişimin önemli ipuçlarının orda olduğunu, hatta birçok hususun daha o zaman, orda Önderlikçe çözümlendiğini görüyoruz. Değerlendirmeler bu çerçevedeydi. Belli bir ideolojik yenilenmeyi içeriyordu. Savaşta daha çok doğru bir tarzın yürütülmesini, saldırılar karşısında güçlü bir savunma sisteminin geliştirilmesini ifade ediyordu. Önderlik halk örgütlülüğüne önem veriyordu. Ona dayalı bir siyasi iktidar yaratma, kızıl iktidar diye tanımlanıyordu.  Çerçevesi vardı. Bunlar günümüze kadar gelen süreç açısından değerlendirildiğinde, tabi stratejik değişimde bir adımdı. Ama günümüzde bu daha belirgin tanımlandı. İdeolojik yenilenme bakımından, yine Sovyetlerin çözülüşü ardından bazı yeni değerlendirmeleri içeriyordu. Fakat sistemin bir bütün olarak kapitalist devletçi sisteme alternatif haline gelmesi, çözülmenin buraya dayanması görüşü tabi çok daha kapsamlı, belirgin ve yeni olan bir durumdur. Bir iktidar hedefi şimdi Demokratik Konfederalizm çizgisi olarak devleti demokratik reforma uğratma, sınırlandırma, devlet artı demokrasi olarak halkın demokratik örgütlenmelerinin konfederal ilişki temelinde birleştirilmesi biçiminde ikili bir sistem haline geldi. Bir; devletçi sistemdir. Onun özellikleri değil, ama demokratikleşmek zorunda. İki; devlet dışında kalan halk toplumunun, demokratik örgütlülüğünün konfederal ilişki temelinde birleştirilmesi ile oluşan bir sistem haline geldi. Beşinci Kongre çözümlemelerinde bunlar ipucu halinde var. Bazı değerlendirmeler var. Ama günümüze ulaşılan düzeyden çok uzak, ona ulaşmayan şeylerde var. Çok yeni olan, sosyalist teori açısından da yeni olan demokrasinin bir devlet biçimi, devlet hali olmaktan çıkarılıp halkın bir örgütlenme biçimi olarak değerlendirilmesi, birçok karmaşıklığı çözümlüyor. Geçmişin o çok karışık politika ve pratiğe dönüşme de zorluk arz eden durumlarını çözdürtüyor, aştırtıyor. Bu düzeyde çok fazla 5.Kongre’de anlaşılan, özümsenen bir durum olmadı. Önderlik değerlendirmelerinin belli bir düzeyi vardı. Ama bunun kongreye yansıtılması ve özümsenmesi çok daha yüzeysel kaldı. Sürecin teorik, biçimsel bakımdan daha derin, kapsamlı çözümlenerek anlaşılmasında sorun vardı. Pratik olaylar çok yoğundu. Geçmişin yaşanılan kongreye yansıyan durumları çok fazlaydı. Dolayısıyla birçok olay, olgu, soruşturma gündemdeydi. Erken iktidar hastalığı biçiminde gelişip bir isyan haline gelen tutum zaten 1993 ortasından itibaren soruşturulmuştu. Kongre de bir çözüme kavuşturmaya gitti. O önemli bir çözüm hususuydu. Partiyi ciddi biçimde zorlayan,  tahrik eden bir konumdaydı. Yine komuta yaklaşımları, çeşitli alanlardaki taktik uygulamada ortaya çıkan sorunlar, gerillaya yaklaşım, onun komutasına taktiğine yaklaşımda ortaya çıkan hatalar, bunun yol açtığı ağır kayıplar, birçok alanda soruşturma nedeniydi. 1993’te de 1994’te de böyle hususlar yaşanmıştı. Daha öncekiler o süreçte değerlendirilmişti. Kongre biraz bunlarla uğraştı. Bu tür pratik sorunları çözümledi. Biz savaş açısından değerlendiriyoruz. Savaş açısından değerlendirdiğimizde kongrede Önderlik bir taktik plan yürütmek istedi. Daha sonra eleştirilerle bu daha belirginlik kazandı, ama kongreyi gündemleştirmesi, toplaması; yerinden, biçimine, genişliğine kadar kongreyi ele alış tarzı yeni bir askeri taktik geliştirmeye dayanıyordu. Bu ideolojik örgütsel değerlendirmelerle, kapsamlı eleştiri ve özeleştiriyi yeniden gündemleştirme, bu temelde geçmiş pratiği değerlendirip bir düzeltme hareketini örgüt içinde geliştirme, gerçekleştirmenin yanında kongreyi bir taktik planlama olarak ele alıyordu Önderlik. Askeri açıdan, savaş konumu açısından onu görmemiz önemli. Yeni stratejik yaklaşıma da uygun bir adım tabi. Gerillayı taktik yapan bir güç haline getirerek, oradan siyasi sonuçlar çıkarmayı hedefleyen bir yaklaşımı vardı. Kongreye böyle bir rol biçiyordu. O yüzden geniş bir kadro ve komuta kesimini topladı; güneye çekti. Kongre yapısına, planlamasına, kongredeki yapıya dayalı bir planlama ile güneyde sınır zemininde etkili bir askeri darbe vurmayı planladı aslında. Askeri bakımdan kongrenin önemli bir yanı da budur. Diğer yandan bir reform kongresi olarak tanımlandı. Programın bazı bölümleri yenilendi. Bir tüzük hazırlandı. İlk kongreden gelen dar bir tüzük vardı. Onun dışında “Kürdistan’da Kişilik Sorunu ve Devrimci Özellikler” kitabındaki örgüt çözümlemesi ile örgüt yürüyordu. Reel sosyalizmle ilgili bazı sembollerde değişiklikler oldu. Fakat ondan öteye 1994 sonu, 1995 Ocak’ında değerlendirmeler oldu, ancak Ortadoğu ve dünyadaki gelişmelere dayalı daha somut yeni bir stratejik planlama oluşamadı. Var olan teorik değerlendirme düzeyi de örgüte, kongreye tam yedirilemedi, özümsetilemedi. Dar, pratiğe gömülmüş, ona dayalı bir eleştiri özeleştiri sisteminde kalındı. Taktik bakımından da Önderliğin bu yaklaşımlarına uygun hareket edilmedi. Önderlik savaşı güneye çekmek istiyordu. Çekti de zaten. Türkiye yönetimi ona geldi. Kongre ile böyle bir adımı planlayıp, gerekli hazırlıkları yaparak sadece savaşı güneye çekmek değil, orduyu gerillanın üzerine çekmeyi de ön görüyordu. Böyle bir taktikle darbe vurmayı hedeflemişti. Onun için Kongreyi Metina’da yapmayı öngörüyordu. Her alandan en geniş güçleri getirdi. Kapsamlı bir hazırlık olmasını ifade ediyordu. Aslında böylece ordunun, geniş bir hatta mevzilenmiş gerillanın üzerine çekilmesini ve darbelenmesini hedefliyordu. Zap ile Habur arasında bir taburun imha edilmesi biçiminde formüle ediyordu. Ancak pratik bütünüyle bunun tersi oldu. Kongre Haftanin’de oldu. Yönetim Metina’yı uygun görmedi. O konuda Önderliğe bilgi de verilmedi. Kongre olduktan, sonuçları aktarıldıktan sonra Önderlik kongrenin Haftanin’de olduğunu öğrendi. Haftanin’de oldu, bitti, dağıldı. Önderliğin öngördüğü biçimde olmadı. Metina’ya bahar da gelindi. Bırakalım öyle bir mevzilenmeyi, hantal bir duruş Metina’ya hâkim oldu. Kongre sonrası gerçekleşen kadın kongresi oraya alındı. Ordunun çekilip ezilmek istendiği yere tam da öyle bir zamanla kadın kongresi alınıyor. Ters oldu tabi. Böyle bir taktik planlamaya yönetim bilinç olarak ulaşmamıştı. Belirlemeler olarak da Önderliğin belirlemelerini benimsememişti. Metina’ya karşı bir alerji vardı. ‘92 de öyle olmuştu. “Metina asla olmaz, Metina önünde böyle bir mevzilenme olamaz, bu pratik olarak doğru değildir.” düşüncesi hâkimdi. Doğru bulunmadı. Ona göre de çok dağınık bir biçimde hareket edildi. Önderlik buna göre propaganda çalışması yürüttü. Kendi yaklaşımlarına göre açıklamalar yaptı. Biraz da karşıt tarafı tahrik etti. Başarıya gitmek için taktik planlama yaptı. Çelik operasyonu biraz böyle gelişti. Tümü böyle değil tabi. Devletin de kendine göre bir planlaması oldu. Önderlik yaklaşımını gördü. Güney’de gerillanın daha fazla üslenebileceğini gördü. Dolayısıyla kendilerine göre 1994’te Kuzey’de üslenmeyi, sabitleşmeyi ortadan kaldırdılar. Buna karşı Güney’de öyle bir gelişme olabilirdi. Ona izin vermemek için Türkiye ordusu da, Güney’de kendisini üstlendirecek, gerilla üslenmesini önleyecek, engelleyecek bir saldırıyı gerekli gördü ve bunu plandı. 1995 Newroz’unda çelik operasyonu başladı. Başta Xakurkê operasyon gündemindeydi. Esas hedef Metina, Metina-Zap arası oldu. Bir hazırlık, üslenme olmadığı için Önderliğin öngördüğü biçimde bir savaş verilemedi. Darbe vurması az oldu. Kısmi çatışmalar oldu. Operasyonlar belli oranda darbelendi. Fakat çok az bir kayıp verdirildi. Çok hazırlıksız durumu zorla aşabildi. Taktik bakımdan ciddi bir hazırlıksızlık, ters duruş vardı. Tehlikeli bir durum da vardı. Daha fazla zarar görme de olabilirdi, ama manevra yaparak, hareket ederek, Gare tarafı kullanılarak o tehlikeli durum önlenebildi. Türkiye’nin amacı, Genel Kurmay’ın tanımladığı kadarıyla şöyleydi; PKK’nin üslenmesini engellemek, darbelemek, KDP’yi kontrol altına almaktı. Amaçları tek yanlı olmadı. PKK’ye karşı darbe vurmak ezici amacı güderken, KDP’yi kontrol altına alma amacı da vardı. Bu anlamda “üslenmelerini engelledik.” diyorlar. Güney’e Türk ordusu çelik operasyonuyla girdi.  Birçok alanda mevzilendi. KDP’ye o durumu kabul ettirdi. Türk ordusunun daha sonra giderek büyüyen askeri varlığının ilk kalıcı mevzilenmesi çelik operasyonu ile oldu. Bu anlamda amaçladıklarını bir yönüyle gerçekleştirdiler. Bizim açımızdan Önderlik; Güney’de sınır üzerinde sağlam üslenip bir gücü üzerine çekerek, etkili bir askeri darbe vurarak, Türk ordusu karşısında bir taktik avantaj elde etmeyi hedefliyordu. Böyle gerçekleşseydi, bu temelde çelik operasyonu parçalanıp geriye püskürtülseydi, onu siyasete dönüştürecekti. Askeri taktik üstünlüğe dayanarak karşı tarafı ateşkese zorlayacaktı. Siyasi üstünlük olarak değerlendirip buradan siyasi diyalog yollarını aralamaya çalışacaktı. Önderliğin yaklaşımı böyleydi. Bu, şu açıdan önemli; Askeri taktiği, eylemi artık siyasi diyalog temelinde çözümün bir aracı, yöntemi olarak kullanıyor. Gerillayı devleti yıkacak bir güç olarak ele alıp kullanma değil, bir mücadele yöntemi olarak ele alıyor. Diyalog yoluyla çözüm bulma hedefinin taktik aracı, taktik gücü yapıyor. Kongre ile yapmak istediği planlamanın, Güney üzerindeki planlamanın ana çerçevesi, askeri-siyasi anlamı buydu.

Sonuç devlet açısından da belirlendi. Tabi biraz gerillanın kongreden itibaren üslenme hazırlıklarını erteletti; gerillayı hareketlendirdi. Güney’e yerleşti. Askeri bakımdan KDP’yi kontrol altına aldı. Gerilla darbe yemediyse de, Önderliğin öngördüğü gibi bir etkinlik de gösteremedi. Gerillanın zaten öyle bir planlaması da yoktu. Kendini korudu. Biraz da Güney’e, Zap’a doğru yayıldı. Operasyon ardından üslenme imkânını buldu ve üslenmesini daha geniş yapabildi. Aslında çelik operasyonuyla hem ordu, hem de biz Behdinan’da üslendik. KDP’nin üslenmesi yanında, bir de böyle iki kuvvetin daha geniş, yaygın bir üslenmesi ortaya çıktı. 1992’de birleşik bir yapı vardı. 1994’te KDP- YNK çatışması gelişti. Dolayısıyla Behdinan ve Soran birbirinden ayrıldı. KDP gücünü Behdinan’da, YNK Soran’da yoğunlaştırdı. Hewler merkezli bir YNK, Duhok merkezli bir KDP hükümeti kuruldu.  KDP de böyle bir ayrışma temelinde daha önceden de etkin olduğu saha olarak Behdinan’da 1994 sonundan itibaren yalnız başına askeri, siyasi, ekonomik üslenmesini geliştirdi. Çelik operasyonuyla istenilen sonuç alınamayınca,  Önderlik yeni taktik arayışlara girdi. Ortaya çıkan durumu, çelik operasyonu karşısındaki duruşu çok yönlü eleştirdi. Benzer bir taktik planlamayı 1995’in ikinci yarısında Behdinan’da KDP karşısında geliştirmeyi doğru buldu. Ve böyle bir karara ulaştı. Mevcut üslenme sürecinde KDP ile belli sorunlar çıkıyordu. Çatışmalı durumlar vardı. Tutuklamalar olmuştu. Türkiye de kışkırtıyordu. Bu pratik durum da biraz zorladı. Fakat Önderlik esas çelik operasyonu için 5.Kongre çerçevesinde yaptığı taktik planlamaya benzer bir amaç güttü, güdüyordu. Mademki, Türkiye’yi, orduyu üzerimize çekip vurma gerçekleşmedi; bu sefer KDP’yi sınırlandırarak, Behdinan’a daha fazla hâkim olarak ordu karşısında taktik bir mevzilenme yaratmak; Behdinan’daki bu askeri üstünlüğe dayanarak Türkiye’yi siyasi diyaloga, çözüme zorlamak, yani bunu siyasete dönüştürmek amacı güdüyordu. İkinci Güney savaşının esas amaçlarından birisi buydu. Tabi sadece bu değildi. Bize karşı da 1992’de sağlanan ittifakla daha da ilerletici ittifaklar yaratmak için Amerika, Türkiye, KDP ve YNK arasında yoğun görüşmeler vardı. PKK’ye karşı yeni bir anlaşma yaratarak, ortak bir saldırı ile gerillanın üzerine gitme hedefleniyordu. Bunun için yoğun görüşmeleri vardı. Önderlik bunu bir komplo olarak değerlendiriyordu. Bunu bozmak içinde en zayıf halka KDP’ydi. KDP darbelenirse böyle bir planlama engellenebilirdi. Bu yapılmazsa, 1992’deki gibi bir ittifak yaparlarsa onlar saldıracaklardı. Yine 1992’ninn sonuçları vardı. İttifak yapmışlar, bize saldırmışlardı. Sözde oluşan federe meclisin ilk kararı PKK’ye karşı saldırı kararı olmuştu. PKK’yi terör örgütü ilan etmişti. Bunun hesabının da sorulması gerekiyordu. Yaptılar, geçti biçiminde bir yaklaşım olursa o, Kürdistan üzerindeki siyasi etkinliği azaltırdı. Bütün bunlar ikinci güney savaşının hedeflerini çok iyi izah da edemedik, özümsetilmedi de. Bazı yerlerde gevşek yaklaşımlar oldu,   kayıplar verdik. Daha sonraki süreçte de ilginç bir biçimde hep eleştirildi. Tümüyle Önderlik kararı, planlaması temelinde olmasına rağmen sanki Önderlik değil de başkaları yapmışlar, karargah yapmış gibi karargah ya da bazı kişiler sorumlu tutulup eleştirilmeye çalışıldı. Yanlıştır tabi. Tam tersine, daha o zaman Önderlik karargahı Güney savaşı için hazırlık yapmadığı için eleştirdi ve karargah yönetimini değiştirdi. 1995 yazında yeni bir yönetim görevlendirdi. Bunun uygulanması bu eleştiri temelindedir. Kendi hazırladığı geniş bir gücü, bu savaşı yürütmekle görevlendirdi. Yaz boyu -Haziran, Temmuz’da- güçler aktardı. Bir de doğrudan kararlaştırma ve planlamayı da Önderlik gerçekleştirdi. 1995 Ağustos’unda Zap’ta yapılan bir toplantı ile böyle bir planlamaya gidildi. Güçler dağıtıldı, yönetimin iş bölümü yapıldı. Bazı güya dost örgütler Önderlik sahasından gelmişlerdi. Yönetim olarak yeni arkadaş topluluğu gelmişti. Güneyde var olan güçler de onlara katılarak bir planlama oluştu. 26 Ağustos’ta bütün alanlarda yaygın bir eylemlilikle yeni bir mücadele süreci geliştirildi. Pratik bakımından sonuçları biliniyor. İlk eylemlilikler belli bir çerçevede olsa da, bir darbeyi ifade etse de ardından zorlanmalar yaşandı. Gare sahasını iyi kullanamadık. Orası çok görev üstlenen konumda olmadı. Haftanin şeylere hiç katılamadı. Zağros’ta Kuzey-Güney planlaması vardı. Gücün bir kısmı Kuzey’de tutuldu. Kuzeyde de saldırı olabilir endişeleri vardı. Oysa Türkiye KDP’yi içten desteklemekle birlikte, Kuzeyde sınırdan bir saldırı da bulunmadı. Bir Zağros zorlandı. Miros’ta bir çatışmada çok kayıp verdik. Güç zayıflığı ile birlikte, koordinesizliğin, kendi içinde komutanın anlaşmazlığının da etkisi vardı onda. Bir bölüğümüz tasfiye oldu. Benzer bir durum Metina’da yaşandı. Metina’da bir birliğimiz darbe yedi. Orda ciddi zorlanma gelişti. Bunun üzerine yeniden değerlendirme yapmak gerekti. Metina’nın darbe yemesi Ana karargahı zorladı. Karargah Zap’tan çekilmek zorunda kaldı. İyice daraldı. Bu durumda yeniden değerlendirme yapmak, daha çok gücü sevk etmek gerekti. Önderlik o yönlü eleştiriler yaptı. Zağros’un gücü daha fazla savaşa katıldı. Doğu hattındaki, Kelareş hattındaki güç Xakurkê’ye çekildi. Orası da bir savaş cephesi haline getirildi. KDP’nin gücü böylece biraz yayılmış oldu. Saldırıları sınırlandırıldı. Bu giderek bizim askeri bakımdan belli etkinlik konumumuzu getirdi. KDP de toparlanıp operasyonlar yapıyordu. Biraz hızlı, biraz motorize olmuşlardı. Daha hareketli bir operasyon tarzı ile parça parça güçlerimize vurmak istiyorlardı. Fakat Metina hattı ,,, tarafını zorladı. Zağros’tan, Çemçoya, bu zozanlara girmek istediler. O saldırı kırıldı. O saldırı kırılınca askeri bakımdan bir zayıflama ortaya çıktı. Buna dayalı ateşkese gidildi. Bazı çevreler araya koydular. Biraz KDP’den gelişti. O Barzanilerin İslami benzeri adı altında yaptıkları örgütlenmeleri devreye koyarak arabuluculuk yaptırdılar. Ve yeniden bir ateşkese gidildi. Sonuç şu oldu; KDP’yi biraz darbelemiş olduk. Tabi kayıplar da verdik. Fakat yerleşim sahalarında daraltıcı, sınırlandırıcı bir konuma ulaşamadık. Dağlık alanlarda biz mevzilendik. Ondan öteye Behdinan’ın bir bölümünü kontrol altına alan, denetleyen, böylece bir siyasi konum kazanan bir düzeye ulaşamadık. Onda zorlandık. KDP de biraz zorlandı. Sonra kendini kısmen örgütlediyse de çeşitli şeylerden aldığı destekle böyle şehirler üzerinde kaldı. Dağlık yerlerden kendini tümden çekti. Bu durumla, yani daha ileriye gidemeyince ateşkes yapmak durumunda kaldık. Zaten daha fazla uzatamazdık. Birkaç aylık bir savaş olabilirdi, planlama böyleydi. Dolayısıyla nereye kadar gidebileceğimiz savaşta ortaya çıkmıştı. Biraz zorlayınca, KDP aracıları araya koyunca, pratik bakımdan daha ileriye gitmenin zorlukları ortaya çıkınca mevcut durumu değerlendirmek üzere Önderlik ateşkes ilan etti. Güney savaşı tam amacına ulaşmadı. Komployu bozdu. Dablin görüşmeleri bozuldu. Öyle bir ittifak oluşmadı. Onu daha sonra oluşturdular. O dönemde erteletti; en azından oluşmadı. KDP’ye belli bir darbe vurdu. Dağlık alanda gerillanın üslenmesi gelişti. Ama en azından Behdinan’ın bir kesimini kontrol altına alarak, Türkiye karşısında siyasi bir üstünlük yaratacak veya bir askeri üstünlük tutturup siyasi bir arayışa girecek bir düzeye de ulaşamadı. Yarım bir durum oldu. Yani esas anlamda siyasal amacına tam ulaşmadı. Mevcut düzeyiyle bir siyasi sonuca dönüştürülemez mi diye Önderlik yeniden bir arayışa girdi. Tabi zorlukları vardı. KDP ile savaşıyor olsak da, karşı güçler sadece KDP değildi. Neçirvan Barzani daha sonra şöyle diyordu: “Siz hepimizi öldürseydiniz de, KDP’yi o zaman dağıtsaydınız da Amerika gelip size karşı yeni bir KDP yine kurdurturdu.” KDP’yi öyle anlamak lazım. Öyle bir güç ve sistemin bir parçası durumundadırlar. Ama bütün bunlara rağmen KDP Behdinan’dan tümden silinmezse de, en azından belli bir kesimi ele geçirilebilirdi. KDP daha fazla daraltılabilirdi. Biz dağlık kesimleri tuttuk. Yerleşim yerleri, şehir kasabalar bakımından –siyaseten önem arzediyordu tabi- ora ulaşamadık. Onun zorlukları ortaya çıktı. Bir iki yerleşim yerinde gelişmeler olsa da fakat genişleyemedi, bir alan haline getiremedik. Öyle bir sonuca ulaşamadık. Bu savaşın taktik adımı, sonucu da böyle oldu. Ateşkesle birlikte KDP ile görüşmeler oldu. Belli bir anlaşmaya ikinci kez varıldı. 1982’de bir ittifak protokolü imzalanmıştı, 1996 başında da öyle bir ittifaka varıldı. Önderlik Güney’de KDP ile oluşan ateşkesi Türkiye’ye karşı da genişletti. Zaten Güney’deki savaşın amacı Türkiye’yi bir siyasi diyaloga çekmekti. Örneğin biz Behdinan’ın bir kesimini kontrol altına alsaydık, bundan en çok rahatsızlık duyacak olan Türkiye’ydi. Dolayısıyla Türkiye ya askeri bakımdan saldıracaktı, ya da zorunlu bir siyasi diyaloga girecekti. Öyle bir askeri gelişme –hele onun savunulabilmesi-Türkiye üzerinde büyük bir siyasi baskı oluşturacaktı. O noktaya ulaşamasak da Önderlik, KDP’nin belli bir zorlanması ile ilan edilen ateşkesi Türkiye’ye yönelik de yaparak, Türkiye’yi de bir siyasi diyalog, yumuşama arayışı süreci içine sokma çabası içinde oldu. İşte Güney’de de anlaşıyoruz, KDP ile ittifak imzalıyoruz, Türkiye’nin de Kürtleri birbirine düşürme durumu ortadan kalkıyor. Dolayısıyla bu siyasi diyalog oluşabilirdi de. Buna Türkiye’nin yanıtı 6 Mayıs saldırısı oldu. Türkiye yönetimi öyle bir çözüm, uzlaşı arayışına girmedi. Tam tersine mevcut gelişmeyi, ikinci kez ateşkes ilan etmeyi, bir zayıflık ortamı olarak değerlendirdi. Daha çok Önderliği hedef haline getirdiler. Kontr-gerilla, sabotaj, gizli saldırı eylemleri ile sonuç almak istediler.

Bunun çerçevesi biliniyor. Önderliği hedefleyen bir saldırıydı. İmha amaçlanmıştı. Türkiye’den planlanmıştı. Suriye muhabaratından destek alınmıştı. Bir sürü bilgi o konuda yayıldı. İki minibüs dolu patlayıcı Türkiye’den sokulup okula kadar götürülmüş. Yeşilin bunu örgütlediği, yürüttüğü, birçok kontr-gerilla elemanın katıldığı biliniyor. Bunlar açığa çıktı. Yani, Önderliği hedefleyen bir tarzla savaşı sürdürmeyi içeriyordu. Türkiye devletinin, ordusunun imha amaçlı saldırılarını yürütmekte kararlı, ısrarlı olduğunu bu olay ortaya çıkardı. Dolayısıyla ateşkes anlamsız hale geldi. Bu durum değerlendirilerek yeniden -Güney’deki belli bir ittifaka da dayalı olarak- Kuzey’de çatışmalı durum 1996 yaz başından itibaren gelişti. Bu olay ardından Önderlik sahasında değerlendirme oldu. Yine Ana karargahta bir konsey toplantısında gelişmeler değerlendirildi. Ve devletin yürüttüğü saldırılara karşı, gerilla düzeninde araziye dayalı savaşma tarzıyla bir savaş durumunun geliştirilmesine karar verildi. ‘96 yılı boyunca böyle bir savaş, gerilla eylemliliğine dayalı olarak sürdü. Bunun düşman saldırısını karşılama, Önderliği, çizgiyi sahiplenme; gerillanın savaş potansiyelini ortaya koyma bakımından en belirgin, ön açıcı olanı Zilan arkadaşın eylemiydi, direnişiydi. Düşmanın Önderliğe, böyle araç patlatma biçiminde yönelttiği saldırıya karşı, gerillanın yeni bir savaş gücünü, taktiğini ortaya çıkaran bir eylemdi. Başarıyla gerçekleşmişti. Hem askeri başarısı, hem yeni bir tarz olması askeri, siyasi,  taktik durum üzerinde etkide bulundu. Gerillaya büyük bir moral, güç verdi. Yeni bir açılım oluşturdu. Halka büyük bir moral verdi.  Gerillaya yönelik umut ve inançta daha büyük bir güçlenme ortaya çıkardı. Düşmanın üzerine korku saldı. Hala da o korku sürüyor. Bir tarz olarak daha sonra sürmesi iyice korkutur duruma getirdi. Daha sonraki süreçlerde Ortadoğu’nun çeşitli alanlarında bu tarz uygulandı. Hala birçok yerde birçok güç onu temel bir savaş tarzı biçiminde uyguluyor. Düşmanı korkutucu bir gerçeği var. Gerillanın kararlılık, eylem gücünü ortaya çıkarmış; onu derinleştirmiş, daha kapsamlı kılmış oluyor. Bu bakımdan önemli bir açılımı ifade etti. ‘96 yılında çeşitli alanlarda gerillanın daha etkili, aktif olmasında böyle bir çekici, etkileyici güç oldu. Birçok yerde darbelemeler oldu. Fakat esas olan, böyle bir eylemlilikle yeni bir açılımın yapılması, tarzın gündemleştirilmesiydi. Önderlik ve halka karşı saldırıda gerillanın savaş potansiyelinin ortaya konması, sahiplenilmesidir.

1996 yılında Güney’de bizim dışımızda gelişmeler oldu. KDP ile YNK çatıştılar. Saddam ve KDP’nin bir ittifakı ortaya çıktı. YNK ve KDP zaten karşıttılar. Saddam ile ters düştü. Saddam güçleri YNK’yi tehdit ettiler. Hewler’e doğru yürüyünce YNK hükümeti de, kendisi de her şeyi bıraktı. İran’a kaçtılar. KDP gelip Hewler’i, Süleymaniye’yi aldı. Daha sonra KDP’nin o kadar gücünün olmadığı, Saddam’ın Hewler’e gelmediği görülünce YNK Amerika’dan, İran’dan aldığı destekle Süleymaniye’yi geri aldı. Güneydeki dengelerde böyle bir değişim yaşandı. O zamana kadar Süleymaniye, Hewler YNK’nin elindeyken, Duhok, Hewler KDP’nin eline geçti. YNK Süleymaniye merkezli bir hükümet kurdu. KDP hükümet merkezini Hewler’e taşıdı. Bunun bizim üzerimizdeki etkisi, Behdinan’daki üslenmemizin biraz daha gelişmesi oldu. Rahatlattı aslında. İkincisi; Soran alanına güç kaydırmasında bulunduk. Orda da dağlık alanlarda kısmi bir üslenme yarattık. Zaten Zelê’den sonra oluşan Boti kampı vardı. Orası araziye çıktı. Bazı birlikler kaydırdık. Karox ile Kandil alanında belli bir güç yoğunlaşmamız ve üslenmemiz oluştu. Daha sonraki süreçte yaşanan savaşta bu biraz rol oynadı.

1997 için bizim bir planlamamız gelişti. 1996-‘97 kışında kapsamlı toplantı ile parti bu gelişmeleri değerlendirdi. Önderlik önemli bir güç aktarımı yaptı. Bu toplantı da Kuzey ve Güney’deki mevcut durum değerlendirilerek, Kuzey ve Güney’e yönelik yeni, ortak bir planlama oluşturuldu. Temel hedef, araziye dayalı savaşı geliştirerek, arazi üslenmesini Güney ve Kuzey’e doğru genişleterek hem üslenmeyi bu sınır üzerinde daha sağlam kılmak, hem de kurtarılmış bölge esprisiyle tahkim etmek, ilerletmekti. Tam ona ulaşılamasa da arazi denetimini üslenmeden daha ileri düzeye götürerek sınırı kontrol altına almak, böyle bir hâkimiyete dayalı olarak siyaset yapmaktı. Önderlik buna dayalı ordu karşısında gerillanın bir arazi mevzilenmesini sağlayarak önce darbe vurmayı, sonra Behdinan’ın bir bölümünü denetlemeyi planladı. Şimdi olmayınca dağlık alanda daha geniş bir araziyi kurtarılmış bölge esprisiyle gerilla denetimine alarak ordu karşısında bir askeri taktik, duruş yaratmak, buna dayalı bir siyasi diyalog arayışını geliştirmekti. Behdinan, Zağros, Botan hattında böyle bir mücadele planlaması oluşturuldu. Güney’den güç katmayı hedefliyordu. Zağros-Botan hattında ise, hem daha sağlam denetim sahalarını genişletmeyi, hem de ordunun saldırılarla giremeyeceği, gerillanın savunacağı bir bölgeyi ortaya çıkarmayı hedefleyen bir planlama oluşturuldu. Buna göre bütün alanlar hazırlık çalışmalarına girdiler. Biz bu hazırlığı yaparken, buna karşı Türkiye ve KDP de ittifak yaptılar. KDP 95’te olanı hazmetmedi. Türkiye mevcut yaklaşımları tehlikeli buldu. Bilgi alıyordu tabi. Bunun değerlendirmeleri de yapılıyordu. “Zap’ta devlet olmuşlar, Zap Cumhuriyeti kurulmuş.” diye birçok çevre çok propaganda yapınca, Türkiye de -pratiğinin ne kadar olup olmadığı önemli değil- isminin bile olmasına tahammül edemeyecek bir tarzda KDP ile ittifak yaparak, daha erken bu duruma fırsat vermeyecek bir saldırı olarak 14 Mayıs 1997’de ana karargaha yönelik saldırıyı başlattılar. Bu operasyon daraltılmış bir bölgeye yöneltilmiş şiddetli bir saldırıydı. Zap vadisini hedefleyen, ana karargahı işlemez kılan ve böylece komuta kontrol noktasını kıran, yerinden söken bir operasyondu. Genel Kurmay amacını böyle tanımlıyordu. Buna uygun olarak da, şiddetli bir biçimde vadinin iki yakasını ele geçirecek tarzda batı ve doğu tepelerini hedefleyen bir saldırı yürüttü. Helikopterlerle, uçaklarla sonra kara hareketi ile vadiye girmeyi, Zap cumhuriyetini dağıtmayı hedeflediler.

Bunun karşısında bizim savunma gücümüz zayıf kaldı. Her ne kadar hazırlıklı olsak da böyle bir saldırıya karşı savunmamız yetmedi. Saldırı alanı dar kaldı. Diğer alanlar destekleyemedi. Bir birlik, ittifak oluşamadı. Bunu kıracak yeterli bir hazırlık da yoktu. Aslında saldıracak diye bir rahatsızlık vardı. Düşman saldırıyor, biz de ona göre hazırlanalım, darbe vuralım anlayışı değil de aman saldırıyor, ne olacak anlayışı vardı. Halbuki,  biraz da Önderlik kışkırtıyordu. Üzerine çekme ve böylece hazır tahkim edilmiş gerilla mevzilerine düşürerek darbelemeyi hedefliyordu. ‘95 başlarında da yaklaşımı buydu. 1997’de de Zap’a yönelik saldırıda Önderliğin böyle bir yaklaşımı vardı. Fakat karargah, pratik yönetim, komuta böyle bir taktik planlamadan uzak, bunu bir şey sayarak kendini örgütleyip, mevzilendirip darbe vurmak yerine işte saldırı oluyor, kendini nasıl savunacak onu esas alan, bunun kaygısını taşıyan bir yaklaşım oldu. Birkaç gün kısmı bir direniş olsa da, ana karargah alanı düştü. Ordu vadiye girdi. Karargah gücünün bir kısmı Metina ve Gare’ye çekildi. Bir bölümü Zağros’a çekildi. Zağros’a çekilen güçler Zağros güçleriyle birleştirilerek mevcut duruma karşı saldırıyı yürütmeyi planlayacak bir toplantıya götürüldü. Önderlik ortaya çıkan sonucu eleştirdi. Böyle bir çekilmeyi değil, orduyu ağır darbelemeyi hedefliyor, planlıyordu. Öyle olmaması planlamanın başarısız olması anlamına geliyordu. Bunu derhal tersine çevirecek bir hareketi ön gördü. Zağros ve Zap güçleri birlikte bunu tartıştılar, planladılar. Zap’tan ordu güçlerini çıkarma amaçlı bir planlamayla harekete geçildi. Bazı öyle gelişmeler oldu. Helikopterlerin düşürülmesi orduyu zorladı. Operasyonun komuta kademesi ciddi darbe yedi. Ordu hızla geri çekildi. Darbe yemiş olarak geri çekilmek durumunda kaldı. Bu biraz bizi askeri bakımdan ileri konuma götürdü. KDP güçlerine Kurojehro hattında darbeler vurulunca onlar da Güney’e itildiler. Tekrar yeniden eski üslenme durumu yaratıldı. KDP’de, ordu da kendi alanlarına itilerek bütün bu üs alanı gerillaya açılmış oldu. Buna dayanarak, 1996-97 kışında yapılan planlamaya uygun bir biçimde pratik geliştirme Güney’de KDP’yi daha fazla daraltan, Kuzey’de Zağros-Botan hattında arazi denetimini daha da ilerleten bir çalışma içerisine güçlerimiz girdi.

Başlangıçta belli bir zorlanmayı yaşasak da giderek pozisyon biraz değişmişti. Mücadele de daha etkili bir hale gelebildik. Botan zaten kendi planlaması dahilinde bir eylemlilik içindeydi. Önemli bir etkinliği arazi üzerinde sürdürüyordu. Zağros’ta kuzeye doğru epeyce çekildi. Geniş bir sahayı Zap- Haftanin ile birlikte açtı. Güney’e yönelik hareketlilikte ise çok etkili, yaratıcı taktiklere dayanan, yeni kazanımlar öngören bir gelişme Behdinan’da olmadı. Daha çok 1995’tekileri tekrarlayan eylem girişimleri görüldü. Doğu’da ve Soran alanında gelişme oldu. Soran alanında önemli bir gençlik katılımı ortaya çıktı. Bir de Sideka’dan Hacıümran’a kadar olan sahada, bir yandan Xinêre, bir yandan Kandil’den daha önce 1996’da direnen güçlerin hazırlıklarına dayalı olarak iki yönden gelişen mücadele ile önemli bir açılım gelişti. Hacıümran, Çoman, Sideka’da KDP zorlandı; çıkartıldı. Bir yandan gençliğin Doğu katılımı, eğitimi, gerillanın bu temelde büyütülmesi diğer yandan pratik saha da, küçük sahalarda etkinlik sağlanması o alan için önemli bir açılımdı. Fakat bu durum doğru değerlendirilmedi. Askeri açıdan bütünlüklü bir planlamaya gidilemedi. Ona göre de hem bütünlüklü bir gerillanın denetim sahası sayabileceğimiz şekilde bir savunma sistemine kavuşturulamadı, hem de tabi daha fazla nasıl genişletilebilir, mücadele hangi yönden geliştirilmeli biçiminde bir perspektife sahip olunamadı. Giderek açılma, birbirinden kopan parçalı bir duruş, tekrar kendiliğindenlik ortaya çıktı. Bence önemli bir süreçti. İyi bir gelişmeydi de. Eğer doğru yaklaşılabilse, iyi değerlendirilse, bilimsel olarak ele alınsa, askerlik biliminin gereklerine göre yaklaşım gösterilip uygun bir planlama temelinde hem savunma sistemi, hem de mücadelenin buna göre yürütülmesi gerçekleştirilebilseydi, 1997’nin sonunda önemli bir askeri taktik konum tutturulabilirdi. Bunun koşulları oluşmuştu, fırsat ve imkanları ortaya çıkmıştı. Fakat burada işleri ele alan, planlayan bir yönetim düzeyi, bir anlayış olmadı. Yeni tür bir çetecilik  gelişti bu imkanlar üzerinde. Günümüze kadar da örgütte ciddi sorunlar yaratan gruplaşma bu dönemde ortaya çıktı. Özellikle ana karargah alanında sağlanan gelişmelere dayalı olarak biraz da kendini ne oldum delisi sayarak var olan gelişmeyi nasıl ilerletilecek, nasıl ayakta tutulacak onu düşünmeden, sanki esasmış, sürekliymiş gibi sanarak onun üzerine hakimiyet kurma, gelişmeleri kendine mal etme, bununla kendini şişirme anlayışı egemen oldu. Ana karargahta daha önce çok da etkili olmayan, ama operasyon ardından yaşanan durumlar içerisinde öne çıkan bir grup böyle bütün gelişmeleri kendine mal edecek, denetim altına alacak bir tutum içerisine girdi. Ne ciddi biçimde bir planlama yapabildi, ona dayalı pratik geliştirebildi; ne de yönetimi koordine edebildi. Tam tersine tepki yarattı. Kendi dışındaki alan yönetimlerini etkisizleştirmeyi öngören bir taktik izledi. Öyle ki, ortamı sağlamlaştırarak, savunma tedbirlerini geliştirerek bir ileri durum yaratmak yerine, güya kendine göre alternatifleri etkisizleştirerek var olan gelişmeleri kendi hanesine yazıp onun üzerine konmayı hedefleyen bir anlayış etkili oldu. Bu anlayışla Botan zorlandı, Zağros yönetimi zorlandı; Soran alanındaki yönetimle kopukluk oldu. Kendisi de çok yaratıcı bir eylemlilik, tedbir geliştiremedi. Büyüme içinde dağınıklık, etkisizlik ortaya çıktı. Bu durumu düşman değerlendirdi. Ekim başından itibaren geliştirdiği parça parça operasyonlarla bütün alanlardaki birikimi ezdi. O Doğu alanındaki gelişmeleri ezdi. Tankları, uçakları kaldırdı. Ele geçirilen kasabaların yeniden kaybedilmesini ondan da öte güçlerin çok geriye çekilmesini gerçekleştirdi. Zağros üzerine girdi. Zağros’ta zaten bir yönetim boşluğu, koordinesizlik vardı. Böyle bir ortamda Zağros alanını yoğun güçleri çok zorladı, darbeledi. Birçok olay var. Hastaneye kadar gelebildi. Oradan güçleri Xakurkêye çekildiler, orda da operasyonla ciddi biçimde ezdi. Zap ve Metina üzerinde de gelişen operasyonla – ki aslında çok güçlü ya da etkili değildi. Fakat güçler gerillalaştırılamadılar, saldırılar karşısında savunma tedbirleri gelişmedi. Birlikler karadan da değil, hava saldırılarının önünde açık, hareket edemeyen hedefler olarak kılındılar- saldırılar altında ezildi. Zağros gücü Xakurkê’ye geçti, orda bir bölüm ezildi. Zap gücü Zağros’la birlikte bir bölümü Gare’ye geçerken ezildi. En son aralıkta Gare’de gelişen bir operasyonla oradaki güçlere de darbeler vurdu.Bu, önemli bir gelişme sağlanmışken, bütün bunların kaybedilmesi gibi bir durumu ortaya çıkardı. Devlet gelişmeyi darbeledi. Güçlere de darbe vurdu. Ciddi kayıplar verdirdi. Tabi alanı tutma gibi bir yaklaşımı yoktu. Operasyonların öyle bir hedefi yoktu. Dolayısıyla her yerden geri çekildiler. Darbe vurma, üslenmeyi önleme; alanı denetim altına alan, kurtarılmış bölge gibi gerilla tarzıyla denetlenen savunuluna bir bölge olmaktan çıkarmayı hedefliyordu. O hedefi de önemli ölçüde o operasyonlar gerçekleştirdi. Kuşkusuz gerilla önemli bir birikime ulaşmıştı. Öyle bazı darbelerle ezilecek konumda değildi, ama 1996-97 kışında planlandığı gibi bir gelişme yaratıldıysa da korunamadı, savunulamadı. Dolayısıyla yine gerillanın taktik etkinliğine dayalı bir siyasi adım atmak, siyasi diyalog sürecini zorlamak mümkün olmadı. Burada da Önderliğin öngördüğü, taktik olarak hesapladığı düzeye ulaşma sağlanamadı pratikte. 1997-98 kışında bu durumun analizi, çözümlemesi, eleştirisi, özeleştirisi yapıldı. Bütün alanlar durum değerlendirmesi yaptı. Yeniden bir toparlanmayı böyle kapsamlı bir eleştiri-özeleştiri temelinde Önderlik sağlamaya çalıştı. Hatta yeniden bir irade yaratmaya çalıştı. O çok darbe yemiş, zayıflamış, bazı yerleri ezilmiş olan gerilla gücüne, özellikle komutasına yeniden bir mücadele etme, görev sorumluluk üstlenme anlayışı ve iradesi kazandırmaya çalıştı. ‘98’de bu temelde yeniden bir karşı durma gücü ortaya çıkarmak istedi. Güneydeki durumun böyle zorlanması ortamında Kuzey daha diriydi. Güney’i yeniden toparlayarak, gerillanın saldırılar karşısında direnişi sürdürecek bir konuma ulaşmasını sağlamaya çalıştı. 1998’de bizim çok bir planlamamız olmadı. Savaşta sadece saldırılar karşısında direnmeyi, ayakta kalmayı hedefleyen bir tutumumuz vardı. 1995-96-97’deki gibi bir taktik planlama olmadı. Daha çok devletin böyle bir yaklaşımı vardı. Bunu sürdürmek için bilgilenmesi de oldu devletin. 1998 baharında Zeki kaçtı, teslim oldu. Hem Önderliğe ilişkin, hem de harekete dair en kapsamlı somut bilgileri devlete verdi. Onun o bilgilendirmesi Şahin Dönmez’in yaptıklarına benzerdir. Böyle bir bilgilenmeye de dayanan özel savaş karargahı yeni saldırı planları yaptı. Nisan başından itibaren önce Botan’da iki büyük operasyon oldu. Gerillayı darbeleyip ezmeyi hedefliyordu. Ardından Amed’de, Murat operasyonu oldu. Orda da ezmeyi hedefliyordu. Dersim’de operasyon oldu. En son Mayıs sonunda Güney’e yönelik kapsamlı bir operasyon yaptı. Üç aylık bir operasyon planıydı. Botan, Amed, Dersim’de gerilla operasyonlarda kısmi bazı darbeler yediyse de hem boşa çıkardı, hem de darbe vurdu. Gerilla direndi. Güneye yönelik operasyonda ise daha çok boşa çıkartma yönü ağır bastı. Büyük bir güçle geliniyordu, onun boşa çıkartılması öne alınmıştı. Kısmi bazı çatışmalar, darbe vurmalar daha operasyonun hazırlık sürecinden itibaren oldu, ama daha çok boşa düşürme oldu. Bunun sonucunda düşman da ‘97’de iki operasyon yapmıştı. 1998’de de yaz başına kadar baharda üç aylık her alanda kapsamlı, planlı, Zeki’nin verdiği bilgilere dayalı bir saldırı yürüttü. Sonuçta istediği sonuca ulaşamadı. Çok cüzi bazı darbeler vurdu her yerde. Bu her operasyonda olan durumdur. Gerillanın yine var olan üslenmelerini koruması konumunu sürdürmesi yaşanıyordu. Ortaya çıkan sonuç askeri ve siyasi açıdan yeni bir durum değerlendirmesini gerekli kıldı. Neydi ortaya çıkan durum? 1993’ten itibaren devlet, ordu, özel savaş karargahı gerillayı ezip bitireceğim, kökünü kazıyacağım amacı ve iddiası ile ‘98’e kadar beş yıla aşkın bir süre –altı, yedi yıl hatta- çok yönlü parça parça bütünlüklü operasyonlar yapmış, saldırılar düzenlemiş bazı darbeler vurmuş gerillanın taktik üstünlük sağlamasını engellemişse de gerillayı ezme, kökünü kazma amacında da başarılı olamamıştır. Buna karşılık gerilla da Önderliğin geliştirdiği taktik planlamalar temelinde daha çok 1995 başından itibaren üç-dört taktik planlama ile üstünlük sağlayıp 1993’te başlattığı siyasi diyalog arayışını hedeflemişse de bunu başaramamıştı. Çelik operasyonun da, Güney savaşında da,1997 savaşında da ortaya çıkan durum buydu. Ama her türlü saldırı karşısında yenilmeyen, ezilmeyen, belli konumda kendini, varlığını ve direncini koruyan bir gerilla duruşu da sürdürülmüştü. Sonuç şu görülüyordu; iki tarafta amaçladıklarını gerçekleştiremiyorlar fakat kaybetmiyorlardı da. Bir çözümsüzlüğü, savaşta tıkanma, pata olma gibi bir durum, -farklı taktik arayışların pratikte uygulanmış olmasına rağmen- çıkmıştı ortaya. Durum değerlendirmesi bu çerçevede gündeme geldi ve taraflar böyle değerlendirmeyi yaptılar. Önderlik bu durumu kapsamlı değerlendirdi. Ağustos ayı boyunca yapılan toplantılarda değerlendirdi. Hatta Temmuz, Ağustos sürecinde değerlendirdi. Yeniden gerillanın düzenlenmesini, karargahın düzenlenmesini gündeme getirdi. Yeni kararlar alma, adımlar atmayı gerekli gördü. Özel savaş karargahının da savaşın tıkandığı, çözümsüz kaldığı, operasyonlarla gerillayı ezemeyeceği gibi bir kanaati ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla orda da savaşın durdurulması eğilimi oluştu. Bunun bir işaret biçiminde Önderliğe aksettirilmesi üçüncü kez ateşkesi gündeme getirdi. Biraz da güvencelere dayalı olarak, gizli taleplerin sunulması sonucunda 1 Eylül 1998’te tek yanlı ateşkes süreci başlatıldı.  Bu ateşkes kapsamlı değerlendirmeye dayanıyor. 15 Ağustos’un yıldönümünde Önderlik bu konuları kapsamlı değerlendirmişti. Hareketin tümden yeniden yapılanacağını, Önderlik dahil bütün birimlerin çalışma düzenlerinin değişeceğini, köklü bir yenilenme ve yeniden yapılanmanın yaşanacağını, dolayısıyla kendisini bu biçimde yenileyebilenlerin bundan sonra hareketle yürüyebilecekleri değerlendirmesini yaparak Önderlik bütün kadro- komuta yapısını bu temelde yenilenmeye, yeni sürece hazırlıklı olmaya çağırdı. Bu tür değerlendirmeler o dönemin çözümlemelerinde vardır.

Diğer yandan tabi devletten özellikle Türkiye Genel Kurmayı’ndan gelen bazı bilgiler de vardı. Şöyle bir kanaat Önderlikte de hepimiz de oluşmuştu; bir ateşkes oldu, iki ateşkes oldu sonuç vermiyor. Üçüncüsünde sonuç alabilmek için güvenceli olması gerekiyordu. Önderlik de bunun üzerinde duruyordu. Yani güvence olmazsa, ateşkes olmasın yaklaşımını önderlik de doğru buluyordu. Bir daha ateşkes, sonra yine bozuldu. O artık işin ciddiyetini de pratikleşmesini de ortadan kaldırıyordu. Böyle ciddi bir sorunda öyle bir yaklaşımın çok sonuç vericiliği olmuyordu, olmamıştı. Üçüncü kez hiç olmazsa tarafların mutabakatını içeren bu temelde de çözüm yolunda ön açıcı olan bir adım atılabilmeliydi. Önderlik ateşkesi bu tür güvencelere dayanarak ilan etti. Daha sonra bazı belgeler yayınlandılar. Önderliğe ulaşan mesajlar yayınlandı. Önderlik yayınlanmasını istedi. Bunları önemsedi. Bu daha çok ordudan gelen mesajlardı, Genel Kurmaydan gelendi. Selim Okçuoğlu’nun aracılığı var. Başka bazı subaylar, albaylar güya böyle talepler getirmişlerdi. En azından o dönemde Önderlik ikna oldu veya bir güvence sayılabilecek düzeyde buldu. O nedenle ateşkese gidildi. Her ne kadar biz tek taraflı ateşkes ilan ettiysek de bu yalnız başına bizim kendi kendimize verdiğimiz bir karar değildi. Kararların bir iletişimine, mesaj aktarımına da dayanıyordu. Bunun böyle bilinmesinde yarar var. Sonrası farklı gelişti. İki yüzlülük oldu. Sözlerine sahip çıkmadılar, etkisizleştirildiler ya da oyundu ayrı bir mesele, ama böyle bir durum pratikte vardı. Ateşkesle birlikte 1993’ten itibaren pratikte gelişmiş, uygulanmış olan stratejik değişimi harekete mal etmek, bunun gerektirdiği ideolojik yenilenmeyi sağlamak yine örgütsel yeniden yapılanmayı gerçekleştirmek üzere hareket kendisini 6. Kongreye yöneltti. Önderlik bütün bunları sağlamak amacıyla partiyi 6. Kongreye yönlendirdi. Kongre gündemlerini oluşturdu. 6. Kongre süreci başlatıldı. İşte böyle bir dönemde uluslar arası yeni bir oyun tezgahlandı. Ateşkes ortamına, yine hareketin 6. Kongre sürecine girmiş olmasına, tümüyle içyapısıyla uğraşması durumuna dayanılarak, bunlar fırsat bilinerek 1988’de -1992’de yapıldığı gibi- yeni bir uluslar arası saldırı konsepti ortaya çıkartıldı. Bu askeri boyutlu olmaktan çok Önderliğe yöneltilmiş bir saldırı olarak gündeme getirildi. Bunda Şemdin Sakık’ın verdiği bilgilerin önemli rolünün olduğunu düşünmemiz lazım.

Daha önce 1979’da Şahin’in verdiği bilgiler de vardı. Çok itibar görmemişti. Bunlar birleşince Önderliğe yönelik komplo gündeme getirildi. Bunun için çeşitli çabalar yürütüldü. 17 Eylül’de Washington’da KDP- YNK anlaşma imzaladı. Anlaşmanın temel hükmü PKK’nin terör örgütü olduğu ve Güney’den çıkartılması gerektiği yönündeydi. Amerika böylece sözde Kürt siyasetçilerinden Önderliğe yönelik saldırı için onay almış oldu. Ardından Suriye yönetimi üzerinde yoğunlaşıldı. Sovyet bloku dağılmış, Hafız Essad yönetimi temel dayanağını kaybetmişti. Geçmişte olduğu gibi baskılara dayanma gücü yoktu. ABD cephesinden gelen baskılar karşısında çok zayıf konumdaydı. Ekonomik olarak zordaydı. Artık o zamana kadar olduğu gibi baskıları saldırıları göğüsleyecek güçten epeyce düşmüştü. ABD bu durumu da değerlendirerek Suriye yönetimi üzerinde baskı oluşturdu. Hafız Essad tehdit edildi, uyarıldı. Hüsnü Mubarek devreye konarak Suriye yönetimi siyasi olarak etkilenmeye çalışıldı. Türkiye yönetimi yönlendirilerek tehdit içeren açıklamalar yaptırtmaya yöneltti. Tümü bunlar özellikle işi ABD’nin yürütmesi, bir plan dahilinde yürüyor olması karşısında Hafız Esad yönetimi o zamana kadar ki sürdürdüğü tavrı sürdüremedi. Dolayısıyla en azından bir süre bile dense Önderliğin Suriye’den ayrılması tutumunu gündeme getirdi. Daha fazla baskılara direnecek gücü olmadı. Bunlar Önderliğe ulaşınca -gelişmeler biliniyor- buna göre bir tutum gelişti. Eskiden de baskılar olmuş, farklı yerlere çekip biraz farklı yerlerde o tür baskıları bertaraf etme yaşanıyordu. Ama tabi bu sefer ki çok daha kapsamlı ve arkasında doğrudan Amerika’nın olduğu bir baskıydı.

Ülkeye gelmek ve Avrupa’ya gitmek arasında bir araştırma oldu. Sonunda Yunanistanlı bazı çevrelerin yoğunlukla devreye girmeleri, Önderliğe güvence vermeleri sonucunda Önderlik Yunanistan’a çıkmaya karar veriyor. Stratejik olarak yönelimi de böyle bir adımı atmasını gerektiriyordu. Yeniden bir savaş stratejisi oluştursa savaşı strateji de ele alıp yürütmek isteseydi tabi yürümesi gereken yer ülke, gerillanın bulunduğu saha olacaktı. Fakat uzun süreli savaş stratejisinden uzaklaşılıyordu. Demokratik siyasal mücadele, gerillanın buna uyumlu kılınması, buna hizmet eder kılınması, halkın demokratik eylemliliğin ön plana çıkartılması, böylece demokratik-siyasal mücadele temelinde siyasi diyaloga dayalı demokratik çözümün gerçekleştirilmesi bir çizgi, bir strateji biçiminde gündeme girmişti, netleşmişti. Uzun bir süredir de taktik mücadeleler bu temelde gelişmişti. Böyle bir stratejinin varlığını ortaya koyuyor, gösteriyordu. Bu nedenle böyle bir pratiği daha etkili bir biçimde Avrupa’da geliştirme şansı olabilirdi. O değerlendirme Önderliği daha fazla etkilemiş, yönlendirmiştir. Birçok tanıdık çevre de var, ilişki kuruyorlar. Avrupa sorunla biraz ilgiliydi. Yunanistan bu süreçte tabi daha ileri düzeyde devreye girdi. Türkiye AB’ye girmek istiyor, bu sürecin değerlendirilmesi çözüm için ön açıcı olabilirdi. Bir de Önderlik Avrupa’yı biraz öne çıkarmak istiyordu. Uluslar arası siyasete stratejik yaklaşımında o vardı. Hala da var. Avrupa buna sahip çıkmadı. Ama Önderlik ABD’nin böyle tek başına dünyada çok etkili olmasına rağmen, Avrupa’nın etkinliğinin gelişmesinden yana oldu tabi. Avrupa’yı biraz daha kültürel temelleri sağlam, belli bir demokrasiye sahip, kültürel birikimi olan uygarlık alanı olarak görüyordu. Amerika’nın böyle bir tarihsel birikimi çok zayıftır. Öyle alternatifsiz dünyaya hâkim olması, yüzeysel bir askeri siyasi baskı dünyaya hâkim hale gelebilir. Nitekim bu şimdi çok fazlasıyla yaşanıyor, gerçekleşiyor. Buna karşı Avrupa’nın dünya siyasetinde biraz inisiyatif kazanması, aktif olması demokratik siyasal gelişmelerin hızlanması açısından daha yararlı olabilirdi. Savunmalarda Önderlik bunları hep değerlendirdi. Kürt sorununda bir çözüm gücü olması, bir tür dayanak yada arabulucu konuma gelmesi Avrupa’ya böyle bir açılım yaptırabilecek, inisiyatif kazandırabilecekti. Aslında bunda böyle bir düşüncenin, anlayışın da payının olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sonucunda 9 Ekim’de Yunanistan’a çıkıldı. Gerilla ateşkes konumundaydı. Ülkede 6. kongre sürecine girmişti. Önderlik ise Avrupa’ya çıkmaya yöneldi. Avrupa’ya çıkış adımını attı. Baştan Yunanistan’ın yaklaşımını bir oyun olarak görmek lazım. Yanılmamalıyız. İlk günde imha edilme planı vardı. Önderlik Moskova’dan bunu değerlendirdi. Yunanistan’ın hiç de öyle hazırlıklı olmadığını, bir oyun olduğunu, derhal ülkenin terk edilmesinin dayatıldığını gördü. Önderlik onu şöyle değerlendirdi; “tekrar geri göndermek istediler. Bu konuda Türkiye’nin de bilgisi vardı. Yunanistan’ın denetiminden de çıkınca zaten Suriye denetiminden de çıkmışız, Türkiye’nin füzelerine hedef yapılacaktık.” diyordu.  Bu doğrudur, abartılı bir değerlendirme, bir yargı da değil. Önderliğin karşılaştıklarından çıkardığı sonuç oluyor. Daha sonraki süreç bunun doğru olduğunu gösterdi. Önderlik bunu boşa çıkardı. İmha önce burada önlendi. Suriye’ye geri dönmek yerine Rusya’ya gidişi gündeme getirdi ve gerçekleştirdi. Oyun kısmen bozuldu. Ardından Türkiye ve Amerika, Rusya’nın üzerine yoğunlaştı. Birçok pazarlık yapıldı, vaatler verildi. Maddi imkân sunuldu. Rusya’dan çıkarıldı, Roma’ya gitti.  Rusya ve Roma’ya gidiş, daha 9 Ekim’de Yunanistan’ın oyunuyla imha edilme tehlikesini aşma, bir de bunun üzerine kurulmuş konsepti parçalamak açısından Önderliğe fırsat sundu. Önderliğin bunları aşacak çıkışlar yapmasını ifade etti. Önemliydi, iyi değerlendirilse, doğru anlaşılsaydı süreç o yönlü derinleşebilirdi. Nereye giderdi, ne olurdu bilinmez, ama en azından sonraki gelişmeler gibi olmazdı. Daha farklı bir gelişme süreci yaşanırdı. Fakat Roma üzerinde durdular. İçten şimdiki hükümeti, Berlisconi çevresini, partisini hükümete yönelttiler. Dıştan ABD baskısı oldu. Almanya kararlarını uygulamadı. Cezaevine koyma kararı vardı, onları kaldırdı. İtalya hükümeti yalnız bırakıldı. Üzerinde baskılar da olunca tabi Önderlik üzerinde daraltmayı, sınırlandırmayı geliştirdi. Daha çok sorunun ağır olduğunu görüp üzerinden atmak istedi.

Bu dönemde örgüt içinde birçok ajan devreye girdi. Ajanlaştırılmış ya da basit çıkarlar uğruna yönlendirilen, gaflet içinde olan,  apolitik olan kişiliklerin kullanılması, her ne olursa olsun etkilemesi ile süreç tersine çevrildi. Mahir Welat kongreye gelmesi gerekirken Roma’ya gitti. Önderlik daha sonra onun verdiği vaatlerin çok etkileyici olduğunu söyledi. Yine dış ilişkiler Avrupa’da imkân yaratmak yerine var olanları da tıkattılar. En son Kani Yılmaz Yunanistan’la görüşüp daha sonraki süreci herhalde planladılar. O tersini söylüyordu, ama gelişmeler öyle oldu. Gelip kongreye de güvence verdi. Partiyi de, dikkatlerini olaydan uzaklaştırarak etkisizleştirdi. Kenya sürecinin, 15 Şubat’ın gerçekleşmesinde örgütü ve halkı yanıltma rolünü oynadı. Bu konuda Kani’nin rolü çok belirgindir. Onu, Avrupa’da imkânların tıkatılması için Mizgin’le birlikte yaptılar. En son Atina’da görüşüp geldi. “Her şey düzgün planlanmıştır.” dedi ve onun planlamasından Kenya ve 15 Şubat çıktı. Mahir’i kullanarak Rusya’ya tekrar döndürdüler. Rozerin denilen biri vardı, onu Rusya’dan Atina’ya geri çevirdiler. Tabi diğer şeyler kabul edilmedi. Örneğin İran, Rusya üzerinden Kürdistan’a gelmesine izin vermedi. Kenya ve 15 Şubat durumu ortaya çıkartıldı. Böyle bir süreç karşısında örgütün, gerillanın durumu değerlendirilmiş, tartışılmıştır şimdiye kadar. Önderlik “sahte dostluk ve yetersiz yoldaşlık yüzünden bu durum ortaya çıkmıştır.” dedi. Sahte dostluk Avrupa çevrelerinin, Rusya, Yunanistan’ınkidir. Yetersiz yoldaşlık, baştan itibaren pratikte başarısızlığın ortaya çıkardığı bir durumdur. Zindanda Hayri arkadaş buna, “borçluluk” demişti. Daha sonraki süreçlerde hep pratikte çok az başaran, fazlasıyla başarısız olan bir durumu ifade ediyor. 1990’lardan sonra somut taktik hedeflerde ne kadar başarısız, geri kalındığı çok daha somut görülüyor. Önderlik, “1990’ların başında devrimi kazandığımız halde yönetim yetersizlikleri, hataları yüzünden kaybettik.” diyordu. Gerillanın pratiğine, gerillanın yönetimine ilişkin Önderlik değerlendirmesi böyledir. Bunu özel savaş karargahı – Çiller, Güreş ekibi-de böyle değerlendiriyor. Kaybedilmiş Kürdistan’ı Türkiye açısından yeniden fethetmekle övünüyorlar. Bu bakımdan tarafların değerlendirmeleri birbirleriyle çakışıyor. Bu bakımdan eğer çizgiye uygun politik taktik adımlar zamanında, etkin, doğru bir tarzla pratikleştirilse, başarıyla yürütülse hem 1990’ların başında daha ileri bir çözüm düzeyi ortaya çıkarılabilir, hem de daha sonrasında taktik başarılara dayalı olarak siyasi çözüm adımları atılabilirdi. Bunlar gerçekleştirilemedi. Başarılan ulusal diriliş devriminden öteye gidemedi. Yine birçok taktik şey pratikte başarıldığı halde korunamadı. Fakat 6. Kongre süreci öyle değildir. 6.Kongre sürecini başarısızlıktan öteye, bir kopuş olarak değerlendirilmek gerekir. Önderlikten, çizgiden uzaklaşma, kopuş yani ters bir durum vardı. Sahte dostluk gündemdeydi. Örgüt 6.Kongre’ye yönlendirilmişti. Tümüyle kendi iç sorunlarıyla yüklüydü. Siyasi gündemden, Önderliğin durumundan kopmuştu. Alan olarak Önderlik Avrupa’ya çıkarken, örgütün tümü Güney’de kongre ortamında böyle adeta Kürdistan’dan da kopmuş, kendi içine kapanmış bir durumu yaşıyordu. Böyle bir ortamda bazı kişilikler, ajan yapılanmalar çok olumsuz rol oynadılar. Bu durum Önderliği çok yalnızlaştırdı. Ajan kişilerin – bunlar ister içten, ister dıştan olsun- elinde bıraktı. Bu da 15 Şubat’ın başarıyla gerçekleşmesine yol açtı. Yoksa önlenebilirdi. 15 Şubat bir kader değildi. Mutlaka olması gereken bir olgu değildi. Başarılı mücadele yürütmememizin, mücadele de yanlış yapmamızın bir sonucu. Örgütün Önderlikten koptuğu, Önderliğin ajanların elinde kaldığı bir ortamda bu gerçekleşti. Önderlik gerillaya, halka çağrı yaptıysa da gerilla ateşkes konumundan çıkıp harekete geçemedi. Bazı fedai eylemleri ile sınırlı kaldı. Onlarda çok başarılı ve etkili olmadılar. Diğer yandan örgüt süreçten tümden koptu. Sanki her yer fethedilmiş, büyük zaferler kazanılmış, büyük birikim elde edilmiş gibi onu kimin elde edeceği, nasıl paylaşılacağı kavgası içine girdi. Hem kongrenin durumu öyledir, hem Avrupa yönetiminin. Halkı seferber etmedi, duyarlı kılmadı. Oysaki halk Önderlik konusunda çok duyarlıydı. Önderlik çağrıları olduğunda harekete geçiyor ve saldırıları püskürtüyordu. Önderlik tecrite alınınca örgüt halkı bilgilendirmedi, mücadeleye çağırmadı. Adeta halkı da Önderlikten kopardı. Halkın da Önderlikten kopmasına neden oldu. Ve 15 Şubat böyle gerçekleşti. Onu böyle değerlendirmemiz lazım. Özgürlük hareketimizin en ağır olayıdır. 18 Mayıs 1977 darbesinden sonra örgüte vurulmuş en ağır darbedir. İlk ağır darbe 18 Mayıs 1977 yılında vuruldu. Tutuklamalar oldu. O katliam değil, hareketin faşist bir darbe temelinde ezilmesi girişimiydi. Boşa çıkartılmış, bazı darbelerle sınırlı kılınmıştı.  20 yılı aşkın bir süre o kadar gelişmeler olmasına rağmen, hareket böyle bir ağır darbe yemeyi önleyemedi. Tabi mücadele şiddetlendi. Boyutları bölgesel ve uluslararası düzeye çıktı. Siyaset, taktik, stratejik, yönetim bakımından daha çok bilinçli, derinlikli, yaratıcı olmak gerekiyordu. Öyle bir ortamda mücadele yürütmek o kadar değildi, ama bu kadar da bilgi ve deneyim ortaya çıkmıştı; önlenebilirdi. Bu gaflet sonucu olmuştur. Çizgiden kopuş sonucu olmuştur. Bu kadar başarısızlığa yol açan duruşun kritik anlarda gafletle içine düştüğü durum bu oluyor. Bu noktada “güneşimizi karartamazsınız” kampanyası gelişti. Bu kampanyada gerilla başta az yer alabildi. Kıştı ve harekete geçemedi. Komploya karşı rol oynayamadı. Çok sınırlı bazı fedai eylem girişimleri oldu. Daha çok halkın, zindanların direnişi gelişti. Gerçekten de Zilan çizgisini bir direniş çizgisi haline getiren bir konuma halk, özgürlük mücadelemiz ulaştı. Komplocu güçleri korkutacak, ürkütecek eylemler ortaya çıkardı. Biraz kendini düzenleyerek, kongrenin rehavetinden kurtararak, tabi biraz da 15 Şubat’ın şokundan çıkartarak gerilla da baharla birlikte kendini harekete geçirebildi. Fedai eylemleri örgütledi. Hem yeni bir tarz olarak fedai tarzında bazı başarılı eylem girişimleri oldu, hem de genel olarak gerilla giderek harekete geçip savaşı yürütebileceğini gösterince yeni bir sürecin gelişmesi ortaya çıktı. Önderliğin daha 9 Ekim’de, 10 Ekim’de imhayı boşa çıkarması önemli. Esas olan o. Daha sonra Kenya sürecinde de imhayı boşa çıkarttı. Sadece Kenya değil Atina sürecinde de imhayı boşa çıkardı. Moskova’dan Atina’ya götürüldükten sonra iki kez Önderlik üzerinde imha planı uygulanmıştır. Bir, Misk’e götürülerek buz gibi alanda sokağa atılmak istenmiştir. İki, bir Yunan adasında(Korfu’da) uçağa çarptırılarak imha edilmek istenmiştir. Kenya’da da sokağa atılmak, “ne oldu”’ya götürtmek için dışişleri bakanlığının ve istihbaratın epeyce çabası oluyor. Özel timler gönderiliyor. Fakat Önderlik bunu böyle boşa çıkartabiliyor. Diğer alanlarda Misk’te de boşa çıkarmıştır. Korfu’daki biraz tesadüftür. Böylece imha önleniyor. Sürece daha serinkanlı ve dikkatli yaklaşım imhayı önlüyor. Halkın “güneşimizi karartamazsınız” kampanyası ve gerillanın da baharla birlikte bu kampanyaya katılması imhayı tümden durduran, yargılama sürecinin gelişmesine yol açan daha sonraki uluslar arası komploya karşı mücadele sürecini ortaya çıkartan gelişme olmuştur. Bunun böyle bilinmesi lazım. Aslında birçokları yanlış değerlendirme yapıyorlar. Bizim içimizde de zaman zaman ortaya çıktı, açıktan söylendi. Bazen de öyle olmazsa da gizliden, içten içe düşünülüyor. Şu doğru değil; “Komplonun imha amacı yoktu, komplo Önderliğin aşırılıklarını törpülemek için, Kürt sorunun çözümünün yolunu, yöntemini ortaya çıkarmak için yapıldı. Dolayısıyla da komploya teslim olsak, mücadele etmesek her şey başarıyla yürür.” 7. Kongre’de bu çizgi dayatıldı. Sonra da provokasyon tümüyle buna dayanıyor. Bu kesinlikle yanlıştır. Komplonun imha amacının başarısız kılınması da, komplonun zayıflatılması da, mücadele ile kazanılan bir durum. Bu kadar savaş ortamında kim kime iğne ucu kadar imkân verir. Bebek katili diye fırsat bulsalar bir saniye nefes aldırtmayacaklar. O değerlendirme yanlıştır. Doğru tutumla, dikkatli davranışla, yüzlerce şehit verilerek imha önlenmiştir. “Güneşimizi karartamazsınız” kampanyasının yüze yakın şehidi var. Ardından 2000 savaşının yüzün üzerinde şehidi var. Daha sonraki savaşlara hiç değinmiyoruz. Bir de halkın duruşu, örgütlülüğü, Önderliğe bağlı duruşu var. Komplonun geriletilmesini sağlayan bunlardır. Yoksa öyle komplonun kendi içinde bir çerçevesi yoktur. Yanlış anlaşılmamalı.

6. Kongre’nin komplo ardından aldığı karar topyekûn direniş oldu. Onu sistem bakımından öyle tanımlamalıyız. Altı ay ömür biçilmişti bize. Bu altı ayda topyekûn bir direnişle imhanın önlenmesi, yeni bir sürecin açılması hedef konuldu. Önderlik tutumuyla da, mücadeleyle de bu giderek gerçekleşti. Önderlik dışarıyla bağlantılar kurdu.

1999’da VI. Kongrenin aldığı topyekûn direniş sınırlandırıldı. Fedai direnişi, halkın, gençliğin aşırı şiddet kullanan tutumları durduruldu, geri çekildi. Önderlik mahkemeye çıkacak, mahkemede mesaj verecekti. Bu izlenerek bir yandan Önderliğin mesajlarının doğru anlaşılıp halka ulaştırılması için çalışmak, diğer yandan da Önderliği mahkeme sürecinde güçlü, dayanıklı kılmak üzere gerillanın askeri hedeflere yönelik eylemliliğinin sürmesi yönünde bir taktik belirledi. Daha sonra avukatlar getirdiler, bu Önderliğin de istemiydi. Mahkeme bitene kadar böyle bir mücadele çizgisi içinde olundu. Gerilla bu dönemde Önderliği, mahkeme sürecini destekleyen, öyle birden bire her şeyin dağıldığı, bittiği gibi şeylere fırsat vermeyen bir etkinlik sürdürdü. Örgütlü bir biçimde direnişin, savaşımın gerektiğinde ne kadar gerekiyorsa o kadar sürdürülebileceği konusunda kamuoyunu ikna etti. Böyle bir konum sergiledi. Mahkemeden sonra Temmuz’da Önderliğin yeni bir durum değerlendirmesi oldu. Önerileri vardı. Parti yönetimi toplanarak onları tartışıp kapsamlı bir karar haline getirdi. 2 Ağustos’ta Önderliğin yeni bir ateşkes ve gerillanın önemli bir bölümünün güneye, Türkiye’nin sınırlarının dışına çekilmesi çağrısı oldu. Bunlar zaten yönetim tarafından tartışılmıştı. Bu kararı uygulayacağını ilan etti. Planlamalar yaparak, Eylül başından itibaren mücadele açısından yeni bir ateşkes dönemi başlamış oldu. Aslında 1 Eylül 1998’de başlayıp da uluslar arası komplo saldırısıyla işlemeyen, yeniden komploya karşı direniş olarak süren ateşkes konumu 1999’un 1 Eylül’ünde yenilenmiş oldu. Birkaç yıl süren tek yanlı yeni bir ateşkes ve güçlerin Güney’de toparlanıp yeniden örgütlendirilip, yapılandırılması süreci başlamış oldu.

1 Eylül 1999’dan itibaren gelişen süreci yeni bir süreç olarak ele almak herhalde en isabetlisi olur. Gerillanın önce HRK biçiminde çıkış yaptığı, ARGK biçiminde örgütlendiği sürecin pratikte de sonu oluyor. Stratejik olarak 1992- ‘93’ten itibaren belli bir değişimi fiiliyatta yaşamıştı. Örgütsel pratik konum bakımından da 1 Eylül 99’dan itibaren gelişen süreç yeni bir süreçtir. Bunu da HPG olarak isimlendirdik. VII. Kongre bu isimlendirmeyi yaptı. Zaten isim değişikliğini, pratik değişiklikleri kısmen VII. Kongre’de yaptık. VII. Kongre’ye giden süreç tabi 1 Eylül 1999’dan itibaren başlayan süreçtir. O da Temmuz 1999’da yapılan yönetim toplantısı ile ve Önderliğin değerlendirme ve kararlarıyla ortaya çıkan bir süreç oldu. Ağustos’a geldiğimizde gerillanın, örgütün dağılacağı, PKK’nin biteceği hesap ediliyordu komplocu güçler tarafından. Önderliğe karşı saldırının böyle sonuç vereceği bekleniyordu. PKK’ye biçilen ömür altı aylıktı. VI. Kongrede 15 Şubat ardından bizim planlamamız da altı aylıktı. Altı ayda imha ve dağılmayı önlersek, ondan sonra yeniden bir durum değerlendirmesi yaparak, yeni bir sürecin gelişimine yol açarız diye değerlendirmiştik. Taktiği ona göre oluşturmuştuk. Kendimizi ona göre örgütleyip harekete geçirmiştik. Temmuz ve Ağustos’a geldiğimizde imhanın önlendiği, yine dağılmanın yaşanmadığı gerçeği açığa çıkmıştı. İmhayı Önderlik, halk ve gerilla direnişi önledi. Örgütün ve gerillanın dağılmasını da bu direniş engelledi. Diğer yandan kadro – komuta ve savaşçı yapısının aldığı ideolojik – siyasi bilinç, yeni ruh, kararlılık sağladı. Genelde örgüt yapımız, güce tapan bir yapı biçiminde değerlendiriliyordu. Gerici güçler Kürdistan’daki insan yapısını böyle değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla “güç ortadan kalkarsa, yapı da dağılır.” diyorlardı. NATO çevreleri onun için altı aylık ömür biçiyorlardı. Avrupa’nın basın yayın organları bunu açıkça söylüyorlar, ifade ediyorlardı. Fakat tabi Önderlik eğitimi, geliştirilen mücadele ile kahramanca direniş ve şehitlerin varlığıyla o tür insan yapısı aşılmıştı. PKK’nin Kürt insanında yaptığı değişikliği birçok çevre görmek istemedi. Geleneksel Kürdün varlığının devam etmesini istediler. Geleneksel Kürdü görmek istiyorlar, bu onların arzuları. Dolayısıyla da PKK’deki insanı da öyle tanımladılar. Fakat bu boşa çıktı. 15 Şubat şok derecesinde etki yaptıysa da, bu bir kırılmaya, psikolojik, ruhsal gerginliğe, giderek bazı çevrelerde umut, inanç zayıflamasına neden olduysa da, bazı bakımlardan da şok-tedavi denen etkide de bulundu. Kısmen de olsa bazılarımızı gafletten çıkardı, gaflet uykusundan uyandırdı. Vicdanı gündeme getirdi. Dolayısıyla eğitilmiş, belli bir Önderlik bilinci almış kadronun sağduyusu dağılmayı, parçalanmayı önledi. Genel eğilim tümüyle topyekûn direnişe katılmaktan yana oldu. Büyük sarsıntı, acı yaşamış olsak da örgütün birliğini, bütünlüğünü, mücadelenin sürmesini esas aldı. Genelde yapı şunu hissetti; Komplo zayıflıklarımıza hitap ediyor. Başarısızlığımıza, zayıflıklarımıza dayanıyor. Dolayısıyla dağılıp parçalanıp erimemizi sağlamak istiyor; bunu umut ediyor. Başarısını buraya dayandırıyor. Dolayısıyla komploya bu başarıyı tattırmamak, komplonun bu stratejisini boşa çıkartmak gerekli. Dolayısıyla da komplonun bu tutumunu boşa çıkartacak bir tutumun, yaklaşımın, kararlılığın sahibi olabilmek gerekli. Bu sağduyu genelde hâkim oldu. Ne kadar zorlanma olsa da, psikolojik, ruhsal, anlayış olarak ne kadar sorun çıksa da sonunda yine bu sağduyu ve bu temelde örgütün ayakta kalması, bütünlüğünü koruması, komploya karşı seferber olması sağlandı. Bu önemli bir gelişmeydi. Eylül 1999’dan itibaren bu gelişme üzerinden bir süreç başladı. Uluslar arası komployu nedenleri, tarihsel temelleri, uluslar arası boyutları, amaçları ve güçleriyle tahlil etme; komploya karşı mücadelenin stratejisini, programını, taktiklerini çıkarma, örgütü böyle bir mücadelenin gereklerine göre yeniden yapılandırma süreci 1 Eylül 1999 geri çekilme kararıyla birlikte daha somut olarak başlamış oldu. Hareketin geneli açısından başlayan bu süreç gerilla için de geçerli olan süreçtir.  O zamana kadar örgütün ana omurgası gerillaydı. Stratejimiz silahlı mücadele stratejisiydi. Dolayısıyla stratejik örgütlenme gerilla örgütlenmesiydi. Parti öncülüğü gerillayla vardı. Gerilla içinde örgütlüydü. Parti - ordu iç içeliği vardı. Dolayısıyla geri çekilme, toparlanma, yeni program, stratejik değişim, yeniden yapılanma esas olarak gerillanın daha aktif katıldığı, daha fazla içinde yer aldığı süreçlerden biriydi. Böyle bir süreç diğer güçler, halk ve mücadelenin diğer alanları kadar gerilla için de geçerliydi. Bu süreç HPG olarak gerillanın yeni bir çizgide, stratejide yeniden yapılandığı süreçtir. Bunun için önce alınan karar doğrultusunda geri çekilme, toparlanma oldu. Eyaletlerde güçlerimiz azaltıldı. Büyük çoğunluğunun geri çekilme sahası olarak tespit edilen Kandil’de toplanması öngörüldü. Bu konuda yönetimimiz tarafından belli bir planlama oluşturuldu. Geri çekilme konumunu tartıştı. Tüm gücün geri çekilmesini doğru bulmadık tabi. Her ihtimale karşı gerektiğinde düşmanın topyekûn saldırısına karşı, önemli direnme merkezleri olmak üzere bütün alanlarda gerilla çekirdeklerinin kalmasını yönetimimiz uygun buldu. Bu doğru bir karardı. Diğer türlü olamazdı. Bunun için her eyaletin durumuna göre ne kadar gücün kalacağı tespit edildi. Böylece geri çekilecek güç belirginleşmiş oldu. Kuzey’in bütün alanlarında yine Behdinan’da öyle. Kandil’de buna göre gelen gücün yerleşmesi için hazırlıklar yapıldı. 15 Şubat ardından Önderliği sahiplenmek, korumak amacıyla “güneşimizi karartamazsınız” kampanyasının gençlikteki yansıması olarak Batı’dan, Doğu’dan, Kuzey’den her taraftan çok yaygın yeni katılımlar vardı. Kandil’in birçok sahası, yine Xakurkê geniş bir yeni savaşçı sahası oldu. Birkaç aylık bahar sürecinde 1000 – 2000 arası bir katılım gerçekleşti. Onların eğitimi, örgütlendirilmesi de gerillanın yenilenme,  örgütlenme ve yeniden yapılanma çalışması olarak sürdürüldü. Ağırlıklı olarak bu da Kandil’de yürüdü. Xınêre ve diğer alanlarda da vardı. Böyle bir planlama temelinde geri çekilme ve toparlanma gerçekleştirilmek istendi. Bunun pratikleşmesinde sorunlar çıktı. Kayıplar verdik. Arkadaşlar biliyorlar, epeyce şehit düşen arkadaşlar oldu. Yine dağılan birimler, birlikler oldu. Toplam olarak 1999’dan sonraki yıllar birleştirilirse belki o kadar olabilir, ama geri çekilme süreci için 500 kayıp verdik söylemi o kadar doğru değil. Arkadaşlar var; ana karargahtaydılar, biliyorlar. Fakat şehit düşenlerle, dağılanlar, esir düşenler herhalde birkaç yüzü buldu. 1999’un ikinci yarısında bu durum yaşandı. Nedenleri değerlendirilebilir, çözümlenebilir. Genel yönetim süreci iyi kavratmadı. Karargah yönetimi geri çekilmeyi iyi organize edip, iyi yönetmedi; boşluklar bıraktı. Gerekli planlama, örgütleme, yürütme gücünü gösteremedi. Esas olarak içine girilen sürecin doğru ve yeterli anlaşılamaması böyle bir durumun ortaya çıkmasına, gelişmesine yol açtı. Nasıl doğru anlaşılamadı? Çok farklı eğilimler, kendine göre yaklaşımlar oldu. Kapsamlı değerlendirmeler ve eğitimlerle de karşılanmayınca bu durum daha da arttı. Aynı zamanda komplodan sonra 1999 baharında savaşı daha da derinleştirmek için bütün alanlara eğitilip gönderilen birlikler vardı. Onlar da daha alanlarına ulaşmadan geri çekilme kararı ile karşılaşınca sorunlar çıktı. Motivasyonları tersine döndü.

Eğilimler nelerdir? Bazıları “her şey bitti. Anlaşma oldu, sorun çözüldü. 1993’teki gibi binelim arabaya gidelim; nereye diyorlarsa inelim.” diyorlardı. Bu kadar düşünenler bile vardı. Biraz gevşek, rehavete kapılan, ama böyle olduğuna inanmayan, güvenmeyen tutumlar da oldu. Tersi de oldu tabi. İçine girilen süreci yanlış bulanlar, - çok az sayıda olsa da – bir teslimiyet gibi değerlendirenler de vardı. Bu biçimde geri çekilme iyi planlanmadı. Bu bir gerçek. Güçler iyi düzenlenmedi, iyi motive edilmediler. Yol düzeni iyi oluşturulmadı. Herkesin kendine göre değerlendirmesi devam etti ve ona göre hareket etti. Hatta Kuzey’deki yönetim kendi içinde tartışmalı da oldu. Görüş birliğine varamadı. Özellikle Amed’de boşa çıkartıcı yaklaşımlar da oldu. Böyle bir toparlanma ve süreci zorlayıcı tutumlar ortaya çıktı. Güzergâh açısından orada toplanmıştı. Ortak bir anlayış, görüş oluşturup, tartışıp, görüş birliğine varıp gelişi planlama yerine kendine göre düşünme, onu dayatma ve ona göre sağa – sola gücü çekiştirme tutumları oldu. Böyle bir ortamdaki geri çekilmede kayıplar verdik tabi. Türk ordusu bu durumu kendi açısından değerlendirdi. Pusular kurdu, engeller çıkardı. Ulaşabildiği birimlere darbeler vurdu. Bunun sonucunda şehitler verdik. Bazı birimler dağıldılar, yol olmadı, kendi başına tersine gidenler oldu. Aslında yapılacak belliydi, planlaması da olmuştu. Yani ne kadar güç, nasıl olacak? Bunu disiplinli planlayıp çıkartmak öyle çok zor bir şey değildi. Fakat böyle yapılamamıştır. Örgüt disiplini kaybedilmiştir. Karargah kontrol etmedi, çok denetlemedi, kaybedilmesine yol açtı. Bir kere bu nedenleri sıralayabiliriz. Yine de ‘99 sonunda hem Kuzey’den hem Behdinan’dan önemli bir güç Kandil’de hazırlanan kamplarda toplandı. Belli bir eğitim sistemi hazırlığa dayalı olarak oluşmuştu. Süreci anlamak, Önderlik değerlendirmelerini okuyup tartışmak, incelemek üzere böyle birçok -etkili de olmasa- eğitim süreci de hemen bu kamplarda başlatıldı. Aynı zamanda da VII. Kongre oldu. VII. Kongre yenilenmeyi, değişimi, yeniden yapılanmayı tartıştı. Genel hareket açısından ne kadar yaptı, ne kadar yapmadı, o ayrı bir konu. Tartışılabilecek bir konu. Hiçbir şey yapılamadı yönünde görüş var. Bence çok isabetli değil. Değişim ve yeniden yapılanmayı tümden gerçekleştirdi görüşü de doğru değil. VII. Kongrede genel bir durum değerlendirmesi oldu. Biraz daha fazla süreci anlama noktası gelişti. Komplonun nasıl anlaşılması ve komploya karşı nasıl durulması gerektiği konusunda belli bir tartışma da oldu. Özellikle komplo Kürt sorununu çözüme götürecek bir olgu, karşı çıkılacak bir durum değil, zaten karşı da çıkılamaz. O nedenle karşımıza almayalım anlamına gelen eğilim tehlikeliydi. Bu eğilim mahkûm edildi. O önemli bir karardı. Yani komployu doğru anlama, tahlil etme, buna karşı doğru bir mücadele stratejisi oluşturma ve o temelde mücadele etme yaklaşımı doğru bir yaklaşımdı, gerekli olandı. Komplonun çözümlenmesi o zaman ki bilince göre yapıldı. Demokratik siyasal mücadele stratejisi yine bir stratejik durum olarak değerlendirildi. Yeni bir program oluşturuldu. Aslında daha sonra AİHM savunmalarına dayalı olarak oluşturulan programın ön programı VII. Kongrede yaratıldı. Demokratik Cumhuriyet programı oluşturuldu. Tabi savunmalara dayalı olarak programın giriş kısmı da, biraz yeniden düzenlendi, sistem kazandı. Ama esas olarak Demokratik Cumhuriyet programı, parti programı olarak VII. Kongrede çıkartıldı. Temel ilkeleriyle yani devletin demokratikleşmesi, toplumsal demokrasinin geliştirilmesi ilkeleri ortaya kondu. Bunun için gerekli demokratik siyasal mücadelenin Kürdistan parçalarının özgünlüğüne göre örgütlendirilmesi, Kürdistan birliğinin sağlanması bütün bunlar böyle bir programda dile geldi. Örgütsel yeniden yapılanma bakımından en başta gerillanın durumu değerlendirildi. ARGK feshedilerek Halk Savunma Güçlerinin yapılandırılması, gerillanın böyle bir tanımla temelinde yeniden yapılandırılması kararlaştırıldı. Genelde Önderlik değerlendirmelerine uygundu, oradan çıkıyordu. Stratejiye uygundu. Genel tanım itibariyle çok hatalı olmadı. Yeni bir program oluşturulması bakımından partideki yapılanma ve değişim de çok hatalı olmadı. Ama zayıf kaldı. O şekilde eleştirilebilir belki. Esas şey kitle hareketinin düzenlenmesinde, yeniden yapılanma konusunda hata yapıldı. ERNK feshedildi, yerine hemen hiçbir şey konulmadı. Oysa strateji demokratik siyasal mücadele idi. Bu stratejiyi yürütecek temel güç örgütlü halktı. Onun için örgütlenme halkın siyasi örgütlenmesi olacaktı. Bu da stratejinin örgütlü olabilmesi için bir bütünlük oluşturacaktı. O gerçekleşmedi, çözümlenemedi. Dolayısıyla stratejiyi mücadele anlamında değiştirsek bile örgütüne kavuşturamadığımız için pratikleştiremedik. Bu işte Demokratik Konfederalizm’e kadar geldi. Aslında şimdi KKK ile ERNK sisteminin ne olduğu ortaya çıktı. Onun için de KADEK aşaması oldu, Kongra-Gel’in inşası gelişti, sonunda da Demokratik Konfederalizm programına ulaştı. Demokratik Cumhuriyet programını Demokratik Konfederalizm ile birleştirerek hareketin genel programına bilinç olarak ulaşıldı. Örgütleme itibariyle de Demokratik Konfederalizm’i inşa edecek bir örgüt sistemini ortaya çıkardık. Halkın nasıl, hangi biçimde örgütleneceğine cevabı ancak o şekilde verdi hareket. Dolayısıyla yeniden yapılanmanın örgütsel bazda tamamlanması, Demokratik Konfederalizm’in programlanmasıyla, onun bir örgütsel sistem haline getirilmesiyle, sözleşmesinin hazırlanmasıyla oldu. Kongra-Gel III. Kurul Toplantısı bunu yapabildi. O zamana kadar bizim örgüt yapımız eski PKK yapısını böyle biraz kısmi değişikliklerle devam ettirdi. Parti yapısından çıkmadı. İsmine KADEK, Kongra-Gel desek de sistemin özü parti sistemi oldu. Parti sisteminden çıkış için çeşitli örgütsel adımlar parça parça atıldı, ama bütünlüklü çıkış, zihniyette öyle bir şeye ulaşmak KKK sözleşmesiyle olmuştur. Kongra-Gel III. Genel Kurul Toplantısı onu yaratmıştır. O da Önderliğin Bir Halkı Savunmak Kitabıyla olmuştur.

 Ve nasıl örgütleyeceğimizin cevabını Bir Halkı Savunmak Kitabı verdi. Hareketimizin pratik örgütsel manifestosu oluyor. Hem amaçlarını, hem stratejinin uygulama taktiklerini, eylem yöntemlerini, hem de örgüt biçimlerini, örgüt sistemlerini ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla 2000 yılı başındaki VII. Kongre’den 2005 başındaki Kongra-Gel III. Genel Kuruluna kadar geçen süreç hep örgütsel yeniden yapılanma tartışma, araştırma ve denemeleriyle geçti. Uzun,  zorlu,  inişli çıkışlı bir süreç oldu. Örgütlenmede bu kadar muğlak kalmak, stratejik bakımdan örgüt disiplinini azalttı, gevşetti. Farklı eğilimlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Tabi bu da tasfiyeci, provokatif tasfiyeci bir çizginin örgütlenip örgüte içten dayatılmasına, örgütü dağılma tehlikesiyle yüz yüze bırakmasına yol açtı. Yoksa böyle bir çizgi gelişemezdi. Bu düzeyde en azından bazı kişiler ya da gruplar bunu isteseler, savunsalar da örgüt açısından bu kadar zararlı olmazdı. Örneğin Semir de bunu savunuyordu, ama I. Konferans ve II. Kongre’nin yaptığı stratejik tanımlama ve ona göre belirginleştirdiği örgüt yapılanmalarının varlığı ortamında, Semir’in çabaları bazı çok sınırlı, istisnai kişileri etkilemekten öteye örgüte zarar veremedi. Oysa stratejinin örgütüne dair yapılanmanın tam netleştirilemediği, örgütsel sisteme ulaşılamadığı bu uzun süreçte ise son dönemde Ferhat’ın, Botan’ın provokatif çabaları örgüt yapısına ciddi zararlar verdirdi, zorladı. Düşüncede, örgütte savrulmalara yol açtı. Herkesi de şu veya bu düzeyde etkiledi, belli bir gevşeklik yarattı.

Şimdi genel hareketin durumunu parça parça ele almak lazım. Her ne kadar HPG VII. Kongreden itibaren geçmişten farklı olarak ideolojik, siyasi faaliyetlerden ayrı örgütlendi ise de tümüyle hareketten kopuk da değildir. Kendi başına da değildir. Onun için sadece HPG’yi ele almak, değerlendirmek dolayısıyla da şu niye yapılmadı diye sorgulamak yapılanlara doğru ve yanlış yorumunu getirmek çok isabetli olmaz. Dar bir değerlendirme olur. Bizi sübjektivizme götürür. Çünkü süreç üzerindeki etkenleri, nedenleri tam ele almamak olur. Böyle olunca tek yanlı ve dar bir yaklaşım ortaya çıkar ki, hatalı, sübjektif değerlendirmelere bizi götürebilir. Onun için her adımda genel örgüt durumuna, örgütteki gelişmelere hatta örgüt dışı siyasi gelişmelere de bakmak, onun için de HPG’nin oluşumunu, gerillanın yeniden yapılanma sürecini değerlendirmek, tartışmak, çözümlemek, anlamak daha doğru olur. Arkadaşların hepsi bizim kadar biliyorlar; bir pratik süreç yaşandı. Herkesin kendine göre görüşleri vardı. Bu süreç boyunca toplantılar da yapıldı. Gerillayı, hareketi bağlayan tartışmalar oldu, kararlar alındı. Genel planda süreci o kararlar ifade ediyor, ama tabi onların da isabetli olma, olmama durumları var. Yeterince doğru değerlendirememeden kaynaklanan yanılgılar, hatalı karar almalar her zaman olabilir. Daha sonraki gelişmelere, kavrayış düzeyindeki derinleşmeye dayanarak sonraki toplantılarda o hatalar değiştirilir, telafi edilir, yeni kararlar alınır. Böyle bir süreç HPG açısından da işlemiştir. Gerillada pratik gelişme süreçleri, temel dönemeçler, dikkat çekici halkalar hangileridir dendiğinde bir tanesi kongre süreci ve kongre sonrası durum olarak ele alınabilir. Aslında bir tanım getirilmiş, HPG telaffuz edilmiş, ARGK feshedilmiş, gerillanın bu temelde yeniden yapılanması kararı alınmış olsa da, örgüt hemen böyle bir sürece girmedi. Gerilla böyle bir değişimi hemen yaşayamadı, hatta kongre sonrasında bu tartışmalar belli ölçüde zayıf bile oldu, derinleştirilmedi. Gerillada değişim nedir? Değişim, yeniden yapılanma nasıl olacak? Onun planı, programı nasıl olmalı? Bir süre bundan kopuk kalındı. Böyle bir tartışma bile gündeme girmedi. Dolayısıyla eski durum biraz devam etti. Güç Kuzey’den çekilmiş, yine yeni katılımlar olmuştu. Kandil ve Xınêre’de çok yoğun bir güç vardı. Alanın durumuna göre kamplara girip yerleştirmek ve eğitmek biçiminde bir süreç içinde olundu. Öyle çok değişim ve yeniden yapılanmanın çizgisi nedir, buna göre gerilla nasıl olacak çalışması değil de, var olan gücün araziye, coğrafyaya uygun düzenlenmesi, büyük kamplarda birikme, güvenlik hattı oluşturma, sürecin anlaşılması açısından daha yoğun ideolojik eğitime tabi tutulması çalışması içindedir. Tabi yeni savaşçılar için askeri eğitim düzeni de oldu. Bu okullar,  kamplar biçiminde gerilla gücünün bir süre kalmasına yol açtı. 2000 yazında böyle bir konum sürdü. Kısmi ayrıştırmalar, istihbarat çalışmaları yönünde daha önce fedai örgütlülüğü geliştirilmek isteniliyordu. Onunla birleştirilerek yine özel kuvvet örgütlülüğü yönünde bazı ayrıştırma durumları olsa da, o da yeterince tanımlamadan, planlamadan yoksundu. Sadece kamp ve ona dayalı eğitim düzeni, geçmişten gelen gerilla örgütlülüğü ve yaşam tarzı gücü bir arada tuttu. Dağılmadı, derli–toplu kaldı, ama değişimin, yapılanmanın yürütülememesi düşüncede de, pratikte de birçok ilerleme sağlamadı. Ne olup olmayacağı konusunda hep endişeli bıraktı. Genelde kamplar dışında hareketin diğer çalışmaları yürüttüğü alanlarda ortaya çıkan durumlar ise bunu olumsuz etkiledi. VII. Kongrenin planlaması çok fena değildi aslında. Hemen bütün çalışma alanlarını tanımlıyor, her türlü çalışmayı ön görüyordu. Kapsamlıydı. Her ne kadar bir Demokratik Konfederalizm gibi halkı içine alacak bir örgütleme modeli olmasa da, her parçada siyasi örgütlenmeler, legal, illegal yöntemler kullanan bir programdı. Serhıldanın geliştirilmesi mücadele açısından bir ilkeydi. Ondan öteye ekonomik, kültürel, propaganda-ajitasyon çalışmalarına; kadın, gençlik çalışması ve farklı çalışma alanlarına ilişkin tanımlar ve onların yürütülmesi yönünde genel bir planlama vardı. Fakat bunlar genel plan düzeyinde kaldı. Örgütleme yönünde adımlar atılırken ciddi sorunlar çıktı, zorlanmalar oldu, karışıklıklar yaşandı. Her şeyden önce bir örgütsel çizgi duruşumuz yoktu. Yönetimimiz parçalıydı, tartışmalıydı.  VII. Kongre’nin ortaya çıkardığı yönetim çok uçlu bir yönetimdi. Karar alma gücü yoktu. Kongre ardından yapılan yönetim toplantısında yaşananlar bir felaketti. Bir uç diyordu; “derhal ana karargahı toplayalım, Behdinan’a yeniden götürelim.” bir uç diyordu; “Behdinan’daki tüm gücü Kandil’e çekelim, silahsızlandıralım, artık savaş olmaz, silaha gerek yok. Behdinan’da kalmaya gerek yok, onun için kimsenin Behdinan’a gitmesine de gerek yok. Kuzey’dekiler zaten hiç kalmasın.” Böyle kendine göre çok aşırı uçta değerlendirmeler vardı. Bunlar çok inanılan değerlendirmeler olmaktan öteye, işi zora sokan, yönetim birliğini bozan değerlendirmelerdi. Yönetimin içyapısı biraz öyleydi. Zar zor bazı teknik kararlar ve düzenlemelerle birlikte pratiğe sevk olma ortaya çıkartıldı. Yönelindiğinde herkes kendi durumunu pratiğe yansıttı. Kongredeki kararları, yönetimin aldığı kararları değil kendine göre doğru bulduklarını, anladıklarını pratiğe dökmek istediler. Ki örgüt yönetiminin parçalı, kendine göre duruşu örgütü, onun ileri gelen kadro yapısını çok dağınık bir durumda tuttu.

2000 yılı yaz başında YNK,  Kandil’i kuşatan bir operasyon başlattı ve birçok alanda bizi daralttı. O ciddi bir askeri gelişmedir. Yine örgüt olarak bu duruma son vermek üzere yönetimden başlamak kaydıyla bir örgütsel çizgi doğrultusunda düzene, bütünlüğe çekme amaçlı tartışmalar ve kararlar, yeni adımlar attırdı. Kadroyu kavrayışa ve ciddiyete çekti. Kadroyla birlikte yürütülen bir okul düzeni vardı. Onlarla birlikte yürütülüp onlar işin içine çekilince daha bir toparlanma, katılım oldu. Bu kendine göre, parçalı duruş, grupçuluk en üst noktalarda en azından aşılmaya doğru gitti. Ona gelmeyenler kaçtı. İşte Dr. Süleyman onlar kaçtılar. Bir grup arkadaşı aldattılar da. O arkadaşlar daha sonra geri geldiler. O aslında Zeki’den kalma etkilerdi, bir uzantı olarak kalınmıştı. Yeni süreçte de zaten hiç uyumlu değillerdi. Mücadeleci görünüp sertlik adı altında aşırı bir pasifizmi, teslimiyeti yaşıyorlardı. İrade, inanç kırılması içindeydiler. Dolayısıyla da yeniden toparlanma, örgütsel çizgi kazanma bununla ters düşen tutumları aşma yönündeki çabalarla karşılaşınca, ona dayanamadılar. Kendilerini dışa ittiler. Bu örgütün yönetiminde, merkezinde -çevresiyle birlikte- yaşanan karışıklık, parçalılık, dağınıklık, fazla sistem kazanamayan süreç, ayları aldı. Gerillayı da olumsuz etkiledi. HPG olarak şekillenmesi gereken gerillayı olumsuz etkiledi, zayıf bıraktı. Sürecin hızlanmasını, yürütülmesini engelledi. Yine de kamplar biçimindeki sistem ayakta tuttu. Ama giderek gevşeyen, dağınık, disiplini kaybeden, birlik düzenini kaybeden, gerilladan kaçış anlamına gelen birçok eğilim, tutum ortaya çıktı. Örgütteki çizgi doğrultusunda toparlama, düzeltme tartışmaları, gerilla sistemini örgütlemek üzere atılan adımlar bu tür dağınıklıkları kısmen giderdi. Bu konuda bazı arkadaşlar daha etkin rol oynadılar. Cemal arkadaşın çalışmaları – özellikle gerillaya yönelik – daha önemli oldu. 2000 Ağustos’undaki toplantı örgüt açısından bir toparlanmayı ifade ettiği gibi, gerilla açısından da toparlanma gereğini, HPG biçiminde yeniden düzenlemenin, tanımlamanın gereğini ortaya çıkardı. Bir de görev yükledi. Kuşatmaya alınmış bir güçtü. Kuşatmayı yarması gerekti. Çünkü Mayıs başında Yekiti 4 Mayıs’ta Kandil’e çıktı, geri çekilmedi. Güneyli bazı örgütlerle, İran’la ittifak halinde bizi daha da dağa çeken, zozanlara çıkartmayı hedefleyen bir baskıyı yaz boyu üzerimizde sürdürdüler. Ağustos toplantısı biterken Süleymaniye’den serbest bırakılan bazı tutuklu arkadaşlarımız İran devletinin ültimatomunu bize getirdiler. Bu ültimatom, bir hafta içerisinde Kalatuka dahil zozanlar dışındaki Güney alanı terk edilmezse, doğacak sonuçlardan kendilerinin sorumlu olmayacağı yönündeydi. Zaten onlar gelene kadar bir hafta olmuştu. Söyledikten iki gün sonra İran toplantı alanımızı topa tutmaya başladı. Bu, durumun ciddiyetini daha çok gösterdi. Toplantıda bu konuda da genel bir değerlendirme olmuştu. Diğer örgütsel durum değerlendirmesi, serhıldanın örgütlenmesinin değerlendirilmesi, yeni dönem çalışmalarının, kongrenin ortaya koyduğu görevlerin planlanmasıyla birlikte askeri durum da Ağustos 2000 toplantısının önemli bir gündemiydi. Mücadele etme kararı çıkmıştı. İran’ın bu yaklaşımları kesilmeyip sürdükçe, durum biraz daha netleşti. Yeniden onu değerlendirdi. Biraz zor da olsa yönetimimiz karar alamıyordu. Sağlam ve ciddi kararları almak güçlü ve ciddi insanların işidir. Bir savaşa girme kararı öyle bir karardır. Genel toplantı karar alsa bile, onu hayata geçirme kararını almada zorlandık. Ama yoğun tartışmalarla ki bir de somut gerçeklerin gözümüze batacak kadar açık olması sonunda Yekiti’nin o kuşatmasını yaracak mücadele kararını yönetim alabildi. Güçler ona göre düzenlendi. Zaten Kanîcengê tarafı bizim için çok önemli olan, hedefimizde olan bir taraftı. Bizim için ise Doğu Kandil her zaman kuşatılabilecek dar bir alandı. YNK’nin kuşatmasını aşmamız, YNK, KDP ile sınır haline gelmemiz, Xınêre tarafına işletebileceğimiz bir yol açabilmemiz kuşatılıp, teslim alınma tehlikesini ortadan kaldırmak için gerekiyordu. Onun için orası üzerinde çok durduk, tartıştık. Yapabileceğimiz işti de. Gücümüz de vardı. Nihayetinde planlamayı Kandil’in tümünü içine alabilecek düzeyde genişletebildik. Gerillanın düzenlemesi ona göre oldu. Ve YNK’ye karşı savaş yaşandı. Kandil’den çıkan güç YNK idi. Baştan itibaren YNK’yi oraya çıkartıp yürüten İran’dı. YNK ile İran ortaktı. İran’ın Süleymaniye’deki temsilcisi; “Celal Talabani adına konuşuyoruz.” diyordu. O kadar ilişkiliydiler.  Türkiye ve Amerika arkasındaydı, destek veriyorlardı. Yekiti ile İran’a uygulatmak istiyorlardı. Onlar planlıydılar. Bizi teslim alırlarsa bölüşeceklerdi. Birazını İran, birazını Yekiti alacaktı. Türkiye’ye karşı, bilmem başkasına karşı üzerimizden kazanç sağlayacaklardı. Bizi çalıştıracaklardı. Planlamaları kesinlikle öyleydi. Kış olsa, kar yağsa, zozanlar durulamaz hale gelseydi, birlikte güçleri harekete geçirip teslim olun diyeceklerdi. 1975’de Hacı Ümran’da Barzani’ye yaptıkları gibi. Zaten Hacı Ümran Kandil’in bir ucudur. Onu yapacaklardı. Dar bir alandı bizim için. Başka gidecek yer yoktu. Dolayısıyla ne derlerse onu yapmamız bir zorunluluktu. Bundan hiç endişe duyulmamalı. O direniş bunu bozdu. Ve PKK VII. Kongre’de dağılmadı. Komplo ardından dağılmadı. VII. Kongre’de dağılacak diyorlardı. Yekiti’nin basını bunu hep yazıyordu. “Paramparça olacak.” diyordu. O da olmadıysa o zaman kuşatılarak teslim alınacak, bitirilecekti. Çünkü biz Kandil’de biraz geniş üstlenelim dedik. Mesela İran tarafına da şey yaptık. İran çekilmediğimizi görünce üstlenme alanlarımızın hepsini boşalttı. Güneyi boşaltın diyordu. Doğu’dan kendi sahasından da topa tutuyordu. Vurarak boşaltın diyordu. Her yeri boşaltıp nerede duracaksınız? Gökyüzüne çıkamazsınız. Mecbur anlaşmaya gireceksiniz. İşin gerçeği kesinlikle öyleydi. Şimdi bunu bozan bir savaş oldu. Üç günlük iki hamlelik bir savaştı. Etkili oldu. Aslında hem Kanîcengê tarafını ele geçirmek mümkün oldu, hem de Doğu Kandil’de stratejik bütün alanları alarak kuşatmayı ortadan kaldırmak mümkün oldu. İyiydi, başarılıydı. Zaten gerilla gücü de öfke doluydu. Komplo ardından çatışma süreci az olmuştu. Dolayısıyla gerilla öfkesini pratikleştirememişti. Böyle bir durumla karşılaşınca –ki somut bir olguydu da bu. Herkesin görebileceği bir durumdu kuşatma.- onun için çok zayıf provokasyonlara, kaçışlara, rağmen çok kahramanca büyük yararlılıklar gösteren bir durum da oldu. Biz daha ileriye gitmeyi durdurduk. Çünkü dağı aşarsak karşımızda herkes birleşecekti. Öyle bir durum görülüyordu. Dolayısıyla zorlanırız diye ne kadar elimizde tutabilirsek o kadar bir savaş yapalım, ötesi olmasın kanaati yönetimimizin kanaati idi. Öyle bir noktada da kaldı. Daha ileri gidebilirdik. İran ve Yekiti bu durumu değiştirmek için biraz görüşmeler devreye koydu. İran devreye girdi. Bir iki ay sürdürdüler tabi, herhangi bir şey olmadı. Herhalde hazırlık yaptılar. Aralık başında Kanicengi’yi alarak Batı’dan yolumuzu kapatmak üzere saldırı başlattılar. O tehlikeli bir saldırıydı. Ona ikinci hamle denildi. Aslında orada zorlandık. Fakat o da sonuçta zorlanılarak da olsa kırıldı. Böylece YNK’nin saldırı gücü kırılmış oldu. Bizim üstlenme alanımız genişledi. KDP ile sınır hale geldik. Sadece İran ve Yekiti’nin kuşattığı alandan çıktık. En azından üç gücün anlaşması gereken bir konuma geldik. Tabi Xınêre tarafına geçiş o bakımdan kolaydı. Bu önemli bir savaştı. Ciddi gelişmeyi ifade ediyor. Öyle değerlendirmemiz lazım. Bu savaşta 100’ün üzerinde şehit verdik. Özellikle ikinci hamlenin kayıpları fazla oldu. Bize saldırıldı çünkü. Doğu’da da hazırlığımız çok yoktu. Batıdaki saldırıları kıralım diye saldırı yapalım istedik. Onlar bir iki ay içerisinde belli bir mevzilenme yapmışlardı. Dolaysıyla eylem planları pratikte başarılı olmadı ve çok kayıp verdik. Biraz fazladan ve gereksiz kayıplar oldu; Doğu’da olan da diğeri de. Ama genel planda nasıl ki
Önderliğe yönelen komplo saldırısında Önderliğin tutumu ve halkın “güneşimizi karartamazsınız” kampanyası ile imha başarısız kılındı ise, ikinci hamle de – bu hamle gerillayı denetim altına alarak Önderliği örgütsüz bırakma hamlesi idi.- bu savaşla kırıldı. Komplo karşısındaki duruş böyledir. Bu, gerillanın yeni dönemdeki ilk eylemliliği de oldu. Stratejik değişim ve yeni dönemin mücadelesi içerisinde gerillanın nasıl yer alacağı, yer alıp almayacağı, gerillaya gerek olup olmayacağı biçimindeki bir sürü kendine göre değerlendirmeler aşılarak durumun ciddiyeti, gerillanın gerekliliği, hızla yapılandırılması gerekliliği, düşüncesi, görüşü genelde tüm örgütümüze hâkim oldu.

Daha önceki Asos’taki toplantıyla genel harekette gelişen toparlanmayı daha ileriye götürdü. Bütün hareketin toparlanması açısından ciddi bir siyasal örgütsel etkide bulundu. Yönetimi de, örgütü de bir karar gücü, gerçek bir yönetim haline getirdi. Zaten bizim o yönetimin dişe dokunur tek ciddi kararı, bu savaşa karar vermiş olmasıdır. 7. Kongre hatta 8. Kongre yönetimlerinin karar denebilecek tek kararları budur. Onun dışındaki günlük uygulamalardır. Sınırlı şeylerdir. Sorumluluk gerektiren, kapsamlı, ciddi karar düzeyinde değillerdir. Tek etkili karar budur. Dolayısıyla bu savaş genel hareketin toparlanmasında, yeniden sistem kazanmasında önemli rol oynadı. Aynı zamanda hareketin biraz örgütsel çizgi mücadelesi ile geliştirdiği toparlanma, böyle bir savaş ve onun sonuçlarıyla da birleşince gerillanın yeniden toparlanması, şekillenmesi ciddiyet, disiplin, örgütlülük, kendine güven, inanç kazanması açısından iyi bir düzey ortaya çıktı. Yani dağınıklık, savaşla birlikte büyük ölçüde aşıldı. Yeniden derlenme, toparlanma, sistem kazanma gündeme geldi. Bu kabul gördü. Gerillaya inanç, gerillanın önemi kabul gördü. Böyle bir bilinç oluştu. Buna dayalı olarak bir sistem kazandı. Ana karargah yeniden düzenlendi. Aslında komplodan sonra yeni bir gerilla karargahına geçiş bu savaş ardından devreye girdi. O zamana kadar tam sahip çıkmayan, değişken, zayıf yaklaşımlarla dolu bir karagahlaşma vardı. Salt savaştan çıkan sonuca dayalı olarak böyle bir güçle hem ana karargah yeniden düzenlendi, hem de Güney’deki güçlerimiz. Kandil ve Behdinan karargahları biçiminde iki karargah oluştu. Kuzey eyaletleri ise, kendi dar sınırlı konumlarını sürdürüyorlardı. Tanım bakımından meşru savunma çizgisi HPG tanımının teorik çözümlemelerini yapılması, bunun eğitimi, buna göre komuta, birlik düzenlemesi bundan sonra gelişti.  Ama HPG ilk sınavını o sınavla verdi. İlk pratik sistem kazanma da bu YNK savaşı içinde ve savaşın ardından ortaya çıktı. Bu savaşın HPG’de yarattığı hemen bütün çalışmalarına ilişkin konferanslar yapıldı, sonunda Ağustos’ta 6.Ulusal Konferans’la bu toplantı, konferanslar süreci tamamlandı. Bu duruma HPG de uydu. HPG de Temmuz’da Birinci konferansını yaptı. Altıncı Ulusal Konferans’tan önce yaptı. Tabi bütün diğer konferansların sonuçları 6.Ulusal Konferans’ta birleştirildi. Birinci konferansla HPG kendine daha somut, biraz daha ayrıntılı tanımlar getirmeye, buna uygun bir sistem oluşturmaya çalıştı.

2000 yazından itibaren toparlanma, örgütlenme yönünde gelişen çalışmalar, yine YNK savaşı ardından geliştirilen değerlendirme ve örgütlendirme düzeyi 1.HPG Konferansı ile birlikte daha somut, planlı, ayrıntılı bir anlayış ve örgüt sistemine kavuştu.   O zamana kadar olabilen en ileri düzeye ulaştı. Tabi gerilla alanı hareketimizin en tecrübeli olduğu alandı. Uzun yıllar bütün hareket bunun için çalışmıştı. Zihniyette bir alışkanlık oluşmuştu. Oldukça tecrübeli bir komuta ve kadro yapısı da ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla daha kapsamlı, sağlam bir sistem yaratmada, diğer alan örgütlerine göre daha ileri bir yapılanmaya ulaşmada zorlanma olmadı. Konferans süreci, siyaseti, YNK savaşıyla ortaya çıkan sonucu, yeni stratejik yaklaşımımızı değerlendirdi. Onun için HPG’nin yerini, rolünü tanımlamaya çalıştı. Buna göre de bir HPG örgütlülüğünün nasıl oluşturulması gerektiğini tartıştı, kararlaştırdı. Yeni bir yönetmelikle örgüt yapısını ortaya çıkardı. Fiiliyatta var olan bir durumun önemli ölçüde yazılı hale getirilmesiydi ya da kararlaştırılan yeni kurumlaştırmalarla, konferansla birlikte adım adım geliştirilmesiydi. Bu dönemde ve sonrasında gelişen bir kurumlaşması da karargahlaşmaydı. Ana karargah düzeni oluştu. Alt karargahlar daha çok Güney’de ortaya çıktı. Onlar sistemleştirildi. Kuzey eyaletleri o dönemde ateşkes döneminde olduğu için daha çok karargah düzeninde öne çıkartılmadı. Kendi içinde gizlilik temelinde çalışmalarını yürüten konumda kaldı. Kuzeye yönelik çalışmalar, 2000 güzünden itibaren 2001-2002 yıllarında var olan arkadaş yapısının parça parça değiştirilmesi biçiminde sürdü. Her yıl yeni bir grup arkadaş giderek orda kalan arkadaşların bir grubunun gelmesi, böylece Kuzey’deki tüm yapının değiştirilmesi biçiminde sürdü. Genel anlayışımız öyleydi. Karargah bunu yıl yıl planladı. Güç hazırladı, örgütledi ve gerçekleştirdi.

Bu dönemde ortaya çıkan önemli bir örgütlenme, özel kuvvet örgütlenmesidir. Konferans öncesi ve konferansla birlikte hem tartışmalı olan, hem de belirginlik kazanan bir örgütlenmeydi. 6.Kongre’de 15 Şubat ardından böyle iki tür birlik düzeninin oluşmasını kararlaştırmıştık. Bir tanesi özerkleşen, ayrılan fedai örgütlülüğüydü. O gelişmedi. Sonra onun içinden daha çok bilgi toplayan, dar bir çekirdek çıktı. Yürütülmedi. Aslında komplo ardından olabilecek bir şeydi. Şimdi de ihtiyaç var. O tür çalışmalar yapma çabası içerisindeyiz. Ama sabote edildi. Her halde uygun düzenleme yapmadık. Nasır sorumluluk yapacaktı. Yapmadığı gibi, yanlışlığını ispatlamaya çalıştı. Tabi o adım boşa çıktı. Diğerleri, birkaç birlik halinde gerektiğinde eylem yapacak fedai gücü içimizde örgütlemekti. Kongre sonrası Kandil ve Xinêre’de birkaç bölük halinde böyle bir ayrıştırma ve eğitim çalışması sürdü. Güze doğru gelince,  Kuzey’den gelen gücün yetkinliği, yine komplo ardından katılan gücün psikolojik durumu, eğilimi gereği taleplerin çok yoğun olmasına da dayalı olarak büyütüldü. O tarzda bir eğitim, örgütleme daha geliştirici oluyordu. Tabi askeri bakımdan da biraz daha yetkinleştiriyordu. İdeolojik, askeri disiplin bakımından daha ileri bir düzey yakalıyordu. Dolayısıyla daha geniş bir gücün böyle bir örgütlülük içine çekilmesi daha yararlı olur diye bu sayı iki alanda da büyütüldü. İsteyen birçok güç katıldı. Sayısı bini aşan bir düzeye ulaştı. Bundan bir yanlış anlayış ortaya çıktı. Bu yanlış anlayış şuydu; Gerillayı Özel kuvvet olan, olmayan diye ikiye böldü. Bu iki bölünmeye dayalı olarak da şöyle bir anlayış gelişti: “Zaten yararı olacaksa özel kuvvetin olur. Bundan sonra savaş Özel Kuvvetin üzerinde kalır. Gerilla budur, diğeri gereksizdir.” biçiminde bir anlayış çıktı. Bu böyle savunuldu da. Pratik tutumla gösterildi. Dolayısıyla arkadaş yapısı içinde bir huzursuzluk rahatsızlık durumu yarattı. Bir yandan bu durumun düzeltilmesi gereği, diğer yandan böyle çok şişmiş olan özel kuvvetin başlangıca göre nitelik olarak çok yeterli olmaması,  alt sınıra düşmesi, özel kuvvetlerin eğitim ve çalışma bakımından yeniden ele alınmasını gerektirdi. 2001 baharından itibaren ana karargahın Kandil’e düzenlenmesi ile bu çalışma yürütüldü. Güç yeniden düzenlendi, örgütlendirildi. Nicelik olarak daha da daraltıldı. Nitelik düzeyi daha da geliştirilerek HPG’nin bir kolu konumuna getirildi. Makul bir nicelik düzeyinde ve buna göre de eğitimi, hazırlığı, tanımı konusunda da bir birikim, tecrübe oluştu. Bu temelde gücün daha iyi, daha sistemli hazırlanması için eğitim çalışmaları derinleştirilerek sürdürüldü. Konferansla birlikte bu bir kol haline getirildi. “ Diğer güç dağılsın, sadece seçilmiş, nitelikli sınırlı sayıda bir özel kuvvet yeterlidir.” Anlayışı mahkum edildi. Genel HPG gücü örgütlülüğü esas alındı. Özel kuvvet onun bir kolu, bir parçası haline getirildi. Önderliğin değerlendirmelerine dayalı olarak o niceliğin az tutulmasının doğru olmadığı, gerillanın mümkün olduğu kadar büyütülmesi, HPG’nin buna göre örgütlenmesi anlayışı esas alınarak o sorunlar bu temelde aşıldı. Özel kuvvete yaklaşım sorunları vardı. Kendi içinde ve yönetimimiz içinde bu tartışma konusu oldu. Özel kuvvet biraz etkili bir güç oluyordu. Nitelik olarak eğitimi derinlikliydi. Böyle kuşku duyucu anlayışlar oldu. Aslında kuşku duyuculuk farklı hesaplardan kaynaklandı. Bunu söylememiz gerekiyor. Dolayısıyla özel kuvvetin denetim altında tutulması sorun haline geldi. Kimin yönetiminde olacak sorunu epeyce tartışıldı ve sonunda ana karargah komutanlığına bağlanması biçiminde kararlaştırılarak sonuca götürüldü. Çok razı olunmasa da, bazıları açısından içe sinmese de, en makul çözüm de oydu. Dolayısıyla 1.Konferans ardından yapılan tartışmalar içinde 6.Konferans’ta da tartışıldı. Birinci HPG Konferansı kararı doğrultusunda böyle bir çözümle, o tartışmalarda biraz karara bağlandı. Pratikte sonrasında da biraz devam etti. Çünkü 2002’de ona dayalı şeyler gelişti. Yani özel yönetiminde, komutasında hala tam çözümlenmemiş olaylar yaşandı. Sonunda bir netleşme çıktı. Ama o dönem, -2001 2002- bu örgütlenmede çok hassas olunan bir konumda oldu. Hala soruşturması sürüyor. Çok fazla üzerinde durmak belki şey olmayabilir, ama bireysel hesapların, farklı eğilimlerin bunları oynadığını, bu tür tartışmaların buna dayalı olarak geliştiği bir gerçek. Çünkü hem öldürme olayları çıktı, hem de bu kadar komplo, provokasyon çıktı.

Konferans süreciyle birlikte diğer bir kurumlaşma da akademi sisteminin kurulmasıydı. Mahsum Korkmaz Akademisi biçiminde şimdi de devam eden eğitim düzeni o zaman kuruldu. Biraz geçmişteki Mahsum Korkmaz akademisini esas aldı. İçinde bulunduğumuz dönemin durumuna uygun yapılan ayrışmayı gözeten, ayrıca sürdürdüğümüz siyasi, ideolojik eğitimleri de dikkate alan bir temelde, daha özgün, askeri yanı daha ağır basan, ama ideolojik siyasi eğitimi de içinde taşıyan bir komuta okulu biçiminde somutluk kazandı. İhtiyaç vardı; hem de çok ihtiyaç vardı. Sadece genel kadro eğitimine bağlı biçimde komutanın ideolojik siyasi eğitimini vermek, komuta anlayışı, tarzı, duruşu yaratmak, bunda ortaklığa ulaşmak açısından kuşkusuz yeterli olmuyordu.  Bütün hareket yeniden yapılanıyordu. HPG’nin de yeniden yapılanması gerekiyordu. Dolayısıyla yeni bir programsal yaklaşımımız, stratejimiz vardı. Yeni taktikler gerektiriyordu. Komutanın bu temelde eğitilmesi lazımdı. Var olan, geçmişten gelen komuta yapısının böyle bir eğitimle yenilenmesi gerekiyordu. Eskinin alışkanlık ve anlayışında çakılı kalabilirdi ve zaten öyle bir durum vardı. Tutucu yaklaşımlar vardı. Değişim karşısında zorlanan, biraz öğrenip alışkanlık edindiğini sürdürmekte istekli olan tutumlar, hiç de azımsanacak düzeyde değildi. Bu nedenle eğitim zorunluydu. İkincisi daha önceki süreç her ne kadar ARGK BİRLİĞİ olsa, Önderlik sahasında eğitimden geçilse de çok fazla eyalet sistemine dayanmıştı. Örgütün merkezi yönetiminin çok işlememesi, ana karargahın çok gelişmemesi, gerilla düzeninde çok hâkim yönlendirici olamaması, eyalet sistemini, eyalet ayrımını fazla öne çıkarmıştı. Dolayısıyla eyaletlere göre komuta şekillenmesi somuttu. Dolayısıyla ortak bir gerilla komuta şekillenmesi, ortak bir tarza sahip komutanın oluşmasından öte, çok parçalı bir duruş vardı. Bunun da aşılması gerekiyordu. Duruşta, zihniyette, tarzda bir gerilla sistemini temsil edecek, ortaklaşmış bir komuta yapısının yaratılması gerekiyordu. Yoksa bireyciliği, grupçuluğu, kendine göreliği sürdürüyor, parçalıyordu. İçte parçalı, çekişmeli bir komuta duruşunu yansıtıyordu. Yani yeniden yapılanabilmesi, HPG’nin bir sistem haline gelebilmesi için bu komuta parçalılığının aşılıp anlayışta, tarzda duruşta ortaklaşmış bir komutanın yaratılması lazımdı. Hareketin geleceği, gerillanın bütünlüğü ve hareketin geleceğine katkı sunması da bunun başarılmasına bağlıydı. Geçmişte ki parçalılığı Önderlik bütünleştiriyor, yürütüyordu. İçinde bulunduğu koşullarda eğer bir ortaklaşma yaratılmasa, mevcut yönetimin gerillayı yürütmesi, birlik içinde tutması zor olabilirdi. O bakımdan en önemli bir husus haline gelmişti. Bunu gidermek amacıyla akademi sistemi hem yenilenme ve değişim gereklerine göre eğitime, hem de komutada bu tarz ortaklaşmasını yaratma temel amacı üzerinde oluştu. Kapsamlı programı oldu. Ciddiyetle yaklaşıldı. En üstten başlamak üzere bütün komutayı böyle bir akademik eğitimden geçirerek ortaklaştırma sistemi esas alındı. Ve belli bir zaman dilimi içinde bunun tümden başarılabileceği hesaplanıp, planlanarak eğitim devreleri temelinde böyle bir sistem geliştirildi. Program ve yaklaşım kapsamlıydı. Bu HPG’nin yapılanmasında bir heyecan yarattı. Yeniden yapılanmanın gerçekleşmesinde, buna uygun komutanın yaratılmasına büyük ölçüde hizmet etti.

Burada yeni savaşçı eğitimi üzerinde de durulabilir. 1999 yılında katılımlar çok yaygındı. Yeni savaşçı eğitimi genelde yönetimimizin önemli çalışması olmuştu. 2001 yılından itibaren HPG’nin, ana karargahın yürütmesi gereken bir çalışma haline geldi. Fakat düzenlemelerde siyasi yönetimin görüşünü almak, HPG dışındaki çalışmalara uygun kadroların görevlendirilmesini sağlamak amacıyla böyle bir ortaklaşma oldu. Ama eğitimin temelde yürüteni HPG oldu. Yeni savaşçı eğitim okulları, var olan okullar biraz daha sistemli hale geldi. Bazen arada kalıyorduk. Bu durumlar aşılarak belli bir kontrol oluştu. Kandil, Xınêre çok az olarak Behdinan’da yeni savaşçı eğitimi sürdü. O da tabi daha somut bir programa,  planlamaya kavuştu. Daha ciddiye alındı. Uygun yönetimler görevlendirildi. Daha önceki süreçte böyle bir sistemimiz yoktu. Yeni savaşçı eğitimi yapıyorduk, ama hemen olduğu yerde yapıyorduk. Bazen otuz gün, bazen üç ay oluyordu. Savaş durumunun ve bulunan yerin koşullarına, özelliklerine göre bu durum değişiyordu. 1999’la birlikte bu konuda da biraz daha sistem kazandı. HPG düzenlemesi bunu daha da somutlaştırdı. Ve kendisinin yürüttüğü bir çalışma haline getirildi. Yeni savaşçı katılımı durmadı ve sürekli kılınmaya çalışıldı. Eğitimleri de böylece temel bir eğitim olarak iki aylık program çerçevesinde yürütüldü. 2001-2002 yıllarında bu temelde çalışma oldu. Dikkat edilirse daha çok eğitim ve örgütlenme çalışmalarıyla geçti süreç. Bu, değişim ve yeniden yapılanmayı başarmanın bir gereği olarak sürdü. 2002’de yaşanan bazı olaylar tabi zorlayıcı da oldu. Fakat HPG kurumlaştı. Yine arazi üzerindeki denetimi de oluştu. Sistem kazandı. Farklı eğilimler önemli oranda aşıldı. Bu alan olarak yeni bir çekim merkezinde olma konumunu sürdürdü. Fakat genelde hareketin yaşadıkları her dönemde HPG’yi etkiledi. Yine siyasi, kültürel, ideolojik çalışmalar bazen olumlu, bazen de olumsuz etkiledi. Olumluluğu güç, destek verdi. Olumsuzu, ters anlayışlar her dönemde şu ve ya bu biçimde ortaya çıkı.

2002 başlarında KADEK oluşumu ile birlikte HPG’nin kurumlaşması daha da derinleştirilerek sürdürüldü. Bir yönüyle olumluydu, fakat bir yanıyla da, çok fazla olduğu yerde kurumlaşmayı yaşadı. Yani ağırlaştı.  Dolayısıyla kendini değiştirme birçok bakımdan zor oldu. Mesela 2002 yazından itibaren Kuzeyi daha da güçlendirmek daha doğru olabilirdi. Sonraki gelişmeler bize gösterdi ki, öyle olsaydı iyiydi. Yine ana karargahın yerini değiştirmek daha doğru olabilirdi. Çok fazla Kandil’de merkezileşti, yerleşti, fazla kaldı. Dolayısıyla hareketin geride kalmasında bir etken oldu. Siyasi mücadele, serhıldan gelişecekti. Temel taktik buydu. Ama gerillanın da bu temel taktiğe göre üslenmesini, mevzilenmesini, hareketliliğini sağlaması gerekiyordu. Çünkü o stratejiye bağlı, o taktiğin bir parçasıydı. Dolayısıyla Kuzey’de diğer parçalar da serhıldan gelişecekse, ona gerillanın da katkı sunması gerekiyordu. Dolayısıyla mevzilenme, hareket bakımından katkı sunacak pozisyonda olması gerekiyordu. İlla savaşması gerekmiyordu. Ama başka türlü gerillanın etkileme gücü de var. Yine hareketin pratikleşmesi, taktik güç haline gelebilmesi için gerillanın mevzilenmesinin de ona uygun olması şarttı. Geride kalma, pratikten kopma genel harekette yaşandı. Pratikleşme çok cüzi oldu ya da lafta söylendi. Kitleyi örgütleme, eyleme kaldırma da bunu gerçekleştirecek bir sisteme, düzenlemeye bunu yöneten örgüt yönetimi kavuşmadı. Bu noktada HPG’nin de duruşu önemliydi. Kandil’de olmak, biraz pratikten uzak, geride kalmayı getirdi. Geride olmanın uzun süre sürmesini getirdi. 2001’de Kandil’de örgütlenmek uygundu. Ama 2003’te pratiğe doğru giderken, gerillanın da hem yapı, hem karargah olarak buna uygun biçimde mevzilenmesini değiştirmesi daha doğru, etkileyici, geliştirici olurdu.  O, stratejik ve taktik yapılanmamız içinde bir göreviydi. Pratiğin gelişmesine hizmet eder, etkide bulunurdu. Bunun olmaması ortaya çıkan örgüt içi sorunlarda fiili bir durum yarattı. Gücün yoğun olarak gerilla olması, birçok umut, inanç kaybeden zayıf yönlerin daha fazla cesaret bulmasına, kendini konuşturmak için ortam bulmasına ve gerilla içine de etkide bulunmasına zemin sundu. 2003 ‘teki durumda, gerillanın ondan etkilenmesinde gerillanın payı vardı. Eğer 2002 yazında, güzünde gerilla hem karargah, hem de güç olarak mevzilenmesini değiştirseydi, o provakasyon bu kadar cesaretli olamaz, örgüt içini karıştırmakta da etkili olamazdı. Çok dar, sınırlı kalırdı. Bir de yüzünün açığa çıkması da daha kolay olurdu. Örgüt merkezlerinin geride olması, gücün de orda yoğunlaşması, her türlü pratik dışı yaşam ve eğilimin kendin o ortamda gizlemesine zemin sundu. Bu bakımdan 8. Kongre ardından böyle bir süreç giderek gelişebilirdi. 11 Eylül süreciydi.  ABD bölgeyi hedef haline getirmişti. Bölgeye karşı 3. Dünya savaşı başlatmıştı. Irak hedefteydi. Irak üzerinden Ortadoğu’nun merkezine müdahalenin olacağı anlaşılıyordu. Bütün bunlara karşı bizim de daha sağlam bir askeri mevzilenme içinde olmamız daha gerçekçiydi. O da en azından karargahın Behdinan’a kayması, Güney-Kuzey birliğini karargahın o biçimde yaratabilmesi, olası büyümüş savaş tehlikelerine karşı bizim kendimizi hazırlıklı hale getirmemizi de yaratırdı. Bu bakımdan da Kandil üzerinden öyle çok büyük bir savaş yürütemezdi. Bu biraz belirgindi. O da bizi zorlayabilirdi. En azından biraz da Kuzey’den doğrudan irtibatlanan bir hatta olmak yarar getirebilirdi. Daha sonraki süreç bunları bize gösterdi. Bu durum 2003 baharından itibaren tartışma gündemine geldi. Biraz karmaşık bir süreçti. ABD’nin 20 Mart 2003’te Irak’a müdahalesi başlayınca tabi biraz daha fazla gelişmeleri görmek de gerekti. Bunun için o tartışma durumu sürdü.2003 güzüne kadar kaldı. Temmuz toplantısında bu karara bağlandı. Temmuz 2003 toplantısında Ana karargahın Behdinan’a taşınması kararı belki de o toplantın en hayırlı kararı olabilir. Oradaki tartışmalara, alınan kararlara hiç uygun değildi. Zaten hiç tartışılmadan karar oldu. Çok tehlikeliydi, reddedilebilirdi. Fakat belki tartışılsaydı, görüşlerin daha iyi açığa çıkmasına da yol açabilirdi. Öneri, hiç tartışılmadan -herkesin rahatça kabul etmesi biçiminde olmasa da- itiraz edilmeyerek kararlaştı. Karşıt eğilimlerin yaygın propagandası ile yönetim içinde, bırakalım ana karargahın Behdinan’a taşınmasını, Kuzey’deki gücün Güney’e çekilmesini tartışan yapılar vardı. Hatta resmi toplantıda ifade edenler oldu. Üzerinde çok durulmadı, ama böyle ifadeler oldu. Çok taraf bulamayıp, üzerinde durulmayınca karar olması itibariyle derinleştirilmedi. Yoksa bu toplantımızda böyle eğilimler vardı. Bu toplantı ardından HPG’nin 2.Konferansı yapıldı. Zaten Temmuz’daki toplantı 2001’deki gibi birçok konferans ve kongre yapmayı planladı. 2005’tekiler ihtiyaç olarak ortaya çıkmışlardır. Öyle tanımlamalıyız. 2001’dekiler bir kuruluş ihtiyacından doğan konferanslardı. Sorun konferans değil, ama örgütsel yapıları kurmak gerekiyordu.  Fakat 2003’teki konferansların bazılarının daha 2002’de yapılması gerekirken yapılmamıştı. Yönetim tarafından ertelenmişti. Daha fazla sorumluluk altına girmemek için engellenmiş olan çalışmaların yapılmasıydı. Bazıları zaten dönemsel olarak 2.Konferansların yapılmasıydı. Bazıları ise pratikleşmeyen, yerine getirilemeyen görevlerin konferansla bastırılmasıyla aslında, nasıl iş yapmamanın teorisinin yapılması, iş yapmamaya sözde kılıf bulmak için böylece de iş yapmamayı kamufle edebilmek için yapılanlardı. Böyle tanımlamamız gerekiyor. Bir yerde pratiğe yürüyemeyen, taktiğe giremeyen örgütün o durumunu meşrulaştıracak gerekçeler yaratma toplantıları, yani oportünizm teorisini yapma toplantılarıydı. Tabi HPG’nin konferansı olağan 2. Konferanstı. Örgüt yapısı yeni bir sisteme giriyordu. Yeniden yapılanmayı derinleştiriyordu. Önderlik Kongra-Gel projesini gündemleştirmişti. Kongra-Geli’n kuruluşu için hazırlık çalışmaları başlatılıyordu. Kongra- Gel projesine uygun, uyumlu, katılımcı hale gelmek bütün örgütler açısından gerekçe oldu. HPG’nin de kendini o temelde yeniden değerlendirmesi lazımdı. Güncel açıdan buna ihtiyaç vardı. Normalde de iki yıllık olağan konferansın yapılması lazımdı. Zaten iki yılı aşmıştı ve olağan bir toplantıydı.

İkinci Konferans öncesi 15 Ağustos kutlamalarında yaşanan olay, bu konferansı zorladı. Erdal arkadaşın şehit düştüğü olay çok önemliydi. Genel hareketi zorladı. Konferans öncesi olması itibariyle de HPG’nin konferansını zorladı. Her şeyden önce zaman açısından zorlanıyordu. Ana karargahın taşınması gerekiyordu. Kongra- Gel Genel Kurulu toplanacaktı. Bunlar hepsi bir zaman dilimine bağlanmıştı. Dolayısıyla o zamana yetişmek lazımdı. Ertelenemez, değiştirilemez bir durum vardı. Böyle bir olayın yaşanması, konferans yapmayı psikolojik olarak zorladı. Nedenlerinin araştırılması açısından zorladı. Bir kere komutan ve yapının olayın etkisini aşması gerekiyordu. Ana karargah yönetiminde oldu. Çünkü Erdal arkadaş yeni gelmişti ve ana karargah yönetiminde yer alıyordu. İkinci Konferansın çalışmalarına en aktif katılan, daha fazla katılacak olan arkadaşlardandı. Yine arkadaşlarda katılmışlardı. Bu atmosferi daha iyi bilebilirler. Konferansta biraz Kongra- Gel ve onun içinde HPG nasıl olmalı o tartışıldı. O konferansta bu kararlaştırıldı. Anlaşıldığı kadarıyla bazı kararlar alındı. Bir bölümü Kongra-Gel Genel Kurulu’nun alacağı kararlara göre kendini yapılandırmaya bıraktı. İki yılın pratiği değerlendirildi. Tecrübesi ortaya çıkarıldı. Yönetim, komuta tarzı, düzeyi, iç işleyiş durumu iki yıl pratiğine göre netleştirildi. Konferansın Kuzey üzerinde biraz yoğunlaşması oldu. Çünkü 2003 yılından itibaren ABD’nin Irak’a müdahalesi gerçekleşince, Kuzey’e güç gönderimi üzerinde durdu hareket. Sadece kuzeydeki gücün değişimi değil, çoğaltılması kararını aldı. 2003 yılında yapılan yönetim toplantısında bu karar alındı. HPG yönetiminin toplantıya sunduğu raporda bu isteniyordu. Uzun uzun değerlendirildi.  Kuzeydeki güç artırımı kararlaştırıldı. Ana karargah da bunu planlayarak yaz başından itibaren böyle bir çalışmayı başlattı. Yeni gruplar kuzeyin değişik alanlarına gittiler. O zamanda çatışmalar oldu. Aslında o 2003’ün 15 Ağustos kutlamasında Erdal arkadaşların şehit düşmesi bir temel şeyken sadece böyle bir talihsizlikle yüz yüze gelmedik. Mahir arkadaşların grubu da ovada çatışmaya girdi. Arkadaşlar şehit düştüler. O da diğer olay gibi çok talihsiz ve zorlayıcı bir durum oldu. Fakat bir dinamizm de gelişti. Bunlar HPG’nin hangi koşullarda yapılandığını, neyle yüz yüze olduğunu, ateşkese rağmen içinde bulunan ortamın savaş gerçeğini gösterdi. 2003 yılı Ağustos’undan itibaren çok önemli kayıplar verdik. Bunlar yapıyı etkiledi, kararlılığını geliştirdi. Ama komuta kayıpları anlamına da geldi. Bu olaylardaki kayıplarımız, ağır kayıplardı. Tabi pratik çalışma sürecini etkiledi. HPG 3.Konferansı’nın belgeleri de ortadadır. Değerlendirilebilir. Biraz Temmuz toplantısı tartışmalarından ve o atmosferden etkilendi. Kısmi etkisi vardı. Çok yoğun o teslimiyetçi tasfiyeci havanın etkisi oldu. Hiç de gerçekçi olmayan, askeri ortama, gerillaya denk düşmeyen, uzun yıllık pratiğe tamamen ters olan bir durumdu bu. Bir saldırıydı.  Bir etki durumu oldu. Daha sonraki süreçte eğitimle zorla aşılabildi. Çoğu da o zaman kendini ona kaptırdı. Bir sürü kendine göre anlayışlar, yaşam arayışları ortaya çıktı. Bazıları giderilse de birçoğu kaçışa götürdü. HPG’deki firarlarda o zamanki etkilemenin ve ona dayalı oluşan, zihniyet ve ilişkilerin payı vardı.

 Bir de tüm HPG yapılanması itibariyle kadın örgütlülüğünün gelişmesi de bu konferansta belirginlik kazandı. 2001-2002 güzünde HPG-PJA Konferansı ile bir toplantı düzenlenmişti. Gerilla içinde kadın örgütlülüğünün nasıl olması gerektiği tartışılmış, bazı kararlar alınmıştı. Bu konferansta bir kol olarak kadın örgütlülüğü de belirginlik kazandı. Daha önce akademi oluşmuştu. Özel kuvvet oluşmuştu. Kadın ordulaşması kolu da oluştu. Daha sonra sistemini, 2.Konferansı’nı düzenleyip YJA STAR olarak somutlaştırdı.

Diğer bir husus öz savunma örgütlülüğüdür. İkinci konferansın tartıştığı, kararlaştırdığı ve dördüncü bir kol yapılanması, HPG dışında halka dayalı ikinci bir ordu örgütlemesi olarak da o zaman arkadaşların tanımladığı öz savunma örgütlenmesidir. Pratiğe doğru adım attıkça öyle bir gücün varlığına ihtiyaç duyulduğu hissediliyordu. Gerilla her yere ulaşamıyordu. Eski dönemin savaş anlayışı aşılmıştı. Yeni savaş tarzına göre siyasal mücadeleye daha fazla bağlı, savaş durumuna bağlı öz savunma, halkın öz savunma biçiminde örgütlenip, birçok pratik gücün, eylemliliğin bu güce dayalı olarak yaptırılması, mücadelenin yürütülmesi açısından önem arz ediyordu. Bu pratikte görüldü. İşte buna göre bir kol örgütlenmesinin oluşturulması kararı alındı. İkinci Konferans’ ta böyle bir karara ulaşıldı. Konferans sonrası karargah hemen Behdinan’a taşındı. O ortamda hem kendisi, hem de hareketin geleceği açısından böyle bir taşınma adımını atmak önemliydi. Bir güvence oluyordu. Kongra-Gel’e varmadan, bir gün çok yoğun bir çabayla, ertelenmeden gerçekleşti. İyi bir adım oldu. Ardından Kongra-Gel tartışmaları sürdü. O gelişmeleri belli ölçüde HPG yapılanması etkiledi. Kendisi de kısmen etkilenmiş olsa da, provokatif askeri dayatmalar karşısında hareketi koruma, savunma ve mücadeleye çekme yönünde süreci, bu iki konferansla oluşan, daha yeni sistem kazanan, netleşen HPG etkiledi. Önderlik çizgisinin uygulanmasında kendisini örgütlü, hazırlamış, öncü temel dayanak bir güç haline getirdi.

İkinci konferans sonrası süreci değerlendirebiliriz. Biraz gecikmiş de olsa, 2003 güzünde ana karargahın Behdinan’a taşınması, karar olarak da, pratik olarak da bir dönemeçtir. HPG’nin işlevsel hale gelmesinde de, hareketimizin mücadele eder konuma gelmesinde de önemli bir dönemeci ifade ediyor. Basit bir yer değiştirme olarak görmemeliyiz. Filan dağdan filan dağa geçmiş biçiminde değerlendirmek yanlıştır. Bu sadece bir coğrafi değişim değildir. Stratejimizin gereğine uygun bir mevzilenme adımını atmak oluyor. Siyasi ortamların değişmesi oluyor.  Dikkat edilirse öyle tek yanlı bir şey değil. Bu HPG’ye biraz güç de verdi. Daha sonraki süreçte provokatif-tasfiyeci çizgi karşısında daha bütünlüklü ve sağlam durmasında bu adım HPG’ye çok güç vermiştir. Böyle olmasaydı, zorlanması içten bile değildi. Zorlanacaktı. Kuşkusuz karşı duracak, mücadele edecekti, ama kendi durumu, iç gelişmesi nasıl olacaktı, o şimdiki gibi tanımlanamaz. Farklı durumlar ortaya çıkabilirdi. O bakımdan sağlam bir mevzi tutmak anlamına geliyor. Kongra- Gel toplantısına HPG katıldı. Ben hiç kimse katılmasın demiştim. Önerim öyleydi. “Birkaç gözlemci katılabilir, HPG katılmazsa daha iyi olur. Madem bir halk kongresi halk temsilcileri katılsın.  HPG bir gerilla örgütü, benzer kadro çalışması yürütenler kendi şeyinde kalsınlar.”dedim. Reddedildi. Belki uç bir öneriydi. Ama bir anlamı vardı. O ortamın dışında kalmak önemliydi. HPG açısından da önemliydi. Gereksiz yere kafa karışıklığa düşmesi, genel hareket açısından da önemliydi. Çünkü hareketin bir kolu çizgi de yürüyor olacaktı. Gerideki tartışmaları gözetecekti tabi. O bakımdan da tartışmalar, alınacak kararlar üzerinde etkili olacaktı. Fakat bazı provokatörler halkın kongresini oluşturmak yerine kongre kuruyoruz adı altında örgütü dağıtmayı, kadro ve komutayı tasfiye etmeyi hedefledikleri için onları toplamak ve onlara o kararı aldırtmak istediler. Düşünsel ve örgütsel duruşta onları etkilemek istediler.

Kongra-Gel Genel Kurulu’na giderken HPG’nin önemli bir duruşu vardı. Örgütlenmişti. Geçmişten gelen, savaşta oluşan bir zihniyet çizgisi vardı. Savaşmış bir güçtü. Çizgi ve mücadele gerçeğine bağlılığı vardı. Dolayısıyla Kongre hazırlıklarına damgasını vuran teslimiyetçi-tasfiyeci yaklaşımın en çok hedefinde olan bir güçtü. Başka örgütlerde vardı. Basını, başka bazı kurumları da öyle değerlendiriyorlardı. Fakat en başta HPG geliyordu. Şöyle bir ayrım çelişki diyebilir miyiz bilemem, -önceden de vardı- siyasi- askeri ayrım. Yani kararlarda, pratikte, süreci ilerletmede biz yönetim olarak zorlanıyorduk. Doğal olarak HPG kendine göre, kendi penceresinden bakıyordu. Birçok yapılanmanın, kararın ona göre oluşmasını istiyordu. O ölçüleri diğer çalışma alanlarından da istiyordu. Diğer yandan siyasi faaliyet, hele hele onun böyle giderek sulandırılan, çizgiden çıkan yönetim ekibi de kendi penceresinden bakıyordu. Dolayısıyla kendine göre olmasını istiyor, HPG’nin bununla çok mesafeli, bundan çok kopuk, çelişkili, uzak olduğunu düşünüyor, ifade ediyordu. Böyle bir konum vardı. Bir yerde doğaldı da. Fakat biraz ileri bir konuma da gidiyordu. Kongra-Gel Genel Kurulu’na yansıyan bir durum biraz bu oldu. Sadece bu çerçevede değerlendirmek dar bir yaklaşım olur. Bütün hareketin kendi içinde bir ayrışması oldu. HPG içinde de teslimiyete, ihanete katılanlar vardı. HPG dışındaki hareketimizin içinde de önemli bir güç olarak teslimiyete, ihanete karşı çıkan, çizgi duruşu sağlamaya çalışan, bu temelde mücadele eden, etmek isteyen önemli bir yapılanma vardı. Bu kongrede bir tartışmaya da götürdü. Genel kurul biliniyor, fazlasıyla teslimiyet damgasını vurdu. Örgütlenmişlerdi; açık örgütlenmişlerdi. Kendi yönetimlerini oluşturmuşlardı. Hazırlık çalışmalarına da fazlasıyla damgalarını vurmuşlardı. Öyle bir ortamda tartışmak çok elverişli değildi. Pratik tutum takınmak, kararları etkilemek ve öylece boşa çıkartmak daha doğru bir tutumdu. Toplantı sürecinde taktikti aslında. Öncesi değil. Biraz izlenen o oldu. HPG delegasyonu da, ağırlıkta böyle bir tutumun içinde kaldı. Çok tartışmak yerine, mümkün olduğu kadar pratik süreci etkilemek.  Yönetim yaklaşımı öyle oldu. Bazı kararlara yaklaşımda öyle oldu. Her ne kadar tartışmaları o teslimiyet çizgisi yürütse, belgeleri hazırlamış olsalar da değişiklik yapmada da, yine yönetim yapılanmasında da etkili olamadılar. Bileşimden umdukları, hesap ettikleri desteği tümüyle alamadılar.

Bu anlamda HPG’nin biraz da örgütlü, sistemli, çizgiyi gözeten, bağlı olan, mücadeleyi esas alan tutumu, provokatif-tasfiyeci oluşum karşısındaki en örgütlü duruşu ifade etti. Bunun için de HPG o grup tarafından bir hedefti. Önce kadın hareketini hedeflemişlerdi. Aslında o, 2003 baharından itibaren çok daha etkili bir biçimde görüldü. 2003 Nisan’ında bir toplantı yaptık. Bayan arkadaşların bir tutumları vardı. Çok rahatlamıştık. Böyle oldukça sırtımız yere gelmez diyorduk. Üç ay sonra Temmuz’daki toplantıya gittik ki, 180 derece ters olmuş. Bu sefer mücadele şeyinden çok uzaklaşılmış. Çünkü Nisan’da ABD müdahalesi karşısında şunu söylemişlerdi; “Otuz senedir bu hareket dağdadır. Otuz sene, daha da fazlası biz özgürlüğe kadar bir milim gerilemeyiz.” diye çok net ve sert tutum aldılar. Gerçektende iyiydi. O arada bilinçli, planlı bir çaba yürütülmüştü. Neler nasıl yapıldı bilemiyorum zaten. Genel Kurul’a gelindiğinde, PJA konferansı da olmuştu. Konferansı da etkilemişler. Bir kararsızlık ve dağılma durumuna gelmişti kadın hareketi. O ihanete üstünlük veriyordu. HPG’yi de aynı duruma getirirsek sonuç alırız diye umut ediyorlardı. Böylece daha yoğun bir hedef olarak HPG kalmıştı. Propaganda açısından basını da önemsiyorlardı. Biraz da düşünce ile uğraştıkları için her söylenenlerin ne anlama geldiğini biliyordu basın. Çok örgütlü olmasa da bazı şeyleri reddediyordu. Fakat esas hedef, korktukları şey HPG’ydi. Mümkün olduğu kadar HPG nasıl etkisizleşecek veya nasıl kontrol altına alınacak onun kaygısı içindeydiler. Biraz örgütlü duruşu olduğu için daha da korkuyorlardı. Genel Kurul tartışmalarında bu gözlendi. Genel Kurul ardından Yürütme Konseyi toplantılarında bu belirgin oldu. En gerginlik yaratan tabi HPG’nin duruşuna, HPG’ye ilişkin kararlardı. Özellikle üstten ele geçirip etkisizleştirmeyi öngörüyorlardı. Genel Kurul sırasında Ana karargah yönetimi üzerinde yoğun bir mücadele oldu. Bazıları anladı, bazıları anlamadı, ama o mücadele vardı. O mücadele yürütüldü. Böyle olunca netleşmedi. Ekrem’i hazırlıyorlardı. Onu yönetim yürütme toplantısına getirmek istediler. Yürütme toplantısında bu konu tartışıldı. Bazı öneriler oldu. Hatta “şöyle çok güvenilir birini HPG’nin başına koysak daha iyi olur.” dediler. Cemal arkadaş da orda oturuyordu. Yanı başında Zübeyir arkadaş vardı. Tabi bu konularda uyarmıştık. O müdahale etti o tür sözlere. Çok şey yapamadılar. Baktılar ki olmuyor,  denetim dışıdır. Zaten Cemal arkadaş savunma komitesi oldu. Zübeyir arkadaş onu zorladı. Bazıları çok fazla girmek istemiyorlardı. Birçoğunun yapabilecek durumu da yoktu. Öyle olunca artık Ekrem’in getirilme planının tutturamayacağı görüldü. Biraz uzlaşma aradılar. Yani HPG’den korkuyorlardı. Ben öyle anladım. Özel kuvvetlerden özel olarak korkuyorlardı.

Toplantı sonrasındaki pratik süreç biliniyor. HPG ana karargahı Behdinan’a geldi. O gruplaşma uzaklaştı. Ulusal güçtür, tarafsız kalmalı biçiminde bazı çağrılar yaptılar. Fakat o planların tutmadığı görülünce, içte kalan, kendilerine yakın olanları çektiler. Bir ayrışma oldu zaten. Bir taraf Irak’a gitti. HPG’de Behdinan’a gelmişti. Behdinan’da yeniden karargahlaşma, kurumlaşma çalışmalarını sürdürdü. Bu süreçte YJA STAR Konferansı oldu. O da biraz daha kendini örgütledi. Provokatif-tasfiyeci-teslimiyetçi duruşa karşı önemli bir ideolojik, politik, örgütsel duruş oldu. Daralttı, teşhir etti. Birçok çevreyi korkuttu. Bunun sonucunda biraz daha dikkatli, temkinli, ürkek hareket ettiler. Yoksa eğer gerçekten HPG içinde üstten denetleme amacını sağlasalardı, tümden örgütü istedikleri yöne götürmüş olacaklardı. Hesapları biraz buydu. O tutmadı.  HPG gücü ağırlıklı olarak hep fedai çizgisinde Önderliğe bağlılığı esas alan temelde mücadele etmek üzere hazırlanmış, eğitilmişti. Duygusal bir ortam oluştu. Zayıflık biraz ordaydı. Daha iyi kavrama gelişebilirdi. O ortam da aşılıp, biraz bilgilendirince etkilemeler aşıldı. Anlayışta etkilemeler biraz sürdü. Üçüncü Konferans’a kadarda yani ikinci konferansta vardı biraz. Pratik olarak da öyle bir ortamda çeşitli biçimlerde kendini bireyleştiren, kendine göre anlayış edinen ayrıştı zaten. Biraz daha netleşti. Somut bir yapıya ulaştı HPG. PKK’nin yeniden inşası 2.Genel Kurul ve 1 Haziran kararına açık oldu. Genel kuruldan sonra Behdinan’da meclis toplantısını yaptı. Önderlik o zaman değerlendirmeler yapmış, görüş iletmiş, hamleyi gündemleştirmişti. Ona ilişkin kararlar aldık. İleriye dönük yönü daha somut oldu HPG’nin.  1 Haziran kararına daha açık oldu. Genel Kurul sonuçlarına uygun olarak biraz da kendini yönetim düzeyinde değiştirdi. Böylece provokasyonun, tasfiyeciliğin etkilemeyeceği, buna karşı Önderlik kararlarını, görüşlerini uygulama üzerinde yoğunlaşan bir güç haline geldi. Kendi içinde örgütlü bir güç durumuna bu dönemde daha somut geldi. Sistem içinde özerklik tanımına uygun olarak da belli bir yapı kazandı.

 2003 yılında önemli hatalardan biri Büyük Güneyli yapının gerilladan ayrılmasıydı. Güney’deki gelişmelere de bağlı olarak öncesinden PÇDK’nin silahlı propaganda güçleri vardı. Amerikanın müdahalesi, savaş gündeme gelince o gücü biraz daha çoğalttık. Bunlar uygundu. Savaşsa, çaba harcasa, doğru bir biçimde yönlendirilseydi Güney Kürdistan’daki etkinliğimizi artıracaktı. Fakat o tam yapılmadı. Tersine, bütün Büyük Güneylilerin oraya katılması biçiminde bir karar çıktı. O, o zaman koordinasyonun kararı olmuştu. Biz çok öyle bir karar içinde olmadık. HPG biraz itiraz ettiyse de etkili olmadı. O arkadaşların hepsi güya PÇDK ordusu biçiminde ayrıldılar. Bir iki ay geçmeden de PÇDK silahsız mücadele yürütüyor diye silahları bırakmıştır kararını aldılar. Silahlı güçleri feshettiler. Böylece Büyük Güneyli bu arkadaşlar tümden uzaklaştılar. Gittiler, dağıldılar. Bir tasfiye durumu yaşandı. Az sayıda gitmek istemeyen, HPG’ de kalmak isteyen arkadaşlar kaldılar. Onlar da kendi iradeleri ile kaldılar. Böyle bir grup arkadaş var. Diğerini kaybettik. Doğru bir karar değildi.

KDP ‘nin YNK’nin peşmegesi ordu olurken, bizimkisi dağıldı. Onun dağılmasına bağlı olarak da PÇDK Büyük Güney’in en zayıf örgütü oldu. Demek ki öyle olmuyor. Adeta o silahlı gücümüz satıldı. Birilerinin Kerkük’te, Musul’da yaşaması, bir iki gazete çıkartılması için silahlı gücü feda etti. Yanlış oldu. PÇDK silahsızlanma kararı aldıktan sonra Güney’in gücü olarak ayrışmış olan, -öyle tanımlanan- gerillanın Doğu gücü olarak düzenlenmesini Temmuz toplantısında kararlaştırdık. Biraz daha azdı da. Daha da çoğaltılarak Doğu cephesinde Doğu Karargahı biçiminde -dört beş tabur oluyordu her halde- Doğu Kürdistan gücü olarak kendini örgütlemesini, o Temmuz toplantısı kararlaştırdı. Karar bu kadardır. Bizim tartışma, karar düzeyimiz bu. Arkasından baktık HPG Konferansı olmuş, ancak Doğu güçleri katılmamış. Ben o konferans sonucunu görünce derhal HPG karargahına not gönderdim. Bu yanlıştır, kim böyle yaptı diye not yazdım. Fakat sessiz kalındı. O konuda iradesiz kalındı. Arkasından o güç HPG’den ayrı kendine göre bir konferans yaptı.  Karar, Güney için nasıl güç ayırmışsak- işte Karox’ta üslendiler, diğer yerlerde- bunlar PÇDK’nin güçleri denildi. Fakat HPG yürütüyordu. Aynı biçimde Güney’de yürümeyen güçleri de ayırarak Doğu’ya yönelik pratik gelişmeler açısından Kandil’de o sınır hattında kalmak açısından bize yarar sağlayacaktı. Gücümüzü Doğu gücü diye belki daha iyi koruyabilirdik. Yine siyasi açıdan Doğu’ya yönelik çalışmalar olduğunda, gerillaya ihtiyaç duyulduğunda o güç içeri girebilirdi. Nitekim Önderlik iç kesimlerde gücün mevzilenilmesini hemen istedi. Bir tür gücü korumak, o alanda üslenmesini sağlamak açısından bir taktikti. Bir de Doğu’ya yönelik bir çalışma hazırlığıydı. HPG’den kopuk, ayrı ayrıca böyle bir askeri örgüt; programı, tüzüğüyle yönetimiyle, karargahıyla iki tane gerilla örgütü biçiminde yoktu. Bunları o eğilim çıkardı. Bunu bilelim. Bu yaklaşımı çarpıttılar. Yönetimimiz de çok önemsemedi. Ortaya öyle bir tehlikeli durum çıktı. Yanlıştı yani. Ben kesinlikle hiçbir zaman katılmam. Yanlışlığı şurada; HPG karargahını ele geçirmeye çalışıyorlardı. Orası bir dayanaktı. HPG karargahını ele geçiremeyince, 2003 güzünde Kongra-Gel toplantısından sonra HAK karargahının üzerine oturdular. Ekrem’i Ana karargaha hazırlıyorlardı, yapamadılar. Geldiler HAK karargahı yaptılar. Önderlik bizden toplantı yapmamamızı istedi, Doğuya gittik; Ekrem geldi “ne geziyorsunuz bizim karargahımızda” dedi. Doğu karargahına gittik, karargah işgal edilmişti. Behzat arkadaşın tutumu olmasaydı,  o da farklı bir konumda olsaydı, HPG ve HAK savaşa girecekti. Biz özel kuvvetlerle gitmiştik. Bizim alanımızdı ve oraya gitmek istiyorduk. Böyle tehlikeli bir durum yaşandı. Arkadaşlar basit görüyorlar. “Çok düz yaklaşıyorlar.” diyorlar ama öyle değil. Siyaset yapalım, ama askerlik ayrı bir olaydır. Siyasetle özdeş değildir. Askeri iş yapmak ayrıdır. Tehlikelidir, esnekliği azdır. Bir irade olayıdır. Doğru tutum alınmazsa böyle çok küçük bir şeyden bir çatışma durumu her an çıkabilir. Bu bakımdan gerillanın bütünlüğü çok önemlidir. Bütünlük içinde bir sürü örgütleme yaptık. O doğrudur, yanlış değil, bizi işletir. Ama bir hareketin aynı düzeyde iki ordusu olmaz. Bir devlette de iki ordu olmaz. Bu dağlarda biz varız, başka güç yoktur. Başkası geldi mi çatışma çıkar. Başkası da öbür derededir, biz gidersek çatışma çıkar. İki silahlı güç bir arada yaşamıyor, dünya hala böyledir. Dünya ordulara göre bölünmüş. Bir sürü siyasi parti bir yerde olabilir, ama iki tane ordu olmaz. Hiç bir gücün iki ordusu yok. O bakımdan o biraz destek bulabilse, karargâh yönetimi zayıflık gösterse, Kongra-Gel yönetimi, başkanlığı biraz daha farklı yaklaşsaydı, durum nasıl olacaktı hiç bilinmezdi. Behzat arkadaşın tutumu, ona dayanarak Zübeyir arkadaşların tavır almaları onları o amaçlarından uzaklaştırdı, başarısız kıldı. Bir gerilla örgütüydü. Bizim gerillamızdır, biz hâkimiz dediler. Ekrem’in güç üzerindeki tasarruf hakkı ortadan kalktı. Kendisini o gücün doğal sahibi sayıyordu. Öyle hareket etmek de istedi. Yani o düzeye vardırmak yanlış bir kere. Önderlik, özerk örgütlenmeler, otonom örgütler, kol örgütlenmeleri de olabilir diyordu. Ama o düzeye vardırmak, böyle bir durum açısından yanlış. Tehlike yaratıyor. İki, PÇDK için yaptık. Bu kadar ordu, en iyi komuta-savaşçı terhis edildi. Tüketmeye götürüyor. Böyle yalnız başına bir güç karar alamamalı. Üçüncüsü ayrı bir şekillenme çıkıyor ortaya. Yanlıştır. Mesela HAK’ın birçok yaklaşımları gerillayı tasfiye etme, peşmegerleştirme yaklaşımlarıydı. Zaten o işbirlikçi grubun bize dayattığı çizgi KDP’lileşme, YNK’lileşme çizgisiydi. Sistemin içine girme çizgisiydi. HAK da, HPG de oraya alınmak istendi. Bir örnek yaratılıp, sonunda tümden HPG ele geçirilemeyince Doğu’da böyle bir örnek yaratılarak çekim merkezi yapmak istediler. Kendilerine koruma gücü haline getireceklerdi. Zaten böyle bir eğilim Büyük Güney için baştan beri hep vardı. Büyük Güney içinde milis örgütlemeyi kararlaştırdı. Halk hareketi merkezi, paralı milisle örgütlemeye çalıştı. YNK’nin örgütlediği gibi bir sürü toplantılar yaptılar. Tabi o işleyemezdi. KDP tarzıyla PKK’lik olmaz. KDP ideolojisi PKK ile uyuşmaz. Yani bizi işbirlikçi, teslimiyetçi çizgiye, egemen sınıfın çizgisine, dolayısıyla hiyerarşik-devletçi sistem içine çekmek için örgütlenmiş bir saldırıydı. Gerillaya düşen payı da bu biçimde oldu. Veya gerillaya yönelik planlaması belirttiğim çerçeve de oldu. Sonunda Önderliğin hem gerillaya, hem özgür kadına yönelik belirlemeleri kararlaştırılan birçok şeyi çürüttü. Bunun üzerinde biraz çok tartışma yürüttük. O durum giderek Büyük Güney’deki gibi bir tasfiyeye dönüşmeden önlendi. HAK 2004 yılında yeniden bir toplantı yaptı. HPG ile bütünleşme toplantısıydı. 3.Konferans’tada bu kararlaştı. Eski sisteme getirildi. Doğu Kürdistan karargahı biçiminde örgütleniyor. Ama amaçları, yönetmeliği, kararları HPG’ye bağlıdır. HPG içinde Doğu Kürdistan güçleri olarak otonom bir karargah, bir parça karargahı, bir alan karargahı biçiminde kendini örgütlüyor. Bu daha doğrudur. Amacımıza da, gerillanın birliğine de uygun bir durumdur.

2004 yılında Behdinan’daki üslenme ve 1 Haziran atılımı biliniyor. Ana karargah Behdinan’da kurumlaşmasını geliştirdi. Ortaya çıkan gelişmelere, örgüt yapısına göre kendini daha da ilerletti. Hukuk sistemi gelişti. Mahsum Korkmaz Akademisi yanında Şehit Beritan Akademisini örgütledi. Yine genel hareketin çalışma merkezlerinden coğrafya olarak uzak düşünce kendi ideolojik eğitimini yapma zorunluluğunu hissetti. Haki Karer Akademisi örgütlendi. Yeni savaşçı eğitiminde bir sistem gelişti. Kandil, Xınêre ve Behdinan olmak üzere üç saha yeni savaşçı eğitim merkezi oldu. Okul düzeni gelişti. Var olan, yeniden yapılanmaya göre sistem kazandı. Özel kuvvet kendi eğitimini geliştirdi, karargahını taşıdı. Bir yapılanma oluştu bu konuda.

Olmayan Öz savunmanın geliştirilmesi oldu. İkinci Konferansın bu yönden aldığı karar uygulanamadı. Nedenlerini 3.Konferans tartıştı, eleştirdi, mahkum etti. Yeniden öyle bir kolun örgütlendirilmesini planladı, kararlaştırdı. 3.Konferans’tan sonra çalışmalar kendi şeyinde yürüyor. Bu süreçte Kuzey karargahları gelişti. Tabi 2003’teki takviyelerle 1 Haziran hamlesi gündeme gelince, Kuzey o pasif savunma konumunu terk ederek, aktif savunma konumuna geçti. Yeni bir taktik duruş kazandı. Aktif savunma duruşuna uygun olarak da eyaletlere dair karargah örgütlülüğü, eyalet sisteminin yeniden örgütlenmesi ve ana karargahla daha açıktan irtibatlanması gündeme geldi. O zamana kadar Güney’de karargah düzeni vardı. Kuzey gizli bir yönetim konumundaydı. Kuzey de eyalet ve karargah pozisyonu kazandı. HAK’ın düzenlemesiyle Doğu karargahı da örgütsel yapılanmada bir gelişmeyi ifade etti. Kürdistan’ın bütün sahalarına gerilla en geniş biçimde yayılmış oldu. Karargah örgütleme düzenleri, kollar, eğitim gelişti. Buna dayalı olarak 1 Haziran atılımı temelinde gerilla aktif savunma pozisyonu kazandı. 2004’teki taktik uygulamalar, gerillanın etkinliği 3.Konferansta değerlendirildi. Siyasi zayıflıklarımız, provokasyonun, tasfiyeciliğin örgütümüzü tersinden etkilemesi, halk örgütlüğümüzün gelişmemiş olması 1 Haziran atılımına siyasi cepheden sahip çıkmayı zayıflattı. 1 Haziran atılımı sanki bir askeri hamleymiş gibi algılandı. O bir yetersizlikti. 2004’te belli bir düzey kazandı. Alanlara yayıldı. Hemen hemen birkaç alan dışında bütün alanlar mücadele alanı haline getirildi. Fakat taktikte derinlik olmadı. Eylem düzeyi ortaya çıkmadı. Sürekliliği olan, yayılan, alt düzeyde bir eylem tarzı hâkim oldu. Savaş yapmak, atılıma geçmek, örgütü ve siyaseti çok etkiledi. Ama siyasi gündemi daha fazla etkilemesi gerekiyordu. Düşman gücünü daha fazla sarsan, siyasi gündemi çok daha etkileyen bir düzeye ulaşabilirdi. Böyle bir taktik uyguluma aslında doğru bir tarzdı. Ona ulaşılmadı. O tür eylemler zayıf kaldı. Ana karargah da -çok reddetmese de- düşünce olarak pratikleştirmesi yönünde kendisinin çok katılımı olmadı. Alt karargahlara, eyaletlere bıraktı. Eyaletlerde ancak alt düzeyde bir eylemlilik yürütebildiler. Dolayısıyla taktik derinliğe ulaşılamadı.

Üçüncü konferansa böyle gelindi. 3.Konferans Şubat sonu, Mart başında yapıldı. Bütün bu gelişmeleri değerlendirdi. Taktiği değerlendirdi. Taktikte belirttiğimiz yetersizliklerin tespiti, özeleştirisi temelinde atılımı gerilla cephesinde daha etkili, daha doğru bir taktikle yürütme kararı çıktı. O önemli bir düzeydi. Yine örgüt yapısını değerlendirdi. KKK sistemine göre HPG konumunu, yerini yeniden değerlendirdi. Sistem içinde HPG nerde olacak, onu tanımladı. Sisteme göre HPG’nin yapılanması nasıl olmalı, onları değerlendirdi. Yönetmelikte buna göre gerekli değişiklikleri yaptı. Bu bakımdan KKK sistemine kendini uyarlamış oldu. Sözleşme ile HPG yönetmeliği uyumlu, bütünlüklüdür. Kendi iç örgütlülüğünü, karargah düzenlerini değerlendirdi.   Bence mevcut karargah düzeni biraz ağır. Yönetimi sağlamak, bir etkinlik alanı oluşturmak açısından bir yarar getiriyor, ama kurum ve örgütsel sistemi çok ağır. Onun gözden geçirilmesi gerekiyor. Onlar da tartışıldı. Örgütsel çalışmaları yürütme kararları alındı. Kollara ilişkin tartışmalar oldu. Özel kuvvet, yine okullar, YJA STAR, Öz Savunma değerlendirildi. Bunlara ilişkin kararlar alındı. HPG’nin ideolojik duruşu, komuta tarzı değerlendirildi; bunlara dair kararlar çıktı. 1999’dan beri adım adım gelişen, hem hareketin sistem kazanması, hem de HPG’nin bunun içinde kendini tanımlamasında daha ileri bir açıklık 3.Konferans’la ortaya çıktı. HPG, KKK sistemi içinde özerk bir gerilla örgütü konumu kazandı. Sistemin temel bir bölümünü oluşturuyor. Özerk demek ondan ayrı demek değildir. Öyle anlaşılmamalıdır. Kendi içinde sistemini, bir alanını oluşturmasıdır.

Bir başka özerk alan, ideolojik alandır. Parti alanıdır. PKK’nin yeniden inşası, PAJK’ın örgütlülüğü onu karşılıyor. İdeolojik kurumlaşmayı ifade ediyor. Bunun içinde siyasi kurumlaşmalar var. Kongra-Gel bir siyasi kurumdur. Yargı kurumları, siyasi partiler, parça partileri, dernekler var. Çok sayıda kurum ve kuruluş var. Bunlar da Koma Komalên Kurdistan sisteminin siyasi, sosyal kurum ve örgütlerini içeriyor. Meşru savunma alanı da bir alan. HPG de bu alanın örgütsel yapılanması, kurumlaşmasını ifade ediyor. Dolayısıyla sistemin amaçları HPG‘nin amaçlarıdır. Sistemin yapılanışında HPG’nin de yeri vardı. HPG bir de, bir askeri kurumlaşmadır. Dolayısıyla askerliğin kendine göre özellikleri HPG içinde somutlaşıyor. Bir yerden ayrılıyor. İdeolojik, siyasi çalışmanın kendine göre ölçüleri var, HPG’nin de kendine göre ölçüleri var. Ölçüleri, ilkeleri askeri ilkelere göre oluyor. Diğerlerinden ayrışıyor. Geçen dönemde bu noktalar zorlayıcı oldu. Gerilla “benimki esastır.” dedi. Kendisiyle çelişen her şeyi yanlışmış gibi gördü.  Diğer şeyler askerliğe öyle baktılar, onu katı buldular. Oysa öyle değil. Gerilla çizgisine uygun olmayanlar varsa onları eleştirmek lazım. Bir halk örgütlenmesi ile bir gerilla örgütlenmesi çok ayrı ölçülere, ilkelere dayanıyor. Özerklikler bu anlamda oluyor. Ayrı sahaların kendi ilkelerine, ölçülerine uygun olarak örgütlenmesi, böyle bir sistem ve anlayış genel hareketimizde gelişmiştir. Koma Komalên Kürdistan sistemi, örgütlülüğü bunu ifade ediyor. Bu bir parti, bir devlet değil, ama devletin toplumu olma, toplumu yönetme işlevini üzerine alan, bu yönüyle devlet sistemine benzer örgütlülüğü olan bir toplumsal, siyasal örgüt sistemdir. Demokratik-Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü Toplum çizgisinin örgütlenme biçimidir. Buna uygun demokratik halk örgütlülüğü, ya da ekolojiye ve kadın özgürlüğüne dayalı Konfederal ilkeleri gözeten bir demokratik örgütlenme sistemidir Koma Komalên Kurdistan. Böyle ele almak lazım. Bu sistem var olan egemen devlet güçlerine alternatif olduğu gibi, Kürt devletleşmesinin de alternatifidir. Onun dışındadır. Devletçi toplum olarak örgütlenen üst topluma karşı, alt toplumun, emekçi, çalışan kesimlerin demokratik toplum biçiminde örgütlenmesini ifade ediyor. Alt kesimlerin örgütsel sistemi oluyor. Bu nedenle biz ilk defa bir parti sistemini Kongra-Gel 3. Genel Kurul toplantısıyla, onun sözleşmesi ile aştık. O zamana kadar hareketimiz ister adına KADEK desin, ister Kongra-Gel desin, hepsi bir parti sistemiydi. PKK sistemiydi. PKK sisteminde çok kısmi değişikliklerle o sistemin korunmasıydı. O sistem köklü biçimde KKK sözleşmesi ile aşılmıştır. Artık bir parti sisteminde değiliz. Bir toplumsal, siyasal sistemiz, bunun ideolojik kurumları var.  Partiler gibi siyasi kurumları var. Tüm bunlardan oluşan bir sistem içinde çok sayıda kurum, kuruluş ve örgütün yer aldığı, iç ilişkilerinin demokratik ilkelere göre belirlenip işlediği bir örgütsel sistem var. Bu anlamda sistem olarak bir parti değiliz. Bu noktada hala anlayışlar sürüyor. Bir parti gibi bakılmamalıdır. Kongra-Gel sisteminin yerine konuyor. Kongra- Gel bir kurumudur. Karar kurumudur. Kürdistan genelini bağlayan karar kurumudur.  Konfederalizmin ya da Koma Komalên Kurdistan’nın parlamentosu oluyor. Yürütme konseyi hükümettir. En büyük icra koordinasyon kuruludur. Önderlik kuramcısı, denetleyici gücüdür. Yargı kurumları var. Bu genel sistemin parçalara göre örgütlenmesi var. Parça örgütleri, halk meclisleri, Demokratik-Ekolojik Toplum Koordinasyonu, disiplin kurulu v.b. Yargı sistemi şehre, köye mahalleye kadar iniyor. Tabanda doğrudan demokrasi organları olarak komin ya da ocakları öngörüyor. İdeolojik kurum ve örgütleri Önderlik, PKK ve PAJK’tır. Partilerdir yani. Artık eski PKK değil yeni PKK var. Tüzüğünde sanki eskiyi çağrıştıran yanlar var. Onların düzeltilmesi gerekiyor. Hala tartışıyoruz. HPG de bu sistemin savunma gücüdür. Gerilla bunun bir gücü olabilir. Gerilla dışında da gücü var.

Üç dört başlık halinde yeni gerilla tanımının, HPG’nin ele alınması gereken yönleri üzerinde durabiliriz. Bir tanesi çizgi konusudur. Meşru savunma çizgisi nedir, ne değildir? Meşru savunma neyi kapsıyor? Bizim demokratik siyasal mücadele stratejimiz nedir? Bunun pratik uygulamaları, taktikleri neyi içeriyor? Böyle bir strateji içerisinde gerillanın yeri, rolü ne? Böyle bir stratejinin taktikleri karşısındaki duruşu ne? Bunları bilmemiz lazım. Bunlar işin bilimsel yanı. Siyasetle askerlik bilimine ait yanlarıdır. Önderlik gerillanın örgütlenmesinde dedi ki, “Okulların kapısına kendini savunmayı bil yazsınlar.” Akademiler bunu yazdılar. Meşru savunmanın kapsamını oradan başlatmak lazım. Meşru savunma yalnız başına bir askeri duruş değildir. Saldırılar karşısında varlıklarını, kendini koruma durumudur. Bunu sadece insanlar için de düşünmemek lazım. Önderliğin yeni paradigması, felsefi, ideolojik duruşu insanlardan öteye esas bunları almayı gerektiriyor. Hayvanlar için de, bütün canlılar için de düşünmek lazım. Tabi bu her şey karşısında karşı durma anlamında değil. Evrenin işleyiş kuralları var, doğada yaşam kuralları var. Onları da gözetmek lazım. Ama saldırı karşısında kendini savunmak önemlidir. O da temel bir ilkedir. Yaşam ilkesidir.  Birey için,  toplum, halk, örgüt için geçerli. Her düzeyde saldırı karşısında yaşam hakkından, canlılık hakkından doğan savunma olayıdır. Bir insansa insan olarak yaşama hakkını savunmak, bir örgütse, örgüt olarak var olma hakkını savunmak, bir toplum, halksa halk toplum olarak var olma hakkını savunmak, meşru savunmadır. Başkalarının yaşam hakkına zarar vermemeksizin kendi yaşam hakkını savunma ve pratikleştirme olayıdır. Siyasette de, askerlikte de yön veren temel ilke bu olmalıdır. Bu çerçevede olan şeye meşru savunma diyoruz. Şimdi Kürt halkının üzerinde uygulanan inkâr ve imha halk olarak yok etmeyi öngörüyor. İster savaşla, ister ekonomiyle, ister kültürle olur, hangi yolla olursa olsun halk olmaktan çıkarmaya yönelik her türlü tutum bir saldırıdır. Bir halksa, Kürt halkının halk olarak var olma ve yaşama hakkını savunması gerekir. Bunu savunmak için yürüteceği mücadeleler meşru savunma kapsamında oluyor. Meşru savunma mücadelesi diyoruz buna. Dolayısıyla halkın var olma haklarının savunulmasını ifade ediyor. Onun içinde bireyin insan olma haklarının savunulması da var. İnsan hakları oluyor bunlar. O da bir meşru savunma kapsamı, demokratik gelişmenin önemli bir alanı. Ama halk olarak var olma hakkının savunulması da bir meşru savunma alanı. Bir halk onu anlamazsa veya öyle bir konum kazanamazsa var olamaz. Yaşama gücünü gösteremez, yok olur. Dolayısıyla yaşama gücünün olup olmaması bu anlama geliyor. Yaşama gücünü gösterebilmesi için örgütlenme bunu sağlamayı ifade ediyor. Böyle görmeliyiz. Anti-demokratik düşünenler, saldırgan, egemen olanlar bunu reddediyorlar. Mesela Kürt halkının kendi savunma mücadelesini niye yapıyorlar diye eleştirenler var. Bayağı böyle inanarak eleştirenler var. Niye öyle yapıyorlar onlar? Demokratik olmadıkları için öyle yapıyorlar. Despotik bir zihniyete sahipler. Bir hakkı sadece kendileri için görüyorlar. Dolayısıyla diğerine görmüyorlar. Diğeri niye o hakkı kullanmak istiyor diye karşı çıkıyorlar. Bu da demokratik tutumla, despotik tutumu belirleyen temel öğedir. Meşru savunmanın demokrasi ile bağı vardır. Nasıl vardır?  Karşısındakinin haklarını görme bakımından vardır. Karşıdakinin haklarını göremeyen biri, meşru savunmayı doğru uygulayamaz, demokrat da olamaz. Meşru savunma ötekinin haklarına zarar vermeyi içermiyor. Kendi hakkına yöneltilen saldırı karşısında kendi hakkını savunmayı ifade ediyor. Şimdi Kürt halkına yöneltilen inkâr ve imha siyaseti karşısında direnme hakkı, en meşru savunma hakkıdır. Dolayısıyla PKK’nin doğuşu, ideolojisi, siyaseti, mücadelesi bir meşru savunma duruşudur. Bu temelde gündeme gelen silahlı direniş bir meşru savunma direnişidir. Ana çerçevesi odur. Başlangıçta doğuşu öyledir. Kendi içinde meşru savunma konumunda başarıya gidebilmek, onu tümden her türlü tehlike karşısında sürdürebilmek, tehlikeleri ortadan kaldırabilmek için bir saldırı konumunu da öngördü. Devletçi paradigma onu gerektiriyordu. Oraya gittiği ölçüde saldırganlık halini aldı. Az olmuştur, sınırlı olmuştur. Silahlı mücadele büyük ölçüde meşru savunma kapsamında kaldı.  Ordu olmaya, devlet kurmaya başka orduları yıkmaya gitmedi. Diğer yandan halka yönelen saldırılar, çeteci uygulamalar var. Tabi meşru savunma kapsamını aştı. Onun dışındaki meşru savunma direnişidir. Böyle bilmemiz lazım. Şimdi demokratik siyasal mücadele stratejisi bir genel stratejik duruştur. Aslında meşru savunma ile demokrasinin ilişkisinden de kaynaklanıyor. Bu noktada siyasetin öne alınmasını öngörüyor. Nerden doğdu? Dünyadaki gelişmelerin, Ortadoğu’daki durumun, Kürdistan’daki gelişmelerin değerlendirilmesinden doğdu bu siyaseti birinci plana alma. 1970’lerin ‘80’lerin koşullarında siyaseti öne almak mümkün değildi. Siyaset yapacak gücü yoktu Kürt halkının. Sözle Kürt hakkını o düzeye getirmenin ortamı da yoktu. Propagandaya, inkâr ve imha siyaseti silahlı saldırı yapıyordu. O nedenle o zaman silahın önde olması, birinci olması yanlış değildi. Doğruydu. Öyle olduğu zaman silah yine önde olur. Kimse sanmasın ki, hiçbir zaman olmaz. Öyle olur, ama durum değişti işte. Yürütülen mücadeleyle, çalışmalarla Kürdistan’da önemli gelişmeler oldu. Hem ruhta, hem bilinçte, hem örgütlülükte gelişme, ilerleme yaşandı. Demokratik siyaset yapmanın zemini ortaya çıktı. Bu geçmiş mücadelenin ortaya çıkardığı bir zemindir. Onun birikim üzerinde oluyor. Onun birikimi anlamına geliyor. Bu kadar bir birikim ortaya çıkardı. Stratejik değişiklik böyle gündeme geldi. Sadece bir alanın değerlendirilmesinden değil, bölge, ülke, dünya değerlendirmesinden çıkıyor. Bütün bu alanlardaki değişikliklere, değişimlere dayanıyor. O nedenle demokratik siyasal mücadele de bir meşru savunmayı içeriyor, meşru savunma dışında değil. Burada meşru savunma neyi ifade ediyor? Daha önce birinci planda askerlik, silahlı direniş varken, siyasal mücadele öne çıkıyor. Dolayısıyla askeri duruş, direniş, silahlı savunma siyasi mücadelenin, siyasi savunmanın bir aygıtı, bir parçası haline geliyor. Ona bağlı kılınıyor. Bu bakımdan strateji değişiminden tabi silahlı direniş, silahlı savunma siyasete daha fazla stratejik ve taktik düzeyde bağlı hale geldi. Genelde meşru savunma ideolojik, askeri, siyasi, kültürel, sosyal her şeyi kapsıyor. Stratejik olarak siyasi mücadele birincildir, esastır. Silahlı savunma buna bağlı, dolayısıyla buna hizmet eden, her aşamada etmesi gereken ikinci plandaki bir duruş, bir savunma, bir mücadele biçimidir. Böyle ele alıyoruz.

Stratejide ki bu değişim, örgüt yapısında da değişimi gündem getiriyor. Geçen dönemde askeri örgütlenme esasken, parti ordu iç içeyken, şimdi esas olan halk örgütlenmesi oluyor. Siyasal mücadeleyi yürütecek demokratik halk örgütlülüğü öne çıkıyor. Gerilla örgütlülüğü veya askeri örgütlenme ikinci planda,  onun bir parçası biçiminde gündeme geliyor. Stratejik düzeyde böyle bir değişiklik yaşanmıştır. Böyle algılamamız lazım. Sistem içindeki durumunu tanımladık. Sistemin ideolojik, siyasi, sosyal, kültürel duruşu, bir de savunma duruşu var. Savunma yönü silahlı örgütlenmeyi ifade ediyor. Stratejiyi yürütme taktikleri bakımından da esas olan siyasi mücadele taktiklerini, genel planda serhıldan olarak ifade ediyoruz. Özel olarak en basit protestodan, itaatsizlikten, halkın öz savunma kapsamındaki silahlı direnişine kadar varıyor. Hepsi serhıldan kapsamındadır. Gerilla da böylece öz savunma ile birleşerek serhıldanın bir parçası oluyor. Serhıldana, halkın siyasi, demokratik eylemliğinin gelişmesine bağlı, onun gerektiğinde önünü açan, ona temel olan, onu koruyan, gerektiğinde ona destek veren bir eylem biçimi oluyor. Şimdi bu dönemin gerilla eylemliliği veya gerillanın harekete geçişi bu temeldedir. Strateji ve taktiğimiz içerisinde böyle görmeliyiz. Böyle olunca yalnız başına bir askeri strateji ve taktiklerimiz yoktur. Geçmişte olduğu gibi silahlı stratejik savunma, stratejik saldırı, stratejik denge gibi aşamalardan oluşan bir strateji tanımlayamayız O yanlıştır. Öyle bir tanım siyaset üzerinde oluyor. Stratejik dönemleri siyaset belirliyor. Dolayısıyla da siyasete bağlı, siyasi mücadelenin yürütme biçimlerinden birisi olarak silahlı duruş, gerilla duruşu gündeme geliyor. Bu bakımdan ideoloji ve siyasetle bu denli iç içeliği var. Yani siyasetten kopmamıştır. Stratejik değişim ile birlikte silahlı savunma yani gerilla siyasetle daha fazla iç içe gelmiştir. Siyasetin gereklerine daha fazla bağlı kılmıştır. Daha fazla siyasileşmiştir. Daha çok siyasete hizmet eder hale gelmiştir. Pratik bakımdan bir siyasi eylem konumuna dönmüştür. Dolayısıyla her adımı, duruşu, eylemi siyasete hizmet edip etmemesiyle,  katkı sunup sunmaması ile içinde bulunulan siyasi taktikle uyumlu olup olmamasıyla belirlenir. Siyasi mücadeleye hizmet ettiği kadar askeri bakımdan yapılanma doğrudur. Ona hizmet etmezse, ondan kopuk olursa hele hele ona ters düşerse, istediğin kadar askeri eylem yap o yanlıştır. Her şeyden önce mücadelenin kendisine zarardır. Bunları böyle bilmemiz lazım. O zaman meşru savunma mücadelesini nasıl ele alacağız? Meşru savunma içinde siyasal mücadele stratejisine bağlı olarak gerillanın savunma stratejisi nasıl tanımlanabilir? Neler var bunun içindi? Birinci konferanstan beri bunlar hep tartışıldı. İkinci konferansta da bunları tartıştık. Önderliğin tanımlamaları da vardı. Meşru savunmanın silahlı olarak sürdürülmesini ifade eden haller olarak tanımlamamız gerekiyor. Daha öncede eski stratejiye benzer tanımlama olmuştu. Ateşkes dönemi, meşru savunma savaşı dönemi,  topyekûn direniş dönemi diye tanımlama doğru değil. Topyekûn direniş sonunda imha olacak.  Ben o şeye baktım sonunda başarı yok imha var. Öyle bir strateji olmaz. Strateji zafer, başarı üzerine kurulur. Kendini yok etme üzerine kurulmaz. Dolayısıyla askeri savunma stratejisinin böyle bir sıralaması yoktur. Eğer yapılacaksa, o tür sıralamaları siyasi mücadele stratejik düzeyde yapar. Siyasi strateji yapar. Askeri stratejinin, savunma duruşunun siyasal stratejiye bağlı olarak konumları ne olabilir. 1 Haziran’ı, pasif savunmadan aktif savunmaya geçiş olarak tanımladık. Demek ki, demokratik siyasal mücadele stratejisi içerisinde meşru savunmanın silahlı kolu olarak duruşlardan bir tanesi pasif savunma duruşu, ya da tek yanlı ateşkes durumudur. 1993’te uyguladık, 1995’te gündeme getirdik. 1999’dan itibaren altı yıl böyle bir durumda kaldı gerilla. Esas olan pasif savunma duruşuydu. Halkın varlığına saldırılar gelişince, pasif savunma duruşu bunları karşılamada yetmeyince, imhacı saldırılar gelişince, siyaset kendisini aktif mücadele konumuna getirince gerillanın da böyle bir taktiğe uygun düşen yanı ne oldu? Aktif savunma konumu oldu. 1 Haziran ile gerilla böyle bir konum aldı. 20 Ağustos’ta bunu pasif savunmaya dönüştürdük. Şimdi aktif savunma olacak, pasif savunma olacak değerlendireceğiz tabi. Pasif savunmadan, aktif savunmadan sonra topyekün savunma ile yok olup gitme gelmiyor. Bu siyasete göre değişiyor. Siyasi taktiklerin durumunu göre değişiyor. Siyasi mücadele gerillayı pasif savunma konumunda görmek istiyor, gerilla o konuma geçiyor. Aktif savunma konumunda görmek istiyor, gerilla o konuma geçiyor.  Önderlik böyle bir sürece girerken daha somut uyardı. “Bana idam, size imha dayatılırsa o zaman topyekûn direniş gerekir. Bunun için de her yolla direnme olmalı, Ona göre hazırlıklı olmalı.” dedi. Birde topyekûn direniş durumumuz vardı. Kendi içinde ayrıntılandırılabilir. Gerillanın demokratik-siyasal mücadele stratejisine bağlı olarak meşru savunma kapsamındaki taktik duruşları bunlardır. Bunlar bir biriyle sıralı değiller. Yani biri önde, biri arkada değildir. Birinden sonra ille diğeri gelecek diye bir şey yok. Eski stratejik anlayışa göre değildir. Birinden, bir diğerine geçilebilir. Siyasal mücadelenin gereğine göre bunlar olur. Demek ki meşru savunma çizgisinde, mevcut stratejik duruşa göre gerillanın temel taktik adımları böyle olur. Bunun içinde gerilla taktikleri nelerdir? Pasif savunmada daha çok kendine yönelik saldırı olduğunda kendini savunmayı ifade ediyordu. Aktif savunma halka, örgüte yönelen saldırılar karşısında bunları aktif biçimde savunmayı ifade ediyor. Birçok eylem biçimi gündeme geliyor o zaman. Ama savunma düzeyinde eylemlerdir. Halka yöneltilmiş imhacı saldırıları karşılayacak düzeydedir. Onunla çelişti mi, o aktif savunma kapsamına girmez. Onunla çelişen eylemler savunma kapsamında değerlendirilemezler. Tümüyle topyekûn savaş dayatıp kökünü kazıyacağız diyor. Böyle bir savaş gelişirse tabi onun karşısında da topyekûn direniş gelişir. Topyekûn direnişte her türlü eylem biçimini ifade eder. Şimdi gerillanın bütün bu durumlara göre taktik yapması, taktik mücadeleyi, eylem yöntemlerini veya çalışma yöntemlerini aktif, etkili geliştirecek şekilde kendini örgütlü hazır kılması gerekiyor. HPG’nin yapılanması demek budur. Hepsini yapmaya hazır olması demektir. Pasif savunma konumunda da kalabilmeli, aktif savunmaya da, topyekûn direnişe de geçebilmeli. Her duruma göre taktikler neler olur, eylem biçimleri nelerdir, onları bilmeli. Ona göre örgüt biçimleri neler olmalı, bunun eğitimi, mevzilenmesi, donanımı nasıl olacak bunlara göre hazırlık yapması gerekiyor. Gerçekten sağlam bir meşru savunma duruşu kazanması için Kürt halkının, gerillanın bütün bunlara göre kendini eğitip, örgütlemesi, mevzilendirmesi, hazır kılması gerekir. Hangisi gündeme gelirse onu uygulayabilmeli. Yeniden yapılanmadan temel kasıtta budur. Hem bu durumla uyumlu olması, hem de yeterli bir hazırlık düzeyinde olması. Böyle bir konuma gelebilmesi için gerilla acaba nasıl örgütlenmeli? Dağdaki, kırdaki; sadece profesyonel ya da yarı profesyonelleşmiş gerilla yeterli mi? Onu değerlendirmemiz lazım. Bazı kollardan(özel kuvvet örgütlenmesi, kadın gerillalaşması, öz savunma)söz ettik.  Bence öz savunma kapsamına bu noktada biraz daha değinmemiz lazım. Diğer konularda böyle bir yapılanmanın ayakları oluyor. Savunma hazırlıklarını ifade ediyor, ama öz savunmayı daha kapsamlı ele almamız gerekir. Yeni gerilla tanımımızın içerisinde, yine ona yön veren teorik, ideolojik yaklaşımlarımız ve stratejimiz içinde öz savunma daha farklı bir konum kazanıyor. PKK’nin ilk stratejisi -uzun süreli halk savaşı stratejisi- ordu kurma, devleti yıkma, yeni bir devleti kurmak hedefini güdüyordu. Kürt devleti olur, Türkiye ile birlikte devlet olur o ayrı bir mesele, ama devlet kurma hedefi vardı. Onun dışında bir paradigma yoktu. Dolayısıyla silahlı mücadeleyi de bu paradigmanın bir uygulaması olarak ele alıyoruz. Silahlı mücadelenin temel tarzı, biçimi olarak gündeme gerilla geldi. Gerillayı ne olarak ele alıyorduk? Ordu kurmanın, profesyonel büyük ordu kurmanın ön biçimi olarak ele alıyorduk. 1990’lı yıllarda gerillaya böyle bir tanım getirildi. Böyle bir rol atfettik. Buna göre de gerillaya yaklaştık. Gerillayı düzenli ordunun bir ön biçimi olarak ele aldık. Bir ordu doğuracak silahlı çekirdekler olarak gördük. Şimdi PKK’nin bu konudaki paradigması devlet hedefi, yıkma hedefi de yok. Demek ki ordu kurma hedefi de yok. Demokratik Konfederalizm bir devlet değil ve bir orduya dayanmayacak. Peki demokratik Konfederalizmin savunması, örgüt yapılanması nasıl olacak? Ordu kurmayacaksa, bunun yerine öz savunma geçecek. Marks “düzenli ordunun yerine silahlı halkı koymak.”diyor. Aslında Marksizm’de bunlar vardır. Devlet çözümlemelerini Marks da önemli ölçüde yaptı. Bürokrasiyi, orduyu değerlendirdi. Marks’ın “devlet olmayan devlet” olarak tanımladığı sosyalist yönetimde, düzenli ordunun yerine koyduğu silahlı halktır. Silahlanmış halkı koymaktır. Bütün halkı bilinçlendirme, eğitme, silahlandırma ve örgütleme bu temelde kendi savunmasını halkın gerektiğinde silahlı gücüne dayanarak kendisinin yapması biçimindedir. Şimdi Önderliğin yeni paradigmasında da Demokratik Konfederalizm halkın kendini savunması, eğitilip örgütlendirilmesi ve silahlandırılmasıdır. Öz savunma demektir bu. Halkı öz savunma yapabilecek bir düzeye getirmek. Kendi kendini savunacak bir konuma getirmek. Şimdi o zaman mevcut gerillanın temel rolü ne oluyor? Geçmişteki gibi bir ordu yaratma ve ona dayalı devlet yaratma değil. Bu hedefinden vazgeçmiştir gerilla. O zaman yerine bu gerilla neyi yaratacak? Bu iş sadece kendisine dayalımı kalacak? Hayır. Öz savunmayı yaratacak. Halkı kendi kendini savunacak bir örgütlülük içine, eğitim, örgütleme ve donanım içine alacak. Demek ki öz savunmayı sadece bir kol olarak görmemek lazım. Sadece bazı güçlerin örgütlenmesi olarak da görmemek lazım. Tüm halkı içine alacak bir çalışma. Gerilla şimdi düzenli bir ordu yaratacak bir biçim değil. Halkı öz savunma temelinde kendi kendini savunacak bir silahlı örgütlenme ve donanım içine alacak. Bu tabi önemli bir değişim oluyor. Bunu ele almamız lazım. Gerilla bunun ön ilk çekirdeği. Bunu örgütleyip yaratmakla sorumlu olan güç olarak değerlendirmek lazım. Biraz profesyonel biçimidir. Halkın öz savunma örgütlüğü geliştirildiğinde gerilla nasıl kalacak? Her halde bir eğitim, örgütleme ve yönetim karargahı haline gelecek. Profesyonelleşecek. Onun dışında halkın tümü böyle bir öz savunma düzeni içine çekilecektir. Şimdi buradan biraz ilerleyelim. Biz gerillayı ne görmeliyiz? Devlet yaratan değil, demokrasiyi kuran; düzenli ordu yaratan değil, halkı silahlandıran, eğiten bir kuvvet olarak görmeliyiz. Fakat tümü bu da değil. Geçmişte de bir yönüyle böyleydi. Şimdi strateji değişimi ile birlikte daha fazla öne çıktı. Gerilla sadece bir askeri kuvvet değildir. Önderliğin geçmişteki değerlendirmelerinde fazlasıyla vardır. 1997’deki değerlendirmeleri geçenlerde televizyonda da gösteriyordu. Diyordu, “ben askeri yanını hiç öne de çıkartmadım. Gerillayı bir askeri güç olarak hiç almadım.  Bana göre gerilla bir halkın, Kürt halkının kendini ifade etme biçimidir. Başka türlü Kürt halkı kendini ifade edemiyor. Mevcut ortam ona kendini ifade etme imkânı vermiyor. Ancak gerilla tarzı ile Kürt halkı duygularını, düşüncesini, edebiyatını geliştirebilir. Yani kendini ifade etme zeminini yakalıyor. Dolayısıyla gerilla bir savaş gücü değil, bir halkın özgür olarak kendini ifade etme gücüdür, tarzıdır. Bu anlamda gerilla bir askeri güç olmaktan önce bir ifade, yaşam, duruş tarzıdır. Kürt bireyinin ve halkının özgür olarak var olma ve kendini ifade etme tarzıdır.” Şimdi bu tanım çok daha öne çıkmıştır. Mademki ordulaşma, devlet kurma paradigmasından vazgeçmiştir, demokrasiyi, halkın demokratik örgütlüğünü, kendi meşru savunmasını öz savunma temelinde yapması öngörülüyor. O zaman gerillanın halkın ifade tarzı olması daha fazla öne çıkıyor. Yeni dönem gerillasını bu yönüyle biraz daha öne çıkarmak gerekiyor. HPG bir de böyle bir gerilla gücüdür. Bir askeri güç olma yanında, onunla birlikte bir ideolojik güç, bir felsefe, bir siyaset tarzı, bir kültür, bir edebiyat, sanat olgusu, bir duruş ve yaşam tarzı; bütün bunların kaynağı ve yaratıcı gücüdür. Dolayısıyla gerilla toplumun bütün yaşam alanlarına öncülük edecek, ön açacak, yön verecek bir duruş, bir güç konumunda. Bir tarz olarak tüm halkın esas alması gereken bir olgu. Bu tarzın öncüsü olarak gerilla kuvveti HPG de bütün bu alanlarda halkın yaşamına, duruşuna gelişimine öncülük etmesi gereken bir güçtür. HPG’yi bir de böyle anlamımız lazım, buna göre yapılandırmamız, planlamamız gerekiyor. Sadece HPG’yi silahla kendini ifade eden bir örgüt haline getirirsek o zaman halkın ifade tarzı olmaktan çıkar. Sadece dar bir askeri güç, savaş gücü haline dönüşür. Halkın ifade gücünü sadece askeri ifadeye, savaşa dönüştürmektir ki, o zaman bu halk gelişmez. Çok daraltmış oluruz. Mademki halkın ifade gücü olacak o zaman halkın bütün yaşam alanlarına öncülük yapması gerekiyor. Gerillayı, HPG’yi böyle ele alıp buna göre eğitmeli, örgütlemeliyiz. Eğitim çalışmalarının kapsamı buna göre olmalıdır. Dar askeri eğitim kapsamı gerilla için yetmez. O herkes için geçerli. Herkes bu biçimde kendini ifade edebilmeli. Ama HPG’nin içinde her şeyi yapabilen, topluma örnek teşkil edebilecek, özgür insan yaşamında toplum yaşamına öncülük yapabilecek, özgür toplum ölçülerini çıkartabilecek bir çerçevede ele alınması, eğitilmesi gerektiği kadar, o tarzda çalışması gerekiyor. Yoksa dar, yetersiz ele almış oluruz. Gerilla, HPG sadece silahla sınırlı kalırsa, meşru savunmanın öncü çekirdeği olamaz, öncülük edemez, gerillanın somutlaşmış biçimi olan HPG halk için bir ifade tarzı olamaz. Demek ki gerçekten ifade tarzı olabilmesi için özgür insan yaşamının bütün özelliklerini en güçlü biçimde felsefi, ideoloji, örgütsel düzeyde açığa çıkarması ve kendisinde de somutlaştırması gerekiyor. HPG’lilerin böyle kendini sürekli eğiten, bu düzeye getiren bir çaba içinde olması gerekiyor. HPG savaşçısının buna göre bir konuma gelmesi, bu temelde kendini ele alması lazım. Çok geri, dar bir konumda tutamaz. Salt askeri konumda yine tutamaz. Diğer alanları da görmesi, geliştirmesi halka yeni bir bilinç ruh, kültür verecek şekilde kendini çalıştırması lazım. Bu biçimde bir tanım bence getirmeliyiz. Buna göre de HPG’yi ele almalıyız. Çalışma, eğitim yaşam kapsamını buna göre ele almalıyız. Diğeri dar kalıyor. Bir örnek olmaktan, öncü olmaktan öteye, çok daha daralmış, dışlanmış bir konuma da getirebiliyor. Toplumun yeniden yapılanması yaşamının yeniden şekillenmesindeki zayıflıklar, zorlanmalar gerillanın bu duruşuyla da bağlı. Bunu arkadaşlar anormal görüyorlar belki, ama bence öyle değil. Şimdi gerilla dışında üretim yok. Sanıyorlar vardır. Bazı arkadaşlarla tartışıyoruz bir iki yıldır. Kafalarını Avrupa’ya takmışlar, “gidip Avrupa’da Kürt sanatçısı olacağız.” diyorlar. Yirmi senedir eğittiklerimiz dağıldılar. Sanattır, müziktir –şimdilik müziktir- edebiyattır, icra edilenlerin çoğu gerillanın ürettikleridir. Çalıp kullanıyorlar yani. Mücadele içinde, mücadeleyi yürüten kadroların ürettiğidir. Çoğunu kim yaratmış bilinmiyor. Bazıları hırsız gibi sahiplenmişler, orda burada kullanıyorlar. Kendileri onları yaratmış gibi gösteriyorlar. Öyle değil, öyle olmamalı. Ona fırsat vermemeliyiz. Öyle oluyor diye de gerilla üretmekten vazgeçmemeli tabi. Bireyler yemese, halka mal olsa daha iyidir tabi. Onun güvencesini de almalıyız. Ama daha fazla üretmeli gerilla. Bütün bunlar gerilla ortamında üretiliyor. Eğer bir toplum olarak, birey olarak yeniden şekillenecekse, bunun edebiyatı,  sanatı, kültürü, ruhu, duyguları, yaşam düzeni, oluşacaksa bütün bunlar gerilladan çıkarak oluşacak. Gerilla bütün bunların öncüsü, yaratıcısı, sistem kazandırıcısıdır. Böyle ele almamız lazım. Önderliğin bir halkın kendini ifade tarzı tanımı ancak böyle somutlaştırılabilir.

Şimdi böyle bir düzeyin geliştirilmesinde birinci planda YJA-STAR’a görev düşmeli bence. HPG içinde bir kol olarak YJA-STAR’ı tanımlayacaksak, felsefi, ideolojik olarak gelişmede; sanat edebiyatta öncülük etmede doğru bir tarzın gelişip ifadeye kavuşmasında elbette ki çizgi, özgürlük duruşu kadın özgürlük duruşudur. Burada da YJA-STAR olarak kendini ifade ediyor. YJA-STAR burada tanım, anlam kazanıyor. Bütün bunların gereklerini duyduğu, düşüncede çözümlediği, pratikte örgütleyip gerçekleştirdiği ölçüde kadın öncülüğü güçlü etkili bir biçimde gelişebilir. Kadın özgürlük çizgisine hem gerilla, hem de ona bağlı olarak hareket oturur. Bu nedenle YJA-STAR tanımını daha güçlü, daha derinlikli yapmak lazım. Önderlik bu tanımları cümleler halinde yaptı. Aslında zayıf değil. Onları açığa çıkarmak, bütünleştirmek ve genişletmek gerekiyor. Bir de uygulayıcısı olmak lazım. YJA-STAR 3.Konferansının en önemli gündemlerinden biri sanırım böyle olacak.  Gerilla tanımını böyle bir içeriğe kavuşturmak, onu pratikleştirecek, yürütecek bir düzeyi ortaya çıkarmalı. Bu noktada zorluklar var mı? Var, sorunlar da var. Ağır görevlerdir. Çok iyi şeylerdir. Çok çekici, çok güzel ama o oranda da zorlukları da olan bir iştir. Zayıf, basit, bireyci yaklaşımlarla karşılanacak bir durum değil. Bu ağırlığından, zorluğundan dolayı zaten mevcut durumda yüzeysel, dar yaklaşımlar çok fazla hâkim. Ağırlık ürkütücü oluyor. Görev ve sorumlulukları üstlenmede zayıflıklar bu nedenledir. Böyle her fırsatta uzak durma, sorumluluk üstlenmeme eğilimleri fazlasıyla var. Bu eğilim buradan kaynaklanıyor. Zor ağır bir iştir. Başarılması zordur, ancak çok güçlü bir biçimde ideolojik olarak kendini yetkinleştiren, örgütleyen kişilikler bu görev ve sorumlulukları yürütebilir. Bireyci duruşlar yürütemezler, yürütemiyorlar zaten. Zorlanma biraz da bireycilikten, yeterli bir örgütlülüğe ulaşamamaktan kaynaklanıyor. İdeolojik bakımdan da bunun derinliğine ulaşamamaktan kaynaklanıyor. Çözüm nedir o zaman? Kaçma, uzak durma, böyle sığ yaklaşımlarla sürüklenme değil de, gerçekten anlamak, duymak, ruh, düşünce, duygu olarak bunun derinliğine ermek, kendinde bütünüyle böyle bir derinliği açığa çıkartacak biçimde kendini çalışmaya, mücadeleye vermek ve bir de örgütlü olmaktır. Ancak güçlü örgütlenme oldukça bu başarılabilir. Bireysel duruşlarla, davranışlarla bu başarılamaz. Ne kadar yetenekli olunursa olsun. Ancak böyle güçlü bir derin bir kavrayış ruhta, duyguda düşüncede olursa, yine çok güçlü bir örgütlülük, bireyin olmayı aşan örgüt, hatta halk olmaya giden bir örgütsel duruşa ulaşılırsa işte o zaman bu görevler başarılabilir. Görevleri başaran öncü kadro ortaya çıkar. Bütün mücadelenin doğru, yetkin, çizgiye uygun öncülüğü ortaya çıkar. Bu bir yandan gerillayı kendi tanımına getirir, diğer yandan kadın hareketini özgürlük çizgisinde derinleştirir. Önderliğin öngördüğü özgürlük çizgisinde yürütür. YJA-STAR’ın böyle bir yürütme, öncülük etme görev ve sorumluluğu da var. Bunun dışında kendini tanımlayamaz. Tanımlarsa kabul görmez, kabul görse bile pratikle uyuşmaz. Kendini yürütemez, öncü kılamaz. O olmazsa her şey tersinden gider. Bunu bilelim. Çizgiye uyumumuz ortadan kalkar. Çizgiden sapmalar, savrulmalar yaşanır. Pratikte başarılı olamayız. Olsak da Önderliğin öngördüğü özgürlük çizgisinin başarısı olmaz o. Başka çizgileri başarıya götürür. Öyle de olmaz. Öyle olacaksa olmasına gerek yok. Biz çizgiyi başarmak zorundayız. İşte böyle bir tanım, gerçekçi bir tanım ve onun etkili bir uygulanmasını etkili kılıyor.

Belli bir tanım getirmede, ona göre bir sistem yaratmada bir düzeyin ortaya çıktığı açık. Gözle görülen bir durum. Daha çok güncel planda üzerinde durulması gereken durum komuta sorunları oluyor. Çözümleyici alan komuta alanıdır. Savaşçı belli bir tanım az çok bulabiliyor. Bir eğitim de görebiliyor. Kendini savaşacak bir konuma, düşünce pratik bakımdan getirebiliyor. Askeri eğitim düzeyimiz bunu önemli düzeyde sağlatıcı konumda. İdeolojik bakımdansa zaten çok daha fazla bağlılık var. Önderlik, mücadele bağlılığı, mücadelenin ortaya çıkardığı değerlere bağlılık çok ileri düzeyde bir cesaret ve bağlılık ortaya çıkarabiliyor. Bunlara dayalı olarak savaşçılık normal ölçülerde sürüyor. Bazı özellikler bakımdan çok ileri düzeyi arz ediyor. Bazı ölçüler bakımdan biraz geri de olsa, toplum ortalama bir savaşçılık düzeyini andırıyor. Savaşçının daha işlevsel olabilmesi, eksik olanı aşabilmesi, pratikte güçlü sonuçlar elde edebilmesi de kendinden daha çok komutayla bağlı. En azından mevcut sistemimizde böyledir. Belki aşırıdır, öyle olmaması gerekiyor, ama sistemimizde de mevcut durum biraz böyledir. O bakımdan en çok komuta gerçeğinin irdelenmesi, tartışılması, komuta sorununa çizgiye uygun gerçekçi çözümlerin bulunması önem arzediyor. Bu konuda akademik çalışmalar belli bir düzeyi yaratmış durumda. Eskinin o çok parçalı, kendine göre, bireyci, eyaletlere dağılmış yapısı önemli ölçüde aşılmış vaziyette. Yine yeni paradigma temelinde gelişme, kendini yenileme, yeni bir bilinç, yeniden irade cesaret, fedakarlık oluşturma yönünde de belli bir gelişme sağlanıyor. Fakat bütün bunlar güncel görevleri kaldırmak açısından ne kadar yeterli? Günün taktik görevlerini ne kadar karşılayabiliyor? Bunun için siyasi bilinci, askeri donanımı, örgütsel tarzı ne kadar gelişkin ve yeterli? Bu tartışılması, irdelenmesi gereken bir durumdur. Çünkü savaş içindeyiz. Pratik yapıyoruz. Çok karmaşık bir politik ortamdan geçiyoruz. Böyle bir ortamda başarılı olabilmek, günün görevlerini başarıyla yürütebilmek için komutanın görevleri doğru ve yeterli anlayan, onlara hükmedebilen, onları pratikte başarıyla yürütebilen bir formasyona sahip olması gerekiyor.

İyi bir komutan hangi özellikleri taşır? Madem kendinize komutan diyorsunuz, komutan olmaya heves etmişsiniz-ki bu iyidir-  tartışın. Fakat her şey heves olmakla çözülmez. Pratiğini de yapmak gerekir. O bakımdan teorisini de öğrenin, başkalarının deneyimini de inceleyin.  Tabi kendi deneyiminizi de tartışın. Sadece soyut olarak dışardan öğrenmek yetmez. Bir gerilla komutanlığı nasıl olmalı onu kendi pratiğinizden de çıkartabiliriz. Doğrular neler, yanlışlar neler, başarıya götürenler neler, başarısız kılanlar neler? Bunları irdeleyerek, inceleyerek doğru ve başarıya götüren özellikleri komuta özellikleri biçiminde sıralayabiliriz. Bir devre çok somut kendi gerçeklerimizi dikkate alan, yetersizlikleri eleştiren temelde yapabilmeliydi. Çünkü buna gücü, birikimi, tecrübesi var. O bakımdan iyi bir yoğunlaşma eleştiri -özeleştiriyi iyi işleten, çözümleyen bir analiz ortaya çıkabilirdi. Herkes de yararlanırdı. Fakat böyle yapılmamış.  Yapılmışsa da bilmiyoruz, ama yine de yapmak lazım. Daha da derinleştirmek anlamında bunu yapmak gerekir.

Ordular -gerilla da olsa- komutayla kaybediyor. Komutanın özellikleri olduğu gibi yansıyor, şekillendiriyor.  Savaş ya da askeri yaşamı komutan yaratıyor, temsil ediyor. Komuta dışı bir olgu olarak görmemek lazım. Bizde geçmişte savaşçıları sorumlu tutmak yaşanıyordu. Eğer öyle sürdürülüyorsa yanlıştır. Önderlik hiçbir zaman öyle yapmadı. Savaşçıları sorumlu tutmadı. Doğrusu da öyledir. Komuta sorumludur. Çünkü imkân, yetki onun elindedir. Bir de sorumlu, görevli olan odur. Başarmakla yükümlüdür komutan. Savaşçı emirle hareket eden birisi oluyor. Komutanın eline canını veriyor. Daha fazla bir şey veremez. Onu eğitmek, yönetmek, ona iş yaptırmak da komutanın görevidir. Doğru iş yaparsa komutan yaptırmıştır, yanlış iş yapmışsa komutandan kaynaklanmıştır. Hesabını da komutan verebilmelidir. Böyledir diye komutan bir tanrı gibi de olmamalı. Türk ordusunda kural olarak madde 1: komutanın söylediği doğrudur; madde iki: Yanlış olduğunda da birinci madde geçerlidir. O da çok egemen, diktatöryal bir yaklaşımdır. Aslında HPG gibi bir güçte komutanın çok ayrımı olmamalıdır. Militanlık esas olmalıdır. Bu komutanlık nereden icat oldu bilemiyoruz. Aslında bir sosyalist, demokratik topluluk olarak kolektivizmin en ileri düzeyde yaşandığı, temsil edildiği; komutanlığın sadece daha fazla iş yapmak, daha çok çalışmak, birikim ve tecrübe ile daha çok kendi işini yaparken, başkalarının işine de yardımcı olmak, onlara yön vermek olarak ortaya çıkabildi. Komutanlık çalışmada kendini göstermeli. Önderlik kendisi için hep şöyle diyordu; “ Ben eşitler arasında çalışmada birinciyim.” Bu yönüyle tabi HPG bir sosyalist parti gibi ele alınabilmeli. HPG içinde eşitlik olmalı. Komutanlık bu eşitliği ortadan kaldırmamalıdır. Komutanlık da olmalı, ama eşitler arasında çalışmada birincilik biçiminde olmalıdır. Eğer Önderlikten bir sonuç çıkartacaksak,  Önderliğe göre olalım, ona ulaşalım diyorsak, Önderlik kendi ölçüsünü böyle belirledi. O zaman onun gibi olmalıyız. İş yapmada, çalışma da birinci olmalıyız.  Biz de böyle değil. Çok karışık yönler, eleştirilecek yönler var. Mevcut komuta duruşunun, tarzının eleştirilmesi gereken çok yanları var. Şimdi bunları eleştirirken, komutanın yapması gerekeni yapmaması gibi bir anlayış gelişti.  Geçen yıl konferansa da yansıdı. Konferansta kabul görmedi, ama birçok arkadaş da vardı;  “komutanlık doğru yapılmıyor, her şeye hükmediyor. O zaman komutanın elinden emir gücünü alalım.”  diyordu. Bu yanlıştır. Savaşçı isterse komutanı dinlesin, istemezse dinlemezsin. Çünkü komutan yanlış yapıyor, savaşçı daha fazla yanlış yapabilir. O zaman onu ne yapacağız? Savaşçının zayıflığını, yetersizliğini bundan kaynaklanacak yanlışını önlesin, ona biraz yardımcı olsun diye komutan olmuş.  Yardımcı olmasının yolu da emrinin dinlenmesinden geçer. Emir versin, emri dinlesin, verdiği emirlerin doğru ve yanlışlığının hesabını da versin, ama bu bir ayrıcalık olamaz. Çalışma da bunu yapsın. Çalışmayı örgütler ve yürütürken emir versin, kendi yaşamını düzenletirken değil. O tarz bir öneri yanlıştı. Komutanlığı kendini yaşatmak için kullanmasın denilecek yerde, emir vermesin demeye geldi. Emir vermezse olmaz. Genel çalışma da bir defa koordinasyon var. Askerlikte bu emir düzenidir. Çünkü saniyelik, saniyeden daha küçük zamanlarla yaşamı belirleyen işler yapılıyor. Orda çok örgütlü, kararlı, disiplinli, emir düzenini içeren bir disiplin, örgüt yapısı olmazsa, kazanamaz. Komutanlık burada oluşuyor, bu demektir. Komutanlık diğeri değildir. Pratikte var olan bir yanlışı önlemek için bu anlayış, farklı bir yanlış yapmaya götürüyor. Öyle bir tartışmaya, anlayışa düşülmemesini sağlayacak komutan nasıl olmalı? Komutanlığı çalışmada birinci olma ölçüsü ile ele alma biçiminde olmalıdır. Onun dışında eşitlik, bütünlük, ortaklık, birlikte yaşam olmalı. HPG düzeninde bunu geliştirelim. Kendimizi eğitelim,  sistemi buna göre kuralım. Bence arkadaşlar farklı şeylerden rahatsızlık duysunlar.  Sistem yaratmak zor değil, askerlik sisteme en açık yaşamdır. Dolayısıyla birçok yanlış anlayışı, sistemle, tarzla önlemek mümkündür. Onu geliştirelim, uygun olmayanları yapılmasın diye eleştirelim. Niye olmuyor? Çünkü rahatsızlık duyulmuyor. Fırsat olsa öyle yapılmak isteniliyor. O yanlış olarak görülmüyor. Böylece bir özerkleşme var. Eskiden de komutada özerkleşme eleştiriliyordu. Şimdi biraz aşılmış olsa da yine de özerkleşme var. Yaşamda bu özerkleşme var. Yaşamda özerkleşme eleştirilip hatta bir yönetmelik hükmü haline getirip komutanın elinden alınması gerekirken, emir vermesini almaya gitmek demek, biz askerliği ortadan kaldırıyoruz demektir.

Özerkleşme neden ortaya çıkıyor? Onun ideolojik, sosyal, toplumsal boyutları var. Yoksa kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Aşiretçi- feodal toplumun ve ideolojinin yansıması oluyor. Eğer bir özerkleşme, komuta özerkliği varsa bilelim ki, orda aşiretçi- feodal ideoloji vardır. APO’cu ideoloji oturmamış, özümsenmemiştir. Bu feodal ideolojik tehlikelidir. Çok fazla feodal ruh, kültür, gelenekler üzerinde düşünmemiz, yoğunlaşmamız, eleştirmemiz lazım. Ortada ağalık kalmamıştır deyip de geçmeyelim. Ağalık sadece maddi güç değildir. Bir kültür, bir ruh, bir sistemdir. Eğer bir yerde var olursa zemin buldu mu ortaya çıkar. Toplumdan alınan o kültür, gerillada zemin buldu mu yani bazı imkânlara kavuştu mu, belli bir gücün sahibi haline geldi mi, bir takım savaşçının, bir bölük savaşçının, hele hele bir karargahın komutanı oldu mu, kendini çok ileri tarzda konuşturuyor. Arkadaşlar buna hiyerarşi diyorlar. Askerlik bir hiyerarşidir. Gerilla da olsa hiyerarşi olacaktır. Bir örgüt sistemidir. HPG’nin öyle bir örgüt sistemi, bir hiyerarşisi olacak. Doğru bir ideolojik, felsefi ölçülere uygun, yine örgütsel işleyişe,  demokratik kriterlere uygun, görevi yürütmek üzere oluşan hiyerarşi iyidir. Ona karşı olmamak lazım. Biz de bu tarz da oluşmuş bir hiyerarşi yok. Zayıflık var. Esas olarak eleştiri ile bu konuma gelmeye çalışıyoruz. Fakat eleştirildiği gibi öyle hiyerarşik-devletçi sistemin hiyerarşisi de yok. Önderlik, “yapabiliyorsanız, yapın. Başarın alkışlayayım sizi. Ama başaramıyorsunuz.” diyordu. Onun da kendine göre kuralları var. Devletçi sistemin, ordunun hiyerarşisinin kendine göre özellikleri var. Bizdekine hiyerarşi denmez. Bizdeki duruma bakıp da hiyerarşiyi öyle anlayıp karşı çıkmak yanlıştır. Çünkü ortada ne ordu, ne devlet var. Keşke ordu ve devlet yaratan komutan olsa da, hiyerarşik olsaydı. Yaratamadık. Önderlik;” yaratamadınız.” diye de eleştirdi. Bizim ki güç sahibi olamamış, saptırılmış feodal yaşam yaklaşımıdır. Bu feodalizmin özelliği nedir? Zayıf üzerinde zalim, güçlünün karşısında da uşak olmasıdır. Bizdeki hiyerarşi sandığımız komutanlık öyle oluyor mu? Oluyor. Şemdin Sakık’ı gördünüz. Dünyanın en büyük ağası haline geliyor, ama sistemin uşağıdır. Bir sürü o kadar anlı-şanlı komutan şimdi nerdedirler? Öyle mi komutan olunur? Askerlik öyle mi olur? Askerlik, komutanlık bir ruh, bir ölçü işidir. Ondan çıktı mı biter insan. Ya öyle vardır, ya da yoktur. Başkası yoktur. Bizde öyle mi? Dönüp bakalım, olup bitenlere. Ders çıkartacaksak, kendimizi eğiteceksek, komutanlık eğitimi yapacaksak bakarak ders çıkartalım. Böyle komutan mı olur, çanak yalayıcı hale gelmiş. Tarihe bakın, padişahlar, askeri komutanlar var. Bir komutan esir de düşebilir. Kahrından ölüyor birçoğu, ama kendi komuta duruşundan ufak bir taviz vermiyor. Bizimkiler öyle mi? Demek ki, komutanlaşma, askerileşme değil. Gerçek anlamda hiyerarşi de değil. Birçok bozulmuş, saptırılmış ağalık düzenidir aslında. Askeri, ekonomik gücü elinden alınmış, ezilmiş Kürt ağalığının içimize yansıması oluyor. Midyad’da ağalar var. Oradan olan arkadaşlar bilirler, herkese ağa diyorlar. Bunun ağalığı nedir diye biraz inceledik. Beş kuruşu yok. Ağalığı, insanların devletle sorunlarını çözüyor. Devletin ajanıdır yani. Oradan para alıyor. Yaşamı ona bağlı. Böyle ağalık olmaz. Ama toplumda ağalık kültürünün veya ağalık düzeyinin içine düştüğü durum budur. Bu durum gerillada sahte komutanlık biçiminde ortaya çıkıyor. Komutanlaşmamanın en temel sebebi olarak orayı görüp eleştirmek gerekir. O nedenle de komutanlığa ölçüler koymalıyız. Komutanlık olsun, ama APO’cu ideolojinin, siyasetin ölçülerine göre olsun. Ondan sapmalar olmasın. Komutan olduktan sonra parti benim, çizgi benim demesin. “Beni gör, komutanı görme.”biçiminde oluyor bizde çoğu. Ondan sonra hiçbir ölçü tanıma yok; aklına geleni yapıyor, istediği gibi yaşıyor. Doğru komutanlık da budur diyor. Öyle olmaz. Sonunda özerkleşiyor, keyfileşiyor, bireycileşiyor, imkân buldukça yiyor, imkân tükenince de teslim oluyor. Asker, komutan öyle olur mu? PKK’de komutanlaşma hiç yoktan yaratmak, üretmek, zorlukları yenmek, imkânsızı başarmak olmalıdır. Bunu yapana komutan denir. Kendi kendine komutan sıfatı takmakla komutan olmuyor. Mesela Agit arkadaşa şehit düşene kadar hiçbir zaman komutan denmemiştir. Ama gerillanın yaratıcısı komutan, emir gücü oldu. Yaşamıyla, şahadeti ile emretti, hala emrediyor. Yirmi beş yıldır savaşan bir gerilla ordusu yarattı. Demek ki komutan demekle değil, emir gücü haline gelinirse komutan olunuyor. Zilan arkadaş nerdeyse bir savaşçı olarak bile bizim ordumuz tarafından kabul edilmiyordu. Önderlik “Zilan komutan, biz onun emir erleriyiz.” dedi.  Komutan oldu, emir gücü oldu. On yıldır sadece bir orduya da değil, halka emrediyor. Demek ki, emredene komutan denir. Ama nasıl emredene komutan denir? Sağdan soldan çalıp çırpmak, kendini yaşatmak için onu bunu çalıştırmaya emir vermeye değil de, bir halkın özgürlük, adalet, eşitlik davasını yürütmek, bir halkın yükünü omuzlamak, bir halkın özgürlüğü için kendini feda etmek biçiminde emir vermektir. PKK’nin komutanlaşması böyledir. Pratikte gerçekleşen budur. Eğer böyle bir çizgiye girilirse, bunun gerekleri yerine getirilirse komutanlaşmadan söz edilebilir. Ve bu sonuna kadar gider. Böyle olmazsa Şemdin Sakık’ın gibi bir komutanlık olur. O da çalıp çırpma, bitince de en uşakça düşmana teslim olan her türlü işbirlikçiliği, ajanlığı yapmaya dönüşür. Tabi bir komutanlaşma ölçüsü olarak onun yaptıklarına bakamayız.

Demek ki, komutanlığın içinde iki tür komuta gelişimi var. Benim gibi hiç o işe girmeyenler de ayrı.  Onu da üçüncü tür saymalıyız. Fakat bu iki türü ayırabilmemiz gerekiyor. Bu özerklik, ağalık düzeninin çetecilik olarak tanımlandığını biliyoruz. Belki de bu komutanlık sözü en fazla o dönemde gündeme geldi, gelişti. Kendilerini komutan ilan ettiler. Savaşçılar üzerinde o sıfatla egemenlik kurdular. Diktatörlük uyguladılar. Halkın üzerinde çeteci uygulamalar yaptılar, yaptırdılar. Yaşam ölçüleri ortadadır. Aşiretçi- feodal ideolojiye dayanıyor yaşamları. O ideolojinin yaşam ölçüleri özerk, bireyci, bencil, ürkek, korkak, kendini yaşatmayı öngören; siyaseti çıkarcı, işbirlikçi; eylemi sadece laf söyleyen, arkadan kumandalı dediğimiz tarzı esas alan bir yapılanmadır. Bunun karşısında APO’cu çizginin gereklerine göre komutanlaşmanın örnekleri de var. Komuta çizgisini Agit arkadaş geliştirdi. Boşuna gerillanın kurucu komutanı olarak kabul görmedi.  Örgütün, partinin zoruyla öyle sıfat elde etmedi. Mücadelesi, yaşamı, fedakârlığı, tarzı, cesaretiyle bunu elde etti.  Doğru bir komuta ölçüsüne ulaşmada Agit arkadaşın tarzının esas alınması önemlidir. Erdal arkadaşın tarzı incelenmeli. Erdal arkadaşı ben çok yakından pratik olarak tanıyamadım. Fakat tanıyan arkadaşlar var. Mücadeleye yaklaşımı ortadaydı, belliydi. Dolayısıyla onun komutasının da esas alınması gereken bir komutanlık çizgisi olduğu tartışma götürmez. O da incelenmelidir. Agit arkadaşın özelliklerini anlatmaya çalışmıştım. Daha fazla araştırılabilir. Kemal Pir’in özellikleri de araştırılabilir. Önderlik askeri çizginin uygulanmasında hep Kemal Pir’i örnek gösterdi; örnek aldı. Bir çizgidir o. Pratikte gerçekleşenlerle bağdaşmadı. Yeterlilikleriyle de, yetersizlikleri ile de ortaya konabilir. Agit arkadaş herkesin sandığı gibi çok iri yarı birisi değildi. Kısa boyluydu. Fiziki olarak çok güçlü değildi. Fiziki olarak yoruldum, şeyden düştüm diyenlere duyurulur. Herhalde düztabandı. Ayaklarını iki taraftan da düz değil, yan basıyordu. Fakat öyle bir durum her zaman birliğin başında olmaktan geri bırakmadı onu. Dağa çıkan olmaktan, gerillanın gerektirdiği bir hareketliliği sürdürmekten uzak tutmadı. İrade, inançla onu yaptı. Bazı hastalıkları da vardı, ilaç kullanıyordu sürekli. Yani ne bir tanrı vergisi, ne de her şeyi sapa sağlamdı. Ama irade, inançla ve bir de yeteneklerini çok iyi ortaya koyarak onu yarattı. Yaşamda, ilişkilerinde çok mütevaziydi. Hiç kırıcı değildi. Ahbap-çavuşluklara hiç girmezdi. Yani ilişkileri örgütseldi. Çok yoğundu. Düşünüyor, kafa yoruyor, yapmaya çalışıyordu. Sorunları kendine sorun yapıyor, pratikte, düşüncede çözüm arıyordu. İşin başındaydı her zaman. Düşündüğü kadar yapıyordu da.  Özerk yaşamadığı gibi, arkadan kumandalı komuta tarzına da sahip değildi. Her zaman görevin içindeydi. Harekette, yürüyüşte, eylemde her zaman birliğin başındaydı. Hem savaşçılık, hem de komutanlık yapıyordu. Yani eşitler arasında çalışmada birinciydi. Doğal olarak komutan denildi. Rütbe, yetki almadı.    Komutan olmasaydı da bir savaşçı olarak katılıyordu. Her zaman işin başında olan, sorumluluk duyan, çözümün içinde olan bir konumda oldu.  Bu yönüyle iş yapıyordu. Az yapıyordu, çok yapıyordu; ama hata yaparsa düzeltiyor, daha fazla iş yapmak için çalışıyordu. Pratik yaptığı için çevresindekileri eğitiyor, çevresindekilere bilinç veriyordu. O bakımdan eğitici, öğreticiydi. Duruşuyla, sözleriyle, davranışlarıyla, pratiğiyle öğreticiydi. Zamanını boş sohbetlerle geçiren durumda değildi. Düşünen, ölçen, anlamı olan cümleler, kelimler konuşan konumdaydı. Kemal Pir de öyleydi. Bazılarının yarım saat konuşarak ancak anlatabildiklerini Kemal Pir bir cümle ile anlatıyordu. O cümlesini söyler ondan sonra pratik olurdu. Uzun uzadıya anlatmaya, sağa sola çekiştirmeye hiç ihtiyaç gerek kalmazdı. Birçok özellik sayılabilir. Bir komuta çizgisi, komuta tarzı böyle oluşuyor. Bunlarla ifade ediliyor. Anlamaya çalışan ve gece gündüz kendini eğitmek için çaba harcayan; parti düşüncesini, ideolojisini, teorisini öğrenen; parti politikalarını öğrenmeye, politik olarak kendini geliştirmeye çalışan, politik sorunlara, pratiğe kafa yoran, içinde bulunulan taktik süreç bir militana hangi görevi yüklüyorsa onu görüp onun gereklerine göre hareket edendir. O kendisinden ne kadar cesaret, emek, çaba istiyorsa onu vermekten geri durmayan bir konumda. Bunlar temel özellikler tabi. Yetenekliydi. Hisleri güçlüydü; askeri hisleri, askeri hareketliliğe yatkındı. Dolayısıyla şuradan buradan bilgiler edinerek, eğitilerek, harp okullarında okuyup eğitim görerek komutan olan değil de, pratikte yaparak, pratiğe kafa yorarak nasıl olacağı konusunda düşünceler üreterek, pratiğin derslerini çıkartıp daha doğrusunu uygulamaya geçerek yani komuta tarzını, askeri tarzı kendisi yaratarak kendisini eğitiyor, işleri yürütüyordu. Bu anlamda kavrayış düzeyi, sezgi düzeyi, askeri bakımdan öngörüsü, askeri refleksleri güçlüydü. Tavır, sistem geliştirme, onun gerekliliklerine göre hareket etme, hızlı, ani karar verme ve hareket etme gücünü gösterebiliyordu. Böyle önemli bir nokta olarak güçlü bir askeri refleksi vardı. Onu pratikte işleterek gerillanın komuta, savaş tarzını yaratmaya çalışıyordu. Başka yerlerden öğrenerek, duyarak öğrenmiyordu. Pratikte yaparak kendini eğitiyordu. Onun okulu pratik savaşın kendisiydi. Askeri bakımdan kendini eğiten saha partiydi. Felsefi, ideolojik, politik eğitimini veren sahaydı parti. Oradan ideolojik, politik eğitimi alınca gerisi pratiğin okulunda kendini eğitmek, ona göre pratiği başarıyla doğru bir tarzda yürütmek için çalışmaktı. Şimdi bunları bilince çıkartmalıyız. Çok somut, genel kavramları ezberlemek değil de, gerillanın pratiğinde doğru, iyi güzel olarak belirginlik kazanan komuta özelliklerini var etmeli, esas almalı ve kendimizi o özelliklerle donatmalı, eğitmeliyiz. Doğru bir eğitim çalışması böyle olur. Komutanın doğru tartışılması da böyle olur. Bunları yaparken bir de tersini de, karşıtını da ortaya koymalı, eleştirmeliyiz. Çeteciliği, ağalığı, uzaktan kumandalı tarzını da ortaya koymalıyız. Bunlar anlayış, yaşam, ilişki tarzı ve taktik olarak nasıl ortaya çıkıyorlar? Yanlış olan hangisidir? Bunları ortaya koyup mahkûm etmeliyiz. Lafta olmamalıdır. Gerçekten öyle yapıyorsak kendi pratiğimizi öyle değerlendirerek kendimizde değişiklikler yapmalıyız. Laf olsun diye yapmamalıyız. O ikiyüzlülük olur, oportünizmi de geliştirir. Cesaretle doğru yanlış ayrımını yapabilen, yanlışlarla mücadele edebilen, kendini doğru olanla donatıp, yaşamda onu zor da olsa temsil eden, onunla ters olan alışkanlıklarına karşı kararlılıkla mücadele ederek o alışkanlıkları yenip, kendinde yeni bir yaşam, duruş tarzı yaratan bir konuma kendimizi getirmeliyiz. Komuta eğitimi böyle olur. Komutanlaşma kendini bu biçimde eğitme biçiminde gelişir. Yoksa başka türlü eğitemeyiz. Bir gerilla komutanın çok sağlam bir ruh yapısının olması gerekiyor. Ülke, yaşam, halk sevgisinin olması gerekiyor. Kemal Pir “ biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz.” dedi. Ama nasıl bir yaşam? Fosilleşmiş yaşam değil, özgür yaşam. Özgür yaşam bağlılığının sevgisinin böyle olması lazım.  Duygularının çok yüce, güçlü olması gerekir. İnsan, halk sevgisini güçlü olması gerekir. Düşünce bakımından derin olmak, yoğunlaşabilmek, bir diyalektiğe sahip olabilmek yine yaşamı iyi çözümleyen felsefeye sahip olmak, tahlil gücüne ulaşmak, iyi bir ifade gücü kazanmak da gerekir. İyi bir yazar şair olmak da lazım. O büyük komutanların çoğu şairdi. Edebiyatçılık, sanatçılık yapıyorlar. En iyi sanatçı tabi gerilla komutanları olmalı. Önderlik; “devrimci artist gibi olmalı.”diyordu. Çok yaratıcı olmalı. Kendini ortamın zeminin gerektirdiği her kalıba koyabilmeli. Görevin gerektirdiği her şekle girebilmeli. O düzeyde esnek olmalı. Önderlik “lastik gibi esnek olmalı.” diyordu. Gerilebildiği kadar gerilebilmeli, ama bir de çarptı mı çarptığı yeri götürebilmeli. Üçüncü kongre değerlendirmelerini okumanız lazım. Gerillacı nasıl olmalı? Önderlik onu çok tanımlaşmıştı. Esnekliği hiç olmayan, gerilemeyen, dolayısıyla hiç çarpmayan, ortada odun gibi duran, gelen gidenin tokadını yiyen bir gerillacı, onun komutanı olamaz. Öyle komutanlık olmaz. Öyle ne tarz, ne taktik sahibi olur. Hiçbir başarı da öyle elde edilmez. O nedenle tabi bir devrimci, bir savaşçı, bir gerillacı, bunları kendinde en üst düzeyde somutlaştırmalıdır. Sanatçı ruhu, pratiğiyle yapmalıdır. Biz de tuhaf bir şey var. Azıcık edebiyata, sanata ilişkin bir şey yapıyorsa, azıcık yetenekleri o yönlü gelişmişse, hemen “ben bırakıp gideceğim gerillacılığı.” diyor. Onu gerillacılıktan kopuşun bir vesilesi gibi görüyor. Çok yanlış. Halbuki, onlar gerillada gelişiyor. Gerillanın ruh, duygu yüceliğinin, derinliğinin, davranış zenginliğinin, yaşam yaratıcılığının incelenmesi aslında en güçlü edebiyatı, sanatı yaratır. Yani insanı ruh, duygu yapısıyla, düşünce sistemiyle, davranış yapısıyla çözümler ve böylece insan için en eğitici düzeyi ortaya çıkarır. Sanat, edebiyat bu demektir. Birçok yönüyle komutanlaşmaya yaklaşmak, bunları dikkate almak lazım. O genel geçer ölçüler yanında karar verebilen, hızlı hareket edebilen; atik, kararlı inançlı bilgili olma gibi özelliklerinin hepsi olmalı. Böyle değilse, bunlarla birleştirilmeli. Komutanlaşmak isteyen, böyle olmak için kendini eğitmeli. Bunlar kendiliğinden edinilmezler. Yetenek, potansiyel olarak vardır, ama işletilmeyi, harekete geçirilmeyi gerektirir. O nedenle insanda var olan bu tür özellikleri açığa çıkartmak, yetenekleri pratikleştirmek için çalışmak lazım. Komuta eğitimi işte bu özelliklerin açığa çıkartılması, yeteneklerin harekete geçirilmesi içindir. Bunu yapacak şekilde kendimizi eğitirsek doğru eğitmiş oluruz. Öyle yapmazsak, eğitime doğru yaklaşmamız oluruz. Eğitim bizi komutanlaştırmaz. Tersine lafazan yapabilir, kurnazlaştırabilir;  bireyci, özerk yiyici kılabilir. Eğitim bunları da veriyor. Doğru yaklaşılmaz, doğru ele alınmazsa sonunda ne çıkar belli olmaz. İyi bir komutan çıkarmak için çalışıldığı sanılırken, bakılır ki, iyi bir kurnaz çıkmış. Kendini iyi ayarlıyor, iyi hesaplıyor; gerekçeleri iyi buluyor, işini yürütüyor, idare ediyor, uzlaşmacı, idareci bireyci. İdarecilik, uzlaşmacılık olmazsa; hep ölçüleri esas alan, yaşamda, çalışmada eleştiri-özeleştiriyi yerinde, doğru işleten bir konumda olsak, yine yönetim komuta tarzını doğru işletsek yanlışlardan kurtuluruz. Komuta düzeyimiz gelişir. Dolayısıyla da çok eğitici, örgütleyici oluruz. Savaş gücümüz bir kat daha artar. Kaçışlar, başarısızlıklar en alt sınıra iner. Hazırlıksızlıklar olmaz. Bütün bunları aşarız. Bu konularda gerçekten de Önderlik ölçülerinin, çizgisinin gerektirdiği komuta ölçülerini esas alarak kendimizi eleştirebilmeli, özeleştiri verebilmeliyiz. Özeleştiri yapabildiğimiz ölçüde de uygun yöntemlerle eleştiri yapabilmeliyiz. Çevremize karşı eleştirel yaklaşabilmeliyiz. Yanlışlıklardan rahatsızlık duymalıyız. İdeolojik, örgütsel, askeri bakımdan HPG’nin ölçülerine uygun olmayan yaşam,  çalışma tarzlarına karşı eleştirel yaklaşabilmeliyiz. Tabi kırmadan, dökmeden, yerinde, zamanında; doğru, kazanımcı üslupla bunu yapmalıyız. İdareci, baştan savmacı, olmamalıyız. Bunlar çok fazla oluyor. Çoğunlukla zorlanmadan kaynaklanıyor. Her şey kurnazlıktan, hesapçılıktan kaynaklanıyor; kötüler topluluğu olarak bir araya gelmiş diyemeyiz. Gerilla öyle değil, komutası da öyle değil. Öyle olsaydı, ona göre çözüm bulunurdu. Bu yönler azdır, sınırlıdır. Parça parça ortaya çıkıyor. Genel bir eğitim sorunumuzdur. Çoğunlukla zorlanmadan oluyor. Fakat zorlanıyoruz diye de görevleri başkalarının üzerine yıkmamalıyız. Başkaları da zorlanıyor. Zorlanma sadece bize özgü değil. Bir sorun, olumsuzluk sadece bizi zorlamaz. Ben zorlanıyorum öbürünün üzerine yıkayım demek yoldaşça değil, komutanca hiç değil.  Komutan sorunu çözen demektir. Askerlik sorunu çözmek demektir. Sorunları ordular çözüyorlar. Sorunları çözmeyen, başkasına havale eden asker değildir. Neden? Çünkü sorunu çözen gücü ele geçirir, doğruyu temsil eder. Askerse doğruyu kendinin temsil ettiğinin iddia eden bir güçtür aslında. Eğer devletçi sistemse iktidarı kaybeder. Ordusu çözemiyorsa bir devletin başka hiçbir kurumu çözemez. Başka kurumlarının çözemediği sorunlar orduya gelir, ordu da çözememiş başka kuruma devretmeye kalkıyorsa o ordu iktidarı kaybeder, etkinliği kaybeder. Öyle bir ordunu yürüttüğü devlet yıkılır. Bakın Sovyetler bir darbe bile yapamadılar, yıkıldılar, başaramadılar. Biz devlet değiliz, ama gerillayı da özgürlük ve demokrasi hareketi açısından böyle tanımlamamız gerekiyor. Demokratik siyasal mücadele stratejisinin, onu yürüten demokratik halk eylemliliğinin koruyucusu, destekleyeni, savunucusu, ön açısıdır. Ön açıcıysa o zaman bütün başka hareketlerin, örgütlerin çözemediği bütün sorunların çözücü gücüdür. Gerilla çözemezse o zaman Demokratik Konfederalizm hareketimizin hiçbir kurumu o sorunu çözemez. Bir sorunu çözemezsek o zaman gerilemeye, erimeye başlarız. O nedenle gerilla “ben çözemedim, çözemiyorum.” diyemez hiçbir sorunu. Her soruna bir çözüm bulmak zorunda. Sistemimiz o sorunu HPG’ye aktarıyorsa gerilla çözmek zorunda. Gerillanın böyle çözüm gücü olması demek, komutanın çözüm gücü olması demektir. Ancak sorunları iyi anlayan, her türlü sorunu çözme gücüne sahip bir komuta tarzı, yapısı olursa, HPG o zaman sorunların çözücüsü olur. Komutası öyle olmazsa sorunları çözemez. Herhalde savaşçılar yapacak değiller; komutanlar yapar. O nedenle de komutayı en üst, en ileri düzeyde Demokratik Konfederalizm çizgisini anlayan, onun politika tarzını bilen; onun sorunlarını yüklenme gücünü, cesaretini gösteren; o sorunları çözme tarzına, iradesine, üslubuna sahip mücadeleye hız verecek bir tempoya sahip olan militan olarak tanımlamalıyız. HPG’nin komutanı kendisini bu düzeyde geliştirmiş, yetkinleştirmiş; böyle bir düzeyi tutturmayı hedefleyen, bu özelliklerle kendini donatmaya çalışan militandır.  Komuta eğitimizi de böyle yapmalıyız, Komuta ölçülerini böyle tutturmalıyız. Bunu yapmak HPG’nin komuta çizgisinde başarıyla ilerlemeyi getirir.

KOMUTANLAŞMA SORUNLARIMIZ VE DOĞRU ÇÖZÜM YOLLARI

 Bu gün komutanlaşma sorunlarımız ve doğru çözüm yolları üzerinde kısaca duracağız. Geçen haftaki Partileşme değerlendirmesinin devamı niteliğindedir. Yine HPG açısından da en can alıcı sorun konumundadır. Dolayısıyla partileşme ile birlikte ele alınıp tartışılacak, doğru çözüm yolları aranacak; sadece düşüncede çözümler şunlardır demekle de yetinmeyip, günlük pratik içinde o çözümlerin gerçekleştirileceği bir konu durumundadır. Bu temelde yaklaşmak, ele almak, kavrayış derinliğine ulaşmak, anı anına eksiksiz pratikleştiren bir duruş içerisinde olmak önem arz ediyor. Bu konuda öncelikle şunu belirtelim: Ya komutanlaşma özellikleri, ölçüleri çok önemsenmiyor. Bu konuda doğrular nelerdir, neler değildir? Eleştirilen yanlış görülen hususlar nelerdir? Bunlar üzerinde çok yoğunlaşma olmuyor, önemsenmiyor; Ya da öğrenilenlerin pratikleştirilmesi için yeterince pratik çaba içerisine girilmiyor. Sözde birçok husus öğreniliyor,  ilkeler düzeyinde de öğreniliyor. Ama sanki yaşamımızda gerekli olan, uygulanmak için öğrendiğimiz şeyler değil de sadece bilgi olsun diye öğrendiğimiz şeylermiş gibi ele alınıyor. Dolayısıyla yaşama tam ve doğru ölçülerde geçirilmiyor. Komutanlığa dair düşünsel düzeyde bilgiler farklı oluyor, pratikler çok daha farklı ortaya çıkıyor. Tartışılan, bilinen, söylenen komutanlıkla pratikte gerçekleşen komutanlık arasında çok farklılık oluyor. Bu iki duruş da yanlıştır. Bu iki yanlış yaklaşımın da aşılması gerekiyor. Ne kendi bildiğimizi yeterli sayıp, komutanlık eğitimimizi geliştirmekten uzak durmalıyız, ne de kendimizi eğitmeyi bir teorik bilgilenme, söz öğrenme olarak ele almalıyız. Tam tersine hem doğru komuta ölçülerinin neler olduğunu incelemeli, araştırmalı, tartışmalı, öğrenmeli hem de öğrendiklerimizi anı anına pratiğe geçiren, kendi kişiliğinde, pratiğinde somutlaştıran bir tutum içinde olmalıyız. Doğru yaklaşım sadece budur; dolayısıyla da böyle bir yaklaşım düzeltmesine ihtiyaç var.  Yaklaşım düzeltilmeden başarılı sonuç almak, bütün tartışmalardan sonuç çıkarmak dolayısıyla da hareketimizin ihtiyaç duyduğu komuta ölçü ve özelliklerinin pratikte gelişmesini sağlamak, yetkin bir komutanlaşma düzeyine varmak mümkün olmaz. Ancak doğru bir yaklaşımla bu durumu edinebiliriz. Yine bu alanda var olan sorunları çözebilir, hataları düzeltip yetersizlikleri giderebilir, çizginin gerektirdiği, Önderliğimizin istediği komutanlaşma ölçülerine ulaşma yolunda ilerleyebiliriz.

Komutanlaşma nedir? Komuta ölçüleri nelerdir? Bunun teorik boyutları, pratik gerçekleşme durumu nasıl olur? Bu konularda arkadaşlar bizden çok daha fazla pratik içerisindeler.  Dolayısıyla daha çok sorunla karşılaşıyorlar. Bu anlamda da daha fazla bilgiye sahiptirler. Esas olarak kendi yaşamlarını göz önüne getirerek, irdeleyerek; gerçek bir eleştirel-özeleştirel bir yaklaşımla pratiklerini sorgulayarak, derslerini çıkartıp doğru ölçüleri bulma ve onları kendi pratiklerinde gerçekleştirme çabasının içinde olacaklardır. Doğru komutanlık ölçülerini ortaya çıkarmak da, pratikleştirmek de ancak böyle mümkün olur. Bu da bizzat işin içinde olan, bu konuda istek uyandırmış, cesaret geliştirmiş dolayısıyla böyle bir sıfatı kendine yedirmiş olan arkadaşlarımızın en çok yapabileceği bir iştir. Bilindiği gibi askerlik ve onun bir esası olan komutanlaşma, bir istek, benimseme, ayrı bir yaşam durumu ve bunun kişiliğe yedirilmesi olayıdır. Herkes başarılı bir biçimde askerileşemez. Hele hele komutanlaşma her zaman, her durumda olmaz. Her yaklaşım komutanlık yaratmaz. Bunu sağlayabilmek için her şeyden önce istek, irade beyanı ve iddialı bir duruş gereklidir. Bu temelde de askeri yaşamı ve komuta duruşunu kendine yedirmek, kendini böyle bir yaşamın özelliklerine göre şekillendirmek, bunun iddiası ve pratik çabası içinde olmak önemlidir. Askerlik başlı başına bir duruş, bir yaşam biçimidir. O yaşam biçimini esas alamayanlar, kendilerine yediremeyenler -üniformalı da olsalar, silah da kuşansalar- asker de, komutan da olamazlar. Bunlar sadece kuşanılan bir rütbe değildir. Tam tersine bir yaşam, bir duruş tarzıdır. Sivil yaşamdan farklı olan ölçü ve özelliklerin edinilmesi ve kişiliğe yedirilmesi durumudur. Her şeyden önce bunu esas almak, bu özellikleri, ölçüleri kendi kişiliğine yedirebilecek bir psikolojiyi, iddiayı ve disiplini edinmeyi gerektirir. Bu bakımdan da tabi doğru komuta özelliklerini ancak böyle kişilikler geliştirebilir ve açığa çıkartabilirler. Bu nedenle arkadaşlarımızın mevcut istek, katılım durumları; gerillalaşmada, askerileşmede gösterdikleri çabalar dikkate alınır, istek beyanları, iddia ve iradeli duruşları göz önüne getirilirse; biraz bu çabayla tamamladıklarında ve doğru yaklaşım gösterdiklerinde en gerçekçi gerilla düzeyinde askerlik ve komuta düzeylerini geliştirecekleri kesindir. Bu anlamda da kendi pratiklerini sorgulayıp oradan ders çıkarmaları ve birbirleriyle tartışmaları, sorunların yeterince açığa çıkartılıp doğru konulmasında ve Önderlik çizgisine uygun çözümlerin üretilmesinde tayin edici olacaktır. Biz ancak şimdi bu konuda bazı esasları kısaca belirtebiliriz. Yine bazı gözlemlerimizi aktarabiliriz. Bunlar belki arkadaşlarımızın kendi duruşlarını sorgulama, doğru bir ders çıkartma ve çözüm üretme çabalarında kendilerine perspektif sunucu olabilir. Bu temelde yaklaşıyoruz. Ancak bu temelde bir çerçeve verebiliriz. Diğeri bütün arkadaşlarımızın kendi çabalarına kalmış bir husus oluyor.

Her şeyden önce bu komutanlaşma neyi ifade ediyor? Nerden çıktı? Nasıl yaklaşmalıyız? Bir kere geçen hafta üzerinde durduğumuz konuyla ayrılmaz bir bağının olduğunu görmemiz gerekiyor. Yani partileşme gerçeği ile kadrolaşma olgusu ve komutanlaşmanın ayrılmaz, etle tırnak gibi iç içe geçmiş bağını, gerçekliğini görmemiz, ele almamız, değerlendirmemiz gerekiyor. Yoksa partileşmeden kopuk bir komutanlaşmanın gerçekleşmesi mümkün değil. Öyle bir düz ordulaşma içinde değiliz. Hiyerarşik-devletçi toplum sisteminin öngördüğü adına devlet orduları, düzenli ordular denilen bir ordulaşma içinde de değiliz. Dolayısıyla o tür bir askerlik ve onun komutanlaşma yaklaşımı bizde sözkonusu değildir. Her ne kadar adına biz de komutan desek ve düzende de öyle olsa da bu kelimeye yüklediğimiz anlam kesinlikle farklıdır. Aynı kelimeleri söylüyoruz diye düzende söylenen, ele alınan ölçülerle, içerikle yaklaşmamak gerekiyor. Bizim ki bir gerillacı sistemdir. Gerillacılığın meşru savunma çizgisinde halkın savunmasını gerçekleştiren, daha çok bunu halkın öz savunmasını yaratma temelinde yürütmek isteyen çabayı, örgütlenmeyi ifade ediyor. Gerilla bunun profesyonel çekirdeği gibi değerlendirilebilir. Halkın meşru savunma çizgisinde öz savunmasını geliştirmenin bir koordinasyonu olarak görülebilir. Halkı meşru savunma çizgisinde eğitme, bilinçlendirme, donatma, askerileştirme ve örgütleme koordinasyonudur. Savaş durumunda da, bir saldırıya maruz kaldığında da kendi kendini savunmasında halkı koordine etme olayı oluyor. Yani mevcut gerillayı böyle değerlendirmemiz lazım. Bu anlamda düzenli ordulaşmaya giden bir askeri güç değildir. Tam tersine böyle bir ordulaşmaya ve devletleşmeye karşıdır. Yeni bir çizgiyi temsil ediyor. Bu da meşru savunma çizgisidir. Halkın kendi öz savunmasını kendi gücü ve örgütlülüğü ile yapma çizgisidir. Gerilla böyle bir örgütlülüğün yaratılması ve koordine edilmesinin yarı profesyonel gücü konumundadır. Dolayısıyla dikkat edilirse düzenli ordularda geçerli olan askeri ölçüler burada geçerli değildir. Yine salt bir askeri yaklaşım içinde değildir. Halkın eğitim ve örgütlenmesini meşru savunma kapsamında esas alan, halkı örgütleyip yönetmeyi öngören bir halk yönetimi konumundadır. İşte gerilla komutanlığı bu gerçekler üzerinde şekillenen, bu görevleri başarmakla yükümlü olan bir organdır. Yoksa düz, dar, sınırlı, sadece ordu içi ile ilgili bir askeri yaklaşım içinde olma ile gerçekleşecek bir durum değildir. Neyi ifade ediyor bu?  Halkçılık, örgütçülük gerektiriyor. Yani bilinç gerektiriyor. Hem de halkı örgütlemenin, yürütmenin her düzeydeki bilincini edinmeyi gerektiriyor. Meşru savunma çizgisinin, onu felsefesi, ideolojik ilkeleri, siyaset tarzıyla yine halkı örgütleme düzeyiyle hepsinin bilincine ulaşmayı ifade ediyor. Bu bakımdan hem bir felsefi, ideolojik bilinçle dolu olmayı hem de halkı örgütleyip yönetebilen özelliklere sahip olmayı gerektirir. Askeri ölçü ve özelliklerin bu alanlarla da birleşmesini kesinlikle gerekli kılıyor. Buradan baktığımızda partileşmeyle bağı başattır. Yani partisiz bir komutanlık olamaz. Dikkat edilirse parti öncülüğünden yoksun, parti doğrultusunu esas almayan, böyle bir doğrultuya girmeyen bir gerillacılık söz konusu olamaz. Dolayısıyla gerillanın kendisi bir Önderliğe, çizgi gerçekliğine, parti öncülüğüne sahiptir. Kendi başına bir güç değildir. Ne ayrı bir parti, ne de parti öncülüğünden yoksun, dar, salt bir askeri güçtür. Tam tersine Önderlik çizgisi tarafından yönlendirilen, parti öncülüğü temelinde yürüyen profesyonel, donatılmış bir örgütlü güçtür. Dolayısıyla böyle bir öncülüğün gerilla da gerçekleşmesini sağlayan bir kuvvet var. Bir Önderlik çizgisi yani parti öncülüğü, partinin ideolojik, felsefi hattı; gerillanın mücadele felsefesinin, meşru savunma felsefesinin yaratılmasını öngören felsefe; gerillanın yaşam çizgisini belirleyen ideolojik ilkeler; yine gerillanın politik amaçlarını gerçekleştirmeyi ifade eden siyasi program, siyaset tarzı var. Tümüyle HPG’nin şekillenmesi bunlardan oluşuyor. Bütün bunları yerine getirmekle, doğru yürütmekle sorumlu olan da gerilla komutanlığıdır. Demek ki, gerilla komutanlığını sadece bir askeri duruş, dar bir askerlik yaklaşımı olarak ele alamayız. Gerilla komutanlığı bir parti kadrolaşması düzeyindedir. Partinin toplumdaki ideolojik, politik öncülüğünü meşru savunma alanında yerine getiren de gerilla komutanlığıdır. Aslında gerillanın kendisi, halkın öz savunma temelinde eğitilip, örgütlenme ve pratikleştirilmesinin komutanlığı oluyor. Bu bakımdan gerilla komutanlığının bir felsefi, ideolojik duruşu, bir yaşam anlayışı vardır. Ve bu kendine göre değildir; Önderliğimizin felsefesinin edinilmesidir. Önderliğin yaşam bakışının, yaşamı ele alış tarzının ve yaşamda ortaya çıkan sorunları çözme yönteminin edinilmesini içeriyor. Bu anlamda komutanlığın felsefi bir düzeyinin olması zorunluluktur. Yine böyle bir felsefeden çıkan ideolojik ilkeleri var. Dar, salt bir askeri yaşam içerisinde değil. İdeolojik ilkelerle donatılmış bir yaşama sahip. Tümüyle günlük yaşamı, ilişkileri buna bağlıdır. Askerliği belli bir yaşam tarzının sürdürülmesi, gerçekleştirilmesi, topluma mal edilmesi için esas alıyor ve uyguluyor. O bakımdan demek ki, ideolojik ilkeleri var. İlkesiz bir yaşam değil. Dar, askeri yaşam da değil. Oldukça ilkeli bir yaşamı ifade ediyor. Nedir bu ilkeler? Onlar Önderlik, parti ilkeleridir. Partinin, Önderliğin ideolojik duruşudur. Bu da sadece sözlü olarak ilkelerin ortaya konması, ezberlenmesi değildir. Neyi ifade eder? Günlük yaşamda, çalışmada, gerilla yaşamının her anında bu ilkelerin oturtulmasını, sürdürülmesini ifade eder. Bu bakımdan gerillada, gerilla komutanlığında ideoloji soyut bir kavram değildir. Sözle sınırlandırılmış bir konum da değildir. Sözün en fazla aşıldığı yer gerillacılıktır, gerilla yaşamıdır. Dolayısıyla ideolojik ilkelerin günlük olarak her an somutlaştığı, yaşama geçirildiği bir alan oluyor. Gerilla komutanlığının da böyle bir ideolojik kişilik haline gelmesi lazım. Bazı ilkeleri öğrenen de değil, o ilkeleri tepeden tırnağa kişiliğine yediren, oturtan bir konumda olmalı. Ancak böyle gerilla komutanlığı gelişebilir.

Diğer yandan politik hedeflerin kavranması, politik amaçlara uygun bir çalışma örgütlülüğünün yaratılması önem arz ediyor. Günlük mücadeleyi, meşru savunma savaşını elbette bir program dahilinde, belli siyasi amaçları gerçekleştirmek için yürütüyor. Yoksa siyasetten kopuk, sadece askerdir, elinde silah var, bunu kullanması lazım, o da savaş oluyor, kullanıyor biçiminde ele alamayız. Bir siyasi program var. Yakın dönemin ulaşılması gereken hedeflerini ifade ediyor. Gerilla tümüyle buna göre örgütleniyor, buna göre yaşıyor, buna göre savaşıyor.  Bütün savaş plan ve programları, taktiği, tarzı tümüyle bu siyasi hedeflere ulaşmak için gerçekleşiyor. Bu siyasi hedeflere ulaşmanın, onları başarmanın gereğine göre düzenleniyor; rastgele değildir. Bu anlamda gerillanın yaşamının ve eyleminin plan ve programlanmasının hepsi siyasidir. Bir siyasi programa bağlıdır. Demek ki gerilla komutanlığının bu düzeyde siyaseti, siyasi programı bilmesi; tarzını, taktiğini bu programa uygun olarak geliştirebilmesi yine pratikte de ona uygun tutumu, davranışı geliştirebilmesi, yaşam ve çalışmalarını tamamen bu siyasi amaçların gerçekleşmesine uygun yürütebilmesi gerekiyor. Dikkat edelim bütün bunlar bir partileşme kadrolaşma olayıdır. Geçen hafta üzerinde durduğumuz parti ölçülerini ifade ediyorlar. Doğru, yeterli bir partileşme olmadan, parti kadrosu olma yönünde çaba harcanmadan komutanlaşılamaz. Önderlik çizgisine uygun bir gerilla komutanlaşması gelişemez. Bu ancak partileşme ile mümkündür. Doğru ve yeterli partileşme yönünde çalışmakla, çaba harcamakla, gelişme sağlamakla mümkündür. Çünkü felsefesini, ideolojisini, siyasetini, yaşam ölçülerini, cesaretini, disiplinini, fedakarlığını parti veriyor. Parti olmazsa,  gerilla komutanlığının ölçüsü, doğrultusu, ilkesi,  cesareti olmaz. Ne olur? Bütün bunlardan kopuk bir durum ortaya çıkar. İşte buna eşkiyalaşma da, çeteleşme de denebilir. Gerilla da partisizlik çeteciliktir, eşkiyalaşmadır, keyfiyettir, amaçtan kopukluktur, tarz yoksunluğudur; düşman karşısında doğru duramama, halka doğru ve gerçekçi yaklaşamamadır. Demek ki bütün anlayışları partileşme ile sağlıyoruz. Güçlü bütün doğrular; siyaset, ideoloji, tempo, üslup, felsefe yine cesaret, fedakarlık yani her şey partileşme ile sağlanıyor. Bütün bunlar parti öncülüğünü ifade ediyor. Önderlik çizgisi ile veriliyor. Bunun esas alınması, bilinmesi, komutanlığa bu temelde yaklaşılması büyük önem arzediyor. Partileşme esas alınmaz, partileşme ile komutanlaşma birlikte ele alınıp yürütülmez, günümüz gerillasına böyle yaklaşılmazsa doğru ele alınmamış, çizgi gereklerine uygun yaklaşılmamış olur. Yeni paradigmamızın gereklerine göre askerileşme ve komutanlaşmaya yaklaşmamış oluruz.  O da bizi elbette doğru, yeterli bir çalışmaya götürmez. Her şeyin başı öncelikle partileşmedir. Demek ki partileştikçe komutanlaşacağız, partileştikçe meşru savunma savaşını kazanacağız, partileştikçe eğitim ve örgütlememizi yeterince yapacağız. Partileştikçe meşru savunma bilincimiz güçlü olacak. Halkı meşru savunma çizgisinde öz savunma doğrultusunda eğitip örgütleyerek, halkın bütün saldırılar karşısında kendi kendini savunduğu sistemi, parti öncülüğüyle, partileşmeyle; partileşmede ileri düzeyi tutturmuş, bunu esas alan komutanlaşma ile sağlayacağız. Pratiği sorgulayabilen, hataları açığa çıkartıp düzelten, eksiklikleri belirleyip gideren, bunun mütevaziliğini, sorumluluğunu, disiplinini, fedakârlığını yaratan partililiktir. Ancak kendini eğitip, yetiştirip güçlendirmemizin partileşme ile gerçekleşebileceği, başarılı komutanlaşmanın da partileşme esasları üzerinde gelişeceği tartışma götürmez bir gerçek. Demek ki, partileşme ile komutanlaşmayı öncelikle birlikte ele alacağız. Birbirinden kopuk ele almayacağız. Parti ayrıdır, gerilla ayrıdır demeyeceğiz. Partileşme, parti kadrosu haline gelme ayrıdır, komutanlaşma ayrıdır demeyeceğiz. Birlikte ele alacağız. Komutanlaşmanın birinci şartının partileşme olduğunu bileceğiz. Komutanlaşmanın öncelikli yanın partileşmeden geçtiğini bilerek yaklaşacağız.

Partileşme ile birlikte komutanlaşmanın diğer bir yanı askerileşme hususudur. Felsefeyi, ideolojiyi, ilkeleri, disiplini, fedakarlığı, cesareti, siyasi bilinci partileşme verse de; onun vuruş,  hareket, duruş tarzını sağlayan da askerileşmedir. Ancak partileşme, meşru savunma çizgisine uygun bir askerileşme ile birleşirse güçlü bir gerilla komutanlığı gelişebilir. Dolayısıyla partileşme ile birlikte yeterli askerileşme üzerinde de durmak gerekiyor. Askerileşme nedir, ne değildir, nasıl edinilir, hangi özellikleri ifade ediyor, bunlar nasıl elde edilir? Kendimizi nasıl askerileştirebiliriz? Bu çerçevede nasıl eğitebiliriz? Bu soruları da sormamız, üzerinde yoğunlaşmamız, bunlara doğru, yeterli bir cevap verecek bir çalışma içinde olmamız gerekiyor.

Partileşme konusunda birçok sorunun yaşandığını geçen haftaki değerlendirmemizde ifade etmiştik. Geçen dönemden gelen sorunlar vardı. Doğru ve yeterli partileşememe sorunları vardı. Memurculuk ve çetecilik biçiminde ortaya çıkan bir sürü hatalı, yanlış eğilim, tutum partileşmeyi engellemişti. PKK’nin doğuşunun Kürt toplumu açısından yeni olmasının yine paradigma ile bağlı sonuçlarıydı bunlar. Partinin gerekliliği, önemi, örgüt gereği konusunda toplumun bilinçsizliği vardı. Yine düzenin etkileri, Kürdistan’daki egemen sınıf özellikleri, ilkel milliyetçi çizgi ile reformist çizginin çeşitli özellikleri partileşmeye yansıyor, parti içine taşınıyordu. Aşiretçi-feodal özellikler, işbirlikçi tutum, küçük burjuva birçok eğilim yine toplumun, halkın zayıf düşürülmüşlüğü olduğu gibi partiye yansıyor, partileşme sorunları olarak ortaya çıkıyordu. Bunları aşmak için geçen dönemde Önderliğimiz çok yoğun eğitici çaba gösterdi. İdeolojik mücadele yürüttü, bu temelde. PKK’yi var ettiyse de PKK’lileşmede çeşitli sorunlar, zayıflıklar ortaya çıkmıştı. Bir yandan Önderlik çizgisinin gereklerine göre gelişmeler yaşanıp, partileşme ilerken diğer yandan parti dışı eğilim ve anlayışlar da partiye taşınıyordu. Partileşmeyen, partinin felsefi, ideolojik, siyasi örgütsel çizgisiyle bütünleşmeyen bir yığın anlayış, eğilim, tutum, tarz ruh hali de ortaya çıkıyordu. Bunlar partileşmeyi zayıf bıraktılar. Sorunlarımızdı bunlar; aşılması gerekiyordu. Yine yeni paradigma gereği partileşme sorunumuz vardı. Paradigma değişimi, yenilenmesi, gelişimi olmuştur ki, bunun bütün yönleri ile özümsenmesi gerekiyordu. Özümseme zayıflıklarımız vardı. Bu çerçevede de kendimizi eğitmemiz gerekiyordu. Üçüncü olarak provokatif-tasfiyeci eğilimin yarattığı saptırmalar, savrulmalar, bilinç saptırması, muğlaklaştırma, özellikle de örgütsüzleştirme, disiplinsizleştirme vardı. Önderliğin örgütü ve mücadeleyi geliştirmek için ortaya çıkarttığı kavramların içinin boşaltıcı, özünden saptırıcı girişimlerle bilinci çarpıtma tutumları olmuştur. Bu anlamda da hem düşüncede, hem davranışta, hem de örgütlenmede provokatif-tasfiyeci eğilimin yarattığı etkilerin aşılması gerekiyordu. Bunların varlığı da partileşme önünde engel oluşturuyordu. Partileşme sorunu olarak ortaya çıkıyordu ki, bunlara karşı daha duyarlı olma, içte ve dışta etkili bir ideolojik mücadele geliştirerek tümüyle bu provokatif etkilerin içimize yansımalarını aşma gereği vardı. Şimdi partileşmenin böyle bir çaba gerektiren alanı olduğu gibi, askerileşmenin de tarihten gelen yine günümüzdeki Kürdistan ve dünya duruşu ile bağlı olan, üzerinde durulması, anlaşılması, açığa çıkartılması ve doğru bir çizgini edinilmesi gereken yanları var. Askerileşmeyi basit, dar ele alamayız. Yine komutanlaşmayı da askerileşmeden ayrı ele alamayız; kesinlikle o yanlıştır. Askerlikten kopuk bir komutanlaşma, askerliğin üstünde bir komutanlaşma HPG gerillacığında yoktur. Dolayısıyla esas olan, komutanlaşmadan önce doğru askerileşmedir. Meşru savunma çizgisinin gereklerine göre askerileşebilmedir. İşin özü, esası budur. Ancak doğru, etkili bir partileşme çabası doğru askerileşme ile birleştikten sonra bir komutanlaşma ortaya çıkabilir, gelişebilir, gerçekleşebilir. Bu bakımdan da işin özünün ikinci madde olarak askerileşme olduğunu kabul etmemiz, ele almamız, doğru değerlendirmemiz, bundan kalkarak çözüm üretmemiz gerekiyor.

Neden askerileşme? Askerileşme sorunlarımız nelerdir? Askerileşmenin ayrı bir yaşam olduğunu, kendine has özelliklerinin olduğunu ifade ettik. Bu önemlidir, bunun bilinmesi de gerekiyor. Oldum denilince olacak bir alan da değil. Tamamen kendine has özellikleri var. Başta da dedik, kişiliğin kendisine yedirmesi gereken bir alan. Kendine has özellikleri olan bir yaşam alanı, ayrı bir yaşam duruşudur. Boşuna askeri yaşam, sivil yaşam diye ayırmıyorlar. Askeri yaşam demek ki sivil yaşamdan ayrıdır. Kendine has özellikleri, ölçüleri var. Bir duruş tarzıdır. Öyle kolaylıkla edinilemeyen, vazgeçtim diyerek de gidilemeyen bir alan. Çabayla ulaşılan, kendine has özellikleri olan ve bir kere ulaşıldı mı,  buna karar kılındı mı, kolay kolay vazgeçilemeyen bir alandır. “Asker oldum, ondan sonra sivil olurum.” demek olmaz. Hele hele askerileşmeyi, komutanlaşmaya vardırdıktan sonra, şimdi komutan oldum yarın vazgeçerim, giderim denilemez. Üniformayı çıkarırım üzerimden sivil elbise giyerim, sivilleşirim denilemez. Demek ki komutanlaşma düzeyinde askerileşme sadece bir üniforma giyme, silah kuşanma işi değildir. Bir ruh, bir duygu, bir bilinç, bir ölçü bir davranış, bir yaşam biçimidir. Askerileşmeyi böyle ele almamız lazım. Dar, salt askeri yaklaşım içinde olmamalıyız. Felsefi, ideolojik, siyasi yönleri ile birleştirmeliyiz. Ama bu demek değildir ki, askerliğin ilkelerini de ortadan kaldıralım; askerliğin, askeri yaşamın ölçülerini bir yana bırakalım. Hayır, bu ölçü ve özelliklerle birlikte ele almalıyız. Felsefeyi, ideolojiyi, siyaseti hepsini birleştirebilmemiz gerekiyor.  Bu anlamda askerileşmenin de bir felsefesi, ideolojisi, siyaseti var; o da bir yaşam biçimi. Gerillacılık bizde askeri yaşam ilkeleri ile parti yaşam ilkelerinin birleştirilmesini ifade ediyor. Dolayısıyla da partinin en etkili, en ileri düzeyde pratikleştiği, yaşamsallaştığı alan gerilla oluyor. 

Askerileşmeyi böyle ele alırsak o zaman askerileşme sorunlarımız neler olabilir? Bunun tarihten gelen ve güncel durumdan kaynaklanan yönleri var. Tarihten gelen yönleri nedir? Kürt toplumun içinden geçtiği tarihi süreçtir. Bu sürecin özellikleridir. Nedir bu özellikler? Güçlü bir askerileşme yaşanmamıştır. Kapsamlı, ileri düzeyde bir ordulaşmaya tarih içinde sahip olunmamıştır. Yani Kürt tarihine bakalım, gerçekten bilimsel ve kapsamlı bir askerileşme ve ordulaşma sözkonusu değildir. Devletleşme olmamıştır zaten. Güçlü bir askerileşme ve ordulaşma tabi devletleşme demektir. Devletleşmenin olmaması, askerileşme ve ordulaşmanın yaşanamadığını gösteriyor. Bu konuda modern askeri bilim Kürdistan’a, Kürt toplumuna çok taşınmamıştır. Modern askeri bilimin ölçü ve özelliklerine göre Kürt toplumunun, Kürt savaşçılığının eğitilmesi gerçekleşmemiştir. Bütün bu konularda kendine göre bir savunma duruşu ve savaşçılık sözkonusu olmuştur. Askerileşme ve ordulaşma toplumda gelişmemiş diye bu savaşçılığın gelişmediği anlamına da gelmiyor. Hayır, çok güçlü bir savaşçılığı da ifade ediyor. “Teke tek dövüşte yenilmediler.” diyor ozan. Gerçekten de bireysel dövüşte yenilmeyen ama sadece bireysel kahramanlık yapan; onu bir askeri bilime, programa, örgütlülüğe, disipline dönüştürmeyen bir savaşçılık.  Bu anlamda Kürt toplumu güçlü savaşçı özelliklere sahiptir. Yine tarihin her döneminde silah kuşanan, gelişen silah tekniğini kendine alan, bunu bireysel savaşçılık kapsamında kuşanan ve kullanan bir konumda. Yalnız bunu örgütlenmeye dönüştürmüyor. En ileri örgütsel düzeyi aşiretin öz savunma biçimindeki duruşudur. Yine feodal beylerin kendilerini savunmak üzere kendilerini donattıkları, örgütledikleri çok az sayıda askeri güçlerdir. Bunlar aşiretçi-feodal güçlerdir. Daha çok reislerin, beylerin savunmasıyla yine aşiret biçiminde düzeni sağlamakla, feodal beyin egemenliğini gerçekleştirmekle görevlidirler. Belli bir tecrübeleri, donanımları vardır,  ama askeri bilimden, bilinçten, taktik bilincinden, örgütlü savaştan yoksundurlar. Osmanlı düzeninde başıbozuklar diyorlar bunlara. Yani girdikleri yerden sonuç çıkartıyorlar.  Türkiye’deki akıncı savaşı gibi; ona denk düşüyor. Ama ordulaşmıyor, askeri yaşamda derinleşmiyorlar. Böyle bir askerileşme duruşu var. Şimdi bunun sonuçları günümüzde nedir dersek, tümden olumsuz da diyemez insan. Böyle bir tarihin olumlu yanları da, olumsuz yanları da var. Olumlu yanı nedir?  Büyük ordular, devletler kurulmamıştır. Halkın başına büyük devletler bela edilmemiştir. Halk üstünde baskı ve sömürü uygulayan, devlet sisteminin gelişmesine yol açılmamıştır. Dolayısıyla toplumdaki sınıf ayrışmasında egemen sınıfın çok daha güçlü, donanımlı olması gerçekleşmemiştir. Yabancı egemenlikler bunu yapıyorlar, ama Kürt toplumu içinde en azından böyle bir şey gelişmemiştir. Dolayısıyla Kürt toplumu iç sınıflaşma bakımından daha sınırlı ayrışmaya sahiptir. Halk üzerinde baskı ve sömürü uygulayan, çok güçlü bir örgütlülüğe sahip olan bir egemen sınıf duruşu yoktur. Bu bakımdan toplum biraz daha çok birbirine yakın, yine kendi içinde baskı ve sömürüyü az uygulayan, dolayısıyla da değişime, demokratikleşmeye daha çok açık olan, bu yönlü potansiyeli daha güçlü olan konumda. Bu tarihin avantajlı yönü olarak bunu değerlendirebiliriz. Günümüzde en çok demokrasi potansiyeline sahip olan toplumlardan birisi Kürt toplumudur. Bu anlamda iyi değerlendirilirse önümüzdeki süreç açısından başarılı sonuçlar çıkartılabilecek bir durumu ifade ediyor. Ama diğer yandan olumsuzluğu da var. O da şudur: Askeri düzen ve disipline gelmiyor, askeri örgütlenmeye girmiyor bu insan. Askeri bilim, bilinç, eğitim, disiplin ve örgütlülükten yoksun. Silah kuşanması ordulaşma ve askerileşmeyle birlikte olmuyor. Tam tersine adeta askeri düzen ve disiplin konusunda bir çarpıtmayı, savrulmayı birlikte yaşıyor. Ha bir çoban eline bir sopa almış koyunları güdüyor, ha silah almış; hiç fark etmiyor. Silahlı insanla, sopalı insan arasında çok ayrım gözetilmiyor. İster kılıç olsun, ister tüfek, isterse günümüzdeki diğer modern silahların hepsi olsun,  sanki eline sopa almış gibi değerlendiriyor. Silahlı insanla, silahsız insan belli olmuyor. Silahlı olmanın özellikleri nedir, ne değildir,  silah kuşanmanın, silahlı donanıma sahip olmanın kişide ne tür özellikler istediğini, ona ne tür bir yaşam gerektirdiğini çok bilmiyor. Dolayısıyla askerlik bir yaşam haline gelmiyor. Askeri yaşama girildiğinde gerekli düzen, disiplin, örgütlülük içinde olunmuyor. Bu konuda gerçekten de bir başıboşluk,  kendine görelik var; keyfiyet çok ileri düzeyde. İster silahlı olmuş, ister silahlı olmamış çok fark etmiyor. Dolayısıyla da silahlı olup da silahlı olmanın gereği gibi yaşamaz ve çalışmazsa hem askerileşemez,  başarı kazanamaz hem de saldırılar karşısında kendini savunma gücünü yeterince bulamaz. Silahsız olsa ayrı bir durum olur. Ama hem silahlı olacaksın, hem de askerileşmeyecek, askeri yaşamın gereklerine kendini uydurmayacak, düzen ve disipline tam girmeyecek, askeri örgütlenmeyi kabul etmeyeceksin. Peki, o zaman gücünü nerden alacaksın?  Askerliğin gücü disiplininden ve örgütlülüğünden geliyor. Taktiği, disiplin ve örgüte dayanarak askerler yapabiliyorlar. Sen bundan yoksun olur, ama bir yandan da elinde silahın olur karşı tarafa, karşıtlarına silahlı olduğunu gösterip tehdit edersen o zaman saldırırlar sana. Saldırıyı o biçimde üzerine çekmiş olursun. Diğer yandan da savunma yapacak bir gücün olmadığı için yani onu gerçekleştirecek, taktik üstünlük sağlatacak disiplin ve örgütlülüğe sahip olmadığın için o zaman ezilirsin,  darbe yersin. Saldırılar karşısında kendini başarılı, etkili savunan konumda olamazsın. İşte bu askerileşmeyi, komutanlaşmayı zayıflatıyor. Askerileşme sorunlarımızın önemli bir dayanağı kesinlikle budur. Yoksa başka türlü ele almak, yalnız başına yeterli olmaz. Demek ki, tarihi olarak toplumun şekillenmesinden kaynaklanan zayıflıklar, çarpıklıklar var. Sorunların önemli bir kaynağı kesinlikle budur. Ve oldukça da etkili oluyor. Geçen tarihsel dönemin gerilla pratiğine bakalım; ARGK pratiğini gözden geçirelim. Böyle bir tarihsel,  toplumsal gerçekliğin gerillalaşma üzerindeki etkisi çok fazla oldu. Oldukça olumsuz oldu. Modern gerillacılığa bazı adımlar atabildik, ama gerilla ilkeleri ve ölçüleriyle de büyük oranda oynandı. Önderliğimizin bu konuda çok kapsamlı çözümlemeleri, değerlendirmeleri var. O duruşları büyük ölçüde askerlikle, gerillacılıkla, silahla oynama olarak ifade etti. Bunun sonuçları da çok kayıp verme, başarılı bir savaş yürütememe olarak ortaya çıktı. Birçok çarpışmada kahramanlıklar ileri düzeyde gösterilmiş olsa ve başarı çok olsa da genelde büyük savaş verip askeri zafer kazanmada bir daralma, sınırlı olma, bunu stratejik düzeyde sağlayamamanın altında kesinlikle bu duruş yattı. Yine gerilla yaşamının ölçüleriyle, gerilla kurallarıyla oynama, özellikle komuta düzeyinde çok daha fazla keyfi, bireyci, kendine göre durumları geliştirmenin altında bu tarihsel olarak şekillenmiş insan özelliklerinin yattığını Önder APO çok net ortaya çıkardı ve önümüze koydu. Bunun anlaşılması ve bu temelde kendimizi eğitmemiz gerektiğini gösterdi. Şimdi bir kere böyle bir durum var. Bu anlamda demek ki, şekillenen insan yapısının, özelliklerinin modern gerilla bilimi ile askerileşme karşısında eleştirisinin, değerlendirmesinin, çözümlenmesinin yapılması gerekiyor. Askerileşme önünde engel oluşturuyor. Gerillalaşmanın özelliklerini, ölçülerini muğlaklaştırıyor, saptırıyor. Onun disiplinini, düzenini, örgütlülüğünü zayıflatıyor. Dolayısıyla aktif gücünü, tedbirini azaltıyor, duyarlılığını zayıflatıyor; hareket, vuruş, yaşam, üslenme tarzında hataların yetersizliklerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bir kere bu durumu da askerileşme de görüp geçmiş tarihin ortaya çıkardığı zayıflıkları giderici bir eğitimi yapmamız lazım. Tarihte oluşan insan özelliklerini, askerileşme karşısında ters düşen ölçü ve özelliklerini ortaya çıkartarak onları eleştiri ve özeleştiri ile aşmak, bir eğitimi sağlamak gerekiyor.

Güncel açıdan da askerileşmemiz önünde engel oluşturan eğilimler var. Nedir bunlar? Günümüzdeki sistemin temel özelliklerinin bize yansımasıdır. Nedir bu sistem? Altı bin yıllık hiyerarşik- devletçi sistemin günümüzde kapitalist devletçi toplum olarak bir dünya egemenliği haline gelmesi, bunun küresel sermaye hakimiyetine dönüşme çabasıdır. Neye dayanıyor bu? Bir; sermayeye dayanıyor. İki; askerliğe dayanıyor. Belki de sermayeden önce  askerliğe dayanıyor. Unutmayalım ki, her ne kadar ideolojik gelişmeler olsa da yine sermaye çok büyük bir güç haline gelse de günümüz dünyası ordular tarafından parsellenmiş bir dünyadır. Devletler hakim konumdalar. Devleti var eden de ordudur. Devlet deyince Türkiye başta olmak üzere her yerde ordu akla geliyor. Ordular üzerinde şekillenmiş bir devlet gerçeği var. Demokratik devlet denenler orduyu biraz geri itiyor, sermayenin gücünü de onunla yan yana getiriyor. Tabi demokratik olamayan, despotik devlet yapılarında ise sermaye zayıf konumda, dolayısıyla tüm hakimiyeti ordular sağlıyorlar. Bu bakımdan böyle bir askeri, ordu duruşunun dünya hakimiyeti bir gerçek ve bunun bizim üzerimizde de etkisi var. Askerlik deyince, askerileşme deyince onu görüyoruz. Çevremizde, Kürdistan üzerinde egemen olan orduların özellikleri var. Türk, İran, Suriye,  Irak ordusudur, bunları görüyoruz. Şimdi KDP ve YNK de kendilerine göre bunları esas alıp bu temelde ordulaşmaya çalışıyor.   Bir yandan tarihten gelen isyancı, peşmergeci özellikler bizi etkilerken diğer yandan bu düzenli ordu sistemlerinin de bizi etkileme durumları çok fazladır. Dar, salt baskı ve sömürüyü esas alan, ayrı bir kastlaşmayı ifade eden ordu ve komuta düzeni bizi çok etkiliyor. Tarihsel olarak bu konuda Kürt insanın, Kürt toplumunun yaşadığı zayıflık, yeni, doğru askerileşme ve komutanlaşma ölçülerini geliştirememiş olması, bu alana adım atmaya yöneldiğinde her hangi bir tecrübesinin yeterince olmaması nedeniyle çevresinde var olanların özelliklerini, ölçülerini alma, onlara benzemeyi isteme, bir yerde onları taklit eden bir konumda olma çok fazla ortaya çıkıyor. Bu anlaşılır bir durumdur da. Bu bakımdan askerileşmemiz üzerinde mevcut ordu yapılarının, sınıflı-cinsiyetçi toplum sistemini ayakta tutan, devletleri var eden orduların özellikleri, ölçüleri, askeri yaşam çizgileri yine komuta ölçüleri bizi çok fazla etkiliyor. Belki onlara karşı savaşıyoruz, düşüncede reddediyoruz, pratikte savaş konumundayız, ama reddederken, karşı çıkarken ve savaşırken de onlardan etkileniyoruz. Yine de onlara karşı askeri düzende savaşmak zorundayız. Dolayısıyla da askerlik ve komutanlık sözkonusu oldu mu, bakıyoruz çevremize onların ölçülerini, özelliklerini görüyoruz. Kitapları alıyor onları okuyoruz; dolayısıyla etkileniyoruz. Çok fazla bizi etkiliyorlar. Belki görülmüyor, ama gerçekte çok etkiliyor. Dolayısıyla da jandarma tarzı askerlik, komutanlık zaman zaman çok fazla içimizde çıkıyor; gerilla yaşamına etkide bulunuyor. Doğru askerileşme ve komutanlaşmayı çarpıtan önemli bir yan da burasıdır.  Demek ki buradan kaynaklanan sorunlar da var. Çözümlenmesi gerekiyor. Bu anlayış askerliği ve komutanlığı ayrı bir kast gibi tutuyor; bir sınıf eğilimi gibi ortaya çıkarıyor; baskı ve sömürü duruşu gibi sergiliyor. Gerilladan, halktan kopan; gerilla ve halk üzerinde bir yerde kendini gören,  kendini özerkleştiren, ayrıcalıklı gören, sadece emreden, hep başkalarının yapmasını isteyen eğilimlerin altında bu düzenli ordu çizgisinin etkileri yatıyor. Kesinlikle o etkilerin gerillaya taşınmasını ifade ediyor bütün bunlar. Kendiliğinden ortaya çıkmıyorlar. O etkiler gerillada bu tür özellikler biçiminde çıkıyor ki, o da askerileşme ve komutanlaşmayı olumsuz etkiliyor. Demek ki, bir de askerileşme sorunlarımızın buradan kaynaklanan yönleri var.  Yani bir yandan tarihsel gelişmeden kaynaklanan geleneksel Kürt toplumunun askerileşemeyen, ordulaşamayan, isyancı, peşmergeci düzeyde kalan yapısının askerileşme ve komutanlaşma üzerindeki olumsuz etkileri var. Diğer yandan ise, Kürdistan üzerinde egemen ordu sistemlerinin yani günümüzdeki düzenli ordu sistemlerinin bilinç, bilim, yaşam, komutanlaşma olarak bizim askerileşmemiz ve komutanlaşmamız üzerinde olumsuz etkileri var. Önderlik çizgisinde, gerilla çizgisinde bir askerileşme ve komutanlaşmayı sağlayabilmek için bu iki yönden gelen olumsuzluklara karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Bu iki alandan kaynaklanan sorunları açığa çıkartmamız, ortaya doğru koymamız, onları aşma yöntemlerini bulmamız ve onları aştırtacak bir mücadeleyi içimizde etkili bir biçimde yürütmemiz lazım.  Doğru askerileşme önündeki engelleri bulup aşmamız, sorunları çözmemiz lazım. Madem gerilla düzeyinde bir askerileşmeyi öngörüyoruz o zaman bunu kendi çizgimize uygun bir biçimde yapmalıyız. Geleneksel Kürt isyancılığı, başıboş orduculuğu ve savaşçılığı ile bu iş yürümez. Düzen, disiplin, örgüt gerekiyor. Yine düzenli ordu sisteminin baskı, sömürü içeren; kastlaştıran, ayrımcılık yaratan, özerkleşmeyi ifade eden askerlik ve komutanlık anlayışı ile de bu yürümez. Her ikisi de doğru gerillalaşma, gerilla savaşçılığının ve komutanlığının gelişimi önünde engel oluşturuyor. Doğru askerileşme ve komutanlaşamamanın sorunlarını yaratıyor. Bunları çözmemiz lazım. Gerçekçi bir biçimde bu durumu nedenleriyle birlikte derinliğine kavrayıp, çözümleyip, sonuçlarının ne kadar zararlı olduğunu görerek giderici bir çabayı, mücadeleyi yürütmemiz gerekiyor. Ancak böyle olursa bizde yeterli bir askerileşme durumu ortaya çıkar. Bir yandan etkili partileşme diğer yandan doğru, sağlam çizgide gelişen bir askerileşme HPG’de doğru ve güçlü bir komutanlaşmayı ortaya çıkartacaktır. Eğer partileşme sorunlarını doğru ortaya koyar, çözümler, eleştiri-özeleştiri ile aşar, partileşme yönünde bir ilerleme, gelişme sağlarsak; yine diğer yandan askerileşme sorunlarını iyi kavrar, çözümler üzerimizdeki etkilerini eleştiri-özeleştiri ile ortaya çıkartıp aşar, yeterli bir askerileşme çizgisine girersek, bütün bunlar eşittir doğru bir gerilla komutanlaşmasının başarıyla gelişmesi ve gerçekleşmesi olur. Şimdi hedef böyle bir gerillalaşmayı ve komutanlaşmayı yaratmaktır. Sadece komutanlaşmak olarak da ele almamak lazım. Gerillalaşmak olarak ele almalıyız. Gerilla savaşçılığı ile komutanlığı arasında çok ayrım olmamalı. Bu çizgi gereği böyledir. Kesinlikle başarıyı da ancak bu getirebilir. Bu bakımdan öncelikle iyi bir gerilla savaşçılığını, partileşme ve yeterli, doğru askerileşme temelinde sağlamalıyız. Onun en iyi uygulanması, en yetkin temsilciliği de gerilla komutanlaşma oluyor. Gerilla komutanlaşması, partileşmede, askerileşmede en ileri düzeyi tutturmadır. En çok partileşen, felsefi, ideolojik, siyasi olarak parti ölçülerini en iyi anlayan, örgüt ve yönetim bilinci kazanan yine askerileşmede en ileri ölçü ve özellikler tutturan, askeri düzen-disiplini en çok kendi kişiliğine yediren elbette ki komutanlaşır; gerilla komutanı haline gelir. Gerillada komutanlaşma bununla gelişir. Başka türlü bir komutanlaşma imkanı yoktur. Komutanlaşmak yetki elde etmek değildir, rütbe kazanmak değildir.  Biz yetki ve rütbe dağıtmıyoruz. Bir kere rütbe sistemimiz yok. Şu komutan, bu komutan şuraya çıkmış, inmez aşağıya diye bir şey yok. Gerilla savaşçılığı var; her kes savaşçıdır. Olduğu yerde kendisine düşen görev ve sorumluluk neyse onun gereklerini başarıyla yerine getirir. Gerillada doğru duruş budur. Diğeri ise bir işbölümü durumudur. Birçok iş ve görev var ve yapılması gerekiyor.  Biz de bir toplumuz, o zaman işbölümü yapacağız. Kimimiz bu işten sorumlu olacak, kimimiz şu işten sorumlu olacak. Komutanlık ayrışması böyle ortaya çıkıyor. Tabi daha çok görev ve sorumluluk üstlenmeyi gerektiriyor. Daha çok duyarlılık, disiplin istiyor. Daha fazla çalışmayı gerekli kılıyor. Yani biz de işlerin bu biçimde daha düzenli yürütülmesini de sağlıyor. Komutanlaşmayı böyle ele almamız bizce doğru bir yaklaşımdır.  Eğer bir rütbe gibi ayrım olacaksa, bu ancak iş bölümünden doğan bir ayrım olarak ele alınabilir. Böyle yaklaşıp düzeltme sağlanabilir. Diğer türlü olmaz. Yetkicilik ise hiç olmaz. Yetkici komutanı, yetki komutanlığını reddetmek lazım. Komutanlık bir yetki ele geçirmek, bir imkan elde etmek, onu kendi kişisel yaşamı için kullanmak kesinlikle değildir. Ancak daha çok çalışma ve koordine etmeyi ifade eder. Kendisi de çalışır, hatta kendi işini yaptıktan öte başkalarının işine de yardımcı olur. Genelde, olduğu yerde birlik içinde çalışmaları koordine eder. Eğer bir yetkiden söz edilecekse yetkinin yüklediği görev ve sorumluluk budur. Yetkiden ziyade bir iş üstlenme, sorumluluk üstlenme durumu var. Komutanlaşmayı doğru olarak bir kere ele almamız, değerlendirmemiz gerekli. Komutanlaşmaya doğru yaklaşım önemlidir. Komutanlığın da kendine göre vasıfları var. Partileşme ve askerileşme temel ölçüleri içerisinde gerçekleşen gerilla savaşçılığı içinde en duyarlı, en tecrübeli, en çok bilgili olan; en iyi tarza, üsluba, en yetkin tempoya sahip olan; kendi işini yaptıktan öte başkalarının işini yapmaya da yardımcı olabilen; işleri koordine etme, yönlendirme gücüne, yeteneğine, sahip olanlara da daha fazla bir görev olarak komutanlık görevleri verilir. Komutanlaşma esas olarak böyle ortaya çıkıyor. Demek ki komutanlığın kendine göre özellikleri, sağlam bir felsefesi var. Bir yaşam bakışı olmalıdır. Önderlik bakışını özümsemelidir. Yine sağlam bir yaşam duruşu olmalı. Önderliğin ideolojik ilkelerini özümsemeli, politikayı anlayabilmeli, politik çözümleme yapabilmeli, politika yapma tarzı olmalı, örgütçü olmalı, insanları bir araya getirme, örgütleme, düzenleme, sevk ve idare yetilerine sahip olmalı. Yani yönetim özelliklerine haiz olmalı. Diğer yandan askeri bilinci olmalı,  gerilla teorisini bilmeli, modern gerillayı anlamalı. Yine günümüzde gerillanın temel özelikleri ile birlikte özelikle yeni paradigma doğrultusunda meşru savunma çizgisini bilmeli, bunun strateji ve taktiklerini kavramalı. Bu temelde halkın öz savunma örgütlülüğünün ne olduğunu, bunun içinde gerillanın, HPG’nin yerinin, rolünün ne olduğunu bilmeli. Bütün bunları pratikte gerçekleştirme iradesine, iddiasına, isteğine, azmine, gücüne, cesaretine, fedakarlığına sahip olmalı. Bu çerçevede demek ki, askeri bilinç, gerilla bilinci gereklidir. Gerillanın savaş düzenini, taktiklerini iyi bilmesi lazım. Sadece ezbere bilen değil, pratikte yapabilen, bu konuda yetilerini, sezgilerini geliştirmiş olan olması lazım. Yine taktik ustası olarak ortaya çıkmalı. Bu anlamda da önemli bir tecrübesi olmalıdır. Tecrübesizlik askerileşmeyi, komutanlaşmayı tam sağlamaz. Güçlü, yetkin bir tecrübe işidir aynı zamanda. Yine tekniğe hakimiyeti de olmalıdır. Taktik geliştirebilmek, savaşçıyı eğitebilmek için teknik bilgisi yetkin olmalı. Silah hakimiyetinden tutalım, diğer bütün savaş araç- gereçleri hakkında bilgisi, kullanımı olmalı. Bu bakımdan gerilla komutanlığı savaşçı eğiten, örgütleyen, sevk ve idare eden bir merci olmak durumundadır. Eğitimi hem felsefi, ideolojik, politik, örgütsel alanda yapacak, hem de askeri alanda, teknik ve taktik alanında yapacak formasyona, güce sahip olmalı. Demek ki komutanlık bir formasyon işidir, rütbe işi değildir. Yetki ele geçirme işi değildir. Bir çok özelliği geliştirme, bir formasyon tutturma bu temelde de cesur, fedakar, hiçbir hesap gütmeden büyük bir aşkla, sorumluluk duygusuyla çalışma işidir. Kesinlikle komutanlığa böyle yaklaşacağız.

Bunun diğer özellikleri de var. Güçlü vuruş tarzına, hızlı karar verme özelliğine, emir verebilme, başkalarını sevk ve idare edebilme gücüne sahip olmalı. Çok kararlı, net, amaca çok bağlı olmalı. Bunlar partileşmenin özellikleriydi. Bunlara sahip olmalı. Bireysel her hangi arayış içinde olmamalı, hesapçı olmamalı, yaşam düşkünü olmamalı. Çok mütevazi, olgun, insanlarla ilişkileri iyi, başkalarını kendinden önce görüp düşünebilen, insanı anlayabilen; sözü, davranışı, çalışmasıyla başkalarını eğitebilen bir karaktere sahip olmalı. Kısaca öncülük düzeyinde örnek bir kişilik olmalıdır. Yetki ile başkalarını bir yere sevk eden değil de, öncülükte yarattığı örnek kişilikle insanlar üzerinde olumlu etki bırakarak onları eğitip, sevk ve idare etme gücünü kazanmalı. Yetkiye dayanarak çalışan değil, tümüyle formasyonuna dayanan, değerlendirme, kararda ve taktikte başarma gücüne, doğruyu temsil etme gücüne dayanarak bir komutanlık işlevini yerine getiren bir pozisyonda olmalıdır. Doğru, etkileyici komutanlık böyle olur. Savaşçıları üzerinde etki bırakan, onları başarıyla savaştıran, tereddütsüz, cesaretle hedeflerin üzerine gitmelerini sağlayan böyle bir komutanlık duruşudur. Bu bakımdan komutanlaşmanın temel özellikleri üzerinde eğitimimizi yürüteceğiz. Bununla çelişen yanları aşacağız. Bunlar teorik olgulardır; bazı ilkelerdir belirlenir, ama pratikte ayrı olur demeyeceğiz. Yazılanlar, komutanın vasıfları diye belirlenenler ayrıdır, ama pratikte yapılanlar ise ayrı olur demek komutanlığa en büyük hakareti yapmaktır. Diğer yandan bunlar bir komuta, askerileşme özellikleri, ama burası Kürdistan’dır, biz Kürt’üz, Kürt toplumuyuz,  bizde bunlar işlemez, zaten tarihte de işlememiş, günümüzde de benzeri yok, o zaman bizde olmaz, biz deki bize göre olur demek olmaz. Baştan beri gerillaya böyle sakat bir yaklaşım oldu. 1983’ten beri böyle diyenler çok oldu. Onlar şimdi haindirler. Pratik süreç boyunca çetecilik yaptılar. Hareketin, savaşçıların sırtından geçindiler. Şimdi çeşitli düşman güçlerine uşaklık, işbirlikçilik yapıyorlar. Böylelerinin bir şey geliştirdiği olmuyor. Bir çarpıtma oluyor. Baştan beri böyle bir çarpıtma gerillaya dayatılmıştır. Şimdi düzeltiyoruz. Kürdistan dünyanın dışında değildir. Kürdistan’da kendine göre olur, bilim, felsefe, askeri bilim, siyaset bilimi işlemez, Kürt kendine göre olur, dünyanın dışındadır demek olmaz. Bunu iddia edenler sömürgecilerdir, egemen devletlerdir, inkar ve imha sisteminin sahipleridir, emperyalistlerdir. Böyle düşünmek, böyle davranmak, Kürt halkına dayatılmış köleleştirme, inkâr ve imha etme sistemini kabul etmek demektir. Bu olmaz. Bunu kabul ettikten sonra sisteme karşı nasıl mücadele edeceğiz. Sistemi ruhumuzda, bilincimizde, duygumuzda, kişisel yaşamımızda, özelliklerimizde, temsil ettikten sonra o sisteme karşı nasıl başarıyla savaşabilir, nasıl o sistemi aşabilir, yıkabiliriz. Mümkün değil. Eğer savaşta başarı kazanmak, askeri eylemlerimizin güçlü olmasını istiyorsak önce yaşamda kazanacağız. Bilinçte, anlayışta kazanacağız. Önce kendi bilincimizde düşman gördüğümüz, karşıt gördüğümüz, geri ve gericidir dediğimiz, inkarcı- imhacı, despotik dediğimiz sistemin özelliklerini aşacağız. Kendi içimizde onu yeneceğiz. O bakımdan kişinin eğitimi, komuta eğitimi, gerillacının eğitimi çok önemli.  Gerillacı eğer düzeni aşacak özelliklerle kendini eğitmez, ruhta, duyguda, bilinçte davranışta sistemi aşamazsa; geriliği- gericiliği kendinde yıkamaz, kendinde yeni özellikler yaratamaz, yeni daha ileri özelliklerle kendini donatamazsa o düzeni nasıl yıkacak? O düzenin siyasi, askeri güçlerine karşı nasıl başarıyla mücadele edecek? Nasıl onları darbeleyecek, yenilgisini yaratacak? Bu mümkün değil. Düzeni temsil eden kişilikler düzeni yıkamazlar. Ancak düzeni kendi içlerinde yıkmış, aşmış, kendinde zafer kazanmış, düzeni yenilgiye uğratmış kişilikler siyasette de, askerlikte de mevcut egemen, gerici düzeni yıkabilirler. Sözleri onları aşar. Davranışları onlardan ileri olur, eylemleri başarı getirir. Bu bakımdan gerillacının ve komutanın eğitimi başarı açısından çok önemlidir. Belirleyici husus oluyor. Bir defa böyle ele alacağız. Bunun Kürdistan’da da en ileri düzeyde gerçekleştireceğine inanacağız. Kendimizde gerçekleştirme iddiasına sonsuz derecede sahip olacağız. Böyle bir inanç ve iddia temelinde de kendimizi güçlü bir gerilla savaşçısı ve komutanı haline getirmek için Önderlik tarzı, temposu, üslubuyla çalışacağız, mücadele edeceğiz. Tutku düzeyinde işimize sarılacağız. Ancak böyle gelişme sağlayabilir, askerileşebilir, komutanlaşabilir ve geçmişin o geri özelliklerini, partileşemeyen yanlarımızı aşabiliriz. Güçlü bir partileşme, dolayısıyla gerillalaşma ve komutanlaşmayı ortaya çıkartabiliriz. Bunun başka yolu yoktur. Bütün alanların, bütün komutanlıkların böyle yaklaşması, gerilla eğitimini, askerileşmeyi ve komutanlaşmayı böyle ele alması hayati önem taşıyor. Mevcut duruşun bu temelde köklü bir eleştirisinin, sorgulamasının yapılması, derin bir özeleştiri ile yenilenmenin sağlanması hayati önemdedir. Herkes bunu yapabilmelidir. Her alan bu konuda büyük bir cesaretle geriliklerin, gericiliğin, partileşme ve askerileşme dışı anlayış ve özelliklerin üzerine gidebilmeli. Öyle ki, her arkadaş büyük gelişmeyi kendinde yaratırken, aynı zamanda çevresine de güç destek vermeli. Her alandaki komutan ve gerilla gelişimimiz bu esaslar temelinde gerçekleşebilmelidir.

Mevcut durumda bu konularda eksiklikler fazlasıyla var. Hem partileşememekten – onu geçen hafta değerlendirdik- hem de doğru askerileşememekten kaynaklanan hususlar var. Bu durumlar komutanlaşmayı engelliyor, zayıflatıyor. Tam tersine gerilla yaşamına ve komuta ölçülerine geri özellikler koyuyor. Geriye çekiyor, başarıyı engelliyor, bunları görmemiz, bilmemiz lazım. Bu durumu bilerek, görerek bizi geriye çeken, başarıdan alıkoyan özelliklere karşı cesaretle mücadele edip onları aşmamız lazım. Biz gerici olmak istemeyiz ki. Yine bu mücadeleye girmişiz, elbette başarı kazanmak içindir. Başarısızlığı kabul edemeyiz. O zaman başarı kazanmak, ileri olmak için de tabi doğru askerileşmek, doğru partileşmek dolayısıyla da doğru komutanlaşmak gerekiyor. Komutanlaşmamız önündeki engelleri açığa çıkartıp aşabilmemiz lazım. Bu konuda birçok eleştiriyi arkadaşlarımızın kendileri yapsalar daha iyidir. Zayıflıklar çok; mevcut durumda iddia ve irade zayıflığından bile söz edilebilir. Daha çok geliştirilmesi gerekir. Öyle ki, zafere olan inanç, zafer kazanma iddiası sonsuz olmalı. Bu kuru bir şeye de dayanmamalıdır. Hiç yoktan bu kadar gelişme yaratıldığına göre zafer kazanmak iddiasına sahip olmak temelsiz değildir. Şimdiye kadar mücadeleyle sağlanmış gelişmeler, başarılmış olan hususlar iddialı bir çabayla daha ne kadar büyük şeyler kazanılacağının en açık göstergesi, kanıtıdırlar. Bu bakımdan başarıya, gelişme sağlamaya dair inancımız tam olmalı. Bunu sadece kuru bir iddia, fanatik bir tutumla, katılımla yapmamalıyız. Anlayarak, öğrenerek yapmalıyız. Bu bakımdan da Önderlik çizgisini özümseme gerçeğimiz tam olmalıdır. Anlamak ve özümsemek için Önderlik çizgisini derinliğine incelemeliyiz. Gerçekten hem felsefi, ideolojik, örgütsel, politik hattını hem de askeri çizgiyi, meşru savunma çizgisini derinliğine özümseyebilmeliyiz. Zayıflıklar var bu konuda. Mesela özümsemede zayıflıklar var. Bunlar özümsenmeden, bilinmeden, böyle bir bilinç yoğunlaşılmasına ulaşılmadan da komutanlaşılacağını sanan anlayışlar var. Yanlıştır.

Diğer yandan geçmişten kalan, hatalı eğilimlerin bazıları sürüyor. Hepsine değil ama bazılarına değinelim. Komutanlığı hala bir yetki gibi ele alan; iş, görev, sorumluluk olarak değil de imkan ele geçirilmiş gibi sanan, o düzenli ordu askerliğine ya da peşmerge komutanlığına benzeyen duruşlar var. Alıyor işi başkalarına emir vermeye kalkıyor. Halbuki,işleri görevleri yapmak için komutan oluyor. Komuta iş,  görev yapmakla sorumludur;  yoksa başkalarına emretmekle değil. Ondan sonrada işler yapılmayınca, başarı olmayınca da sağ, sol eleştiriliyor. Şu savaşçı böyledir, şu birlik böyle yapmış, şuradan şu imkan gelmemiş, ana karargah bize bilmem ne vermemiş gibi temelsiz gerekçelerle kendi durumunu savunma oluyor. Yanlıştır, bir komutan böyle davranamaz. Bir komutan başarısızlığın, zayıflığın nedenini başka yerde arayamaz. Eğer öyle ararsa o zaman başarının nedenini kendisine değil, başkalarına bağlaması lazım. Oysa komutan başarının nedeni olarak kendisini görür, başarıyı kendine bağlar, kendi eseri olarak görür. Dolayısıyla başaramazsa da bütün sorumluluğu üstlenir. Kendi hatalarını, eksikliklerini görmeye çalışır. Bunlardan kaynaklandığını bilir. Dolayısıyla onlar üzerinde durur, mücadele eder, eleştiri-özeleştiri yapar. İyi savaşçı, iyi bir komutan en iyisini yapmak ister. Mutlaka başarmak ister. Bu işin doğasında var. Dolayısıyla ona göre yaptıkları en doğru, en yeterlidir. Sonuçta da bundan daha doğru olmaz, bu koşullarda yaptığımdan daha başarılısı olmaz biçiminde düşünür. Bu da doğaldır. Çünkü kendine göre başka şey bilebilseydi, yapardı. Demek ki bilgisi o kadardır, onu yapmış. Bu noktada çok kendini esas alan, merkeziyetçi bir duruş içinde olur. Ona göre kendisi yapılması gerekeni yapmıştır. Bu koşullarda ancak bu olabilir, dolayısıyla başarılıdır, doğruyu yapmıştır. Bu duruş yanlıştır. Böyle doğru olmuyor yoldaşlar. Bu durumu iyi bilelim. Kendimize göre en doğrusunu, en başarılısını yapmış olabiliriz, ama gerçekten de hareketin geneline, çizgi gerçeklerine göre böyle midir? Durup buna bakmamız lazım. Yoksa dönüp ben en iyisini yaptım, doğrusu budur, dolayısıyla hiç eleştiri, özeleştiri olmaz, başarılıyım, yaptığım kabul edilmeli, denmemeli. Oysa böyle duruşlar çok fazla var. Dedim ya, savaşın doğasından kaynaklanıyor. Ama savaşın doğası buna zorluyor diye bu tutum doğru bir tutum değildir. Bu bireyci, kendini merkez yapan, esas alan bir tutuma götürüyor. Oysa öyle olmamak gerekiyor. En başarılısını, en iyisini yapmaya çalışmak ama sonunda da yapılanın çizgi gereklerine, hareketin bütününe uygun olup olmadığını değerlendirmek lazım. Bunun için eleştiriye, özeleştiriye açık olmak, duyarlı bir yaklaşım içinde olmak, kendini eleştiri ve özeleştiriye kapatmamak gerekiyor. Oysa böyle bir merkezi duruş tabi yapılanların hatalarına, yetersizliklerine yönelik eleştiriyle karşılaşınca kendini kapatıyor, tepki duyuyor, reddediyor, küsüyor, alınıyor, bir sürü tutum içine giriliyor. Bu yanlıştır. Bu tepkici, kendini merkez alan, bireyci, eleştiri-özeleştiriye kapatan yaklaşımları aşmamız lazım. Bunlar kesinlikle bir başarı, bir gelişme sağlatmaz insana. Sadece kendi değerlendirmemiz doğru dememeliyiz. Kendimiz de değerlendirmeliyiz, ama bir de örgüt nasıl değerlendiriyor, çizgi gerekleri nedir, toplantılarda nasıl değerlendirmeler olmuş bunlara da bakmalıyız. Bu alanlardan eleştiriler gelmişse, hatalı, eksik yönler ortaya konmuşsa bunları anlayışla karşılamalıyız. Anlamak özümsemek için çaba harcamalıyız. Yoksa doğru değildir, reddediyoruz deyip, tepki göstermek, sadece benimki doğrudur demek hiçbir şey kazandırmaz; komutanlaşmayı gerillalaşmayı geliştirmez. Örgüt sorunlarımızı çözüme götürmez, komuta sorunlarımızı kesinlikle çözmez; daha fazla sorun yaratır.

Diğer yandan bireyci, özerk duruş fazlasıyla var. Şu husus üzerinde çok duracağız: Bir; Agit komuta çizgisi var. Beritanlarla, zilanlarla gelişen, daha öncesinden Kemal Pir’lerle ortaya çıkan bir çizgi. Önder APO bunu çok çözümledi, değerlendirdi. Oldukça mütevazi, oldukça inançlı, iradeli, iddialı, oldukça katılımcı, eğiticidir bu.  Öyle yetki üstlenmiyor.  İş üstleniyor ve bizzat kendisi yapıyor, her işin başında oluyor. Birliği ile iç içe oluyor. Öbürü savaşçı ben komutanım demiyor, birliğin bir savaşçısıdır. Komutanlık ona sadece işleri koordine etmesi için verilmiş bir ek iş gibidir. Hem savaşçıdır, hem koordine. Böyle anlıyor ve böyle yürütüyor. Şimdi Agit komutan çizgisi bu çizgidir. Bu çizgi şimdi de geçerliliğini koruyor. Çok daha fazla koruyor. İyi özümseyip bunun gereklerine göre komuta ölçülerimizi geliştirmemiz gerekiyor. Yoksa yetki alan, komutanlığı imkan ve yetki olarak gören, kendini özerkleştiren, işten kopartan, çalışmayan sadece emreden, birliğin içine girmeyen, ayrı yaşayan, ayrı duran, sonuçta da kendisini ayrı tutan; başarı olursa kendine sahiplenen, “benim komutan, ben kazandım,” diyen, başarısızlık olursa da başkalarını, birliği sorumlu tutan anlayış doğru değildir. Komutanlığa hakaret ediyor bu anlayış.  Doğru ve yeterli askerileşmeyen, partileşmeyen bir ölçüyü ifade ediyor. Bundan kesinlikle uzak duracağız. Mevcut durumda çok fazla böyle bir komuta şekillenmesi var. İşin başında değil, işi üslenmiyor, sadece emrediyor, söylüyor, “ben söyledim öbürü yapmadı.” diyor. Sanki işi söylemekmiş gibi. Halbuki, her düzeydeki komutanın görevi yapmaktır. Yoksa söylemek değil. Söyleyen komuta tarzı Agit tarzı değildir. Diğer yandan birlik ile iç içe olmak, özerkleşmemek, bireycileşmemek çok önemli. Buna yönelik çok rahatsızlık var, tabanda eleştiriler var. Oysa biz demokratik-sosyalizmi esas almış bir hareketiz. Gerilla komutanlığı en çok sosyalist kişilik olmak durumundadır. Gerilla yaşamı bir sosyalist yaşamdır. Eşitlik, ortaklık, beraberlik var orda.  Ayrıcalık kesinlikle yoktur. Kim ayrıcalık koyuyorsa o HPG dışıdır; çizgi dışı demektir.  Kesinlikle böyle bilelim. İş bölümü, çalışmanın gereği olanlara biz bir şey demiyoruz, fakat bir yaşama dönüşürse, yaşamda özerk, duruşta özerk, çalışmada özerk, görevi başkasına yükleyen ama komuta yetkisini de elinde tutan bir yaklaşımı da kabul edemeyiz. Bunun da yanlış olduğunun bilinmesi lazım. Kesinlikle bu konuda da bir düzeltmeye ihtiyaç var. Agit çizgisinin özümsenmesi gerekiyor. Dolayısıyla geçmişten kalan hatalı eğilimlerin içine bir kere daha düşülmemeli. Aşılmalı o. Askerileşmeyen, komutanlaşmayan, askerliği, komutanlığı kendi kişiliğine yedirmeyenler zaten bu işin başında olmamalılar. O duruş bozar. Geçmişte de bozdu, şimdi de bozar. Görevinin gereğini yerine getirmez. Öyle olmamak gerekir. Öyle olmayacağım diye de işin gereklerine göre kendini vermeden, ucuz bir komutanlık anlayışı ile savaşçıların, imkanların başına geçen, har vurup harman savuran, istediği gibi keyfi kullanan tutum içinde de olamaz. Komutanlık bireycilik, keyfiyet, özerkleşme değildir. Komutanlık birliğin iradesini, gücünü ortaya çıkaran imkanlarını çizgi ve savaş temelinde en yetkin kullanan, bunu organize eden, yürüten kişiliktir. Bu bakımdan o özerk, kendini esas alan, keyfi yaşamı ortadan kaldırır. Bu anlamda çeteciliği aşacağız. Agit komutanlığı konusunda örnekler verdik.  Bir de Şemdin Sakık komutanlığı var. Ne söylüyordu bir sefer biliyor musunuz? Nasıra akıl veriyordu, “Serseri niye sorumluluğu üstleniyorsun, yetkileri eline al, hiçbir şeyin sorumlusu olma. Her imkan senin elinde olsun, her yere emir ver, ama öyle bir düzenle ki, hiçbir şeyden de kendini sorumlu kılma, sorumluluk başkalarının üzerinde olsun.” Diyordu. Bu da tabi bir çeteci komutanlıktır. Böyle olmaz. Yine bu kaçan hainlerin komutanlığı vardı. Ebubekir’in yetkiyi elinde tutan, görevi hep başkasına bırakan tarzı vardı. Botan çizgisi var tabi. Ne askerlikten, komutanlıktan uzak duran ama ne de onu kendine yediren, onun gereklerine göre kendini ele alıp şekillendiren, çizgiye giren. İmkanları kullanan, başkalarını kendine koruyucu yapan, hareketin imkanlarıyla, savaşçının gücüyle kendini yaşatan komutanlıktır. Bunlar olmaz. Bunlar uyduruktu; bunlar sahte komutanlıktı. Bunları ucuz komutanlık olarak değerlendirdi Önderlik. Bu tür eğilim ve anlayışların tümünü aşmak gerekir komuta çizgimizden. Kesinlikle çeteciliğin, liberalizmin, yiyiciliğin, kendini imkanlar üzerinde yaşatan, görev ve sorumlulukları işin içine sokturmayan, sahte bir biçimde hep imkanları elde tutan, ama görev üzerinde, çalışma içerisinde olmayan eğilimleri yıkacağız. Bunların APO’cu çizgi ile bir ilişkisi yok. Dolayısıyla HPG’nin komuta tarzıyla, komuta anlayışla her hangi bir ilişkisi olamaz. Şimdi diğer yandan çok fazla zorlayıcı bireyci tutumlardan da uzak durmak gerekiyor.

Bir de şöyle bir durum var. Çok katılımcı olmama durumu var.  Hatanın bir ucu çeteci özellikler biçiminde her şeyi çok fazla ele geçirmeye çalışmak, gaspetmek olurken, diğer bir ucu da çok iradeli, iddialı, çok katılımcı olmayan bir duruş oluyor. Bu da sorunları çözmüyor, birlik yaratmıyor. Dolayısıyla karar, plan ortaya çıkarmıyor. Sonuçta zayıf bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor. İyi tartışamıyor. Bir yönetim, komuta düzeyi böyle oldu mu, iddialı kararlar ortaya çıkaramıyor, dolgun planlamalar yapamıyor. Uygulamaya geldiğinde de zaten kendine göre bireyci duruş öne çıkıyor. Böyle herhangi bir başarısı olamaz. Olmuyor da zaten. Büyük fedai ordusu olarak HPG’nin enerjisini boşa çıkartıyor. Parçalı, kopuk kalıyor; katılımı az oluyor. Hem dolgun, iddialı kararlar alıp, planlar yapan bir düzeyi aksatıyor, hem de uygulamayı parçalı ve dağınık kılıyor. Dolayısıyla sonuçta en azı ortaya çıkıyor. Oysa en fazlasının ortaya çıkması gerekiyor. Önderlik “İddiası büyük olanın çabası da büyük olur.”diyordu. Gerilla her zaman büyük iddianın sahibi oldu. Somut durumu tahlil etmeyi, onun gereklerine göre hareket etmeyi esas aldı ama onunla da yetinmedi. Her zaman bir iddiası oldu. Büyük hedeflerin peşinde koştu. Bu konuda son derece kararlı,net bir duruşu söz konusu oldu. Hazırla yetinen, kolay kazanılan değil de birçoklarının aklının almadığı, yüreğinin yetmediği işleri gören, kararlaştıran; cesaretle, kararlılıkla onları başarmak için çalışan ve savaşan bir güçtür gerilla ve onun komutanlığı. Tabii bir gerilla çizgisi var hareketin. Şimdi büyük bir mirası oluşmuş durumda. Mevcut durumda HPG, bu mirası esas alıyor, günümüze taşıyor. Yeni çizgiyle daha da iyi, yetkin kullanılır hale getiriyor. Böyle bir çizgiyi oluşturdu HPG. Hem YNK saldırıları karşısında gösterdiği direnişle, hem de 1Haziran atılımı temelinde gerillayı günümüze taşıyan, onun kahramanlık çizgisini bugün de temsil eden, yeni paradigma temelinde başarılar kazanacak bir meşru savunma savaşçılığının bütün özelliklerini ortaya çıkaran bir düzeyi yakaladı. Bunu yüzlerce şehitler vererek yakaladı. Yüzlerce böyle fedai militanlık örnekleriyle bunu sağladı. Şimdi bu örnekleri çözümlemeliyiz. Önümüze getirmeliyiz. En başta komuta örnekleri olarak şehit düşen yoldaşlarımızı görmeliyiz. Ş.Erdal’ın komuta çizgisini esas almalıyız. Ş.Erdal çizgisi, Agit çizgisini günümüze taşıyan, bunun iddiasını, iradesini ifade eden bir gerçekliktir. Sadece şehit düştüğü için değil, gerçekten yapıyordu. Yani o çizgide hareket ediyordu. Çok mütevazi, çok katılımcıydı. Her türlü yetkiden uzak, tümüyle kendini işe veren, yüklendiği görevde iş yapmak için tümüyle kendini sorumlu kılan bir çizginin sahibiydi. Bu HPG nin komuta çizgisidir. Bu özellikleri incelemeliyiz. Kendini bir tas çorbaya satmaya koşarken birçokları, o bütün imkanları bıraktı. Görev neredeyse orada çalıştı. Örgüt nereye gönderiyorsa, hangi işe gönderiyorsa oraya gitti. “Diplomat ol” dendiğinde “Ben olamam” demedi. Onu da yapmaya çalıştı. İş üstlendi yani. “Gel Ana karargah komutanı olacaksın. Savaşa hazırlanıyoruz.” dendiğinde koşarak geldi. Ve bütün işi, görev ve sorumluluğu üstlendi. Başarmak için çalıştı tabii. Hata ve eksiklikler varsa onları da eleştiri ve özeleştiriyle aşma gereğine inandı hep. Bu çizgiyi esas alacağız. 1 Haziran atılımı temelinde şehit düşmüş yüzlerce yoldaşımız var. Birçoğu komuta çizgisinde oldu. Dersim, Amed, Botan, Serhat,  Zağros,  Amanos, Erzurum’da oldu. Yine Doğu’da, Güney’de oldu. Yani Kürdistan’ın bütün parçalarına yayılmış durumda. Bu bakımdan HPG’nin komuta olayı bir gerçekliktir. Sadece bir tartışma, söz düzeyi, kağıt üzerinde yazılan bir olgu değil. Yaşamla, pratikle gerçekleşmiş bir olgu. Başarısıyla, direnişiyle, şahadetiyle gerçekleşen bir olgudur. Dolayısıyla bu gerçekleşmeyi esas alacağız. Yüzlerce şehidimiz var. Bayan, erkek, hepsinin temel özelliklerini, yetkin komuta özelliklerini açığa çıkartıp örnek alarak, kendimizde şekillendireceğiz. HPG’nin doğru komutanlığı ancak böyle gelişebilir. Böyle bir gelişme sürecine de girmiştir. Kuşkusuz sorunlarımız var. Ama çözümlenemeyecek sorunlar değil. Çözüm yolları da ortaya çıkmış durumdadır. Engeller var,  ama aşılmayacak engeller değil. Zorluklar var; ama yenilmeyecek zorluklar değil. Dolayısıyla 1 Haziran atılımı temelinde HPG yürüyor. Onun komuta çizgisi yürüyor. APO’cu çizgide, şehitler çizgisinde gelişen, şekillenen, gittikçe daha çok somutlaşan, hakim hale gelen, dolayısıyla da HPG‘nin önümüzdeki süreçte başarısını, zaferini garanti eden bir komuta çizgisi, büyük bir güç halinde, bütün alanlarda , bütün eyaletlerde  yayılarak gelişiyor. Bu bir gerçektir. Doğru olan budur. Esas olan budur. Diğerleri aşılabilecek hususlardır. Esas yan değil, tali yandır. HPG gerçeği, doğru çizgide gelişen, Önderlik çizgisinde, zafer çizgisinde ilerleyen bir komuta gerçeğidir. Şimdi bu gerçeği görmek, doğru anlamak, esas almak; bununla çelişen yanları, anlayış ve tutumları sağlam bir eleştirel-özeleştirisel yaklaşımla gidererek, böyle bir komuta ve savaşçı çizgisinin sağlam, başarılı militanları haline gelmek, tüm yoldaşların önündeki esas görevdir. HPG savaşçılığının, militanlığının, komutanlığının tek bir çizgisi var. İşte bu çizgidir o da. Bu çizgiyi esas alan, bu temelde kendini eğiten, yenileyen, önümüzdeki sürecin büyük direnişini, kahramanlığını ortaya çıkaracak, HPG yi zaferden zafere taşıyacaktır. Gerçeği de bunlar temsil edecektir. Dolayısıyla bunu görmek ve bu temelde yaklaşım göstermek herkes tarafından esas alınmalı; böyle bir gelişme sağlamanın önünde herhangi bir kişisel engel, neden kesinlikle görülmemeli. “Bilmem şurada şu eksiklik oldu, şu hata oldu, şu kişiyle şöyle sorunumuz oldu, şurada şu imkan azlığı var.”gibi nedenler asla engelleyici olmamalı. Kesinlikle o tür küçük hususları böyle büyük bir yürüyüşün önünde engel olarak çıkarmamalıyız. Doğru olmaz, yakışmaz da. Herhangi bir kazanca da götürmez. Dolayısıyla varsa o tür gerekçeler nedenlerinin ortaya çıkartıp, derslerini alarak ve sonuçta özümseyerek aşma temelinde, önümüzdeki sürecin gerektirdiği militan özellikleri, savaşçı özellikleri edinmek, Agit, Erdal, Zilan çizgisinde HPG’nin yenilmez savaşçılığını, militanlığını ortaya çıkartmak için tüm yoldaşlar ileri yürümeli. Hem de cesaretle, hiç duraksamadan, kahramanca bir yürüyüşün sahibi olmalılar. Böyle yürüyenler, bunu esas alanlar en büyük savaşçılar ve komutanlar olacak, önümüzdeki sürecin başaranları olacaklardır. Biz de bu temelde böyle yürüyen tüm yoldaşların başarılı olacağına inanıyoruz. Tüm HPG komuta ve savaşçı yapısının bu temelde kendini yenileyerek 2006 yılını, başta önderliğimiz olmak üzere Hareketin geneline dayatılmak istenen topyekün savaşın imha amaçlı saldırılarına karşı, büyük direnişi her alanda geliştirerek, bu saldırıları püskürtme, her alanda başarıyı kazanma azmiyle yürüyüp, üstün başarıların sahibi olmalarını diliyor, selam ve saygılarımızı sunuyoruz.