Özgürlük Hamlesi Zengin Yöntemlerle Sürdürülmeli
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu’yla gerçekleştirilen röportaj şu şekilde:
Uluslararası komploya karşı 26 yıldır amansız bir direniş gösteren Halklar Önderi Abdullah Öcalan, bu direnişini hangi yol ve yöntemlerle yürüttü?
"Rêber Apo’nun İmralı koşullarındaki mücadele tarihi derslerle doludur. Baktığımızda, ideolojik ve politik dehanın çarpıcı örneklerini görürüz. 20’nci yüzyılın en büyük düşmanlığıyla karşılaşan bir devrimcinin, böyle bir düşmanlık karşısında destansı bir mücadele yürütme gerçeği vardır. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin en doğru ve en yetkin temsilinin yapılması gerçeği vardır. Zindan koşullarında hem Kürt halkının hem de tüm insanlığın özgürlük ve demokrasi mücadelesine büyük değerler katmıştır. Rêber Apo’nun yaşamının her günü hakkı verilmiş bir yaşam olduğu gibi, zindan yaşamının her günü de hakkı verilmiş bir yaşam olarak tarihe geçmiştir. Rêber Apo’nun tek bir günü, Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamını düşünmeden geçmemiştir. Bu yaşam, aynı zamanda tüm insanlığa adanmış bir yaşam olmuştur.
Rêber Apo, esir düştüğü andan itibaren bu komployu nasıl boşa çıkarırım diye düşünmüş ve bu süreci özgürlük mücadelesi açısından en az zararla nasıl atlatırım üzerine yoğunlaşmıştır. Panik ya da negatif bir ruh hali içine girmemiştir. Bir halkın önderi olarak, koşullar ne olursa olsun her saniyeyi bu halkın özgür ve demokratik yaşamını düşünerek geçirmiştir. Bu koşullarda komployu nasıl bir mücadele stratejisi ve taktiğiyle boşa çıkarırım konusuna yoğunlaşmıştır. 15 Şubat 1999’da Kenya’da esir alındığında sadece bunu düşünmüştür.
Rêber Apo, her günün muhasebesini yapan, her olaydan ders çıkaran ve böylece sonraki günlerde daha fazla çalışmayı ve mücadele etmeyi tarz haline getirmiş bir önderliktir. Bu karakteriyle her gün büyüyen bir önderlik olmuştur. Sorun çözmediği, karşısına çıkan çelişkileri aşmadığı, bir gelişme yaratmadığı ve kolay geçen bir günü, yeterince değerlendirilmemiş bir gün olarak görmüştür. Bu açıdan her güne dolu dolu ve verimli çalışmalar sığdırmayı temel yaşam felsefesi haline getirmiştir. Bu konuda insanlık tarihi içinde ender bir gerçekliğe sahiptir. Böyle bir yaşam ve mücadele felsefesine sahip önderlik gerçeği, bir elin parmakları kadar ya vardır ya da yoktur.
Önderlik, esaretinin ilk anından itibaren sürekli içinde bulunduğu durumu sorgulayarak, 'Nasıl yapmalıyım?' demiş ve komployu boşa çıkaracak, başarılar sağlayacak adımlara odaklanmıştır. Komplo ortamı tamamen imhaya ve tasfiyeye yönelikti. Rêber Apo, öncelikle bu ortamı geriletmeye odaklanmıştır, çünkü mücadele edebilmek için buna ihtiyaç vardır. Bu nedenle esaret altında olmasını, 'Artık elinizdeyim, hiçbir komplekse kapılmadan, bir dayatma hissetmeden Kürt sorununda nasıl bir çözüm olacağını düşünebilirsiniz' mesajını vermiştir. Önderliğin esaret altına alınmasının sağladığı başarı duygusunu, bu yaklaşımla Kürt sorunu konusunda pozitif düşünmeye sevk etmeye çalışmıştır. Komploya karşı mücadelenin ilk taktiğini bu yönlü belirlemiştir. Buna bir yönüyle de Türk devlet gerçeği ve yöneticilerinin karakterine göre belirlenmiş bir taktik de diyebiliriz. Uluslararası Komplo'nun imha ve tasfiyeyi hedefleyen ilk saldırısı böyle karşılanmış, o süreçteki imha ve tasfiye histerisi bu şekilde geriletilmiştir. Komplonun ilk ayları, bu taktiğin uygulanması biçiminde geçmiştir.
Rêber Apo, reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte bu çözülüşe yol açan iç nedenler üzerinde durmuştu. Kuşkusuz, emperyalist ve kapitalist güçlerin saldırıları vardır ancak çözülüş, esas olarak iç etkenlerde görülmüştür. İç etken denilen yanlış ve eksik olguların da teorideki eksik ve yanlışlıklardan kaynaklandığı görülmeden, doğru dersler çıkarmak ve düzeltme yapmak mümkün değildir anlayışıyla hareket etmiştir. Rêber Apo, hiç kimsenin yapmadığı kadar sorgulama, eleştiri ve özeleştiri içine girmiştir. Bunu sosyalizmden vazgeçme, sistem içi bir sol haline gelme gibi bir duruma düşmeden yapmıştır. Reel sosyalizmi ve onu yaratan teorik ve örgütsel çizgiyi eleştirirken, 'Sosyalizmde ısrar insanlıkta ısrardır' diyerek eleştirilerinin amacını çarpıcı bir biçimde ifade etmiştir.
PKK 5’inci Kongresi'ne sunduğu politik raporda reel sosyalizme ve Marksist önderlerin teorideki yanlışlıklarına yönelik eleştirilerini, PKK’nin yeni ideolojik, teorik, örgütsel ve eylemsel çizgisiyle somut olarak ortaya koymuştur. PKK 5’inci Kongresi, sosyalizmde yenilenme ve değişim kongresi olarak ele alınmıştır. Aslında Rêber Apo, bu değişimi adım adım öngördüğü paradigmaya doğru evriltme anlayışı içindedir. Komplo, aynı zamanda Rêber Apo’nun PKK şahsında tüm hareketi değişim ve dönüşüme uğratma çabalarına yönelik de yapılmıştır. Komplocular, Rêber Apo’nun bu çabalarıyla PKK’nin yaşadığı eksiklikleri aşıp daha etkili mücadele eder hale geleceğini görerek, Rêber Apo’nun yeni paradigma temelinde Kürt halkının özgürlük mücadelesini daha etkili kılmasının önüne geçmeyi amaçlamışlardır.
Rêber Apo, esir alındıktan sonra yaratmak istediği ideolojik, teorik ve örgütsel değişim çabalarına hız vermiştir. Komplonun gerçekleşmesinin bir nedeninin de ideolojik, teorik, örgütsel ve eylemsel çizgideki eksiklik, yetersizlik ve yanlışlıklardan kaynaklandığını düşünmektedir. Öte yandan Uluslararası Komplo'yu esas olarak gerçekleştiren kapitalist-emperyalist sistemle hesaplaşmadan ve onların dünyadaki haksızlıklarını yaratan sistemi çözmeden Kürt halkının özgürlük mücadelesinin geliştirilip sonuca ulaştırılamayacağını düşünmektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin ipliğini pazara çıkarmak, aynı zamanda Uluslararası Komplo'dan intikam almak olacaktır. Özcesi Rêber Apo, kapitalizmi ve onun dünyada kurduğu sistemi çözmeden ne Kürt halkının ne de insanlığın özgürlük ve demokrasi sorununun çözülemeyeceği anlayışıyla hareket etmiştir.
Rêber Apo, bu yaklaşımla bir düşünce yoğunlaşmasına girerken erkek egemenlikli, sömürücü ve hegemonik güçlerle bir uzlaşma ya da o dönemin çok kullanılan kavramıyla ‘bu dünyaya ayak uydurma' yaklaşımı içinde olmamıştır. Bu sisteme karşı mücadelesini liberalize etme ya da onlara boyun eğme gibi bir yaklaşım içine girmemiştir. Aksine, bu dünyaya ve bölgesel hegemonik güçlere karşı daha etkili nasıl mücadele verilebileceği sorusunun cevabı üzerinde yoğunlaşmıştır. Daha etkili bir mücadele vermeyi sağlayacak ideolojik ve teorik derinleşme içinde olmuştur. Rêber Apo’nun yoğunlaşmalarını ve İmralı’daki mücadele çizgisini değerlendirirken bu gerçekliği görmek gerekir. Böyle ele almadan Rêber Apo’nun ne yoğunlaşmaları ne de mücadelesi doğru değerlendirilebilir.
Önderlik, çocukluğundan itibaren toplumcudur. Zaten bu toplumcu bakışı ve arayışı onu sosyalizmle buluşturmuştur. Ancak inandığı ve pratikleştirdiği sosyalizm anlayışı, her zaman derin bir toplumsallık içermiştir. Düşündüğü toplumsallığa cevap vermeyen ideolojik, teorik, örgütsel ve pratik anlayışları her zaman eleştirmiştir. Bu açıdan reel sosyalizmin yıkılması öncesi de eleştirel yaklaşımları olmuş, doğru bulduğu toplumsallık anlayışını ve yaklaşımını kişiliğinin bir parçası yapmıştır. Reel sosyalizmin yıkılışından sonra bu eleştirilerini daha da somutlaştırmıştır. İmralı’da esaret altında kapitalizme karşı etkili ve başarılı mücadele etmek için ideoloji ve teorideki yetersizlikleri daha kapsamlı bir şekilde ele almış, sosyalizm anlayışına ve teorisine çok ciddi yenilikler getirmiştir. Kadın özgürlükçü, ekolojik ve demokratik toplum anlayışına dayalı sosyalizm çizgisiyle kapitalizmin köküne kibrit suyu dökmüştür. Çözümlemeleri ve ortaya koyduğu paradigma ile kapitalist modernitenin sonunu getirecek yeni bir mücadele dönemi başlatmıştır. Bu, aynı zamanda 150 yıl önce kapitalizme karşı mücadele bayrağını açan Marks ve Engels’e gerçek saygıyı göstermek olmuştur. Eğer Marks ve Engels’in değerli bir öğrencisi ve takipçisi varsa, bunun başında Rêber Apo gelmektedir. Marks ve Engels’in söylediklerini hiç eleştirmemek ve birebir bugün de ifade etmek, doğru bir bağlılık biçimi değildir. Rêber Apo, sosyalizmi başarılı kılmak ve bir daha reel sosyalizmin yaşadığı duruma düşülmemesi için büyük bir sorumlulukla toplumculuk çizgisini insanlık tarihinin en derin ve kapsamlı düzeyine getirmiştir.
Rêber Apo, İmralı’daki yoğunlaşmalarıyla hem Kürt halkının özgürlük mücadelesini tıkanıklıktan kurtarmış, doğru mücadele edip başarılı olmanın çizgisini yaratmış hem de kapitalist modernist sistemi ve onun Ortadoğu politikalarını da çözümleyerek mücadelesi önündeki bu yönlü engelleri aşma çizgisini de özgürlük mücadelesinin önüne koymuştur. Çünkü Rêber Apo, Ortadoğu ve dünya sistemini çözmeden Kürt halkının özgürlük mücadelesinin başarılı olamayacağını, on yıllara dayanan tecrübe ve birikimiyle çok iyi anlamıştır. Özcesi, Kürt halkının özgürlük mücadelesi başarılı olacaksa, Rêber Apo’nun ortaya koyduğu çözümlemeler ve çizgiyle olacaktır. Rêber Apo, kapitalist modernitenin de, Ortadoğu’daki gericiliğin de, hegemon güçlerin ve Kürtler üzerinde egemenlik kuran bölge ülkelerinin de (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) şifrelerini çözmüştür. Bu temelde özgürlük mücadelesinin başarısının önünü sonuna kadar açmıştır. Rêber Apo, kapitalist modernitenin tüm boyutlarına karşı demokratik modernitenin boyutlarını, yani alternatiflerini ortaya koyarak, sadece 5 bin yıllık devletçi sistem ve onun son temsilcisi kapitalist modernitenin değil, erkek egemenlikli sistemin köküne de kibrit suyu dökmüştür. Erkek egemenlikli devletçi sistemin tüm gerçekliğini gözler önüne sererek, teşhir ederek ve tüm ideolojik, teorik ve moral dayanaklarını çürüterek, yıkılışlarını getirecek bir dönem başlatmıştır. Rêber Apo’nun ortaya koyduğu paradigma sonrası, artık devletlerin, kapitalist sistemin ve erkek egemenlikli sistemin uzun süre ayakta kalması zordur. Rêber Apo, “21’inci yüzyıl kadın yüzyılı olacak,” demiştir. Şimdiden bu belirlemenin gerçekleşeceği kesinleşmiştir. Tüm egemenlik ve sömürü biçimlerinin kaynağı da kadın üzerindeki egemenlik ve sömürüsüne dayandığına göre, 21’inci yüzyıl aynı zamanda devletçi sistemin ve kapitalist modernitenin de sonunun yaklaştığı yüzyıl olacaktır. Rêber Apo, Uluslararası Komplo'ya öncülük eden kapitalist modernist güçlere karşı böyle tarihi bir mücadele vermiştir. Böylece, 20’nci yüzyılda Kürt soykırımı üzerine dayalı Ortadoğu düzenini kuranlardan hesap sormuştur. Hem Ortadoğu’yu ve Türk devlet gerçeğini daha kapsamlı çözümleyerek hem de Kürt özgürlük mücadelesini yenileyip daha etkili hale getiren çözümleme ve mücadele çizgisiyle, komplonun içinde yer alan sömürgeci ve soykırımcı Türk devletine karşı da büyük bir mücadele ortaya koymuştur. Türk devletinin baskıları ve saldırıları yoğun olsa da, Kürt halkının özgürlük mücadelesi Bakur, Başûr, Rojava ve Rojhilat’ta daha kapsamlı ve derinlikli hale gelmiştir. Bugün Kürt sorunu, Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de daha görünür bir siyasi ve toplumsal bir sorun haline gelmiştir; hatta daha fazla bölgesel ve uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Bu yönüyle,26 yıllık İmralı mücadelesi, komplocuların amaçlarını boşa çıkarmış, Önderlik hala esir tutuluyor olsa da kaybeden Uluslararası Komplo, kazanan Rêber Apo olmuştur!
“Abdullah Öcalan’a Özgürlük, Kürt Sorununa Çözüm” kampanyası 2’nci yılına girdi. 1 yılın sonuçlarına baktığımızda hamlenin 2’nci yılı bize ne getirecek?
10 Ekim’de Kürt halkının dostları tarafından başlatılan “Abdullah Öcalan’a Özgürlük, Kürt Sorununa Çözüm” kampanyası genel olarak başarılıydı. Özellikle uluslararası alanda çok güçlü geçti. Böylece, bu kampanyayı uluslararası alanda büyütmenin zemini çok güçlendi. Bu gerçekliği çok iyi görmek gerekir. Eğer bu zemin iyi değerlendirilirse yurt dışında ve uluslararası alanda bu kampanya ivme kazanarak büyüyecektir. Bu açıdan uluslararası alanda oluşan zemini çok iyi değerlendirmek gerekir. Bu konuda kapsamlı ve iyi planlamalar yapılırsa, Rêber Apo’nun özgürlüğü konusunda 2025 yılında dev bir adım atılmış olur. Birinci yıl, böyle güçlü bir potansiyelin var olduğunu ortaya koydu. Özellikle Rêber Apo’nun paradigması tanındıkça bu kampanya katlanarak büyümektedir. Bu kampanya sadece bir halkın ve onun önderinin özgürlüğüne yönelik bir biçimde gelişmiyor. Rêber Apo’nun paradigmasını sahiplenme, bu kampanyanın büyümesini sağlayan en temel etkendir. Özcesi, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve Önderliği özgürleştirme mücadelesi, bir ideolojik düzeyle donandığında ne kadar etkili olabileceğini gördük. Bu açıdan, bu kampanya yürütülürken ideolojik ve düşünsel boyutun güçlendirilmesiyle daha etkili sonuçlar alınır.
Kampanyanın 2’nci yılında, özellikle dünya kadın hareketleri bu kampanyaya daha güçlü destek vereceklerdir. Rêber Apo’nun ekolojik yaklaşımı öğrenildikçe, kadın hareketleri gibi ekolojist hareketler de bu kampanyanın önemli bir gücü haline gelecektir. Kapitalist modernitenin insanlığı çıkmaza soktuğu günümüzde, devlet dışı yönetim modeli olan demokratik konfederalizm, kadın özgürlük çizgisi ve ekolojik bakış tüm insanlığı etkileyecektir. Bu da Rêber Apo’nun özgürlüğü ve Kürt sorununun demokratik çözüm mücadelesine büyük güç katacaktır. Özcesi, 2’nci yıl, kadın hareketinin başını çektiği, halkların vicdanı olan aydınların daha fazla katılacağı, ekolojistlerin ve emekçilerin bu kampanyayı sadece bir destek ve dayanışma kampanyası değil, bizzat kendilerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesi olarak görecekleri yıl olacaktır. Kampanyanın birinci yılı, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi gibi kurumları harekete geçirdi. İkinci yılda bu tür kurumlar daha fazla harekete geçirilecektir. Hatta devletleri dahi dolaylı ya da dolaysız harekete geçirecek sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz bunlar, kampanyanın yarattığı demokratik kamuoyunun etkisiyle olacaktır.
Uluslararası Komplo'ya karşı hamle öncülüğünde dünya çapında mücadele yürütülürken, Kürdistan’da da çok yoğun bir mücadele sürüyor. Söz konusu Kürdistan olduğunda Bakurê Kurdistan öne çıkıyor. 13 Ekim’de Amed’te Türk devletinin yasaklamasına rağmen komploya karşı önemli bir eylem gerçekleştirildi. Bu eylemin önemi nasıl anlaşılmalı?
Kürdistan geneli açısından düşünüldüğünde, her zaman Bakurê Kurdistan’daki mücadele öne çıkar. Zaten 50 yıldır Kürdistan’ın tüm parçalarındaki mücadeleyi etkileyen ve belirleyen, Bakurê Kurdistan’dır. Rêber Apo’yu sahiplenme ve Kürt halkının özgürlüğü için mücadelede Bakurê Kurdistan her zaman öncü olmuştur. 10 Ekim’de dostların başlattığı kampanyaya Bakurê Kurdistan bir yıldır önemli eylem ve mücadelelerle katılmaktadır. Kampanyanın 2’nci yılında Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de mücadele daha güçlü ve etkili yürütülecektir. Birinci yıldaki eylemler ve mücadele, Bakurê Kurdistan’ın daha büyük bir mücadele yürütebileceğini ortaya koymuştur. Devlet yasaklama koyarak katılımı düşürmeyi amaçlamış olsa da, halkımız engelleri aşıp sesini duyurmuştur. Şu bilinmelidir ki, Bakurê Kurdistan’da mücadele ne kadar yüksek ve etkili olursa bu, Kürdistan’ın tüm parçalarını da, yurt dışını da etkilemektedir. Bakurê Kurdistan’daki mücadele tüm parçalardaki mücadeleye büyük ivme kazandırmaktadır. 50 yıllık mücadele bu gerçekliği ortaya koymuştur. 13 Ekim mitingi bir başlangıçtır. Kampanyanın 2’nci yılının başta Bakurê Kurdistan parçası olmak üzere, tüm Kürdistan’ın ve yurt dışında nasıl gelişeceği konusunda da önemli bir ölçüdür. Rêber Apo’ya özgürlük ve Kürdistan’a siyasi çözüm hamlesi zengin yöntemlerle sürdürülmelidir. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere, Kürt halkı birçok yöntemle mücadeleyi yükseltebilir. Bir ya da iki mücadele yöntemiyle sınırlı kalmamak önemlidir. Gençler, kadınlar ve tüm halkımız bilmeli ki, eylemlere daha güçlü toplumsal katılımlar olursa, etkisi de daha fazla olur. Kürt halkı, Newroz ve serhildan halkıdır; bu bir ulusal karakter haline gelmiştir. Bu açıdan, katılımı yüksek eylemler yapılamıyor, denilemez. Gençler, kadınlar ve halka dokunulduğunda, örgütlenme en temel görev olarak görüldüğünde, serhildan halkı bu karakterini her yerde ortaya koyar.
Kampanyanın birinci yılında hem Rojava hem de Avrupa önemli bir rol oynadı. Zaten Önderlik söz konusu olduğunda Rojava ve Avrupa her zaman ayağa kalkmış ve etkili mücadele içinde olmuştur. Kampanyanın birinci yılında bu gerçeği bir daha gördük. Rêber Apo’ya yönelik Uluslararası Komplo gerçekleştiğinde, Rojava ve Avrupa’daki halkımız güçlü bir biçimde ayağa kalkmıştır. Bu konuda örnek bir tutum göstermişlerdir. Bu nedenle, Rêber Apo, İmralı’da yazdığı savunmalarında Rojava halkı ve Avrupa’daki halkımıza özel şükranlarını belirtmiştir. Kampanyanın 2’nci yılında Avrupa, Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye halkları yine Rêber Apo’yu özgürleştirme mücadelesine en yüksek düzeyde katılacaktır.
Faşist Türk devletinin Kürdistan’ı yeniden işgal saldırıları aralıksız bir şekilde sürüyor. Bu saldırıların merkezlerinden biri de Medya Savunma Alanları. Türk devletinin, ortağı KDP aracılığıyla Irak hükümetiyle yaptığı anlaşmayı boşa çıkardığını görüyoruz. Geldiğimiz noktada bu savaş tüm taraflara neyi gösterdi?
Türk devleti, 4 yıldır tüm savaş imkanlarıyla, yasaklı silahlar ve aldığı iç-dış desteklerle Medya Savunma Alanlarına yoğun bir saldırı yürütüyor. Şu anda İsrail’in yaptığı saldırılar gündemdedir. Türk devleti her gün İsrail’in Gazze ya da Lübnan’a yaptığı saldırıdan daha fazla saldırı yapmakta, tüm alanı bombalamakta ve yasaklı silahlar kullanmaktadır. Gerillanın direniş üsleri haline gelen tünelleri günün her saati bombalamaktadır. Her türlü silahla yapılan bombalamalar, zehirli gazlar ve yasaklı silahlarla koordineli tim-tünel mücadelesini etkisizleştirmeye çalışıyor. Yeni bir savaş doktrini olan koordineli tünel-hareketli tim savaşıyla dört yıldır Türk ordusuna kök söktürülmektedir. Günün her saati saldırı yapılan 4 yıllık bir savaştan söz ediyoruz. Bu dört yılda Türk devleti, ABD’nin Vietnam’da kullandığı bombaların belki de yüz katı bomba kullanmıştır. Medya Savunma Alanları’nda onlarca insansız hava aracı sürekli uçmaktadır. Gerilla, onlarca insansız hava aracının koruması altındaki Türk ordusuna karşı savaşmaktadır. Bu direniş, fedailiğin zirveye çıktığı örnek olarak savaş tarihine geçecektir. Her günü ve her tünelde yürütülen savaşın, bir roman ve film konusu olduğunu söyleyebiliriz. Büyük bir moralle, bir şölene gider gibi düşmanın üzerine yürüyen bir fedailer topluluğu vardır. Böyle direnen ve fedai savaş yürüten bir halk, artık özgürlüğü kazanmış demektir. Şimdi bu özgürlüğün tarihi yazılmaktadır. Ne zorluk yaşanırsa yaşansın, ne bedel ödenirse ödensin, bu tarihin sonucu Kürt halkının özgürlüğüdür.
Savaş Medya Savunma Alanları’nda yoğunlaşsa da, Bakurê Kürdistan’da da hem Türk devletinin askeri operasyonları süreklileşmekte hem de buna karşı gerillanın direnişi olmaktadır. 2024 yılında Bakurê Kurdistan’da onlarca eylem olmuş, bu eylemlerde birçok asker ve polis ölmüş ya da yaralanmıştır. Ancak Türk devleti, Bakurê Kurdistan’daki kayıplarını kamuoyuna açıklamama politikası yürütmektedir. 2024 yılında Bakurê Kurdistan’daki mücadelede, onlarca gerilla fedaice savaşarak şehit olmuştur.
Türk devleti ve Kürt düşmanı güçler de yapılan her türlü saldırıya rağmen özgürlük mücadelesinin dimdik ayakta kaldığını gördü. Artık bu halkı özgürlük mücadelesinden vazgeçirmek mümkün değildir. Kürt halkına ne kadar zulüm yapsalar da, ağır bedeller ödetseler de, bu halk mücadelesini özgürlüğünü kazanana kadar sürdürecektir. Türk devleti bunu anlamış olmalı; anlamadıysa kendisini bitirecek bir çıkmazın içinde debelenecektir. Bunun sonu da kaybetmek olacaktır.
Irak hükümeti Türk devleti ile anlaşarak büyük bir suç işlemiştir. Kürt özgürlük mücadelesi 50 yıldır sadece halkının özgürlüğü için savaşmıştır. Hiçbir dönem herhangi bir dış güce dayanarak bölgedeki herhangi bir ülkeye ve siyasi güce karşı savaşmamıştır. Irak’a müdahale sonrası oluşan iktidarlarla hep iyi ilişki içinde olmuştur. Irak’ın son 20 yılda yaşadığı en büyük tehlike olan DAİŞ’e karşı en etkili mücadeleyi, Kürt Özgürlük Hareketi vermiştir. Bu nedenle DAİŞ’e karşı savaş dönemindeki iki Irak başbakanı da PKK yönetimine teşekkür etmiştir. Eğer PKK’nin DAİŞ’e karşı mücadelesi olmasaydı şu anda ne Irak hükümeti kalırdı ne de Başûrê Kurdistan yönetimi. Zaten Başûr yönetimi de gerillalara teşekkür etmişti. Mevcut başbakan ve bu anlaşmada rolü olan 2-3 kişi dışında, Irak’taki yönetim üyeleri ve siyasi güçleri Türk devletiyle yapılan anlaşmanın tarihsel bir hata olduğunu anlamıştır. Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı TC ile anlaşmış bir Irak yönetiminin geleceği olmaz. Ahlaki, vicdani ve moral değerlerini kaybetmiş bir yönetimin ömrü uzun olmaz. Zaten direnişimiz, onların da gerçeğini gözler önüne sermektedir. Toplumsal desteğini kaybeden bir iktidar durumuna düşmektedirler. Özcesi o anlaşma, Irak halkının kabul etmediği bir anlaşmadır.
Türk devleti, “Bu yaz direnişi bitireceğiz, PKK bitecek,” diyordu. Şimdi bunu diyenler, sonbahar ve kışın yiyecekleri darbenin korkusu içine girmişlerdir. Herhalde askerlerin tezkere için gün sayması gibi, her gün yaza şu kadar gün kaldı, sendromu ile yaşayacaklar. KDP ise, zaten bu 4 yıllık savaşta yaptığı ihanetle kendini bitirmiştir. Artık hiçbir moral değeri ve siyasi meşruiyeti kalmayan bir siyasi mevtaya dönüşmüştür. Dış güçlerin desteği ile yaşasa da, yaşamı bu biçimde olacaktır.
İşgal saldırılarının sürdüğü bir ortamda Başûrê Kurdistan’da yapılacak seçimler için neler söylemek istersiniz?
KDP, koltuk değnekleriyle ayakta kalan bir siyasi mevta olarak seçime girecektir. KDP’nin seçimde halka sunacak hiçbir vaadi yoktur. İzlediğimiz kadarıyla, AKP-MHP iktidarının Türkiye’de seçimlerde uyguladığı özel savaşı Başûr koşullarında yürütmeye çalışıyor. KDP’nin hâkim olduğu alanlarda adil bir seçim olmayacağı açıktır. Bakur’da devlet yetkililerinin köylere gidip, “burada AKP’ye oy çıkmazsa bunun hesabını sorarız,” demesi gibi, KDP’nin de köyler ve mahalleler üzerinde böyle baskısı vardır. Köyler ve mahalleler KDP’nin tehdit, şantaj ve baskısı altındadır. Ancak KDP, baskıyla ve bazı çevreleri satın alarak bu seçimde oy almaya çalışsa da, önceki seçimin de gerisine düşecektir. Önceki seçimde Başûr halkının yüzde 15’inin oyunu bile alamamıştı. Önceki seçimlerde katılım oranı düşük kalmıştı.
Halk, bu seçimde sandığa giderek Başûrê Kurdistan’ın dağını, ovasını ve şehirlerini TC’ye açan KDP’yi cezalandırmalıdır. Bunun için de Başûr halkımız, sandıklara giderek ihanete karşı olan yurtsever adaylara oy vermelidir. Bu seçimin gerçek anlamı, Kürdistan’ı işgale açan, Bakur’da soykırım uygulayan ve Rojava’yı işgal eden Kürt düşmanı TC’ye destek olan ihaneti sandığa gömmektir. KDP, Kürdistan’da yurtseverlik ile işbirlikçiliği ve ihaneti muğlaklaştırmaktadır. Kürt halkı için en büyük tehlike budur. Dolayısıyla, bu seçim yurtseverlikle ihaneti netleştirmelidir. Bizim bu seçim için söyleyeceğimiz budur.
Hareket olarak hep "Faşist Türk devleti, savaş alanlarında sonuç alamadıkça Kürt halkına baskı ve zulmü artırıyor; bunun sonucunda da Türkiye toplumunda çürüme derinleşiyor" değerlendirmesi yaptınız. Kadınlara ve çocuklara yönelik katliam ve tecavüzler her geçen gün daha da artarken, hırsızlık, yolsuzluk ve yoksulluk tavan yapmış durumda. İnsanların birbirlerine tahammül sınırları tükenmiş durumda. Türkiye muhalefeti bu durumu ekonomiye bağlıyor. Bu yaklaşım ne kadar gerçekçi ve dolayısıyla bir çözüm olabilir mi?
Türk devleti, Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmak için savaş yürütüyor. Bu savaşı da en kirli biçimde, özel savaş olarak sürdürüyor. 1990’lı yılların başında Kürdistan Özgürlük Mücadelesini bastırmak için her türlü kirli yöntemin kullanılacağı bir özel savaş kararı alındı. Binlerce köy yakıldı, 17 bin ‘faili meçhul’ olarak ifade edilen siyasi cinayetler işlendi. On binlerce insan işkenceden geçirildi, binlercesi zindanlara dolduruldu. Bu kirli savaş döneminin sembolü Tansu Çiller, Doğan Güreş ve Mehmet Ağar’dı. O zamanlar Kürt, PKK ve Apo düşmanlığı ayyuka çıkarıldı. O yıllarda “Apo ve PKK rantı” diye bir kavram ortaya çıktı. Kim Apo, PKK ve Kürt düşmanlığı yapıyorsa ekonomik çıkar elde ediyor, siyasal ve toplumsal itibar sahibi oluyordu. Kürt düşmanlığı, şovenizm ve milliyetçilik öyle kışkırtılmıştı ki, toplum normal düşünemez hale gelmişti. Bu kadar şovenizm ve Kürt düşmanlığı Türkiye toplumunda hiçbir ahlaki ve vicdani değer bırakmamıştı. İyilik, güzellik, ahlak, vicdan ve adalet gibi duyguların yaratıcısı kültür-sanat insanları da büyük oranda kirlenmişti. Türkiye toplumu içinde çok tanınan Ahmet Kaya’nın, yapacağı kasette Kürtçe şarkılara da yer vereceğini söylediğinde nasıl bir saldırıya uğradığı hala hafızalardadır. Kültür-sanat insanlarının bu durumu, 1990’lı yıllardaki çürüme ve yozlaşmanın ne düzeye geldiğinin açık kanıtıydı. Nitekim Rêber Apo, 1990’lı yıllarda Türkiye’de devletin de toplumun da çürüdüğünü vurgulamıştır.
TÜRKİYE TARİHİNİN EN YOĞUN ÖZEL SAVAŞI
Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşın her zaman büyük bölümü özel savaş olmuştur. Askeri savaş, esas olarak bu özel savaşın sonuca ulaştırılmasını sağlayan araç olarak ele alınmıştır. Kuşkusuz, özellikle 2015’ten bu yana askeri savaşla özel savaş, at başı gitmiştir. 2015 Mart’ında Dolmabahçe Mutabakatı’nın Erdoğan tarafından yok sayılması ve 5 Nisan 2015’te uygulanan ağır tecritten bu yana Türkiye tarihindeki en yoğun özel savaş devreye konulmuştur. AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimi sonrası MHP ile ittifak kurmasıyla birlikte, bu özel savaş dizginsiz biçimde yürütülmüştür. 1990’lı yıllarda Hizbulkontra kullanılırken, 2014’ten itibaren DAİŞ kullanılmıştır. Kürt düşmanlığı, 1990’lı yıllardaki uygulamaların çok daha ileri bir düzeyine vardırılmıştır.
BÖYLE BİR TOPLUMDA AHLAK VE VİCDAN KALIR MI?
1990’lı yıllarda daha kaba ve birkaç yöntemle yürütülen savaş, 2015’ten sonra kirli yöntemlerin birkaç kat daha artırılmasıyla devam etmiştir. Kürtler neredeyse her yerde nefessiz bırakılmıştır. Savaş tırmandırıldığı gibi, her gün onlarca siyasetçi tutuklanmıştır. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek düzeyde milletvekili, belediye eşbaşkanları, siyasi parti il ve ilçe yöneticileri tutuklanmıştır. Süleyman Soylu, ‘PKK bir kadın partisidir’ diyerek kadın siyasetçileri, kadın örgütlerinin üyeleri üzerinden terör estirilmiş, binlercesi gözaltına alınmış, dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan oranda kadınlar zindanlara doldurulmuştur. Gençler üzerinde de tam bir kirli savaş politikası yürütülmüştür. Kürt gençleri ve kadınları politikleşmesin diye uyuşturucu ve fuhuş, bir özel savaş saldırısı olarak yaygınlaştırılmıştır. Yine, başta futbol olmak üzere spor da bu amaçla kullanılmıştır. Kürt gençlerinin tuttuğu takımın Süper Lig’de sürekli şampiyon yapılması bile bu yönlü bir özel savaş yöntemi olarak kullanılmıştır. Türkiye’de sanat ve kültür de militarist, şovenist, milliyetçi duyguları kışkırtan biçimde yönlendirilmiştir. Farklı kimlikleri ve inançları yok sayan bir tarih bilinci yaratılmaya çalışılmıştır. Kürtler, Türkiye’nin tüm diğer halklarıyla bin yıldır birlikte yaşamakta. Ancak bin yıl yaşadıkları Kürtler, kimliklerine, dillerine ve kültürlerine sahip çıktıkları için düşman görülmüştür. Türkiye metropollerinde iç içe yaşadıkları Kürtler, düşman görülmüştür. Kürtler, Kürtçe konuştukları ve Kürtçe şarkı söyledikleri için saldırıya uğramıştır. Kürtlere karşı işlenen suçlar normal görülerek cezalandırılmamıştır. Kürtlere yönelik bir şovenizm ve milliyetçilik saldırısı tırmandırılmıştır. Bin yıl yaşadığına ve komşusuna böyle bakan bir toplumda ahlak ve vicdan kalır mı?
TOPLUMUN TÜMÜ KİRLİ SAVAŞIN PARÇASI HALİNE GETİRİLDİ
Kürt düşmanlığı ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik her türlü kirli yöntemin kullanılması, toplumun tümünü kirli savaşın parçası haline getirmiş. Sivil insanlar içinde bile birçok kişi, kendilerini bu savaşın militanları olarak görmüştür. AKP-MHP iktidarı, toplumda böyle bir görev anlayışı da yaratmıştır. Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine düşmanlık öyle bir düzeye getirilmiştir ki, Kürtlere, AKP-MHP gibi yaklaşmayanlar bile ötekileştirilmiştir. Hain ve PKK yandaşı olarak damgalanmıştır. En başta da Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, her konuşmasında kendinden olmayanlara yönelik saldırı ve hakaret içinde olmuş, böylelikle toplum içinde dünyada görülmemiş bir kutuplaşma yaratılmıştır. AKP’nin tabanı bile bu kutuplaşmadan rahatsız olmuştur. AKP’nin oylarının giderek düşmesi ve son yerel seçimde kaybetmelerinin önemli nedenlerinden biri de budur.
ÇÜRÜMENİN NEDENİ SADECE EKONOMİ DEĞİL
Toplumu milliyetçilik ve şovenizm çürütmüştür. Milliyetçilik ve şovenizmin dili, üslubu ve yöntemi şiddettir. Zihniyeti erildir, erkeksidir. Bu kadar kutuplaşma yaratılan bir ülkede herkes, karşısındakine kuşkuyla bakar ve şiddet uygular. Eğer toplumda bu kadar şiddet varsa, kadınlara tecavüz, çocuklara yönelik tecavüz ve şiddet varsa, bunu yaratan AKP-MHP iktidarının özellikle son 10 yılda yürüttüğü politikalardır. MHP’nin zaten genlerinde bu var; AKP de tamamen MHP’lileşti. Dili, üslubu ve politikaları karşısındakini düşman gören, şiddete eğilimli bir toplum yaratmıştır. AKP ve MHP’nin kendileri dışındaki siyasi güçlere ve siyasetçilere tahammülü olmadığı için toplum da böyle şekillenmiştir. Türkiye toplumunda şiddet, çeteleşme, kadınlara şiddet ve tecavüz artmışsa bunu yaratan ekonomik sorunlar değildir. Bu tür saldırıların en fazla yüzde 10’u belki ekonomik sorunlardan kaynaklanıyordur. Bu sorunları esas olarak yaratan iktidar politikaları, devlet yönetimi ve hâkim olan siyasi zihniyettir. Şovenizm ve milliyetçilik nerede bu düzeyde kışkırtılsa, orada şiddete eğilim artar. Son yıllardaki birçok film ve dizi de toplumu militaristleştirmede etkili olmuştur.
KÜRT SORUNU ÇÖZÜLMEDEN DÜZELMEZ
Türkiye’de tüm sorunların çözümü için Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü gereklidir. Türkiye’deki bu toplumsal ruh halini düzeltmek; çürümeyi, yozlaşmayı ve şiddeti önlemek için de Kürt sorununu çözmek gerekir. Kürtlere karşı yürütülen kirli özel savaş, toplumu çürütüyor. Kürtlere karşı yürütülen savaş o kadar haksız ve insanlık değerleriyle çelişmektedir ki, bu savaşı normal hukuk ve yasalarla yürütmek mümkün değildir. Bu nedenle Kürtlere yönelik kirli savaşta ne anayasalarına ne yasalarına uyuyorlar. Faşist ruhlu anayasa ve yasaları bile bu kirli savaşı yürütmeye tam cevaz vermiyor. Bu nedenle her türlü insanlık dışı uygulamayı yapıyorlar. Bu da toplumu çürütmede önemli etken oluyor. Türkiye’deki sorunların kaynağını Kürtler üzerinde yürütülen kirli özel savaş olarak görmeyenler ya bu savaşa gözlerini kapatıyorlar ya da dolaylı ortağı oluyorlar. Türkiye’nin gerçek demokratları ve siyasetçileri bu gerçeği görmeli ve bu doğrultuda bir mücadele yürütmelidirler.
CHP, yerel seçimlerde birinci parti olarak çıktı ve toplumda bir beklenti yarattı. Sonrasında izlediği politikalar, sizce Türkiye siyasetine nasıl bir etki yaptı?
CHP’nin yerel seçimde birinci parti çıkmasının nedeni, AKP-MHP iktidarının 10 yıldır izlediği politikalara karşı halkın tepkisidir. CHP’nin izlediği politikalardan çok, AKP-MHP ittifakının toplumda yarattığı hoşnutsuzluk bu sonucu ortaya çıkarmıştır. AKP-MHP iktidarının 2015’ten sonra yürüttüğü Kürt düşmanı politikalar da bu sonuçta etkili olmuştur.
Kürtler, Kürdistan’dan sonra nüfus olarak Marmara, Çukurova, Ege ve Akdeniz’de yoğunlaşmıştır. Buralar aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi yönünü belirleyen alanlardır. Kürtler artık buralarda siyasi gelişmeleri etkileyen bir toplumsal güç haline gelmiştir. Kürtlerin bu alanlardaki konumu, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü açısından önemli rol oynayacak düzeydedir. CHP’yi esas olarak birinci parti yapan, bu alanlarda aldığı yüksek oylardır. Bu açıdan Kürtlerin de içinde olduğu demokratik güçler, CHP’nin bu gerçeği görerek demokratikleşme doğrultusunda tutum göstermesini beklemiştir. Zaten Kürt sorununun çözümü doğrultusunda politika üretmeyen hiçbir siyasi güç, demokratik olamaz. Demokratik olduğu iddiasında bulunamaz.
CHP EKONOMİK SORUNLARIN ASIL NEDENİNİ GÖRMÜYOR
CHP, Türkiye’nin temel toplumsal ve siyasi sorunlarını teğet geçmek için ekonomik sorunlara ağırlık verdi. Kuşkusuz, Türkiye’de ciddi bir ekonomik sorun var. Belli bir zengin ve orta sınıf dışında, Türkiye’de ciddi bir yoksulluk var. CHP’nin bu sorunla ilgilenmesi anlaşılır bir durumdur, ancak bu ekonomik sorunu esas yaratan savaş politikalarıdır. Kürt düşmanlığı, iktidarları savaş hükümeti haline getiriyor. Nitekim Tayyip Erdoğan, ‘siz bir merminin fiyatını biliyor musunuz’ dedi. Dağlara yağdırılan bombaların büyük bölümü dışarıdan alınıyor ve bunun dışında da büyük savaş harcamaları var. On binlerce çeteyi besliyorlar; özel savaşa büyük kaynaklar aktarılıyor. Birçok kesime, kişiye ve dış devlete rüşvet veriliyor. Özcesi, ekonomik sorunları, Kürt’e karşı yürütülen savaş yaratıyor. CHP, ekonomik sorunların esas nedenini görmüyor.
CHP DEMOKRATİKLEŞME KONUSUNDA ADIM ATMADI
Toplumun AKP-MHP’ye tepkisinin önemli bölümü adaletsizliğin, kutuplaştırmanın ve partizanlığın yarattığı toplumsal sorunlardan kaynaklanıyor. Toplum CHP’den demokratikleşme doğrultusunda adım bekliyor. CHP ise bu konuda bazı söylemler dışında bir adım atmadı. Kürt sorunu konusunda bir politika geliştirmedi. Örneğin, Kürt sorununun çözümü için Meclis’te komisyon kurulmasını, bu sorunu Meclis’in ele almasını isteyebilirdi. Böyle bir önemli sorunda rol almayacak bir Meclis, Türkiye’nin sorunlarını çözme iddiasında olabilir mi?
CHP 9 YILIN HESABINI SORMADI
Öte yandan, toplumun rahatsız olduğu AKP-MHP politikalarına karşı mücadele edeceğine, onların 20 yıllık politikalarını normalleştiren bir politika yürütmektedir. CHP, normalleşme denilen politika ile AKP-MHP iktidarına nefes aldırmış, 9 yıldır Türkiye halklarına kan kusturan, toplumu kutuplaştıran, adaletsizliği normalleştiren, yargıyı tamamen izlediği politikaların militan organı haline getiren ve tam bir despot sistem kuran Erdoğan’ı normalleştirmiştir. Türkiye siyasetinin siyasi üslubu ne normalleşmiş ne de demokratikleşmiştir; Erdoğan ve AKP-MHP iktidarının 9 yıllık politikaları normalleştirilmiştir. 9 yıllık uygulamalardan hesap sorulacağına, bu uygulamalar da yumuşatılıp kabul edilebilir hale getirilmiştir. CHP’nin yeni yönetimi, tam da Erdoğan’ın istediğini yapmıştır. Nitekim Erdoğan, seçim yenilgisinin sarsıntısını atlatmış, yeniden inisiyatifi ele almaya başlamıştır.
CHP NORMALLEŞME İLE ERDOĞAN’A YARDIMCI OLDU
Kuşkusuz, CHP’nin AKP’nin tabanına seslenmesi ve kazanmak istemesi anlaşılır bir durumdur. Türkiye’nin birinci partisi kalmaya devam edecekse böyle bir politika benimsemesi kendisi açısından beklenen bir yaklaşımdır. CHP, eski kalıpları içinde kalmayacaksa AKP’nin tabanına seslenmesi anlaşılırdır. Bu, Erdoğan’ın politika ve uygulamalarını normalleştiren tutumlarla olmaz. Doğru politika ve söylemlerle bu amacına ulaşabilir. CHP, normalleşme ile AKP tabanını kazanmamıştır; aksine Erdoğan’ın bu tabanı tutmasına yardımcı olmuştur.
Özcesi, CHP toplumun beklentilerine cevap olamadı. Demokratikleşme, ancak demokratik olmayan politika ve uygulamalara karşı mücadeleyle gelir. Yoksa, “Erdoğan’dan şunu istedim, şunu yaptı” diyerek demokratikleşme gelmez. CHP, ideolojik ve politik yaklaşımlarıyla Türkiye’yi demokratikleştirmede rol oynayacak bir duruş ve çaba içinde olmamıştır.
Gerçek muhalefet olarak tanımladığımız Türkiye ve Kürdistan’daki demokratik ve sol çevrelerin durumu oldukça önemli. AKP-MHP faşizmi baskıyı ve zulmü artırırken, buna karşı demokratlar, sol-sosyalistler ve bir bütün olarak ezilenler mücadeleyi aynı oranda yükseltebiliyor mu?
Şu açıktır ki; Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından hem Kürt demokratik güçlerinin hem de Türkiyeli demokratik siyasi güçlerin ve solun örgütlülüğü ile mücadelesi belirleyici olacaktır. Kürt sorununun çözümü temelinde Türkiye’nin demokratikleşme düzeyini, başta sol demokratik güçler olmak üzere, radikal demokratik güçler belirleyecektir. Sistem içi siyasi güçlerin demokratikleşme doğrultusundaki söylem ve adımlarının niteliği ve düzeyi de radikal demokrasi güçlerinin örgütlü gücü ve mücadelesine bağlı gelişecektir. CHP’den ya da başka bir sistem içi siyasi güçten Kürt sorununun çözümünü sağlayacak önemli demokratikleşme adımları beklemek yanlıştır. Türkiye’de 100 yıldır belirlenmiş sınırlar, çizilmiş bir ideolojik ve siyasi anlayış vardır. Türkiye’de yaşanan ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi gelişmelere göre bazı konularda bu sınırların dışına çıkma eğilimi ve çabası olsa da hala bu ideolojik ve siyasi bariyerleri aşıp, Türkiye’yi gerçek anlamda demokratikleştirecek bir siyasi parti ve güç yoktur. Tabii ki sosyalistler başta olmak üzere, bazı sol güçler söz konusu ideolojik ve siyasi sınırları aşmada önemli adımlar atmıştır. 12 Eylül’le birlikte, güçleri tırpanlanan sol güçler hala bir toparlanma ve güçlenme mücadelesi vermektedir.
RADİKAL DEMOKRASİ GÜÇLERİ YETERSİZ
Kuşkusuz, Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt demokratik siyasi güçler, sol ve demokrasi güçlerinin ayakta kalması ve toparlanmasında önemli rol oynamıştır. Ancak Türkiye’nin radikal demokrasi güçleri, hala demokratikleşme konusunda bir ortak program ve bu temelde ortak mücadeleyi tam sağlayamadıkları için istenen etkiyi gösteremiyor. Halbuki Türkiye’de sol demokratların mücadele geleneği ve birikimi güçlüdür. Eğer ortak mücadele platformunu oluşturabilseler, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri belirlerler. Kürt halkının demokratik siyasi gücü, böyle bir mücadele gücünün ortaya çıkmasını sağlamada önemli rol oynayacak düzeydedir. Kürt Özgürlük Hareketi, tarih sahnesine çıkışından bu yana Türkiye’nin gerçek demokrasi güçleriyle ortak mücadele vermek için çalışmaktadır. Hareketimiz, Türkiye’nin böyle demokratikleşeceğine inanmaktadır.
BİR MÜCADELE ORTAKLIĞI OLMALIDIR
Bir daha vurgulayalım ki; Türkiye demokrasi güçleri, Kürt halkının demokratik güçleriyle ortak mücadele vermeden rollerini oynayamaz. Aynı biçimde, Kürt demokratik güçleri de mevcut konjonktürde Türkiye’nin demokratik güçleriyle ittifak ve ortak mücadele içinde olmadan, Kürt sorununun çözümü temelinde demokratikleşmeyi sağlayamaz. Türkiye’nin diğer siyasi güçlerini de demokratikleşme doğrultusunda harekete geçirecek olan bu ortak mücadeledir.
Bu ittifak ve ortaklaşma esas olarak bir mücadele ortaklığı olmalıdır. Kuşkusuz, seçimler de demokratikleşme mücadelesinin bir parçası olduğundan, seçimlere de ortak girmek önemlidir. Türkiye cephesinde ve Kürt cephesinde ittifakları olumsuzlayan çabalar vardır. Bunlar, yanlış ve sığ görüşlerdir; yüzeysel yaklaşımlardır. Bazı duygusal ve tepkisel tutumlardır. Kürt demokrasi güçleri ve Türkiye’nin demokrasi güçlerinin ortaklaşmasını istemeyenler, demokrasi karşıtı güçlerdir. Kürt sorununun çözümünü istemeyen kesimler, Türk devleti, iktidar güçleri ve istihbarat organları bu tür algılar yaratmaya çalışıyorlar. Ortak mücadelenin Kürtlerin mücadelesini güçlendireceğini ve soykırım politikalarını boşa çıkaracağını biliyorlar. Bu nedenle Kürtleri yalnızlaştırmak istiyorlar. Olmuş bazı yanlışlar ve eksiklikler nedeniyle ittifak politikalarına karşı çıkmak, Kürtlerin politik gücünü zayıflatır; Kürt halkının mücadelesine zarar verir.
Türkiye Meclisi’nin açılışında, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti’li vekillerle el sıkışması, ‘yeni çözüm süreci olabilir mi’ tartışmasını gündeme getirdi. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt düşmanı ve aslında Kürt soykırımı ile Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek dışında bir politikası ve amacı olmayan MHP lideri neden DEM Parti’lilerin elini sıktı? Devlet Bahçeli’nin, DEM Parti dahil Kürt demokratik siyaseti için neler söylediği biliniyor. MHP’nin politik çizgisi, şimdiye kadar söyledikleridir. O zaman neden el sıktı? Devlet Bahçeli, el sıkmanın kendine göre gerekçelerini açıkladı. Bu gerekçesinin doğru olmadığı açıktır. Meclis açılışından önce Tayyip Erdoğan, Bahçeli’yi evinde ziyaret etti. El sıkma ve DEM Parti’ye yönelik yeni politika, daha doğrusu yeni oyun, bu görüşmede kararlaştırıldı. Büyük ihtimalle bu oyunu Erdoğan planladı ve Devlet Bahçeli’ye kabul ettirdi. Erdoğan, Bahçeli ve MHP’yi iyi tanıdığından, Bahçeli’nin kabul edeceği bir öneri götürdü. Bunun, MHP çizgisinin memnuniyetle kabul edeceği bir plan olduğunu söyleyebiliriz. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanımız Besê Hozat, AKP-MHP iktidarının karakteri, politikası, uygulamaları ve hala ısrar ettikleri soykırım politikaları nedeniyle bunu yeni bir oyun kurma olarak değerlendirdi.
GERÇEK ANLAMDA BİR ÇÖZÜM SÜRECİ YOKTU
Bu el sıkma sonrasında, hemen bazı çevrelerde “Cumhur İttifakı, DEM Parti ile yeni bir çözüm sürecini başlatıyor” yönünde yorumlar yapılmaya başlandı. Hemen şunu belirtmeliyiz ki, 2007-2015 yılları arasında gerçek anlamda bir çözüm süreci yoktu, olmadı. Rêber Apo’nun, AKP iktidarını bir çözüm sürecine sokma politikası ve çabaları vardı. Bu açıdan biz bu dönemi esas olarak, AKP iktidarını ve devleti çözüm sürecine sokma süreci olarak değerlendirdik. Rêber Apo’nun tüm konuşmaları, mesajları, sunduğu çözüm belgeleri ve en son 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de hükümet üyeleriyle birlikte tüm televizyonların canlı yayınında sunulan Dolmabahçe Mutabakatı da bu amaçlıydı. Dolmabahçe Mutabakatı, iyi incelendiğinde bu gerçeklik görülür. Bu mutabakat yayınlanmadan önce bize sunuldu. Yönetim olarak daha somut iki madde eklenmesini önerdik. Bu öneriler götürüldüğünde, Rêber Apo, ‘mutabakata konulanlar yeterlidir’ demiştir. Bazılarının bilmediği halde, Rêber Apo’nun bu mutabakatı eleştirdiği ve yetersiz bulduğu yönündeki söylemleri gerçek dışıdır. Rêber Apo, AKP iktidarını ve devleti bu mutabakatla çözüm sürecine sokmak istemiştir. Ancak Erdoğan’ın ve ilişkide olduğu devlet yetkililerinin bir çözüm anlayışı olmadığı için bu mutabakatı reddetmiştir. Zaten, Ekim 2014’teki Türk Milli Güvenlik Kurulu’nda “Çöktürme Planı” kararlaştırılmıştır. Bazılarının “sürecin sonlanmasını PKK yaptı” demesi külliyen yalandır ve maddi gerçeklikle ters bir söylemdir.
DEMOKRATİK ZİHNİYETTE OLANLAR ADIM ATAR
Rêber Apo da Hareketimiz de makul bir çözümden yanaydı. Bu nedenle Rêber Apo ve Hareketimiz çok dikkatli bir dil ve üslup kullandı. Hem hükümeti ve devleti hem de kamuoyunu bir çözüm sürecine teşvik etme yaklaşımıyla hareket etti. Kuşkusuz, Hareketimiz de Kürt demokratik siyaseti de Türkiye’nin gerçek demokrasi güçleri de her zaman Kürt sorununun makul demokratik siyasi çözümünden yanadır. Böyle bir çözüm isteyen her siyasi güçle ilişki içinde olur. Bu, her şeyden önce Türkiye’nin demokratikleşmesi için önemli ve olmazsa olmaz bir adımdır. Türkiye gerçekliği ve yüzyıllık politikaları dikkate alındığında, ancak demokratik zihniyette olanlar bu adımı atarlar. Türkiye’de hem Kürt sorununun çözümünde adım atılacak hem de demokratik zihniyette olunmayacak. Türkiye gerçeğinde böyle bir durum söz konusu olmaz.
AKP, 2002’de bazı demokratik söylemlerle iktidara geldi. İslami çevreler geçmişte bazı baskılar gördüğünden, içlerinde demokratik eğilimde olanlar da vardı. AKP’yi iktidara getiren sürecin ise 12 Eylül askeri darbesiyle başladığını bilmek gerekir. Kürt halkının özgürlük istemlerini tamamen tasfiye etmek ve bunun için Kürtleri yalnız bırakıp kuşatmak için siyasal İslam’ın devlet içine alınması kararlaştırıldı. Yani Kürt soykırımını tamamlamada devlet politikasının yanında olmaları için sistem içine alındılar. AKP’yi ve siyasal İslam’ı değerlendirirken bu politikayı unutmamak gerekir.
AKP O DÖNEMİN GEREĞİ YUMUŞAK MESAJLAR VERDİ
AKP’nin ve siyasal İslam’ın devletin içine alınması sürecinde, bazı çevrelerin itirazları ve dirençleri vardı. Bu nedenle AKP iktidarı, bu tür engelleri aşmak için halkın demokrasi özlemlerine seslenmeyi gerekli gördü. Kürtlere de yumuşak mesajlar verdi. Ayrıca devletin içine tam yerleşme sorunu yaşadığından, Kürt Özgürlük Hareketi ile şiddetli çatışma, onu iktidar olarak zayıf düşüreceğinden, Hareketimizden çeşitli aracılar yoluyla çatışmasızlık istedi. Rêber Apo, zamanlama açısından doğru bulmasa da bu durumu, iktidarı ve devleti bir çözüm sürecine sokma amacıyla kabul etti. Bu konuda büyük bir yoğunlaşma ve çaba içinde oldu. Ancak Erdoğan ve AKP iktidarı güven vermediğinden, bu süreçte esas olarak Kürt demokratik güçleri dahil, Türkiye’nin tüm demokrasi güçlerini güçlendirmeyi esas aldı. Kürt demokratik güçleri ile Türkiye’nin demokrasi güçlerini ittifak ve ortak mücadele içine sokma yönünde projeler sundu. Bu konuda önemli gelişmeler de sağlattı. Rêber Apo’nun kuşkuları doğrulandı. Erdoğan, çözüm süreci için önemli adım olacak Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddetti. Bu mutabakatı reddetmek, Kürt Özgürlük Hareketi ve tüm demokrasi güçlerine savaş açmak anlamına geliyordu. Zaten 2014 yazında “Çöktürme Planı” hazırlanmıştı. Dolmabahçe Mutabakatı da bu çerçevede reddedilmiştir. O günden bugüne Kürdistan’da yürütülen kirli savaş ve demokrasi güçlerine yönelik saldırılar bilinmektedir.
ELBETTE DEMOKRATİK ÇÖZÜMDEN YANAYIZ
Şimdi, 9 yıllık kirli soykırım savaşı yürüten AKP-MHP iktidarının bir çözüm süreci geliştireceğine kim inanır! MHP tümüyle parti politikası ve amaçlarından vazgeçmiş midir? Kim MHP’nin Kürt soykırım amacından vazgeçtiğini söyleyebilir? Bunun için herhangi bir belirti ve veri var mıdır?
Kürt sorununun çözümü kadar Türkiye için güzel ve iyi bir şey olabilir mi? Tabii ki bizler de, Kürt demokratik hareketi de her zaman bir demokratik çözümden yanayız, diyoruz. Bunu söylemezse kendileriyle çelişmiş olurlar. Bu açıdan, bazı muhalif kanallarda sanki çözüm süreci kötü bir şeymiş gibi tartışmalar yürütülmesi hiçbir mantıkla izah edilemez. Böyle önünü arkasını tartışmadan çözüm sürecini olumsuz bir şey gibi tartışmak, Kürt halkı ve demokrasi güçleri tarafından Kürt karşıtlığı olarak anlaşılır. Kendine muhalif diyen kanalların tartışması şu yönlü olabilir. Kürt sorunu çözülmeli, Türkiye’nin demokratikleşmesi için bu gerekir, ancak MHP ve AKP zihniyeti bu sorunu çözmez, eğer Kürt sorununun çözümünü ve Kürtlerle barışmayı istiyorlarsa, o zaman Kürt sorununun çözümü konusunda atacakları adımları ortaya koysunlar, demelidirler. Eğer MHP ve AKP’nin kurduğu oyunun maskesini düşürmek istiyorlarsa bunu söylemelidirler. Kürtler, bu bir oyundur, mevcut politikalar ortada, bu politikalar değişmeden biz bu oyunun parçası olmayız, diyebilir. AKP-MHP iktidarının gerçekten de Kürtleri mücadeleden alıkoymak, Kürt soykırımı politikasını daha rahat yürütmek için bazı Kürtlerin kafasını karıştırmak ve PKK’ye karşı çıkın, diyerek Kürt halkının özgürlük mücadelesini zayıflatmak amacıyla böyle bir oyun kurduklarını söyleyebilirler. Açık adımlar ve politika değişiklikleri görmedikçe, bunu söylemelidirler. İmralı’da hukuk çiğneniyor, ağır tecrit uygulanıyor, zindanlar ölüm evleri haline gelmiş, binlerce siyasetçi içeride ve her gün tutuklamalar ve Kürt kültürü üzerinde baskılar var. Bu durumlar değişmeden Kürt sorununun çözümü için samimi niyet ortaya konulmuş olamaz.
Kürtler, böyle tavır koyabilir. Ancak muhalifler, çözüm sürecinin olumsuzluğu üzerinden tartışma yaparlarsa, bu demokratik bir anlayış olmaz; demokratik olmayan bir tutum olur. Aslında AKP-MHP iktidarının şimdiye kadar ki politikaları onaylanmış olur.
CHP ÇÖZÜMDEN YANA İNİSİYATİF ALABİLİR
Aslında bu süreçte ne tutum takınılacağı önemlidir. CHP’nin politikalarının yönünün ne olacağını da ortaya koyacaktır. CHP, açıkça “Kürt sorununda bir çözüm olursa biz destek veririz” diyerek inisiyatif koyabilir. Bu, Kürt sorununda inisiyatifi ele almak anlamına gelir. CHP’yi gerçek demokratik çizgiye oturtur. Böylece bir daha CHP’ye “bölücülerin yanındasınız, şunun yanındasınız” diyerek bir suçlama içine giremezler. CHP, muhalif kanallarda bazılarının ortaya koyduğu yaklaşımın tersine, bizzat kendisi Kürt sorununun çözümünde inisiyatif alabilir. Böylece AKP-MHP’nin muhalefeti suçlama ve Kürtleri oyalama politikasını boşa çıkarmış olur. CHP’nin gerçek bir sosyal demokrat parti olması önündeki en büyük engel, MHP-AKP ve bazı çevrelerin CHP’nin Kürt sorununda politika üretmelerini engelleyen suçlayıcı ve töhmet alında bırakan yaklaşımlarıdır. CHP, AKP-MHP’nin, DEM Parti’ye verdiği mesajları fırsat bilerek bu durumu aşabilir ve gerçek bir sosyal demokrat parti haline gelebilir. Eğer muhalif kanallarındaki bazı kişilerin Kürt sorununun çözümü konusunu olumsuz bir tartışma haline getirmelerini aşamazsa CHP, yerel seçimler dönemindeki görüntüsünü kaybeder; böylece AKP-MHP’nin kurduğu oyunun içine girmiş olur. MHP ve AKP’nin Kürt sorunu konusunu araçsallaştırmalarının önemli bir nedeni de, Türkiye’de gerçek bir demokrat ya da sosyal demokrat duruş ve programın ortaya konulmamasıdır. Bilindiği gibi, dünyanın her yerinde bu tür sorunlarda sol güçler ve kendisine sosyal demokratlar diyenler, olumlu yaklaşım gösterirler.
AKP-MHP İTTİFAKI BİR TUZAK KURMUŞTUR
Türk devleti genelde Kürtlere karşı bir özel savaş yürütmüştür. AKP-MHP ittifakı, Kürtlere karşı yürütülen özel ve kirli savaşın zirveleşmiş halidir. AKP-MHP iktidarının bir özel savaş hükümeti olduğu unutulmamalıdır. AKP-MHP hükümetinden Kürtler adına olumlu bir şey beklenemez. MHP, dünyanın başka ülkelerindeki milliyetçi ve faşist partilerle de karşılaştırılamaz. Diğer ülkelerdeki faşist partilerin başka amaçları ve programları da vardır. MHP’nin tek bir amacı vardır; Kürtleri bitirmek! MHP ile ilişkili her söylem ve adıma bu çerçevede bakmamak büyük gaflet olur.
AKP-MHP faşist ittifakı, DEM Parti ve demokratik siyasal alan için bir tuzak kurmuştur. Çağrılar yapacaklar; DEM parti’nin kabul edemeyeceği şeyler dayatacaklar, “yol temizliği olsun” dediği şeyleri gerçekleştirmeyecekler. DEM Parti ve demokratik güçler, onların dediğini yapmayınca da “DEM Parti’ye el uzattık, alan açtık, imkân sunduk, siyaset yapma fırsatı tanıdık, ancak bunlar karşılık vermediler” diyerek saldırılarını daha da artıracaklar. Kurdukları oyun böyle gözüküyor. Nitekim Erdoğan, bir gazetecinin “bu süreç için hangi adımlar atılır” sorusuna karşılık, “cevabını sen ver” demiştir. Gazeteci de “hiçbir adım atılmadan bu süreç sürdürülür” cevabını verince, Erdoğan, “doğru” diyerek gazeteciyi onaylamıştır. Esas düşündükleri de budur. Tabii ki Kürt demokrasi güçleri, “biz çözüme hazırız, ancak başta İmralı’daki tecridin kaldırılması olmak üzere şu şu yol temizliklerini yapın, biz zaten Türkiye partisiyiz, Kürt sorununu çözerek Türkiye’nin demokratikleşmesini istiyoruz” demelidirler. Kuşkusuz, belirttikleri adımlar atılmadığı müddetçe de AKP-MHP iktidarına karşı tutumlarını ve mücadelelerini sürdürmelidirler. Böylece AKP-MHP’nin kurduğu bu oyunu açığa çıkarmalıdırlar.
ÖZEL SAVAŞ SİYASETİ GEREĞİDİR
Burada bir hususu belirtmek de MHP’nin nasıl bir parti olduğunu ortaya koyar. Devlet Bahçeli, bir gün önce CHP ve Özgür Özel için her türlü hakareti yapmış, Meclis’in açılışında Özgür Özel’e, “O söylediklerimiz siyaset gereğidir, alınmayın” demiştir. İşte Türkiye’de siyaset gerçeği budur. Özel savaşın en temel özelliği de budur; yani halkı kandırmaktır. Açıkta söyledikleri, halkı kandırmak içindir. Ancak esas olarak farklı bir politika izleme gerçeklikleri vardır. Böyle bir şey nasıl söylenir, gerçekten de anlaşılır değildir. Herhalde boş bulunduğu için söyledi. Devlet Bahçeli, kendi şahsında Türk siyasetçisinin ne olduğunu ortaya koydu. Halkı kandıran bir siyaset yürütülmektedir. Sadece bu söylem bile bir siyasetçinin siyasi hayatının bitmesi için yeterdir. Bunu söyleyenin bir daha halkın karşısına çıkmaması gerekir. Bu açıdan, Devlet Bahçeli’nin el sıkması da özel savaş siyaseti gereğidir. Bu yönüyle, Devlet Bahçeli’nin el sıkmasından ve söylemlerinden bir şey çıkarmaya çalışmak Türk devlet gerçeğini, özellikle de Türk devletinin temel politikası olan ve hala sürdürülen Kürt soykırım politikasını anlamamaktır.
HAMAS’ın 7 Ekim saldırılarının üzerinden bir yıl geçti. İsrail’in savaşı Lübnan’a da taşıması bölgede tehlikeleri katbekat artırmış durumda. Bir yıllık savaş neyi gösterdi, önümüzdeki gelişmeler ne yönde seyredebilir?
İsrail’in yakın hedefleri olarak HAMAS’ı ezmek ve Hizbullah’ı tırpanlamak olduğu biliniyordu. İsrail, buna hazırlanıyordu. HAMAS, İsrail’e saldırarak binden fazla sivili öldürüp, yüzlerce sivili esir alınca, İsrail bunu hedeflerine ulaşmada tarihi bir fırsat olarak gördü. HAMAS’a bu eylemleri Erdoğan’ın ekibi yaptırmıştır. Böylece hem İsrail’den geçecek enerji yolunu hem de İsrail ile Araplar arasındaki İbrahim Anlaşması’nı sabote etmeyi amaçlamıştır. Erdoğan, bu saldırıyı yaptırarak İsrail ve ABD’nin bölgeye yönelik planlamalarını gerçekleştirmede bir ajan-provokatör rolünü oynamıştır. Erdoğan’ın kişiliği bilindiğinden, birçok güç belli tahrikler yaparak Erdoğan’ı ajan-provokatör olarak kullanmaktadır. Erdoğan, her ne kadar İsrail karşıtı söylemlerde bulunsa ve ABD’yi de İsrail’in ortağı olarak gösterse de yaptıklarıyla ABD’nin kullandığı bir ajan-provokatör durumundadır. Erdoğan, politikalarıyla Türkiye’yi en fazla tehlikelerle karşı karşıya bırakan bir siyasetçidir.
JEOPOLİTİK KONUMUNU KAYBETME KORKUSU
Erdoğan, kendine göre Türkiye’nin jeopolitik konumunu koruma adına HAMAS’ı İsrail’e saldırtmıştır. Ancak politikalarıyla, müttefiklerine yönelik yaptığı şantajlarla, bizzat kendisi Türkiye’nin jeopolitik durumunu ortadan kaldıran bir rol oynamıştır. Böylece, Türkiye’nin en temel politik güç kaynağı olan jeopolitik konumunu kaybetme korkusu, Türkiye’yi telaşa düşürmüştür. Tutarlı olmayan, sadece tehdit ve şantajlarla konumunu koruma politikası yürütmesi, Türk devletinin çıkmazını daha da artırmıştır. Bir dönem kısa süreli çıkar elde ettiği politikalar, şimdi Türkiye’yi politikasız hale getirmiştir.
ORTADOĞU’DAKİ DENKLEMLERİN DIŞINA ATMIŞTIR
AKP-MHP iktidarının bu tür politikalarla Türkiye’yi çıkmaza sokan esas etkeni, Kürt soykırım politikasıdır. Öyle ki, kendisi Kürtlere nasıl yaklaşıyorsa, herkesin de öyle yaklaşmasını istemekte ve bunun sonucunda müttefikleriyle bile sorunlu hale gelmektedir. Öte yandan, bu kadar yoğun Kürt soykırımına kilitlenmesi, birçok gücün TC’nin bu zaafından yararlanmasını beraberinde getirmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı TC’ye verdikleri destek karşılığında da, birçok alanda Türkiye’yi esir almışlardır. Sadece Kürt soykırımına kilitlenmiş bir Türkiye’nin Ortadoğu siyasetinde etkili olması mümkün değildir. Türkiye’nin sadece ekonomik değil, siyasi ve diplomatik imkanlarını da Kürtlere karşı savaşta kullanıp tüketmektedir. Jeopolitik konumunu Kürt soykırımını gerçekleştirme temelinde koruma çabaları, Türkiye’yi daha fazla çıkmaza sokmaktadır. Jeopolitik imkanlarını kaybettiği gibi, müttefikleriyle yaşadığı sorunlar, Türkiye’yi Ortadoğu’da siyaset olarak tüm denklemlerin dışına atmıştır.
İRAN’IN BÖLGE POLİTİKASI SINIRLANACAKTIR
ABD, İsrail’in saldırılarına tam destek veriyor. Bunun anlamı, İsrail’in, HAMAS’ı ve Hizbullah’ı etkisizleştirerek bölgedeki siyasi ve askeri etkinliğini artıracaktır. İran ise bölgedeki ittifak güçlerini kaybederek içe kapanacaktır; bu da İran’ın bölge politikalarını değiştirecektir. Irak dışında, siyasi etkisi ya kalmayacak ya da sınırlanacaktır. Husiler de bir süre daha İran etkisinde politikalar sürdürecek ama ne bugünkü gibi Kızıl Deniz’de saldırılar yapacak ne de Suudileri zorlayacak bir durumda olacaktır. Özcesi, 7 Ekim 2023 öncesi siyasi durumda önemli değişiklikler olacaktır. İsrail ile İran arasında karşılıklı saldırılar olsa da sonuçta İran’ın dıştaki güçlerine dayalı bölge politikası sınırlanacaktır. Bunun orta vadede İran iç siyasetine de etkileri olacaktır. Kuşkusuz, İsrail’in etkinlik kurması, İran’ın sınırlanması Ortadoğu’daki sorunları çözmeyecektir. İsrail politikalarının, ABD’nin ve bölge ulus devletlerinin sorunları çözmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, devletlerin sorunları çözmediği, hatta daha da ağırlaştırdığı Ortadoğu’da, halkların daha fazla devrede olacağı bir döneme girilecektir.
DEMOKRATİK KONFEDERALİZM DIŞINDA ÇOZÜM YOK
Şu açıktır ki; İsrail de sürekli dış destek ve askeri gücüne dayanarak bir bölge politikası yürütemez. Bu açıdan İsrail’in de politika değiştirmek zorunda kalacağı açıktır. Zaten İbrahimi Anlaşma ile bu yönlü bir adım atılmıştı. İsrail, varlığını ancak bir bölgesel anlaşma ve bölge halklarıyla demokratik ilişki çerçevesinde güvenceye alabilir. Bu açıdan bir daha belirtelim, İsrail-Filistin sorununun çözümü, demokratik ulus ve her topluluğun kendi yönetim iradesine sahip olduğu demokratik konfederalizmle gelişecek ve kalıcılaşabilecektir. Bunun dışında çözüm yoktur. Yoksa sürekli düşmanlık, gerilim ve çatışma sürer. Ancak bir çözümün kaçınılmaz olarak kendisini dayattığı da açıktır.
TÜRKİYE ENERJİ YOLUNU ENGELLEYEMEZ
Türkiye, İsrail’i istikrarsız ve güvensiz gösterip G-20’nin kararlaştırdığı enerji yolunu engelleyemez. Öyle hegemon güçlere kafa tutacak bir gücü de yoktur. Artık şantajları da sökmeyecektir. Türkiye’nin kendini güvende hissetmesinin tek yolu, Kürt sorununu çözüp demokratikleşmekten geçmektedir. Türkiye demokratikleştiğinde, Ortadoğu halkları üzerinde siyasi, ekonomik ve kültürel etkisi olabilecektir.
Savaşın yayılması için herkesi teşvik eden Erdoğan şimdi de ‘İsrail’in gözü vatan topraklarımızda’ demeye başladı. Erdoğan bu söylemiyle esas olarak neyi amaçlıyor?
Türkiye, savaş yaygınlaşırsa hem kendisine ihtiyaç duyulur hem de İbrahimi Anlaşma çöker ve enerjinin önemli bir bölümünün de kendi coğrafyasından geçeceği bir ortam oluşur yaklaşımıyla hareket etmiştir. İsrail ve İran, tam savaşa girerse bölgedeki önemli rakibi İran zayıflar, İsrail de kendisine ihtiyaç duyar, hesabı içindedir. İsrail karşıtlığı yapmasının esas nedeni, Filistin dostluğu ve İsrail düşmanlığı değildir; İsrail ve ABD’nin bölgede kendisini dikkate almasını istemektir. Hem ABD ile müttefik olacak hem de İsrail karşıtlığı yapacak! Böyle bir denklem olmaz. Çok dışlandığını düşünüyor ve kendisinin dikkate alınmasını istiyor. Türkiye’nin İsrail karşıtlığı arkasındaki politikayı böyle anlamak gerekir.
DİKKATE ALINMAK İSTİYOR
İsrail’in Türkiye’ye saldırmayacağını biliyorlar. Böyle bir gündemle iki amacını gerçekleştirmek istiyor;
* İsrail gibi bir ülkeyi böyle gündemleştirerek, hem ABD’ye hem de ABD ve Avrupa üzerinde etkisi olan İsrail’e, bölgede kendisini de dikkate almaları dayatmasında bulunuyor. Zaten jeopolitik konumunu kaybetmeyi bir beka sorunu olarak görmektedir. Çünkü jeopolitik konumunu kaybederse ABD ve İsrail’in de Türkiye’ye olumsuz yaklaşmasından ürkmektedir. Bu nedenle İsrail karşıtlığı yaparak ve sürekli ABD’ye de bazı şeyler söyleyerek bu güçleri kendisine yönelik olumsuz tutumlarından vazgeçirmek, hatta siyasi olarak dikkate alınmak istemektedir. Şimdiye kadar hep bu politikayı yürütmüş. Şimdi de böyle yaparsam sonuç alırım, diyor. Tabii konjonktür çok değişti, bu politika ne kadar sonuç alır, tartışmalıdır.
* Bölgede savaş sürerken bir dış düşman yaratıp tüm muhalefeti ve toplumu arkasında hizaya sokmaya çalışıyor. Belki muhalefet bunu anlamış, ancak toplum üzerinde etkisi olacağı görülüyor. İsrail’in saldırmayacağını tüm siyasetçiler ve devletin kurumları da biliyor. Kapalı oturumda bilgi veren Dışişleri ve Savunma Bakanları da biliyor. Herhalde kapalı oturumda, Tevrat’ta geçen bir cümlelik vaat edilmiş toprakları iddialarına gerekçe yapmışlardır. Diğer taraftan, İsrail savaşı yayarsa bize çok mülteci gelir diye toplumu ve siyasi güçleri ürkütmeye çalışıyorlar. Bu Tevrat, 50 yıl önce de 75 yıl önce de vardı. Şimdiye kadar Ortadoğu’da İsrail’in en iyi dostu Türkiye’ydi. Birçok güç, Türkiye’yi 2. İsrail olarak değerlendiriyordu. Şimdi Tevrat’taki sözleri, Türkiye İsrail’in hedefinde, diyerek yoruma tabi tutuyorlar. Böylece toplumun dini duygularını da kullanmaya çalışıyorlar. İsrail tehdidi yok, ama AKP-MHP politikalarının Türkiye için büyük bir tehdit ve tehlike olduğu açıktır. Türkiye, bu ittifak politikaları sonucu hem içeride hem dışarıda sorunlu ülke haline getirilmiş, Kürt düşmanlığı ile Türkiye’yi hem içeride hem dışarıda zayıf duruma sokmuşlardır.
İSRAİL DERKEN KÜRTLERİ HEDEF GÖSTERİYORLAR
“İsrail’in gözü bizim toprağımızda” ifadesinin arkasında, Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’nin İsrail denetiminde olduğu ve buradan Türkiye üzerine hesaplar yapıldığını söylüyor. Tüm politikaları, ilişkileri ve söylemleri, Kürt düşmanlığına dayanıyor. Kim, Kürt düşmanlığında istediği düzeyde destek vermezse onu Türkiye’yi bölmekle ve parçalamakla suçluyorlar. İsrail’in toprağımızda gözü var, derken bile Kürtler hedef gösteriliyor. Rojava’ya yönelik saldırısının toplumsal desteğini böyle artırmaya çalışıyor. Böylece Rojava’yı ezerse İsrail’in toprağımızda gözü kalmaz! Sonuç olarak, İsrail’in gözü vatanımızda, bunu engellemek için Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’de işgal yapıp Kürt soykırımını gerçekleştirmemiz gerekir, diyorlar. Bu konunun esas olarak da bunun için gündemleştirildiği anlaşılıyor.
Erdoğan, BM’de yaptığı konuşmada neredeyse insanlığa ders verecekti; bu durumu nasıl ele almak gerekir?
Erdoğan, tam bir demagogdur. Kendisinde olmayan iyi özellikleri kendisinde varmış gibi dillendiren, rakiplerini de en kötü şeylerle tanımlayan bir özelliğe sahiptir. Gerçekleri bu kadar çarpıtan bir siyasetçi tarihte görülmemiştir. Bu konuda usta olduğu söylenebilir. Bu konuda eline su dökülemez. Bir demagoji ustasıdır.
ADALETSİZLİK ZİRVEYE ÇIKMIŞTIR
Bir ay kadar önce yeni adli yılın açılışında adalet üzerine konuştu. Adaletin öneminden söz etti. Bu konuda tarihte söylenmiş tüm güzel sözleri ve değerlendirmeleri arka arkaya sıraladı. Adaletten yana olan herkesin onaylayacağı şeyler söyledi. Ne var ki, iktidarı boyunca, özellikle de son 10 yılda, tüm bu anlattıklarının tersini yaptı. Doğru söylediği tek şey vardı; adliye binalarının yapılması. Zaten devletler, adliye binalarını büyük yaparlar ki, toplum korksun. Öte yandan, izlenen politikalar o kadar suçlu yaratıyor ya da insanlar kolayca suçlanıyor ki, büyük adliye binası yapıyorlar. Zaten en fazla cezaevi de AKP iktidarı zamanında yapılmıştır. Son 10 yılda toplumda adaletsizlik o kadar artmıştır ki, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar adalet sistemine güven kalmamıştır. Savcılar ve hakimler doğrudan iktidarın denetimine girmiştir. Özellikle siyasi alanda adaletsizlik zirveye çıkmıştır. Zaten Erdoğan, defalarca savcılara ve hakimlere talimat vermiştir. Adalet Bakanlığı aracılığıyla hangi suçlara nasıl yaklaşılacağı talimatı verilmektedir. Önceleri Fethullahçılar bu alana hakimdi, sonra doğrudan AKP’nin emrinde bir adli sistem oluşmuştur. MHP ittifaka dahil olunca MHP’liler de savcı ve hakimler içinde etkili olmuştur. Siyasi davalara doğrudan müdahale edilmektedir. Özellikle Kürtler ve demokratik siyasi alandan binlerce insan, uydurma gerekçelerle zindanlara doldurulmuştur. Zaten öyle bir terörle mücadele yasası çıkarmışlar ki, herkes terörle ilişkilendirilip zindanlara atılmaktadır. Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala davaları adaletin nasıl siyasal erkin hizmetine sokulduğunun kanıtıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir karar alıyor. Bunun üzerine Tayyip Erdoğan müdahale ederek yeni bir dava açtırıyor ve içeride tutulmasını sağlıyor. Bu sadece bilinen bir örnektir. Başta Kürtler olmak üzere tüm muhalifler üzerinde uygulanan da budur. Bazı kuruluşlar, bazı konularda ülkeleri sıralıyorlar. Türk devleti adalette son, yolsuzlukta ilk sıralarda. İşlerine gelmeyince, bunlar siyasi yaklaşım diyerek kabul etmiyorlar. Bu kuruluşlar, AKP iktidarının ilk 5 yılında olumlu değerlendirmeler yaptığında ise bunu propaganda aracı olarak kullanıyorlardı.
YÜZÜ KIZARMADAN ‘ADALET’ DİYOR
Özellikle son 10 yılda adaletsizlik zirve yapmıştır; Türkiye adaletsiz bir ülke haline gelmiştir. Ancak Tayyip Erdoğan, kürsüye çıkıp yüzü kızarmadan adalete ne kadar önem verdiklerini anlatıyor. Gerçekten utanmazlık! İnsan olmanın en güzel özelliklerinden biri de utanmak ve yüzünün kızarmasıdır. Erdoğan’da bu güzel insani özelliklerin zerresi yoktur. Erdoğan için adalet, kendisi ve yandaşları içindir. Başkaları, özellikle de siyasi muhalifler için bu hak yoktur. Erdoğan’a göre, onlara adalet uygulanmaz; onlar, adaletsiz davranılmayı hak etmişlerdir! Adalet kurumlarında adaleti temsilen elinde terazi olan gözü kapalı bir kadın figürü vardır. Yani adalet verilirken, kişinin kim olduğuna bakılmaz. Erdoğan’ın mahkemeleri ise her şeyden önce karşılarında kimin olduğuna bakıyorlar. Türkiye’de şu anda en fazla yankı bulan slogan, ‘hak, hukuk, adalet’tir. Türkiye insanının birinci önceliği haline gelmiştir. Adaletin bu halini tuzun kokmasına benzetirler. ‘Adalet mülkün temelidir’ denilir. Şu anda adalet çöktüğünden mülk de (yani devlet de) çürümüş ve çökmüştür.
NETANYAHU BİLE ERDOĞAN GİBİ DEMEDİ
Erdoğan, aynı zamanda vicdansız bir adamdır. Zaten adaletsiz olanın vicdanı olamaz. BM’de insan haklarından ve vicdandan söz etti. Türkiye, insan hakları sıralamasında da sonlardadır. Bu ülkenin yönetiminde de 22 yıldır Erdoğan vardır. Dünyada acaba mücadele ettiği ya da savaştığı bir güce ve topluma kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparım, diyen başka biri var mıdır? Netanyahu bile açıktan kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparız, dememiştir! Netanyahu’nun camileri vurduğundan söz ediyor; ancak Erdoğan faşist iktidarı da zamanında, içinde PKK’liler var denilerek 10’an fazla camiyi bombalatıp yerle bir ettirmiştir. Erdoğan, Roboskî’de, içinde bir PKK’linin olduğu iddiasıyla çoğu çocuk olan bir grubun tümden katledilmesi emrini vermiştir. Halbuki bu grubun içinde tek bir PKK militanı yoktur. Bir PKK’li komutan var diye, çoğu çocuk 34 kişi katledildi. Türkiye’de asker ve polislerin öldürdüğü çocuk, kadın ya da sivillerin hiçbirinin katili yargılanmamıştır. Asker ve polisler için cezasızlık vardır. Bunlara, terörle mücadele zayıf düşer diye ceza verilmiyor. AKP iktidarı döneminde böyle binlerce olay vardır. Tayyip Erdoğan, öz yönetim direnişleri sürecinde asker ve polislere ‘mevzuata takılmayın’ yani kendinizi kanunlara göre sınırlamayın diyerek, bizzat katliam emirleri vermiştir. Canlı canlı yakma emirleri vermiştir.
İSRAİL’DEN DAHA FAZLA BOMBA YAĞDIRDI
Türk devleti, Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî işgallerinde kadın ve çocuk binlerce sivili katletmiştir. Bunun emrini de Erdoğan vermiştir. Daha bir gün önce Minbic’de kardeş olan iki çocuk katledilmiş, birkaçı çocuk olmak üzere ailede yaralananlar da olmuştur. Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’de böyle yüzlerce olay vardır. Yine Medya Savunma Alanları’na yapılan bombalamalarda onlarcası çocuk, yüzlerce sivil katledilmiştir. Bunların hepsi Erdoğan yönetiminde olmaktadır. Gerillanın üzerine İsrail’in Gazze’ye yağdırdığından daha fazla bomba yağdırılmaktadır. Türk devletinin SİHA’ları her yerde insan öldürme avına çıkmıştır. Bunlar, gerilla ve sivil ayrımı yapmadan insanları katletmektedir. Örgütlediği çeteler, Efrîn’de insanları kaçırmaktadır. Türk devletinin işgal saldırıları sonrası Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî’de yüz binlerce insan topraklarını bırakmak zorunda kalmıştır. Bu insanlar çadır kentlerde zor koşullarda yaşamlarını idame ettirmeye çalışmaktadır.
KADIN DÜŞMANI BİR İKTİDARDIR
Erdoğan iktidarı, aynı zamanda kadın düşmanı bir iktidardır. Böyle olduğu halde kendisini kadın savunucusu olarak göstermektedir; geçmişteki başörtüsü yasağına dayanarak kendisini böyle göstermeye çalışmaktadır. Ancak Türkiye’de kadın düşmanlığı ve kadın cinayetleri AKP iktidarı döneminde zirve yapmıştır. Tüm kadın hareketleri, AKP iktidarının kadın düşmanı politikalarına karşı mücadele etmektedir. Çünkü erkeğin reis olarak kabul edildiği ve kadının iradesinin hiçbir biçimde olmadığı bir aile politikası yürüttüğünden, AKP iktidarını, kadını erkeğin egemenliğine koyan bir zihniyete sahip olarak görüyorlar. Kadınlar, Tayyip Erdoğan’ı egemen erkeğin temsilcisi olarak görürken, neredeyse kendisini feminist olarak göstermeye çalışmaktadır. Ne düzeyde demagog olduğu bu yaklaşımında da görülmektedir.
İŞLEDİĞİ SUÇLARIN HADDİ HESABI YOKTUR
AKP iktidarı, sadece Kürdistan ve Türkiye’de değil, Ortadoğu’da da gericiliğin, demokrasi karşıtlığının, kadın düşmanlığının öncüsüdür. AKP iktidarı döneminde işlenen suçların haddi hesabı yoktur. Ancak hala adalet ve insan haklarından söz ediyor! Türkiye’de 25 milyon Kürt var ama bunların ne kimliği ne kültürü ne de dili tanınıyor. Devlet zoru, baskısı ve katliamlarıyla Kürtler, kültürel soykırıma uğratılıp Türkleştirilmek isteniyor. Bu adaletsiz, vicdansız, ahlaksız ve Kürtlere karşı soykırım politikası izleyen adam, Filistin halkını savunuyor! Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’yi tümden işgal edip Kürtleri topraklarından sürerek demografi değişimi ile soykırım yapmak istiyor ama BM’de insanlığa ders vermeye çalışıyor! İşte Erdoğan, böyle utanmaz, vicdansız ve ahlaksız bir adamdır. Gerçekten ikiyüzlülük ve utanmazlıkta çok başarılı. Böyle bir ödül verilirse hak eden Erdoğan’dır.