HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Cemal Şerik

HAMAS’ın saldırılarıyla birlikte savaş alanına dönüşen Filistin ve İsrail toprakları son yıllarının en büyük katliamlarından, yıkımlarından birine daha tanıklık ediyor.

Bu katliamlarda gerek Filistinli gerekse de İsrailli çoğu çocuk ve kadından oluşan binlerce insan yaşamını kaybetti ve yaralandı; ağır bombardımanlar altında yerleşim merkezleri yerle bir edildi. Böylesi bir savaşta kaybeden, kırımdan geçirilen Filistin ve İsrail hakları oldu. Kazanan ise, dinciliği, milliyetçiliği, cinsiyetçiliği bayraklaştıran gerici, sömürücü, egemen iktidar güçleri oldu.

Gelinen aşamada ise halklara bu trajediyi yaşatanlar amaçlarına ulaşmış olacaklar ki, aralarında bir ‘çözüm yolu’ bulma arayışlarına  girmiş bulunmaktadırlar. Bunu yaparken de adeta kendilerini ‘birer kurtarıcı’ olarak göstermekten de geri kalmamaktadırlar. Bir yandan bunlar yaşanırken diğer yandan da  bu kirli savaşın Üçüncü Dünya Savaşı içerisindeki yeri nedir? Sorusu öne çıkarılarak tartışmaların yürütülmesinden de geri kalınmamaktadır. Kuşkusuz Filistin ve İsrail topraklarında yürütülen kirli savaşın değerlendirilmesi ve bunun Üçüncü Dünya Savaşı içerisindeki yeri tartışılacak  ve bunlardan gerekli sonuçlar çıkarılacaktır. Böyle olması da gerekmektedir. Ancak bunun yeterli olmayacağının da bilinmesi gerekmektedir.

Bu yönüyle de Üçüncü Dünya Savaşı ve bu savaşın önceden yaşanmış dünya savaşları ile bağları ve farklıklarının neler olduğuna açıklık getirmek gerekir. Tabii bu yapılırken Üçüncü Dünya Savaşı’nı diğer dünya savaşlarından ayıran özellikleri, kullanılan yöntemleri, öne çıkarılan taktik ve yönelimlerin neler olduğunun da üzerinde durulması gerekmektedir.

‘Yeni Bir Dünya Savaşı olur mu?’ Sorusuna verilen cevap

Hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte en fazla tartışılan konular arasında “yeni bir dünya savaşı daha yaşanır mı” sorusuna verilen cevaplar oluşturmaktaydı. Bu konuda realist olduğu kadar, iyimser yaklaşım sahipleri de bulunmaktaydı. Ancak yapılan bu tartışmalarda kesin sonuçlara ulaşmak mümkün olmuyordu. Realist yaklaşımlar  -daha çokta sosyalistler arasında- “emperyalizm var olduğu sürece savaş kaçınılmaz” olarak kendini somutlaştırırken, iyimser yaklaşımlarda “savaşın neden olduğu yıkım, can kayıpları ve Ekim Devrimi’nin savaş içerisinden çıkması, yine Birinci Dünya Savaşı sonrasında başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde yaşanan sosyalist, devrimci kabarış ve dalgalanma gibi nedenlerden yola çıkılarak “emperyalistler arasında yeni bir dünya savaşı çıkmaz” görüşünü savunanlar da bulunuyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında da benzeri tartışmalar yapılmaya, görüşler öne sürülmeye ve kalınan yerden tartışmalara devam edildi. Tabii ifade edilen görüşleri destekleyici örnekler vermekten ve değerlendirmeler yapmaktan da geri kalınmıyordu. Bunlar daha çok İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı sonuçlar ve hemen sonrasında yaşananlardan hareketle dile getirilen görüşlerdi.

İyimser olanlar daha önce yapılan değerlendirmelerden yola çıkarak “bu sefer emperyalistlerin gerçekten sonuç çıkaracaklarına” inanarak; “bir daha böyle yeni bir savaşa kalkışmazlar” düşüncesini savunmaktaydılar. Argümanlarını desteklemek amacıyla da İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa ülkelerinde SSCB’nin desteğiyle oluşan ‘Halk Demokrasileri’nin oluşmasını, Vietnam, Çin, Kore, Küba devrimlerinin yaşanmasını, Uzakdoğu ve Afrika’da yükselen ulusal kurtuluş mücadelelerini, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, dünya genelinde yaygınlaşan sınıf ve giderek gelişen savaş karşıtı hareketlerin gelişimini örnek olarak vermekteydiler. Bunun karşısında realist yaklaşım içerisinde olanlar, önceki tezlerinde ısrar etmekteydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında -dağılan Üçüncü Komünist Enternasyonal yerine yeni bir enternasyonalin oluşmadığı bir süreçte-  her üç yıl da bir kendi aralarında toplanan Dünya Komünist Hareketleri’nin 1957-1960 yılı toplantı deklarasyonun da bu doğrultuda görüşler ortaya konulmuştu.  Ancak dünya komünist hareketleri yayınladıkları deklarasyonda bir görüş ortaklığına varmadan bu konuya dair var olan temel iki görüş dile getirilmekle sınırlı kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “yeni bir dünya savaşı yaşanır mı” konusu bu temelde tartışmaya devam etti. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi; olası bir savaşın çıkmasını engellemeye yönelik çabaların yanında yeni bir savaşı kışkırtan adımlar da atıldı.

İtilaf Devletleri’nin Avrupa ülkelerini saran ‘sosyalizm tehlikesi’ne son verme hamlesi

Birinci Dünya Savaşı İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği İtilaf devletleri tarafından kazanılmıştı. İtalya da savaşın başında taraf olduğu Almanya, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, içerisinde yer aldığı İttifak Devletleri’ni terk ederek dahil olduğu İtilaf  devletleri içerisinde kazanan devletler arasında yerini almıştı. Bu savaştan en karlı çıkan devletlerden biri coğrafik konumu nedeniyle savaşın uzağında ve savaşa da sonradan katılan,  gelişen, güçlenen emperyalist bir güç olması nedeniyle ABD olmuştu. Savaş sonrasında ise Osmanlı, Avusturya-Macaristan imparatorlukları ile Çarlık Rusyası ise çöken güçler arasında yer almıştı. Milletler Cemiyeti (MC) ise böyle bir dünya gerçekliği ortamında oluşmuştu. O günkü koşullarda daha çok Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri olarak bilinen İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD ile müttefik olan devletler Milletler Cemiyeti üzerinde etkili olan devletlerdi. Zaten MC’nin üyelerinin çoğunluğu da Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’nin müttefiklerinden oluşmaktaydı.

 

MC’nin rolü, Birinci Dünya Savaşı sonrasında MC’ye üye olan bu devletler arasında var olan veya yaşanabilecek sorunlara “görüşmeler” yoluyla çözüm aramak ya da aralarında diyalog kapısını açık tutmaktı. Tabii bu belirtilenler resmi olarak yapılan açıklamalardı. Özünde ise İtilaf Devletleri’nin çıkarlarının korunması için, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan anlaşma yükümlülüklerinin yerine getirilmesini sağlamak vardı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya egemen kılınmaya çalışılan da bu temel politikaydı. Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü. Onlardan arta kalanların egemenlik altında tutularak, yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu. Çarlık Rusya’sı toprakları üzerinde doğan 1917 Ekim Devrimi yıkılmalı ve neden olduğu etkileri kırılmalıydı. Yine Avrupa ülkelerinde var olan yakın devrim ve  sosyalizm tehlikesine bir an önce son verilebilmeliydi. MC’nin etkisinin tesis edilmeye çalışıldığı Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya egemen kılınmaya çalışılan da bunlar olmuştu.

 

Avrupa ülkelerinde “sosyal demokrat partilerinin” kapitalist modernite sistemine kurumsal olarak angaje edilerek, devrim ve sosyalizm karşıtlığı temelinde konumlandırılmalarının, devrimci sınıf mücadelelerinin reformize edilmelerinin; başta İtalya ve Almanya olmak üzere neredeyse Avrupa’nın geneline yayılacak bir şekilde faşizmin geliştirilerek, iktidar koltuğuna oturtulmaya başlanılmasının asıl nedeni de bunlardı. “Bu meran sahibini de vurur” sözünü doğrularcasına Almanya’da faşizminin örgütlendirilerek semirtilmesi ve iktidara taşınmasının hedefinde  Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin savaşa dayalı tasfiye edilmesi vardı. Bu şekilde Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, daha savaşın enkazları ortadan kaldırılmadan, dumanı dağılmadan yeni bir dünya savaşına hazırlıklar yapılmaya başlanmış oluyordu.

 

Bununla asıl olarak hedeflenen de Birinci Dünya Savaşı ile etrafı boşaltılan, ama buna rağmen etrafında yeniden tehlike belirtilenlerin görüldüğü Avrupa’nın kendi içerisinde yeniden bir düzene tabi tutulmasıydı. Kendi içerisinde egemen, hegemon durumuna gelen devletler, sömürge sorunlarını çözdükleri birinci dünya savaşının ardından, gördükleri eksikliklerini tamamlamak için  yeni bir savaşa daha ihtiyaç duymuşlardı. Bunun için de bir nevi öncesinde de kralların, imparatorların yaptığını yapmak için, kollarını sıvayarak savaş meydanlarının yolunu göstermektediydiler. Almanya ise buna çoktan hazırdı. ABD ve İngiltere Almanya’yı bunu için hazırlamış ve Hitler’in iktidar koltuğuna oturtmasının yollarını açmıştı. Avrupa’nın etrafında  en yakın tehlike olarak gördükleri SSCB’yi ancak bu şekilde, kendi algılarına göre; ‘Komünizm karşısına faşizmi çıkarak” etkisizleştirebileceklerini düşünmekteydiler. Ama, bekledikleri gibi olmadı. “Bumerang kendilerine döndü.” ABD ve İngiltere’nin etkin desteğiyle kendini toparlayan Almanya yeni ‘kralını’, ‘İmparatoru’nu tahta oturtmuş;  pazar ve dünya hakimiyeti sorununu gündeme getirmişti. Yeniden yapılandırılan ordusu da onun emirleriyle harekete geçmeye hazırdı; bunu yapmaktan da geri kalmadı. Ordularını Polonya’ya sürerek İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. 100 milyondan fazla personelin yer aldığı, 100 milyona yakın insanın canın kaybettiği,  Avrupa merkezli başlayan Güney Amerika’dan, Güneydoğu Asya’ya, Orta Afrika’dan Avustralya ve Ortadoğu’ya kadar bir alanda süren bu savaşta Müttefik (ABD, SSCB, İngiltere, Çin, Fransa) devletlerle Mihver (Almanya, İtalya, Japonya) devletleri karşı karşıya geldi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya gerçekliği ise, Birinci Dünya Savaşı sonrasından ortak yönleriyle birlikte farklılıklar da taşımaktaydı. Beyannamesi 1942’de hazırlanan 1945 yılında da oluşumuna gidilen Birleşmiş Millet (BM), 1946’ dağılan MC yerini aldı. MC ve BM  arasında olan benzerliklerle birlikte, aralarında farklılıklar da söz konusuydu.  Bu çerçevede ortaklaştıkları yön her ikisinden de savaşın galipleri tarafından dünya egemenliklerini tesis etmek amaçlı kurulmaları olurken; farklılıkları da MC’nin kapitalist emperyalist sistemin bir kutbu olan -ağırlıklı olarak da- İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarının esas alınmasına karşılık BM’nin savaşın galipleri olan ABD, Fransa ve İngiltere ile SSCB arasında bir dengenin gözetilmesi oluşturmaktaydı. Onun içindir ki, kendini “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere  sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş” olarak tanımlamaktaydı. Temel kuruluş ilkesi olarak da ülkeler arasındaki anlaşmazlığa son vererek, yaşanabilecek, güvenliklerini tehlikeye sokabilecek bir savaşın çıkmasını engellemek, barışı ve güvenliğini korumak, uluslararası ekonomik, toplumsal ve kültürel işbirliklerini geliştirmek vb belirlemişti. Bu temelde de birçok komite ve kurumla birlikte daimi üye olarak veto yetkisine sahip olan; ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın haricinde, içerisinde geçici on üyeye de yer verilen bir Güvenlik Konseyi’nin oluşumuna gidilmiştir.

Sosyalizme karşı güç birliği oluşturma çağrısı

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya da her şey bu şekilde yapılan anlaşmalarda belirlendiği gibi olmamıştır. Yapılan anlaşmaların, belirlenen hedeflerinin yazılı olduğu sayfaların mürekkebi kurumadan Dünya yeni bir savaş tehlikesiyle karşılaşmıştır.  Bu sefer çelişki savaşın galipleri arasında yaşanmaya başlamıştır.  Tarihe “Soğuk Savaş” (1947-1991) olarak geçen bu çelişkili ve çatışmalı sürecin tetikleyicisi ise ABD ve İngiltere olmuştur. Yine -hedefte Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi- SSCB’nin de olduğu tüm sosyalist güçlerdir. BM’nin ilan edildiği 1946 yılında toplanan BM Genel Kurulu’nda ABD temsilcileri ‘Nükleer bomba denemeleri yaptıklarını’ açıklarken aynı günlerde İngiltere Başbakanı W.Churchill ve  ABD Başkanı H. Truman SSCB’ye karşı siyasal savaş ilan etti. “Demir Perde” tanımı kullanılmaya başlandı ve W.Churchill tarafından Anglo-sakson ülkeleri sosyalizme karşı güç birliği oluşturmaya çağrıldı. ABD Başkanı Truman 1947 yılında ‘SSCB tehdidi altında olduğu ileri sürülen ülkelere; ekonomik, askeri yardıma dayalı doktrini ilan etti. Silahlanma yarışının önü açıldı. Tüm bunların pratiğe ve SSCB’nin politikalarına da doğrudan etkisi oldu. 1947’de kominform kuruldu ve SSCB 1949’da atom bombası yaptığını açıkladı. Almanya da iki ayrı devlet ayrıldı. Onlarca yıl öncesinde başlayan Kuzey Vietnam ve Çin Devrimleri zaferle sonuçlandı. 1950’de Kore Savaşı başladı. 1955 ‘de SSCB, Polonya, Arnavutluk, Çekoslovakya, Bulgaristan, Doğu Almanya,  Macaristan ve Romanya’nın yer aldığı Varşova Paktı kuruldu. Bunların hepsi BM’nin kuruluşunda sorunları görüşmeler yoluyla çözme ve savaşları durdurma iddiasında bulunduğu açıklamaların ardından daha on yıl geçmeden yaşananlardı. Buna neden olan da kapitalist modernite sistemin jandarmaları olan İngiltere ve ABD idi. Bu devletler sadece bunlarla da sınırlı kalmadı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi savaş mağlubu Federal Almanya Cumhuriyeti yeniden dirilterek, sosyalist ülkelere karşı aktif kullanmaktan geri kalmadılar. Sadece bunlarla da sınırlı kalmadılar. O süreçte yaşanmakta olan devrimci, sosyalist, demokratik özellikler taşıyan hareketlere, mücadelelere karşı her türlü; askeri, siyasi, ekonomik saldırılarda bulundular.

Tüm bunlar yaşanırken;  kapitalist emperyalist sistem ile reel sosyalist ülkeler arasında kalan ve kendilerini  “Bağlantısızlar, Bloksuzlar Hareketi” olarak adlandıran, ancak ‘kapitalist emperyalist sistemi güçlendirdikleri ve sosyalizmi zayıflattıkları’ eleştirilerinin muhatabı olan Çin, Yugoslavya’nın fazla bir etkisi görülmemişti.

Tüm bunlara rağmen devrimci, sosyalist ve demokratik özellik taşıyan hareketler varlıklarını korudukları gibi, gelişimleri sürdürmüşlerdir. Bunun bir sonucu olarak Küba Devrimi başarıya ulaşırken, dünya genelinde olduğu gibi Güney Amerika’da aktif devrimci mücadeleler için güç ve moral kaynağı haline gelmişti. Yaşanan 1968 Avrupa gençlik devrimi, devrim ve sosyalizm mücadelelerinin gelişiminde yeni bir bakış açısının önünü açarak o güne kadarki; kadın, gençlik ve çevre/doğa  yaklaşımlarının sorgulanmasına, kadın ve gençliğin devrimdeki rolünün öne çıkarak  belirginleşmesinde ufuk açıcı bir rol oynamıştı. Yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleri, sömürge halklar için esin kaynağı haline gelmişti. Gelişimini sürdüren sınıf mücadeleleri işçi, emekçi direnişlerini canlı tutmuştu.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hemen sonra içerisine girilen bu ‘Soğuk Savaş’ dönemi sürekli olarak kendi içerisinde düz bir çizgi de izlememiştir; kimi zaman gergin, karşılıklı rest çeken tutum ve davranışlar yaşanırken bunun karşısında aşağıya çeken, yumuşatan politikalar da devreye girmiştir. 1955’de Cenevre’de SSCB-ABD arasında başlayan ‘dünyada silahsızlanma” yine 1958’de yapılan ‘Nükleer denemeleri durdurma’ görüşmeleri bunlar içerisinde önemli bir yer almıştır. 1960’da SSCB’nin izlediği “Barış içerisinde yan yana birlikte yaşama siyaseti”  böyle bir ortamın gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Ardından bu ‘yumuşama süreci’ 1963’de Moskova’da  yapılan “ABD-SSCB nükleer denemeleri durdurma” ve 1975’de  imzalanan “Helsinki Nihai Senedi” ile daha da ileriye taşınmaya çalışıldı. Fakat bunu 1980 sonrasında ABD’nin ‘yumuşama siyasetini’ terk etmesi ve  1983’de ‘Yıldız Savaşları’ olarak bilinen “Stratejik Savunma Girişimi” soğuk savaşı yeniden tırmandırdı.  Fakat bu böyle devam etmedi. Ekim 1986’da ABD- SSCB arasında başlayan “Reykjavik (İzlanda) görüşmeleri” ve 1987’de  imzalanan ‘İntermediate Nucleer Forces’ (INF) Anlaşması bu yaşanan gerilimi aşağıya çekti. 1991 yılında da 1947 yılında resmen başladığı kabul edilen ‘Soğuk Savaş Dönemi’ Reel Sosyalizm’in çözülmesiyle resmen sona ermiş oldu.

Böylece Reel Sosyalizm’in çözülmesi Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesini de birlikte getirmiş oldu. Ancak bu ‘yeni bir dünya savaşı olur mu’ tartışmalarına bir nokta koyulmasını sağlamadı. Birileri -Francis Fukuyama ve türdeşleri gibi- reel sosyalimin çözülmesini ‘Tarihin Sonu’ olarak ilan etmişti. Dolayısıyla onlar için ‘yeni bir dünyanın kurulmasının’ tüm yolları açılmış oluyordu. Ama asıl soru, açılan bu yolun nereye götüreceğiydi. Bu sorunun cevabı da gecikmeden ortaya çıktı. Bu yeni bir dünya savaşıydı.

Üçüncü Dünya Savaşı

Reel Sosyalizm’in çözülmesi  Üçüncü Dünya Savaşı tartışmalarını farklı bir boyuta taşıdı. Kimilerine göre Reel Sosyalizm’in çözülüşü ‘Üçüncü bir dünya savaşı’ olasılığını ortadan kaldırmıştı. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası alanda kapitalist emperyalist sistemle, Reel Sosyalizm arasındaydı. Öyleyse Reel Sosyalizm çözüldüğüne göre, olası savaşın bir tarafının devre dışı kalması olası bir savaşı da gündem dışına çıkarmış olmaktaydı. Küresel düzeyde nükleer bir savaş tehlikesi ortadan kalktığına göre silahlanma yarışına da gerek kalmamıştı. Bundan sonra kapitalist modernite sistemi kendi yolunu istediği gibi belirleyecek ve dünyayı yeniden biçimlendirebilecekti. Demokrasiyi kapitalizmle birlikte anlamakta olmaları da ‘liberal demokrasinin’ gelişim şansını artırmış olmaktaydı. Bu anlamda ‘dünyanın yönü hızla, insanlığın gelişebileceği son aşama’ olarak ilan edilen ‘liberalizme’ doğru çevrilebilirdi. Bunun teorisini yapmaya hazır olanlar da vardı. Zaten Reel Sosyalizm’in sonrasında bunun teorilerini içeren kitaplar yayınlanmaya başlamıştı.

Tabii bir de sorunun daha farklı ele alınışı ve buna bağlı olarak yorumlanışı da söz konusuydu. Buna göre de Birinci Dünya Savaşı, Reel Sosyalizm’in bahsinin söz konusu olmadığı koşullarda yaşanmıştı. Sosyal-demokrasinin resmi temsilcileri de işçi sınıfına ihanet ederek, emperyalist burjuvalarının, tekellerinin hizmetine girmişlerdi. Ancak savaş emperyalist devletler arasında olmuştu. Savaşı tetikleyen neden Avusturya-Macaristan tahtının veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesiydi. Tabii bu bir bahaneydi. Şahane olansa emperyalist güçlerinin ihtiyaç duydukları sömürge, ucuz işgücü, hammadde, pazar ve hegemonya sorunlarının çözümü için uygun bir anın yakalanmış olmasıydı. Öyle ki, veliahtlarının öldürülmesi,  Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’ı işgal etmesine ve müttefiki olan Almanya’nın da Belçika, Lüksemburg ve Fransa’yı işgal için harekete geçmesine imkan sundu. Bunun karşısında ise,  Çarlık Rusyası Almanya’ya savaş ilan etti. Almanya’nın İngiltere çıkarlarını tehdit etmesi ve birlikte hareket ettiği Fransa ve Çarlık Rusya’sı ile savaşı, İngiltere’nin de savaştaki yerini belirlemiş olmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı asıl olarak bu güçler ve  bu güçlerin etrafında bir araya gelmiş olan müttefikleri arasında yaşandı.

İkinci Dünya Savaşı da emperyalistler arası sömürge, ucuz işgücü, hammadde, pazar sorunu ve dünya hakimiyeti üzerine yaşandı. İngiltere ve ABD’nin anti-sosyalist temelde Avrupa’da hakim kılmaya çalıştığı politikalar ve Almanya’yı bu savaşta bir ‘koçbaşı’ olarak kullanma çabaları gelşti. Almanya önce Polonya’yı işgal etmiş ve bunu takiben iki gün sonra da İngiltere ve Fransa Almanya’ya karşı savaş ilan etmişti.

Bu şekilde yeni bir dünya savaşı emperyalistler arasında yaşandı. J. Stalin’in tanımıyla da ‘kapitalistler arasındaki çelişki, kapitalistler ve sosyalistler arasındaki çelişkiden daha baskın’ çıkmıştı. O nedenle de üçüncü bir dünya savaşı olasılığı ortadan kalkmış değildi. Kapitalist emperyalist sistem hala ayakta duruyor ve ‘daha güçlü olduğu’ görünümü vermekteydi. Fakat savaş nedenleri; sömürge, ucuz işgücü, hammadde, pazar ve hegemonya sorunları çözülmüş değildi, üstelik bunlara enerji ve temiz su kaynaklarının kontrolü de eklenmişti. Ve bunlar o zamana kadar olandan daha fazla kendini hissettirir bir hal almıştı. Ama bunu kime karşı yapacaktı. Reel Sosyalizm de çözüldüğüne göre; tekrar da öze, kendi içine yönelecekti.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok şey değişmişti. Almanya ve Fransa kendilerini toparlamıştı. İngiltere ise dünya siyasetini belirlenmede ağırlığını korumaktaydı. ABD, emperyalizmin jandarmalığını üstlenmişti. Fakat ABD’nin, üstlendiği yükün ağırlığı, onda aşınma ve yaşlanma belirtileri ortaya çıkarmıştı. Denilebilir ki, yaşlanma sürecini Fransa ise İngiltere’den daha hızlı yaşamıştı. Bunun ABD’ye yükleyeceği ağır fatura ve Avrupa’nın kapitalist-emperyalist devletlerinin de üsteleneceği artı yükümlülükleri olacaktı. Üstelik bunlara, Reel Sosyalizm’in çözülmesiyle birlikte kapitalist modernite sistemine geri dönen sorunları eklenmişti. Bu sorunların çözümü  o kadar kolay olmayacaktı. Bu, yeni bir dünya savaşını daha kaçınılmaz kılmaktaydı. Öyle de oldu.

2 Ağustos 1990’da Irak’ın, Kuveyt’i işgali yaşandı. Bu işgal ABD’nin teşviki ve verdiği onayla gerçekleşti. Bu, ABD’nin Irak’a yapacağı müdahale için bir gerekçe haline geldi. – ABD, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye ve Mısır’ında içerisinde yer aldığı 37 devletin dahil olduğu koalisyon güçleri; 17 Ocak 1991 günü Irak’a karşı saldırıya geçti. Böylece dünya tarihine 3. Dünya Savaşı olarak geçen bir küresel savaş bu saldırı ile başlamış oldu.

Üçüncü Dünya Savaşı da, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu  gibi; bir devletin bir başka ülkenin topraklarını işgalini getirmişti. Nedeni ne olursa olsun, aynı gerekçeden yola çıkılmıştı. Yine Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda olduğu gibi; sömürge, ucuz işgücü, hammadde, pazar ve hegemonya sorununa çözüm ‘bulma’ ve buna eklenen zengin enerji ve temiz su kaynakları üzerinde kontrol ve hakimiyet kurma  ana gaye olarak belirlenmişti. Hedefinde ise; Reel Sosyalizm’in çözülmesiyle boşalan egemenlik alanlarında, egemenlik tesisi bulunmaktaydı. Doğu Avrupa, Kafkasya, Ortadoğu gibi jeo-stratejik, kıtaları birbirine bağlayan ve doğal zenginlik ve temiz su kaynaklarının bulunduğu bölgeler de belirlenen savaş alanları arasında yer almaktaydı. Savaşılması gereken güçler olarak da ‘kendi çocukları’ olan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşmuş, iki dünya savaşının yaşandığı koşullara göre şekillenmiş ve giderek kendi önlerinde yeniden düzenlenmesi zaruri hale gelmiş olan ulus-devlet belirlenmişti.

Bu devletler her ne kadar kapitalist emperyalist sistemin çocukları olsalar da bunlardan TC, İran, Suriye, Irak gibi ülkeler her iki dünya savaşı ve sonrası sürecin konjonktüründen yararlanabilmiş ve kendilerini belli bir güç haline getirebilmişlerdi. En azından bölgesel hegemonya mücadelesi yürütebilecek gücü ve iddiayı kendilerinde görmekteydiler. Bu bölgelerde bulunan devletlerin hepsi için böyle bir genelleme de bulunulmasa da en azından Ortadoğu’da yer alan belli başlı ulus-devletler için bu söylenebilir. Öncelikli hedef olarak belirlenenler bunlardı. Ayrıca bu bölgelerde Reel Sosyalist sistem içerisinde yer alan fakat, Reel Sosyalizm’in çözülmesinden sonra kendilerini bağımsız birer devlet olarak ilan eden ülkeler ile yine Reel Sosyalizm’in etkisi altında kalan devletlerin yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu. Sadece bu bölgelerle sınırlı kalmayan, dünyanın farklı bölgelerinde iki kutuplu (Kapitalist-emperyalist sitem ile Reel Sosyalizm) dünya koşullarında bu konjonktüre göre biçimlenen veya biçimlendirilen devletlerin de değişen dünya koşullarına göre yeniden düzenlenmesi ve konumlandırılması bir zorunluluk halini almıştı.

Dünya imparatorluğuna giden yol

Üçüncü Dünya Savaşı tüm bu sorunlara çözüm bulma temelinde kapitalist modernite, küresel sermaye güçlerinin değişen dünya koşullarında kendi içerisinde yaşadığı, başlattığı küresel bir savaş olma özelliğini taşımaktaydı. Birinci ve ikinci  dünya savaşlarından farklı olarak bu savaşın öncülüğüne soyunan ABD’ydi. Dünya hegemonyası da buna göre biçimlendirilecekti. ABD, Birinci Dünya Savaşı’na,savaşın sonlarına doğru dahil olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’ndan en az etkilenenler arasındaydı.  Japonya’ya karşı kullandığı atom bombası ile savaşa noktayı koyan olsa da önceki dünya savaşları içerisindeki pozisyonu bu şekilde belirlenmişti. Şimdi durum farklıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrasının Jandarmalığı; kapitalist sistem güçlerinin yeniden toparlanmasında ve Reel Sosyalizm’e karşı yürütülen savaşta oynadığı rol onu böyle bir pozisyona getirmişti. Bu ABD için bir avantajdı. Çünkü ABD’nin dünya ‘imparatoru’ haline gelmesinin yollarını açacaktı. Fakat bunun karşılığında, yükü daha da ağırlaşmış oluyordu. Bunu ne kadar kaldırıp, kaldıramayacağı da başlayan yeni dünya savaşı içerisinde, daha çok da savaşın ilerleyen yıllarında belli olacaktı.

ABD Üçüncü Dünya Savaşı’nı, Kuveyt’i işgal eden Irak’a karşı, müttefikleriyle birlikte saldırıya geçerek başlattı. Ancak bu fitili ateşleme boyutunu zorlamadan etkisini, Reel Sosyalim’in doğrudan etkisi altında olan Kafkas ve Balkan ülkelerine çevirdi. Bunun Kafkasya ve Balkanların özgünlüğü ile alakası olsa da asıl neden Ortadoğu ile ilgiliydi. ABD Irak’a yaptığı müdahalenin ardından Ortadoğu’nun bir başka gerçeğini daha derinden hissetmişti. Irak’a müdahalede bulunmuştu. Çok kısa sürede Bağdat yolunda ilerlemeye başlamıştı. O hızla devam etmesi halinde Bağdat’ı alması ve Saddam Hüseyin rejimini düşürmesi o kadar zor olmayacaktı. ABD’yi kaygılandıran da bu değildi; Saddam Hüseyin rejimi devrildikten sonra karşılaşacaklarıydı. SSCB’nin Afganistan’da içerisine düştüğü durumdan ve karşılaştığı sorunlardan çok daha fazlasıyla karşılaşılabilirdi. Bunların başında Irak’ın asgari olarak üç parçaya bölünmesi gelmekteydi. İran ve Türkiye gerekçeler öne sürerek müdahalede bulunabilirdi. Kurdistan’da PKK Önderlikli gelişen gerilla mücadelesi, çok kısa zamanda Güney Kurdistan’ı etkisi altına alabilirdi ve bunun koşuları da vardı. KDP ve YNK ise kendilerine verilecek rolü oynamaya hazır değildi. Onun içindir ki; ABD, Irak’a müdahale etmişti, ama sonrasına hazır değildi. Aynı zamanda siyasal ve askeri olarak hareket ederken belirlediği strateji, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası hakim olan müdahale ve sonuca ulaşma çizgisini aşmış değildi. Hatta bunun etkileri Libya ve Suriye müdahalelerinde olduğu gibi sonradan görülecekti. ABD’nin Bağdat’ı alarak, Saddam rejimini devirme planını durdurmasının asıl nedeni bunlardı. Ama, Bağdat’ı ele geçirme ve Saddam Hüseyin rejimini düşürme planından vazgeçmiş de değildi. Fakat bunun için başka hazırlıklar da yapmak gerekiyordu. Onun için de zamana ihtiyacı vardı. Bu yönüyle de Üçüncü Dünya Savaşı’nın ateşi daha farklı bölgelere taşınmadan önce, daha başka ön hazırlıklar kabilinde yapılması gerekenler vardı. Bunların başında da ideolojik ve siyasal olarak toplumun Üçüncü Dünya Savaşı ile birlikte devreye konulan politikalara hazır hale getirilmesi gelmekteydi. Ancak durmak da olmazdı. Bir kez Üçüncü Dünya  Savaşı’nın fitili ateşlenmişti. O koşullarda yapılması gereken de ateşlenen fitilin en uygun alanlara, bölgelere taşınmadan önce gerekli hazırlıklara bir an önce başlanılmasıydı. Öyle de oldu. Bu temelde de Reel Sosyalizm’in çözülmesinin hemen ardından, küresel sermaye güçlerinin “düşünce üretme” merkezleri  hareketi geçti. “İdeolojilerin” ve “tarihin sonu”nun geldiği safsatası, demagojisi geliştirildi ve ilan edildi. Aslında bu ilanla yapılmak ve toplumun bilincine yerleştirilmek istenen, 20. yüz yıla damgasını vuran; ideolojilerin, siyasal söylemlerin ‘ömrünü tükettiği’ ve ‘kapitalizmin ötesinde bir şeyin olmadığıydı.’ “Sosyalizm” gibi kavramların artık bir kenara atılarak kullanılmasının önüne geçilmek istenmesiydi. Geride  kalan dönem de yaşanan tüm sorunların, kötülüklerin ardında ‘sosyalizm’ ve onun için yürütülen mücadeleler olduğu algısının geliştirilerek; toplum bilincine hakim, kalıcı bir düşünce biçimi olarak yerleştirilmeye çalışılmasıydı. Yoksa kendilerinin ideolojilerle, siyasetle bir sorunları yoktu. Geliştirmeye çalıştıkları ise geliştirilmek istenen böyle bir algıyla, ideolojik saldırılarının dozajını artırarak; kapitalizmin ideolojisi olan liberalizmin cilalanarak, parlatılmasıydı.

Ortaya koydukları bu yaklaşım tam bir ikiyüzlülüğü ifade ederken, özünde yapmış oldukları, kapitalizmin ideologlarının bugüne kadar yaptıklarının en kaba haliyle tekrar edilmesinden başka bir şey değildi. Topluma ait tüm değerleri gasp ederek, bunlar üzerine her yönüyle tekel oluşturmaya çalışmaktaydılar. Böylece ortaçağın -aynı zamanda da feodal kölelik döneminin- çözülmeye başlandığında olduğu gibi, öne çıkan toplumun; düşünsel, maddi ve manevi değerleri üzerine tekel kurarak kendi varlığını ileriye taşıma olanağına kavuşmuş olacaktı. Reel sosyalizmin çözülmesi onlar için tam da bu istediklerini pratikleştirmeleri için aradıkları gibi bir ortam yaratmıştı.

Reel Sosyalim’in çözülmesi ve sonrasında yaşanan sorunlar

Ortaçağ’ın sonu ile feodal kölelik sistemin de çözülmesi aynı dönemi anlatmaktadır. Tartışmanın, konuşmanın yasak olduğu, sanat ve bilimin toprağa gömüldüğü Ortaçağ’da, kendilerini yeryüzündeki ‘tanrının gölgeleri’ olarak görenlerin mutlak hakimiyeti söz konusudur; onlar yönetmekte; her sözleri temel bir yasa olarak kabul edilmekte ve yapılacak olanlarda buna göre belirlenmektedir. Yine Ortaçağ ‘tanrı buyruğu’ olduğu söylenenlerin dışına çıkılmasının, ağır ceza gerektiren suçlar olarak kabul edildiği bir dönem olarak kabul edilmekteydi. O nedenledir ki, ortaçağ karanlığının dağılmaya, feodal kölelik sisteminin çözülmeye başlaması; neden oldukları sonuçları hükümsüz kılarken; baskılama altına alınan, toprağa gömülen ne varsa, hepsinin yeniden gün yüzüne çıkması anlamına geldi. Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma adı verilerek tarihe geçen dönemde yaşananlar böyle bir anlam ifade etmektedir. Bu dönemde köylüler isyan, düşünce, sanat, edebiyat ise atılım halindedir. Söz söyleyenler, konuşanlar çoğalmıştır. Dile getirilen bu düşünceler matbaanın icadı ile daha kısa bir sürede geniş toplumsal kesimlere ulaşmaya başlamıştır. “Özgürlük”, “eşitlik”, “adalet” başkaldırıların temel sloganı haline gelmiştir. Feodal kölecilik sistemlerini yerle bir eden devrimler yaşanmıştır. Ve bunların hepsi topluma/toplumsallığa aittir. Kapitalist modernite güçlerinin yaptığı ise bunların hepsinin üzerine tekel kurarak kendine mal etmektir. Öne çıkardıkları; ekonomik-siyasal liberalizm gibi kavramlar da hep böyle bir amaca yönelik geliştirilerek, kullanılan söylemlerdir.

Reel Sosyalizm’in çözülmesiyle birlikte oluşan yeni dünya koşullarında kapitalist modernite güçlerinin yaptıkları da bundan farklı değildir. ‘İdeolojilerin’, ‘dünyanın’, ‘tarihin sonu” derken kast ettikleri de böyle bir anlam ifade etmektedir. Nasıl Ortaçağ’ın karanlığına, feodal kölelik sistemine karşı toplumsallığın direnişinin gün yüzüne çıkardığı değerleri gasp ederek kendine mal etmek istemişse; aynı şekilde, benzer bir yaklaşımla Reel Sosyalim’in çözülmesini bir fırsat olarak görerek, tekrarlamak istemiştir. Bu temelde de “Liberté, Égalité, Fraternité” (Özgürlük, Eşitlik, Adalet) kavramlarının başına getirilenler; Neo Liberalizm adı altında “gerçek özgürlükmüş” gibi topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu şekilde 20. yüz yıl dünyasının yaşadığı temel sorunların kaynağının adresi olarak sosyalizm gösterilirken; kendi ideolojisi olan liberalizm ve onun temel argümanları olan  “bilimcilik”, “dincilik”, “milliyetçilik”, “cinsiyetçilik” daha fazla körüklenmiştir.

Reel Sosyalizmin çözülmesinden sonra kapitalist modernite sisteminin, küresel sermaye güçlerinin ABD öncülüğünde başlattıkları “Üçüncü Dünya Savaşı” içerisinde bu çok açık olarak görülmektedir. Potansiyel olarak liberalizmin bu temel argümanlarının karşılığını bulacağı çözümlenmemiş sorunların ve çelişkilerin yaşandığı; dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Ortadoğu ile birlikte Doğu Avrupa ve Kafkasya ülkelerinde yaşananlar da bunun örnekleridirler. Bu bölgelerde kapitalist modernite sistemi “toplum kırım”la birlikte “Cinsiyetçiliği”, “bilimciliği”, “dinciliği” ve “milliyetçiliği” en etkili bir şekilde kullanmış ve hala kullanmaya da devam etmektedir. Konumuz açısından ele almak gerekirse, Ortadoğu da öncelik sıralamasında adeta bir deneme alanı gibi, tüm bu belirtilenlerin iç içe, birbirine tamamlayan ve en etkili bir şekilde kullanıldığı  önceliğe sahip coğrafyalar arasında yerine almaktadır.

Devam edecek…