HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Kürtlerin tarihin en eski, en kadim halklarından birisi olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Yine insanlık tarihinin en büyük ilk devrimsel adımı olan neolitik devrimin geliştiği alanın da, Kürdistan ve çevresi olduğu iyi biliniyor. Sınıflı cinsiyetçi toplum uygarlığının neolitik devrimin gücünden beslendiği, o devrimin sonuçları üzerinde geliştiği de iyi bildiğimiz bir husus oluyor.

Kürtlerin tarihin en eski, en kadim halklarından birisi olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Yine insanlık tarihinin en büyük ilk devrimsel adımı olan neolitik devrimin geliştiği alanın da, Kürdistan ve çevresi olduğu iyi biliniyor. Sınıflı cinsiyetçi toplum uygarlığının neolitik devrimin gücünden beslendiği, o devrimin sonuçları üzerinde geliştiği de iyi bildiğimiz bir husus oluyor. Buradan şu sonuç çıkıyor; Kürdistan merkezli gelişen neolitik devrimden beslenerek sınıflı cinsiyetçi toplum uygarlığı doğup gelişme göstermiştir. Bir başka ifadeyle, hiyerarşik devletçi toplum sistemi oluşmuş ve farklı evrelerden geçerek günümüze kadar gelmiştir. Bu tespitlerin önemi şurada;  devletçi toplum sisteminde güç kazanan, egemen olan her sistem, her fatih bu sistemin beslendiği ana merkez olan Kürdistan’ı ele geçirmek istemiştir. Kürdistan üzerinde hakimiyet kurarak, kendisini hiyerarşik devletçi toplum sisteminin ana kaynaklarına sahip olur hale getirdiği gibi uygarlık tarihinin doğuşuyla da birleştirmek istemiştir. Yani bir yandan daha büyük ve çeşitli kaynakları ele geçirme istemi vardır bunun altında, diğer yandan da tarihin kendisiyle başladığını ilan edebilme, dolayısıyla egemen olduğu toplumsal yapılara kendisinin gücünü kabul ettirebilme istemi söz konusudur. Bu da şu anlama geliyor; Kürdistan’ın sürekli gelişen, güçlenen devletçi sistemlerin işgal, istila ve egemenlik alanı haline gelmesini ifade ediyor. Her güçlenen devletçi sistemin Kürdistan’ı işgal etmeye yönelmesini içeriyor. Bu da Kürdistan’ın sürekli bir savaş haline geldiği anlamına geliyor.

Kürdistan uygarlığa en geç açılan alanlardan birisidir

Şimdi dıştan gelen yabancı devlet güçlerinin saldırısı olan bu işgal, istila ve savaş hareketleri karşısında, Kürdistan’daki toplumun durumu nedir? Tarihe baktığımızda biz şunu görüyoruz; Kürt toplumu kendi içerisinde bir devletleşme, dolayısıyla sınıflaşma sürecini yaşamıyor. Yani toplumun iç dinamikleri ve çözülüşüyle bir sınıflaşma ve onun üzerinde devletleşmeye tanık olmuyoruz. Bu bakımdan belki de uygarlığa en geç açılan alanlardan birisi Kürdistan ve Kürt toplumu oluyor. Acaba bu neden böyledir? Sadece bu kadar yabancı saldırının, işgalin, istilanın güçlü olmasından mı kaynaklanıyor? Yalnızca buraya mı dayanıyor? Böyle bir yabancı saldırı durumu buna tek başına yol açabilir mi? Yoksa toplumun kendi içyapısıyla, özellikleriyle de bağlı bir olay mı? Kürt toplum yapısı temel dokularıyla acaba sınıflaşmaya, devletleşmeye çok açık, yatkın bir toplum değil mi?

Tabii bu hususlar araştırılmaya, incelenmeye değer konular. Hemen doğrusu şudur diyemediğimiz hususlar. Fakat her ikisinin de pay sahibi olma durumu mümkün olabilir. Bir kere yabancı saldırının bu kadar yoğun, sürekli olmasının bu konuda önemli bir pay sahibi olduğu tartışma götürmeyen bir doğrudur. Çünkü sürekli bu topraklarda yaşayan toplumsal yapı saldırıya uğramış, kendi dinamikleri sürekli dağıtılmış, dış baskıyla yüz yüze kalmıştır.  Fakat toplumun iç dokusunun da bunda bir rolü olabilir. Neticede şu çıkıyor ortaya; tarihin en kadim halklarından birisi olmasına rağmen, kendi içinde köleleşmeye en geç uğrayan, kendi içinde sınıflaşma, sınıf baskısı, devlet egemenliğini en geç yaşayan toplumlardan birisi oluyor Kürt toplumu. Elbette bunun bir diğer ifadesi de şu; özgür yaşamda ısrarlı oluyor, arayışçı oluyor. Sınıflaşmayı, dolayısıyla kendi içinden devlet egemenliğini ve onun baskısını yaşamaması demek, toplum içyapılanışıyla doğal komünal özellikleri fazla taşıması, özgürlük özellikleriyle çok daha uzun süre ve dolu yaşaması anlamına geliyor. Bu Kürt tarihinin önemli ve ayırt edici bir özelliği, tarih incelemelerinde bunu görmek, anlamak gerekli. Böyle bir toplumdaki iç yapılanış dıştan gelen işgal, istila ve saldırılar karşısında bir direnme konumunu yaşamasına yol açıyor.

 

 

 

Bu direniş kendisini iki biçimde ortaya koymuştur. Bir tanesi, etnisitenin güçlü yaşanmasıdır. Kürt toplumu birkaç yüzyıl öncesine kadar kendi içinde sınıflaşma yaşamamış olan, dolayısıyla sınıflaşmayı içermeyen bir toplumsal yapılanışı vardı. Kabile, aşiret düzeninin güçlü oluşu ve bu kadar uzun yaşayışı bu anlama geliyor. Ve bu toplumsal sistem, kabile ve aşiret düzeni kendi içinde sınıfsal ayrışmayı ve egemenliği reddediyor. Bu da toplumun kendi içinden bir baskıya, saldırıya maruz kalmaması, yine toplum yaşamı içinde bireyler arasında benzer bir baskı ve saldırının olmaması anlamına geliyor. Önemlidir bu durum, burada esas işleyen doğal komünal toplum özellikleridir, doğal özelliklerdir. Bireyin toplumsal yaşama eşit, özgür katılımının sağlanması toplumsal sistem içerisinde bir eşitliğin korunmasıdır. Toplulukların, kabile aşiret sistemlerinin yönetimi daha çok bir bilgeliğe, çabaya, Önderliğin savunmada “yararlı veya olumlu hiyerarşi” diye tanımladığı toplum ileri gelenliğine, büyüklüğüne dayanmaktadır. Binyıllar boyunca Kürt toplumunun bu biçimde yaşadığı tartışma götürmeyen bulgularla iyice kesinleşmiş bulunan bir sonuçtur. Kürt toplumunun kendi içinde devletleşmemesi ve dışarıdan sürekli bir işgal ve saldırıya maruz kalmasının diğer önemli bir sonucu, bunlar karşısında direnmeyi içeren diğer duruş hareketliliğidir. Kendisine yönelen saldırılar karşısında kendini korumak için çeşitli savaş etkinlikleri gösterdiği gibi daha çok da hareket etmeyi, dağlık zeminlere sığınmayı, stratejik dağlık coğrafyayla ileri düzeyde bütünleşme gücü göstererek kendine yönelen işgal ve saldırılarını boşa çıkartmayı bilmesidir. Bu da her ne kadar Kürdistan sürekli savaş alanı olsa da, Kürt toplumunun işgal ve istila geliştiren yabancı egemenlerin tahakkümü altına girmemesine ve soykırıma uğramamasına yol açmıştır. Böyle bir hareketlilik ve tarzla, toplum hem savunmasını yapmış toplumsal varlığını korumuş, hem de özgür kalmayı başarmıştır. Bu da Kürt tarihinin ve Kürt toplumsal yapısının temel özelliğinden birisini oluşturuyor. Onu da bu çerçevede net bilmemiz gerekli.

Kürdistan’da sınıflaşma islamla birlikte başlıyor

Kürt tarihi ve toplumsal yapısının bu özelliğindeki değişim, esas olarak feodalizmin olgunlaşma aşamasında başlıyor. İslam feodalizminin Kürdistan’ı fethedip Kürt toplumuna ideolojik, örgütsel bakımdan nüfuz etmeye başladığı dönemle birlikte gelişiyor. İslam ideolojisi Kürt toplumu içinde de bir ayrışma, sınıflaşma yaratıyor. Bir yandan kendini islamın sahibi sayan, Arap toplumunun uzantısı olarak gören, “kavmi necip” olarak ifadelendiren aşiret, kabile ileri gelenleri veya böyle kişilerin toplulukları var olurken, diğer yandan serfleşme gelişiyor. Bu durum Kürt toplumu içindeki sınıflaşmanın başlangıcıdır. Böyle bir sınıflaşmaya dayalı olarak feodal aşiret önde gelenleri güç sahibi olur, kendini bir beylik içinde belli bir topluluk üzerinde hükümran kılarken, elbette geniş halk kesimleri de serfleşiyor, köylü haline geliyor. Kürt toplumunun o zamana kadarki var olan özgürlüğe ve eşitliğe dayanan iç yapısı böylece bozuluyor. Dengesi sarsılıyor, dağılıyor, yeni bir topluma doğru dönüşüm yaşanıyor. Giderek bu durum 19. yüzyılda aşiret, kabile dışına çıkmaya da yol açıyor. Kurmançlaşma denen bu olay, bir yerde kendi içinde sınıflaşmaya ve sınıf egemenliğine dayanan toplumsal yapıdan koparak emekçileşmeyi, doğrudan içinde yer alınan devlet sisteminin emekçisi haline gelmeyi ifade ediyor. Bu da tabii Kürdistan’da yaşanmış olan sınıflaşmanın bir biçimidir.

Bir de egemen sınıfa, kesime dayanan örgütlenmenin özelliği var. Beylik düzenlerinin kendine has özellikleri, bu tür üst toplum örgütlenmesi var. Devletçiliği ifade ediyor. Fakat hep böyle ikinci sınıf kalmadır. Belki Osmanlı ve İran imparatorlukları gibi büyük devletlerin içinde yer almak, onlara büyüme imkanı vermiyor. Daha baştan o şansı ellerinden alıyor. Ama buradan kaynaklanan kolaycı tarz olacak ki, Kürt beyleri de öyle bir arayış içinde çok olmuyorlar. Kendilerini büyük devletler haline getirecek bir politik yönelim içine girmiyorlar. Hep dışta birilerine bağlanma ve ona dayanarak kendi çevresindeki beyler karşısında büyüklük, üstünlük sağlama tutumu izliyorlar. Politikayı bu düzeyde esas alıyor, yürütüyorlar. Bu da onları küçük bırakıyor, işbirlikçi yapıyor, birbirine düşman kılıyor. Kürt beylerinin birbirine düşmanlığı kadar, Kürdistan ve Kürt toplumu üzerindeki yabancı egemenlere, devletlere düşmanlıkları yoktur, olmamıştır. Zaman zaman merkezi otoriteyle çelişmiş, çatışmaya girmişlerdir. Onlara karşı isyan da etmişlerdir, ama bunlar belli zamanlarla sınırlıdır. Tarihin uzun bölümü ise daha çok Kürt beylerinin, birbirlerine karşıtlık, birbirlerine düşmanlıkla geçmiştir. Bu da Kürt feodalleşmesinin bir özelliği olmalı. Günümüzde de devam ediyor bu durumu hala aşamıyoruz işte. “Uluslararası komplo” dediğimiz olay aslında bir yerde tarihte hep işbirlikçilik yaparak yanında, yöresindeki beye saldıran Kürt beylerinin durumunu yansıtıyor. Güney’deki feodal aşiretçi önderliklerin uluslararası komplo karşısında izledikleri politika, aldıkları tavır tarihte yaşanmış bu durumun günümüzde devam ettirilmesinden başka bir özellik taşımıyor.

19. yüzyıl çatışma ve isyanlarla geçmiştir

Şimdi 17.-18. yüzyıldan itibaren gelişen bu sürecin temel sonuçları 19. ve 20. yüzyılda ortaya çıkıyor. 19. yüzyılda imparatorluğun güçsüz düşmesi ve Batı’da gelişen kapitalizm karşısında zayıf kalarak daha çok vergi alma ve asker toplama ihtiyacı duymaları, var olan beylik sistemleriyle yeni bir çatışma sürecine girmelerine sebep oluyor.  Bu da Kürt toplumu içerisinde yeni gelişmeler ve değişiklikler, ortaya çıkarıyor. O zamana kadar birbiriyle çatışan, birbirine karşı üstünlük sağlamaya çalışan onun içinde hep merkezi otoriteye, padişahlık sistemine dayanmayı, işbirlikçiliği meslek edinen bu beylikler, bu sefer merkezi otoritenin daha çok vergi ve asker istemi karşısında ellerindekini de kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelince bunları korumak için isyan etmek zorunda kalıyorlar. 19. yüzyıl böyle bir isyan yüzyılıdır, çatışma sürecidir. Hep birbiriyle çelişip çatışmalı oldukları için birlik olamadıkları, dolayısıyla merkezi otorite karşısında Kürt beylerinin hep yalnız kalarak yaşadıkları çatışma sürecidir. Sonuç tabii zayıf durumda olan beyliklerin, geliştirdikleri isyanların Osmanlı merkezi otoritesi tarafından ezilmesi olmuştur. Böylece birkaç yüzyıl içerisinde büyümüş, gelişmiş olan beylik sistemleri, 19. yüzyıl boyunca merkezi otoritenin Kürdistan’ı yeniden işgal edercesine geliştirdiği saldırılar altında ezilmişlerdir.

20. yüzyıl Kürtler için ulusal yok oluş süreci’dir

Burada elbette Avrupa’da gelişen kapitalist sistemin etkisini görmek gerekiyor. Osmanlı ve İran sistemlerinin bu gelişme karşısında içine düştükleri zayıflığın, güçsüzlüğün etkisini görmek gerekiyor. Fakat bir de Avrupa’da gelişen kapitalist sistemin Ortadoğu’yu ele geçirme, dünyayı fethetme, paylaşma politikasının etkisini de görmek gerekiyor. Sadece güçlenen kapitalizm karşısında merkezi otoritenin zorlanması değil, aynı zamanda bu toprakları ele geçirebilmek için kapitalist devletçi sistemin geliştirdiği emperyalist politikaların da büyük etkisi vardır. Nitekim bu politikaların 20. yüzyılın başında bir emperyalist savaşa yol açtığını biliyoruz. I. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin başını çektiği blokla, Almanya’nın başını çektiği blok dünya hegemonyası savaşına giriyorlar. “I. Dünya Savaşı” denen savaş gerçekleşiyor. Bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu Alman bloğundadır. Savaş sahası Osmanlı topraklarıdır, yani Ortadoğu’dur. Sonunda yenilen Alman bloğu olmuştur. Her ne kadar kendi içinde yer alan Rusya’da, Ekim Devrimi’yle bir kopuş yaşansa da İngiltere, Fransa ittifakı I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkmıştır ki, bu 19. yüzyıl boyunca İngiltere ve Fransa’nın, Ortadoğu’yu ele geçirmek için geliştirdikleri politikanın pratikte hayat bulması için uygun zemininin sağlanması anlamına gelmektedir.

Sonuçta savaş galibi olan devletler kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir Ortadoğu siyasi coğrafyası yaratmışlardır. Bu coğrafyanın birkaç önemli sonucu var. Bir tanesi, Arabistan’ın bölünüp parçalanması ve bir sürü Arap devleti ortaya çıkartılarak buraların emperyalizme bağımlı alanlar haline getirilmesidir. Diğer bir sonuç, Kürdistan’ın parçalanması, her parça üzerinde bir devlet egemenliğinin kurulmasıdır. Bu öyle bir sistemdir ki, sadece Kürdistan üzerinde ekonomik, siyasi tahakküm kurmayı değil, Kürt toplumunu inkar edip, yok sayarak yok etmeyi hedefleyen bir kültürel soykırım sistemidir. Kürdistan’ı bölüp, parçalayan, bu tarzda egemenlik altına alınmasını gerçekleştiren devletler böyle bir statü de oluşturmuşlardır. Bir diğer sonuç İsrail’in kuruluşudur. Doğrudan I. Dünya Savaşı ardından olmasa da, aslında dünya savaşından sonra gelişen süreçte bu kuruluş gerçekleşmiştir. Çünkü I. Dünya Savaşı’na ilk itiraz eden, savaşta yenilen Almanya olmuştur. Bu itirazı ortaya çıkartıp, sonuca götüren de Hitler önderliğidir. Hitler önderliğinin Almanya’yı yeniden toparlayarak, dünya egemeni olmak üzere yeni bir savaşa, yani II. Dünya Savaşı’na sokması İsrail’in oluşumuyla doğrudan ilgilidir, ilişkilidir. Bu süreçte gerçekleşen Yahudi katliamı ardından, İsrail’in Ortadoğu’da bir devlet olarak şekillendirilmesi kapitalist, emperyalist sistemin öncü güçleri tarafından sağlanmıştır. Şimdi Kürdistan için, Kürt toplumu için baş aşağıya gidiş aslında hızlı bir biçimde yaşanan süreciyle 19. ve 20. yüzyıldır. Tabii özgürlük ve komünal yaşam açısından değerlendirilirse, kendi içinde sınıflaşmanın başladığı süreçten itibarendir. Bu da ondan birkaç yüzyıl öncesine gitmektedir. 20. yüzyıl başında, I. Dünya Savaşı ardından Kürdistan’ın siyasi olarak da parçalanması ve yok sayılarak, imha süreci altına alınması bu gidişi çok daha hızlı ve tehlikeli hale getirmiştir.  Bu durum biliniyor. Artık eski Kürt kabile, aşiret düzeni parçalanmıştır, kalmamıştır. Dolayısıyla bu saldırılar karşısında Kürt toplumunun daha önce gösterdiği refleksi gösterebilmesi mümkün değildir. Yani dış saldırı karşısında hareketli olması, dağlara çekilmesi, kendini bu temelde koruyabilmesi artık imkansız hale gelmiştir. İki nedenle bu böyledir. Birincisi, kendisinin o düzeydeki kabile, aşiret sisteminin yaşamının dağılmış, artık eskisi gibi hareket edemez hale gelmiş olmasıdır. İkincisi ise, yabancı egemenliğin kapitalist sistem temelinde olmasıdır.

Kapitalizm kendinden önceki sistemler gibi dağlık alanlar da olsa boşluk tanımamaktadır. Nerede olursu olsun, kim olursa olsun egemenlik altına almayı oraları da işgal, istila etmeyi dolayısıyla kendi karşıtı hiçbir gücün yaşamasına izin vermemektedir. Kapitalist devletçi egemenliğin, sömürge sisteminin daha öncekilerden temel farkı buradadır. Bu bakımdan artık eskisi gibi kendini yaşatma imkanı ve gücü yoktur Kürt toplumunun. Buna Kürdistan’ın siyasi parçalanmışlığı ve toplumu yok sayarak imha etmek isteyen bir egemenlik sisteminin kurulması eklenince, artık Kürdistan üzerinde yeni bir süreç gelişmiştir. Buna Önderlik “ulusal yok oluş süreci” dedi. 20. yüzyılda Kürdistan üzerinde kurulan egemenlik, ulusal yok oluş egemenliğidir. Her ne kadar buna karşı var olduğu kadarıyla aşiret yapıları, dini liderlikler tepki göstermişler, isyan etmek istemişlerse de, 19. yüzyıl feodal beylerin askeri, siyasi güçlerinin yok edilmiş olması, geriye kalan güçlerin bu saldırı karşısında direnip, ayakta kalabilmeleri için gerekli güce ulaşmalarına fırsat vermemiştir. Onun için de bir kere ulusal yok oluş süreci altına alındıktan sonra, toplumun içinden bu tür itiraz ve isyan girişimlerinin etkili olma, ulusal yok oluşu durdurma, yani kendini koruma, savunma gücü gösterme şansı yoktur. Sonuçta sözkonusu isyanlarda katliamlarla ezilmekten kurtulamamıştır. Özellikle Kuzey’de, giderek Doğu’da bu isyanların ezilmesi ardından ulusal yok oluşu gerçekleştirmeyi hedefleyen çok yönlü, örgütlü bir yabancı sistem hızla geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu sistemin özelliklerini tanımak gerekiyor.

Biz her ne kadar parti olarak buna “sömürgeci sistem” dediysek de, Önderlik her zaman şuraya dikkat çekti; Kürdistan üzerinde bu biçimde geliştirilen sömürgeciliğin, emperyalist Avrupa devletleri tarafından dünyanın başka yerlerinde geliştirilen sömürgecilikle derinden farklılıkları vardı. Her ne kadar aynı terimle hepsi sömürgecilik biçiminde ifade edilse de, Kürdistan’daki sömürgecilik diğerlerine benzememektedir. Diğer sömürgeciliklerin temel amacı ekonomik sömürüdür. Pazara hakim olmak, ham madde kaynaklarına hakim olmak, böylece dünya sistemi haline gelen kapitalizmin pazar ve ham madde ihtiyacını ucuzca karşılamak. Daha sonra buna eklenen yeni sömürgecilik de, ucuz işgücünü kullanmayı ifade etmektedir. Yine ekonomik içeriklidir. Böyle bir ekonomik sömürüyü yapabilmek için gerekli olan, onu sağlatacak özellikler taşıyan siyasi ve askeri egemenliğin kurulmasıdır. Bunlar emperyalist devletlerin sömürgeci uygulamalarıdır. Oysa Kürdistan üzerinde kurulan yabancı egemenliğin ekonomik sömürü amacı birincil esas amaç değildir. Kuşkusuz “ekonomik sömürü hiç yok, pazar ve hammadde kaynakları üzerinde egemenlik kurma arayışı, istemi hiç yoktur” denemez. Bunlarda var ve önemlidir. 20. yüzyıldan bu yana büyük enerji kaynaklarına sahip olan Kürdistan üzerinde, ekonomik paylaşım savaşı her zaman olmuştur. Bugün bu daha da şiddetlenmiş düzeydedir. Petrol savaşı, su savaşı, yeraltı, yerüstü zenginlikler savaşı, bir de ticaret yollarına hakim olma savaşı. Bunlar dünya kapitalist sisteminin geliştiği ölçüde dün de vardı, bugünkü gelişmişlik düzeyiyle daha had safhaya çıkmış bulunuyor. Fakat Kürdistan’ın parçalanması, paylaşılması, egemenlik altına alınması 20. yüzyılda I. Dünya Savaşı ardından öngörülen statünün Kürdistan’a biçilmesi esas olarak bu amaç doğrultusunda değildir. Bu ikinci, üçüncü sırada gelen amacı oluşturmaktadır. Birinci amaç ulusal yayılmadır.

Kürdistan’a sömürge statüsü bile verilmemiştir

Kürt tarihi, Kürt kültürel birikimi, Kürt nüfusu, kısaca Kürt toplumu tarihiyle, diliyle başka uluslaşmaların ham maddesi yapılmak istenmektedir. Kürdistan üzerinde kurulan sömürgeci egemenliğin birinci amacı budur. I. Dünya Savaşı ardından yaratılan ulusal yok oluş sisteminin temel yörüngesi böyledir. Şimdi bu biçimde o amaç böyle olunca araç ve yöntemlerde bu amaca göre düzenlenmiştir tabii. Sömürgeleştirmedeki amacın ekonomik kaynakların sömürüsü olduğu yerlerdeki araç ve yöntemler ile sömürgeleştirmedeki amacın ulusal yayılma, ulusal yok oluşu sağlama olduğu gibi Kürdistan’daki sömürgeleştirmenin araç ve yöntemleri çok çok farklı olmuştur. Buradan baktığımızda Kürdistan’a bir sömürge statüsü verilmemiştir. Yani adı olmamıştır, bir sistemi olmamıştır. Her şeyiyle dağıtılması öngörülmüştür. Çünkü kendi varlığını sürdürmesi ve kendi varlığı etrafında örgütlenme yaratması demek, ulusal yok oluşa karşı direnmek demektir. Ulusal yok oluşu başarısız kılmak demektir. Eğer ulusal yok oluş süreci başarılacaksa o zaman bu ancak toplumun tarih, dil, kültür alanında, örgütlülük alanında kendine ait ne varsa hepsinin yok edilmesi, parçalanmasıyla ancak mümkün olabilir. Kürdistan üzerinde 20. yüzyılda uygulanan sistemin toplumdaki yarattığı etkiler, toplumu içine aldığı süreç işte budur. Bunun için kimlik yasaklanmıştır, bunun için kendini inkar geliştirilmiştir, bunun için her türlü horlanma, kötülenme, yani kendinden kaçış yaratılmıştır. Bunun için düşünce üzerinde baskı kurulmuş, beyin tahakküm altına alınmaya çalışılmıştır. Bunun için Kürt toplumunun her türlü örgütlülüğü paramparça edilmiştir. Bunun için Kürdistan’daki her türlü yaşam ekonomik, ticari, sosyal, kültürel, eğitsel, siyasal yaşamın hepsi üzerinde şekillenmek isteyen ulusal yapılanmaya bağlanmıştır. Yani Türkiye sistemine bağlanmıştır, tabii parçalanarak bağlanmıştır. Bu da paramparça edilmiş, kendi değerlerinden kopmuş, kendi değerlerini kaybetmiş, her türlü dengesini kaybetmiş, Önder Apo’nun deyimiyle “atomlarına kadar egemenlik altına alınmış” bir toplum gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu uygulamaların toplumda yarattığı en önemli yanlardan bir tanesi, yine Önder Apo’nun tanımladığı “beyinsel sömürgecilik” olmuştur.

Kürt insanı beyniyle, düşüncesiyle sömürgeleştirilmek, bir başka ulus için düşünür, onun çıkarına hizmet eder bir beyin haline getirilmek istenmiştir. Kendinden kaçış, kendini ret, kendini inkar bu düzeydedir. Bireyin bireye dönük saldırı düzeyi böyledir. Onun her türlü düşünce, duygu, ruh gücü üzerinde saldırı geliştirmiştir. Sadece örgütlenmesi ekonomik, sosyal, kültürel yaşamı üzerinde değil beyinsel, ruhsal, duygusal varlığı üzerinde de saldırı geliştirerek tümüyle tahakküm altına alınmak, ezilmek, değiştirilerek bir başka ulusal potada eritilmek istenmiştir. Bu Kürt toplumuna ve bireyine dönük saldırının en kapsamlı, derin, ağır duruma gelmesini ifade ediyor. Aslında insanlık tarihinde birey ve toplumlar üzerinde uygulanan en ağır saldırı sistemidir, en kapsamlı saldırı sistemidir. Tarihte eşi bulunmayan bir saldırı sistemidir. Tarihin en ağır suç saydığı, gördüğü saldırı soykırımdır, fiziki imhadır. Bir toplumun kılıçtan geçirilerek yok edilmesidir. Onun da bir anlamı vardır, anlaşılırlığı söz konusudur. Fakat ortada posa gibi insanlar ve toplumun varlığı korunup ama ruhuyla, duygusuyla, düşüncesiyle, beyniyle tüm ekonomik, sosyal, kültürel değerleriyle kendini inkar edip bir başkasına dönüştüğü, onu yaşar hale geldiği bir örnek yoktur. Buna yine Önder Apo; “kendi çıkarlarını göremeyen, kendi çıkarları için düşünemeyen, çıkarları doğrultusunda plan, proje geliştirip eyleme geçemeyen bir insan gerçeğinin ortaya çıkartılmasıdır” demiştir. Burada beynini kaybetmiş, kendini düşünce düzeyinde inkar eden, düşüncesiyle de başkasına bağlanan beyinsel sömürgecilik diye de tanımlanan bir köleleşmeyi yaşayan insanla, temel örgütlenmesi aile olan, aileden başka hiçbir örgütlülüğü ve gücü kalmayan, bu nedenle de her şeyini ailede bulmak isteyerek, aileye dört elle sarılan bir örgütsel yapı kalmıştır. Kendini bu biçimde ifade eden bir erkek, böyle bir erkeğin hizmetçisi olan, köle bile denilemeyecek, kölelik statüsü bile edinemeyen bir kadın duruşu ortaya çıkmıştır. Ailecilik bu düzeye getirilmiştir.

Kürtler herkesin askeri haline gelmişti

Şimdi burada artık meşru savunmanın tüm yönleriyle kaybedilmesi vardır. Meşru savunma kendisini tanıma, çıkarlarını görme ve savunma yol yöntemlerini bulma bilinciyse, böyle bir sistem altında Kürt toplumu ve bireyi bu bilincin hepsini kaybetmiştir. Meşru savunma böyle bir bilinçaltında, birey ve toplumun örgütlülüğü ise bu sistem altında, böylece her türlü geriliğin ve gericiliğin ocağı haline gelen başa bela aile dışında Kürt bireyinin ve toplumunun örgütlülük adına hiçbir şeyi kalmamıştır. Ailede bir örgütlülük değil aslında, egemen devletçi düzene ve yabancı egemenliğe erkek ve kadının en ileri düzeyde hizmetçiliğini ortaya çıkartan bir örgütlülüktür. Yoksa kendine ait, yüce değerler temelinde herhangi bir amacı ve duruşu olmayan bir örgütlülüktür. Burada kendini korumak için zaten bir eylem, mücadele yoktur. Kendini yok etmek için kendi kendini bitirme vardır. Önderlik, toplumun duruşunu bu dönemde akrebin kendisini zehirlemesine benzetti. Kekliğin kendi kendini avlamasına benzetti. Yani bu da meşru savunma denen şeyin zerresinin bile kalmadığı bir durumun oluşmasını, ortaya çıkmasını ifade etti. Şimdi bu kadar tarihin eski bir halkı olan, devlet egemenliğini bu denli uzun süre kabul etmeyen, devletçi sistem karşısında dağlara çekilip, uygarlıktan uzak durma pahasına da olsa özgür yaşamayı esas alan, benimseyen, içte ve dışta egemenlik sistemini dolayısıyla ondan kaynaklanan saldırıyı en geç tanıyan bir toplum olarak Kürt toplumunun, birkaç yüzyıl içerisinde böyle bir duruma düşürülmesi tabii ki ilginç bir durumdur. Dikkatle değerlendirilmesi, iyi incelenmesi gereken bir durumdur. Acaba neler böyle bir duruma gelmesine yol açmıştır? Daha önceki duruşla, sonradan ortaya çıkan sürecin birbiriyle ilişkisi, bağı var mıdır? Yoksa toplumun o duruşu hiyerarşik devletçi sistem tarafından çok büyük tehlike görülerek, en ileri düzeyde birliği ve gücü ifade eden bir saldırı bu toplum üzerinde mi yürütülmüştür? Bunların incelenmesi, değerlendirilip anlaşılması kuşkusuz gerekiyor. Fakat sonuçta 20. yüzyılın son çeyreğine girerken Kürdistan’ın ve Kürt toplumunun içine çekildiği durum budur.

Artık orada bir meşru savunma bilinci, örgütlülüğü, eyleminin zerresi bile yoktur. Tam tersine her şeyini kaybetmiş, yok olma sürecine girmiş, başkalarının hizmetine koşulmuş bir toplumsal duruş vardır. Buna herkesin “askeri olmak” deniliyordu. Bu süreçte Kürt toplumu, kendisinin olamayan ama herkesin askeri olan bir toplum olarak tanımlanmıştır. Avukatsız bir halk olarak tanım görmüştür. Yani örgütlülüğü olmayan, çıkarını göremeyen, kendini savunamayan, her türlü saldırıya açık, yok oluş sürecinde olan bir halk. Bu tabii bir toplumun içine düşeceği en ağır durum, en kötü durum, en tehlikeli durumdur. 20. yüzyıl sistemi içinde, I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı sistem dahilinde Kürt birey ve toplumunun böyle bir duruma getirilmiş olduğu açıktır ve bunun doğru ve derinliğine anlaşılması, kavranması çok çok önemlidir. Böyle bir durumun özgür birey ve toplum karşısında taşıdığı tehlikenin derinden anlaşılması da çok çok önemlidir. Çünkü bu tehlike söz konusu durumu yaşayan birey ve toplum açısından bir tehlike olduğu gibi aslında insanlığın özgür duruşu açısından da ciddi bir tehlikedir. Çünkü insanlık katledilmektedir. İnsanlığa dair hiçbir değer bırakılmamaktadır. Birey ve toplumun bu kadar kendini inkar eder, kendine karşıt hale getirilip, kendini tüketir noktaya çekilir olması insanlığın tüketilmesi anlamına gelmektedir. Bir insanlık katliamının yaşandığını göstermektedir. Tabii bu noktada en büyük tehlike, hiçbir ferdinin bunu göremez durumda olmasıdır. Bu durumu doğal sayan, kabul eden bir beyne kavuşturulmuş olmasıdır bireylerin. Yani neredeyse isteyerek, benimseyerek,  içselleştirilerek bu durumu yaşar kılınmasıdır. Elbette baştan isteyerek, gönüllü böyle bir şeye girme olmamıştır, ama yüz yıllar süren baskı, katliam, saldırı, geliştirilen oyunlar nihayetinde Kürt bireyi ve toplumuna bu gerçeği kabul ettirmiştir. Bu düzeyde bir teslimiyetçilik, kırılma birey ve toplumda ortaya çıkartılmıştır. Bu elbette ki ciddi bir tehlikeye olumsuz duruşa işaret ediyor.

PKK Kürt toplumunda meşru savunma bilinci yarattı

İşte böyle bir süreç derinliğine ve genişliğine işletilirken, buna karşıt bir duruşla I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı sistemin Kürt birey ve toplumunda yok etmek istediklerini tersine çevirerek, Kürt bireyi ve toplumunu özgürlük düşüncesi, örgütlülüğü ve eylemiyle kendisi haline getiren ve yeni bir yaşam çizgisine yöneltmeyi öngören PKK gelişmesi ortaya çıkmıştır. PKK’nin böyle bir tarihsel sürecin tersine çevrilmesi ve ona karşıt olarak geliştiği bir gerçektir. Kürt bireyi ve toplumu üzerinde uygulanan her türlü yok edici saldırıya karşı bir tepki ve var olma hareketi olduğu, özgürleşme sürecini ifade ettiği tartışma götürmez bir gerçektir. Tamamen Kürt toplumu ve bireyi üzerinde uygulanan bu yok etme sürecinin karşıtı olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla her bakımdan birey ve toplumu kendine getirme, kendisi için yapma, özgür birey ve toplum gerçeğine çekme, böylece baş aşağıya gidişi tersine çevirerek özgürlük çizgisinde, Kürt bireyi ve toplumu için yeni bir yaşam sürecini başlatmayı ifade eder PKK gerçeği. Bu anlamda ruhu, duygusu, düşüncesinden maddi ekonomik yaşamına kadar, Kürt birey ve toplumuna yöneltilen her türlü saldırı karşısında birey ve toplumun özgürlük ve demokrasi çizgisinde savunulması hareketidir PKK. Saldırı ne kadar kapsamlı,  derin, çok yönlü ve sarsıcıysa savunma da aynı düzeyde kapsamlı, derin ve sarsıcı olmuştur. Buradan baktığımızda PKK’nin 20. yüzyılda Kürt toplumuna dayatılan sürecin karşıtı olduğu, tersi olduğu, toplumsal gidişi onun tersine çevirmeyi öngördüğü açıktır. 20. yüzyılda Kürt birey ve toplumuna dayatılan onu yok etme amacı temelindeki dış saldırı olduğuna göre, PKK gerçeği de bütün bu alanlarda Kürt birey ve toplumunun kendi öz dinamikleriyle kendisini savunması hareketi olma gerçeği vardır. Bu bakımdan PKK beyinsel köleleştirmeye, sömürgeleştirmeye uğratılmak istenen Kürt bireyi ve toplumunda, özgür var olma ve kendini savunma bilinci yaratmıştır. Her şeyden önce bir meşru savunma bilincidir. Hem de çok yönlü bir bilinç, sadece öyle kaba saldırılar karşısında kendini savunma ekonomik, sosyal baskı ve sömürü karşısında birey ve toplumu savunma değil ruhuyla, kültürüyle, duygusuyla, düşüncesiyle bütün yaşam özellikleriyle birey ve toplumun özgürlük temelinde savunulmasıdır. Bu anlamda derin bir savunma bilincini ifade ediyor. PKK böyle bir süreçte ortaya çıkan ve bir savunma gerçeği oluyor. Her şeyden önce bir savunma bilincini ifade ediyor. Çok yönlü ve kapsamlı bir bilinç, Kürt birey ve toplumunu kendine getiren ve özgürlük temelinde yürüme gücü, iradesi kazandıran bir bilinç. Önderlik gerçeği tamamen böyle bir Kürt bilincinin ortaya çıkmasını içeriyor. Bunu iyi bilmemiz gerekli.

PKK bir meşru savunma gücüdür

Diğer yandan bu bilinçle birlikte, tabii Kürt toplumunun kendini örgütlemeye yönelmesini ifade ediyor. Atomlarına kadar parçalanıp, örgütsüz kılınmış Kürt toplumunu Önderlik düşüncesi etrafında dar bir gruptan başlayarak bir öncü özgürlük partisine, oradan da temel savunma gücü olarak gerillaya, ulusal kurtuluş cephesine, ulusal bilinç ve direnişte kendini var etmeyi esas alan yeni bir halk duruşu ve birliğine ulaştıran bir örgütlenme durumudur. Kürt toplumu temel örgütsel açıdan PKK’yle yeniden bir örgütlenme süreci içerisine girmiştir. İnkar ve imha sisteminin toplumun dağıttığı bütün örgütlenmelerine karşılık demokratik uluslaşma temelinde, yine ulusal özgürlük ve demokrasi temelinde yeni bir örgütlü birey ve toplum yaratma sürecinin başlatılmasını içeriyor. Bu örgütlenme düzeyi en azından bilinç düzeyinde, Kürt insanının yeniden ulusal demokratik çizgiye kavuşturulması çerçevesindedir. Her türlü inkarcı ve imhacı bilinci reddetmeyi içermektedir. Buna karşı büyük bir ulusal diriliş devrimini ruhta, duyguda, bilinçte ve iç ilişkilerinde yaşamasıdır. Böyle bir örgütlülük düzeyine toplumsal çapta ulaşmayı ifade ediyor. Tabii bu örgütlenmenin bilince dayalı bir irade bütünlüğü, birlikte yaşam isteme haline gelen, böyle bir örgütlülüğün sürükleyici, öncü sağlam örgütleri var, partisi var, cephesi var, gerillası var. Bunlar temel örgütlerdir ve önemli örgütlerdir. Buna dayalı olarak çeşitli kurum ve kuruluşları gelişiyor. Kadın, gençlik örgütlülüğü ortaya çıkıyor. Bir de böyle bir bilinç ve örgütlülüğe dayalı savunma eylemini ifade ediyor PKK.

PKK pratiğinin baştan sona bir savunma eylemi olduğunu kimse inkar edemez. O konuda herhangi bir yanlış anlama ve tartışma söz konusu olamaz. Çünkü tümüyle bir savunma bilincini içeriyor. Bütün örgütlenmeler, toplumun yok edilmek istenen gerçeğinin tersine çevrilmesi ve kendini yaşar bir toplum haline gelmesini hedefleyen örgütlenmelerdir. Bu temelde geliştirilen eylemin de ideolojik, siyasi, askeri bütün boyutlarda bir savunma eylemi olduğu tartışma götürmez. Kısaca I. Dünya Savaşı ardından yok edilme sürecine sokulan ve bilinç, örgütlülük ve eylemsel duruş bakımından her şeyi kaybederek, adeta kendisi olmaktan çıkan Kürt toplumunun özgürlük ve demokrasi bilinci temelinde, yeniden kendine getirilerek örgütlü ve eylemli kılınmasını sağlayan bir harekettir PKK. Bu bakımdan her düzeyde Kürt toplumuna ve bireyine dayatılmış saldırı karşısında aynı kapsamda ve derinlikte bir meşru savunma duruşu, eylemi, bilinci, hareketi oluyor, örgütlülüğü oluyor. PKK’yi böyle bir meşru savunma gerçeği olarak tanımamız, anlamamız gerekli. Şöyle de ifade edebiliriz; 20. yüzyılın başından itibaren dayatılan inkar ve imha süreci altında her şeyini kaybetmekte olan Kürt toplumu, Önder Apo gerçeği ve PKK’yle yeniden kendine geliyor. Kendinin olmaya ve özgür bir duruş kazanmaya yöneliyor. Yani yeniden kendi çıkarlarını gören, o temelde örgütlenip direnen bir halk gerçeği haline geliyor. Özgür bir halk olarak imha sürecine karşı direniş içerisinde, dünyaya yeniden doğuyor. ’90’ların başında gerçekleşen ulusal diriliş devrimi kesinlikle bunu ifade ediyor. Bu bakımdan da PKK’yle birlikte Kürt bireyi ve toplumu yeniden kendine geliyor. Kendisi için oluyor. Bir meşru savunma bilinci, örgütlülüğü ve eylemi kazanıyor. Kısaca meşru savunma duruşu kazanıyor.