20. yy. devrimler ve karşı devrimler tarihinde en çarpıcı bir yüzyıldır. Devrimlerin belirgin özelliği, proletarya ve halk ağırlıklı bir öze sahip olmasıdır. Daha önceki yılların bütün devrimleri egemen sömürücü sınıflar adına geliştirilirken, 20. asrın devrimlerinde en çok ezilen sınıflar ve halkların kurtuluşu belirleyici bir yer tutar.
Avrupa’da gelişen kapitalizme, özellikle de burjuva devrim yıllarının yerini gericiliğe bırakmasına karşı gelişen proletarya ağırlıklı ideolojik-politik ve sosyal hareketlilik; I. Enternasyonal, Paris Komünü, II. Enternasyonal ve Bolşevik önderlikli devrimle başlayan III. Enternasyonal, Sovyet Deneyimi ve bu temelde dünyanın dört bir tarafına yayılan başta Çin Devrimi olmak üzere ulusal kurtuluş devrimleri, neredeyse bütün yüzyılı doldurur ve alt-üst eder. Önceki yüzyılların, hatta bin yılların egemenlik anlayışını, sömürü tarzını büyük oranda dağıtır. Neredeyse “komünist ütopyaya bile geçiyoruz” diyecek bir aşamaya kadar getirir. Fakat bir çok halk devriminde, ezilenlerin başkaldırısında görüldüğü gibi bu 20. yüzyılda da kölelerin, proletarya halklarının devriminde darlıklar baş gösterir. Büyük devrimci dalganın iç nedenlerine dıştan düzeni temsil eden kapitalist emperyalizmin etkileri, içerde geçmiş yüzyılların sosyal yaşam alışkanlıkları, bizzat devrim kadrolarının da erkenden bürokratlaşmaları ve bu etkilerden oldukça payını almaları, kendilerini kalkınmacı anlayış temelinde onlara benzetmeye çalışmaları, bunlara bilinçli sızmalar, her türlü baskı, şantaj, provokasyonlar da eklenince içe doğru büzülme, giderek bir kast rejimini oluşturur. Kendi halkları üzerinde bile bu devrimler bir karşı- devrim gücü haline gelir ve bilindiği gibi, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde tam bir gericilik kurumları haline gelirler. İçerde kendi emekçilerine karşı, dışarıda da halkların kurtuluşuna karşı çok olumsuz bir konuma girerler. Bunu fırsat bilen emperyalizmin deneyimleriyle yüklenmesi, bu devrim kalelerinin peş peşe çözülmesine, düşmesine yol açar.
Özellikle, tam da Fransız Devrimi’nin 200. yılında reel sosyalizmin kurulduğu ülkelerde, çok açıktan bir çözülüş başlar ve bu çözülüş halen günümüze kadar da devam etmektedir. Çözülüşün niteliği konusunda halen tartışmalar sıcağı sıcağına yürütülüyor. Çözülmenin nedeninin ne kadar derin olduğu, ne kadar karşı-devrimci bir tarzda geliştiği ve ne kadar kendisini yenilemek biçiminde bir özeleştiriye geçtiği de sürekli tartışılıyor. Tam da bu süreçte fırsattan istifade, tıpkı burjuvazinin başlangıcında her egemen sınıfın yükseliş döneminde olduğu gibi “dünya benimle başlar, benimle biter, başı da sonu da benimledir” dercesine devrimler tarihinin bittiği, artık çürük, oldukça karşı-devrimci öze bürünmüş burjuva liberalizminin sonsuz bir çağataya yakalandığına dair birçok spekülasyon, sahte teoriler ortalığı kapladı. Tarihin sonu olduğu biçimindeki değerlendirmelerden, burjuvazinin nerdeyse yeni bir devrimci sınıf olabileceğine kadar birçok varsayım ileri sürüldü.
Bu arada tarihin her döneminde olduğu gibi, baş emperyalist gücün Yeni Dünya Düzeni hamlesi ve ona dayalı düzen anlayışı ortamı kapladığı gibi hamle üstüne de hamle yapmaktadır. Hamleler yüzyılın son çeyreğinde, öncelikle kapitalizmin eski kalelerinde geliştirildi. Kendi içini restore etti, ardından dalga dalga diğer kıtalara Güney Amerika’ya, Afrika’ya, Asya’ya doğru kaydırıldı. Yine hamlenin en çarpıcı yönü, başını Sovyetler Birliği’nin çektiği reel-sosyalist ülkelere, halen içinde yaşadığımız günlere kadar, büyük bir iştahla dayatıldı ve belli sonuçlar da alındı. Hamlelerin bazıları askeri- siyasi, bazıları ekonomik ağırlıklı oldu, ama en tehlikeli biçimi de kültürel-sosyal yaşam boyutuna yapılan müdahaleydi. Amerikancı tarz yaşam neredeyse en çok özenilen, herkesin ulaşmaya can attığı bir yaşam tarzı olarak ortalığı kapladı.
Çok sınırlı tarihi bilgimize baktığımızda buna benzer durumların her çağda yaşandığını görmekteyiz. Roma emperyalizminin, iki bin yıl öncesinin sıfırlı tarih aşamalarında, benzer bir etki yarattığını görüyoruz. Herkesin Roma’ya özenmesi bir adet haline gelmiştir. Tüm beylikler, küçük bir Roma kurmaya çalışırlar. Anadolu’da da bu çarpıcıdır. Eski Yunan uygarlığı, Helen uygarlığı üzerinde bir Roma hayranlığı gelişir. Çok ileri olmadığı halde, yükselen bütün feodal ve köleci sınıflar, küçük bir Roma olmaya can atarlar ve Roma’nın izinde sayısız uygarlık kentleri kurulur. Taklitçilik o kadar gelişir ki, halen her tarafta Roma benzeri bir kent görmek mümkündür.
Ortaçağın feodal uygarlığında da buna benzer öykünmeleri görmek zor değil. Özellikle daha yakından tanıdığımız İslam uygarlığına, feodal uygarlığa baktığımızda bunu görebiliriz. Örneğin, ülkemizde klasik işbirlikçiler, kültürel-sosyal olarak hiç anlamını bile bilmemekle birlikte bir ceset gibi bu uygarlık düzeninin biçimlerini yaşarlar. Tabii bu kapitalist uygarlık tarafından aşılıp ikinci plana düşerken, geriye doğru çözülürken, hayranlık kapitalizme karşı gelişmeye başlar. Daha önce bilindiği üzere Fransa’ya hayranlık duyulurdu, şimdi ise onun yerine İngiliz emperyalizmine ve İngiltere emperyalizminin dünya çapındaki egemenliğine hayranlık duyulur. Artık daha elverişli büyük topraklarda kapitalizmin münvit gelişimine sahne olan Kuzey Amerika, ağırlıklı bir temelde de dünyaya doğru genelleşen kapitalist-emperyalist dönem ve onun kültürel, sosyal ağırlıklı yaşamı etkili olur. Politik-askeri gelişimi olmakla birlikte, en çarpıcı gelişimi kültürel-sosyal boyutludur. Şüphesiz ekonomik temelleri sağlamdır ve artık herkes Amerikan özentisine girer, herkes bir küçük Amerika yaratma peşine düşer ve bütün ülkelerin hakimleri bunun peşinden koşar. Çok iyi bilindiği gibi Türkiye’de de kapitalizmin gelişim yıllarında, Anadolu’nun bir küçük Amerika olması için can atılır. Ve bunu açıkça da söylerler.
Günümüze doğru geldiğimizde, NATO temelinde askeri ve sahte bir burjuva demokrasisi biçiminde tanık olduğumuz bu gelişme, ekonomik ağırlıklı olarak da gelişim gösterir. Yine tarihin her çağında olduğu gibi Ortadoğu’ya doğru yayılmalar, ister doğudan yükselen, ister batıdan yükselen, isterse bizzat Ortadoğu’da yükselen uygarlıkların hamlesi, işgali, istilası buralarda büyük bir iz bırakır. Kapitalist-emperyalist yayılma öncelikle Anadolu kapısından içeri girer. Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal merkeziyetçi yapısı, kapitalizmin yeni yükselen güçlü darbeleri altında dayanamaz ve çözülür. Son iki yüzyılda bu çözülüş hızından hiçbir şey kaybetmeden önce Anadolu’da kök salar, daha sonra Akdeniz kıyılarından Suriye’ye doğru ve giderek Mısır’da, Kuzey Afrika’da, Basra körfezi kıyılarında etkili olmaya çalışır.
Emperyalizm, Kemalizm’in hakimiyetindeki TC, yine Akdeniz kıyısındaki İsrail olmak üzere iki tane önemli vurucu güç kazanır. Bunlarla Ortadoğu’nun feodal, kültürel, toplumsal yapısını çözer. Bu çözülmeyle birlikte bir sürü yeni işbirlikçi rejim doğar. Eski feodal şeyh, bey kökenliler hızla işbirlikçi-komprador bir düzenle birlikte burjuvalaşmaya doğru yönelirler. Bunun çok geri bir şoven milliyetçilikle beslenmesiyle birlikte despotik, çarpık, emperyalizmin vasatı, bağımlı iktidarlar şekillenir. Yüzyıllarca, hatta bin yıllarca tarihin, uygarlıkların şafak vaktinde çok önemli devrimlere, değişmelere; sosyal, kültürel, hukuki, askeri düzenlere yol açmış olan bu topraklar, bu sistemler dıştan gelen bu çözülüşlere dayanamaz. Kendilerine duydukları inançlarının, kültürel kimliklerinin, sosyal-milli benliklerinin yıkılışına tanık olurlar, buna karşı direnmekle üstün rejim karşısında dayanamazlar. Ve çözülüş neredeyse en dar aşiret bünyelerine kadar sızar. Hepsi adeta felçli bir biçimde bağımlı, oldukça çarpık, tüm tarihsel değerlerine karşı körelmiş, kendilerine dair umutlarını, inançlarını yitirmiş bir haldedirler. Hem geçmiş tarihten kopmaları ve hem de kapitalist-emperyalist sistemin en gerici yayılış sürecinin işbirlikçiliğine soyunmalarıyla birlikte, işbirlikçilikleri en gerici bir düzene ve ekonomileri halkların bütün zenginliklerinin çarçur edilmesine dayanırken, kültürel-sosyal rejimleri bu yüzyılın çok güçlü olan birikimlerini bir aşağılık kompleksiyle terk etmelerine yol açar. Siyasi olarak oldukça despotik ve askeri olarak da emperyalizmin silahlarıyla kendi halk karşıtı rejimlerini sağlama almaya dayanır. Fakat Ortadoğu’daki bu yeni emperyalizm düzenlemesi oldukça çürüktür. Tamamen halk karşıtı, tarih karşıtı konumu her an devrimci direniş faaliyetleriyle darbelenmeye açıktır.
Nitekim burada emperyalizmin işbirlikçi-komprador düzeni ne kadar gelişirse o kadar da, dar da olsa Anadolu’da başlayan ve çok çelişkili olmakla birlikte anlaşılır bir Kemalist ulusal kurtuluşçuluk, yine bunun bir benzeri olarak İran, Afganistan ve Arap ülkelerinde Baas partileri biçiminde tüm yüzyılı etkileyen bir direnmeye de tanık olur. Bu direnmelerin sınıf kökeni küçük burjuvazidir ve hızla kompradorlaşmaya doğru yönelirler. Bunların halklarıyla bağlantı kurmadan, devrimi derinleştirmeden özellikle içlerinden çıkan sağ yaklaşmalarla emperyalizmle hızla tekrar bütünleşmeleri peş peşe karşı devrimlere yol açar. İşte bu, Türkiye’de de Kemalizm biçiminde ortaya çıkan hareket, daha Kemal hayattayken hem kendi halkına, hem tüm Ortadoğu halklarının tarihlerine, kültürlerine yönelik bir karşı-devrim halinde gelişir. Bunun faşist bir diktatörlüğe doğru yön değiştirmesi, yine benzer bir deneyimin Araplarda Nasırizm biçiminde karşımıza çıkması, İran’da Şahlık rejiminin de buna benzer bir dönüşüm geçirmesi, bu sınıf temeline dayanan devrimlerin biraz sağa doğru savrulmasının da aslında kendi içinde büyük bir çözümsüzlük olduğunu, günümüzdeki gelişmelerde çok iyi görmekteyiz.
Çok yakınen tanıdığımız Türkiye Cumhuriyeti, bugün dünyanın en hastalıklı cumhuriyetidir. Başta ekonomisi dünyanın en iflas etmiş ekonomisidir. Bunun açık ifadesi olarak, yirmi yıldır yüzde yüzü aşan bir enflasyon, aslında çözülüşün, iflasın dünya çapındaki bir örneğidir. Yine TC’nin sosyal, kültürel kimliğindeki müthiş aşınma ve tükenişiyle birlikte Amerika’nın, dolayısıyla Ortadoğu’daki güçlü kalesi İsrail’in emrindeki bir Anadolu dükalığına, Anadolu generaller yönetimine kadar indirgenmesine tanık oluyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyeti denen Anadolu’daki egemenlik, aslında son tahlilde ABD’nin ve İsrail’in adına iş gören, dar bir generaller grubuyla yönetilen bir taşeron rejimidir. Emperyalizmin elinde istediği gibi kullanabileceği, ağırlıklı olarak askeri bir aygıttır, başka herhangi ciddi bir özelliğinden bahsetmek mümkün değildir. İran Şahlığı da buna benzer bir konumdaydı ve İslam devrimiyle çözülen bir süreci halen yaşıyor. Mısır biraz daha geriden bunu takip ediyor. Ve en ilginci Irak’taki Saddam Hüseyin’in önderliğindeki Baas rejiminin gerçeği oluyor.
1990’larda Körfez Krizi ve ona emperyalizmin dayattığı müdahaleyle başlayan bu süreç, şimdi yeni bir büyük kriz biçiminde karşımıza çıkmış bulunuyor. Dünyanın tüm gözleri ha yapıldı, ha yapılacak olan yeni bir müdahaleyi bekliyor. Aslında çapı çok küçük bir müdahale gibi düşünülmesine rağmen dünyanın bu kadar dikkatini çekmesi bu rejimin, kısaca değerlendirmeye çalıştığımız tarihi gerçeklikle birlikte, başta yer altı zenginlikleri ve petrol olmak üzere, esas itibariyle emperyalizmin bu yüzyılın sonuna doğru dayatmaya çalıştığı Yeni Dünya Düzeni karşısında aşılması gereken bir rejim olarak düşünülmesinden dolayıdır. Yeni düzenin stratejik bir hedefi durumundadır. ABD, İngiltere’nin öncülük ettiği yeni emperyalist düzen, bu stratejik hedefi aşmakla yüzyılı büyük bir başarıyla kapatmak istiyor ve anlaşılır nedenleri vardır. Çokça bilindiği üzere dünya petrollerinin yüzde altmışına yakınının bu bölgede bulunması, yine bu rejimin siyasi olarak da emperyalizmin başını ağrıtan bir rejim konumunda bulunması, yanı başında İran İslam Cumhuriyeti ve yine tehdit altındaki veya tehdit eden bir güç olarak İsrail’in kapı komşu olma durumu söz konusudur.
Tabii biz, tüm bunların altında kendini tekrardan tarih sahnesine çıkarmaya çalışan bir Kürdistan gerçekliği ve bundan kaynaklanan, bunun adına yükseltilen bir devrimci başkaldırı oluyoruz. Emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni dünyanın diğer tarafında da bazı önemli sorunlarla karşılaşmakla birlikte, buralardaki sorunları stratejik olarak değerlendirmekte ve yeni bir dünya düzenin hakimiyetini bu stratejik hedeflerin düşürülmesine bağlamaktadır ve kendine göre de bilinen nedenlerden dolayı haklıdır.
Görünüşte bu kadar basit izah edilebilecek bu müdahale, aslında tarihten gelen ve günümüzde de en zayıf halka diyebileceğimiz bir konuda şansını deniyor. Bu anlamda 20. yüzyıl sonlarına doğru, emperyalizmin nihai zaferi veya önemli bir kaybı diyebileceğimiz süreç, burada iç içe yaşanıyor. Bu müdahalenin bütün emperyalist müdahalelerin son bir halkası olması, belki de yüzyılın sonuna doğru tam bir hakimiyet biçiminde bir duyguya götürebilir. Bu duygu nedeniyle ABD başkanlığı kimsenin kolay kolay anlamadığı bir ısrarın içindedir. Emperyalist mantık gereği bu ısrar bize göre rahat anlaşılır. Her dünya egemeni, her dünya emperyali, onun imparatoru ve sözcüsü hep nihai zaferler peşinde koşar. Küçük bir noktada ki başkaldırıyı bile kendileri için ciddi bir sorun sayarlar. Bu onlara hakim olan iktidar anlayışının doğal bir sonucudur. Fakat buradaki çelişki, işi biraz komik duruma sokmaktadır. Kendi eliyle oldukça destek sunduğu bu rejimin biraz da Ortadoğu coğrafyasına, kültürüne has zıtlıklarıyla karşı karşıya kalıyor. Siyaset, askerlik, savaş sanatı tarihte ağırlıklı olarak Ortadoğu kökenlidir. Bir kez daha bu gerçeği görüyoruz. Reel sosyalist ülkeler bile neredeyse dünyanın üçte birindeki etkinlik alanı ve her düzeyde yarışacak bir ekonomi, askeri güç üstünlüğüne ulaşmalarına rağmen kolayca çözülürken, emperyalistlerin kendi destekleriyle yarattıkları bir rejimi çözememeleri hayret vericidir ve tabii ki bu da onları öfkelendiriyor.
Bu iş bu kadar kolay anlaşılamaz, çözülemez. Her zaman kendisini gösterdiği gibi, Ortadoğu gerçekliği kolay yabana atılacak bir gerçeklik değildir. Ne kadar özüne, tarihine ters düşmüş kişilikler de olsalar buradaki kültürel kalıp, miras henüz tam çözülmemiştir. Çok sınırlı bir işbirlikçi güç tarafından dinsel mirasın, kültürel mirasın, ulusal ve kavimler mirasının göz ardı edilmesine, talan edilmesine zemin sunulmasına karşılık, bu mirasın tümünün eritilemediğini görmek mümkündür. Örneğin, doğu ülkelerinde hatta Afrika’da ve Asya’nın doğusunda olduğu gibi çözüldüğünü söylemek zordur. Bu da bir paradoks. Dünyanın biraz çözmekte zorlandığı gerçeklik, böylesine paradoksal bir özelliğe sahiptir. Müdahale yapılsın mı, yapılmasın mı sorunu aynı zamanda paradoksal özellikle bağlantılıdır. Kimisi, “çok tehlikeli sonuç doğurabilir”, kimisi de “çok basit bir fiskeyle bile halledilir” diyor. Sorun karşılarındaki rejim değildir, isteseler onu yirmi dört saatte de tasfiye edebilirler, fakat sonuçlarından çok çekinmektedirler.
Gerek emperyalizmin, gerekse işbirlikçilerinin hayallerinde, projelerinde, politik konseptlerinde, planlarında hiç yeri olmayan; politik bir güç, hatta ulusal-sosyal bir gerçeklik olmaktan çoktan çıkarılmış, işgal ve istila sonucunda tamamen eritilmiş; bir halk iradesi olmayan, hatta varlığından bahsedilemeyecek kadar silikleşmiş, harabe haline getirilmiş bir ülke ve terkedilmiş bir insan yığınından bir iradenin ortaya çıkması doğal olarak beklenilmiyordu. Bilindiği üzere, bu gerçekliğe PKK adı altında bir müdahalemiz vardı. Herkesin boş işler dediği bu müdahaleyle çok olumsuz, çok anlamsız gibi görünen, hem sağ hem sol, hem düzen hem düzenin egemenliği altında yaşayan halk tarafından ne umuduna değer biçilen ne de başarısına inanılan ve herkesin adeta kendisinden kaçtığı bir gerçekliği biz ısrarla ele aldık. Tek iş sahamız olarak bizzat bunu değerlendirdik. Adeta hiçbir ekonomik değeri olmayan bir madeni keşfetmek gibi, üzerini kazıdıkça ekonomik değeri, giderek sosyal, siyasi ve askeri değeri de olabilecek bir nesne, bir değerler birikimi olduğu, en azından diğer işlere göre daha lüzumlu bir iş olabileceği kendisini gösterdikçe -ki biz buna PKK’lileşme diyoruz- neredeyse pek de insanlık bilincinde, hatta kendi halkının bilincinde bile olmayan bir gerçekliği ortaya çıkardık. Giderek onun siyasallaşmasını, askerleşmesini ve kültürleşmesini kavram haline getiriyoruz. Teori, varsayım ne kadar soyutsa, biz de bu işi soyutun soyutu bir biçimde ele aldık ve yine pratik ne kadar umutsuzsa, definecilerin harabelerden altın araması gibi bizim de buralarda hep bir şeyler aramamız bazı buluşlara yol açtı.
En başta TC olmak üzere, onun efendileri emperyalistler ve bölgenin diğer işbirlikçi güçleri uzun bir süre bir şeyler olabileceğine inanmadılar. Dolayısıyla yaklaşımlarında büyük hatalar yaptılar. Tabii buna halkımız uzun süre seyirci kaldı, hatta PKK’lileşmeye tabi tutulan insanlar bile bir türlü inanamadılar. İnanmaları halen yüzde beş oranındadır. Kendilerini bir türlü bu pratiğe veremediler. Ama geliştirmeye çalıştığımız Önderlik biçimiyle oldukça inatçı ve hiç kimsenin değerli bir iştir demediği, boş işler kabilinde bir iş biçiminde görülen bu çalışmayı tercih ettiğimiz bir meslek olarak yüklendik. Sonuçta bu büyük emperyalist hamlenin geliştiği 1990’lara doğru, mücadelemizi dikkate değer bir gelişme içine soktuk. Bu işin peşindeki irade neyle ne kadar uğraştığını çok iyi bildiği ve iğne ucu kadar bir çalışma, bir kazanma imkanının değerini çok iyi takdir ettiği için, bu süreci çok iyi değerlendirdi. Hatta öyle bir değerlendirme içine girdi ki, gerek Yeni Dünya Düzeni’nin, gerekse işbirlikçiler eliyle yürütülen rejimlerin en zayıf halkası olarak burayı gördü ve bu önemli devrimin gerçekleşeceği zayıf halkalardan birisinin bu olabileceğine dair kanaatini ve düşüncesini geliştirdi. Ve bunun için, gelişmelerin umut verici düzeyi yakalandıkça bitmek bilmez bir çabayla daha da yüklenerek, bu yılları neredeyse emperyalizmin yeni hamlesine karşı boy ölçüşebilecek bir devrim hamlesine dönüştürmeye büyük bir istekle yöneldi.
Artık öyle bir noktaya gelindi ki, buradaki devrim ve Önderliği, emperyalizm tarafından dünyanın bir nolu terörist kişiliği, terörist faaliyeti olarak değerlendirildi. Eğer bu devrim başarıya doğru giderse Ortadoğu’nun mozaiğini tekrardan onarmak kadar yenilemek, bir düzen haline getirmek; halkların oldukça eşit ve hür birlikteliğinin devrimci ifadesini yaratmak, inancını, umudunu, örgütlenmesini, savaşımını gerçekleştirmek söz konusu olacaktı. Emperyalizm, basit bir çelişkiyi Irak rejiminin sahasında çözmeye çalışırken kendisini böylesine bir devrimle karşı karşıya buldu. Emperyalizmin baş gücü ABD tarafından çokça söylenen, Türk generallerinin sınırsız desteği, kendi hayat normlarını, sözde demokrasi anlayışlarını, insan hakları anlayışlarını ve sözüm ona dünyanın her tarafında gösterdikleri saygınlığı burada hiç ciddiye almamaları ve en gerçekçi yüzünü buradaki uygulamalarında göstermeleri emperyalizmi çok güçsüz bir durumda bıraktı. Özellikle de Avrupa’da artık bunu savunamayacak bir konuma geldiler ve halklarından bile korktular. Bu devrimi bir an önce bastıramadıkları için öfkelendiler ve kendisini reform yapmaya zorluyorlar. Tabii işbirlikçi rejimin reform yapma karakterinde olmadığı da ortaya çıkınca, bunalım daha da derinleşti. Bugün dünyanın en bunalımlı ülkesi olarak Türkiye ve emperyalizmin en bunalımlı yumuşak karnı olarak Körfez-Irak gerçeğiyle Kürdistan’ın böyle iç içe buluşması büyük ihtimalle devrim anlamına geliyor. Bir ihtimal bu devrim, sürekli başarı üstüne başarı kazanan emperyalizmin bu son savaşımını bir yenilgiye götürebilir. Bu hem endişelendiriyor ve hem de kabusa dönüşüyor.
Bilindiği üzere belirleyici olan ilk savaşlar değil, son savaşlardır. “Doksan dokuz savaşı kaybeden, eğer yüzüncüsünü kazanırsa, aslında savaşı kazanan odur” biçiminde bir durumla karşı karşıyayız. Bu savaşımın öyle bir özelliği var. Bu, çok çelişkili bir kişilik olmasına karşın, Irak rejiminin önderi Saddam tarafından söylendi. Sanırım “bu savaş, savaşların anasıdır” biçiminde bir değerlendirmenin bu yönü düşünülebilir. Asıl bu savaş bizim devrimci savaşımımızdır, ona dönüştürüyoruz. Ona dönüştürdüğümüz için, bizimle birinci elden savaşan TC, bugün görüldüğü gibi çok karmaşık, sonucunun nasıl geleceği belli olmayan, çok tehlikeli bir biçimde pek de o kadar hakim bir askeri-siyasi rejim yönetimine yakışmayacak sözler söylüyor. Aslında “karmaşıktır, sonucun nereye doğru götüreceği belli değildir” derken, bizim devrimimizin nelere yol açacağına dair duydukları korkuları dile getiriyorlar. Kendilerine göre tabii haklıdırlar. Biz de bu devrim faaliyetlerimizin sonuçlarının ne olabileceğini sürekli tartışıyoruz. Karmaşıklığından, başarı veya yenilgi tarzlarından bahsediyoruz.
Şiddetle karşı karşıya olma durumumuzdan bahsedilebilir. Kürdistan devrimi, daha düne kadar bütün karşı devrimci mihrakların ufkunda bile olmayan, bir tehdit olarak konseptlerin de dahi bulunmayan bir durumdayken, şimdi bu gerçeklikle birinci sıraya gelmiş bulunuyor. Eskiden bir tarihi inceleme konusu olarak değerlendirilen bu gerçekliğe “bir büyük devrimin zemini olabilir mi” gibi bir soru işaretiyle yaklaşılıyordu. Ama şimdi günlük planlamalara “bu devrimin önü nasıl alınabilir” biçiminde konu olabiliyor. Dikkat edilirse burada çok öznel, daha düne kadar anlaşılamayan, mensupları tarafından bile takdir edilemeyen, hatta savaşanların bile tam anlamını biçmekte zorluk çektikleri bir durum yaşanıyor. Bu olgu, buraya savaşı dayatan güçler tarafından en önemlice ele alınarak ve sonuç çıkarılarak takip ediliyor. Çok çarpıcı bir gelişmedir ve bu noktaya biz getirdik. Bizim gibi bir umut savaşıyla bu işe girişenlerin, tabii ki bundan rahatsızlık, endişe duymalarından ziyade, kendilerini oldukça gelişkinlik arz eden başarı yürüyüşüne heyecanla kaptırmalarından bahsedilebilir. Nasıl bir devrim? Bir kez daha devrimin ulusal, toplumsal özellikleri gelişim gösterebilir. Yine bu devrim enternasyonal yönü nasıl ortaya çıkabilir? Devrim nasıl Ortadoğulaşabilir? Tam çözüldü denilen, sosyalist devrimleriyle ilişkisi nasıl kurulabilir? Böylesine daha da arttırılabilecek sorular, çok yakıcı olmakla birlikte çözüm şansına da oldukça kavuşmuş bulunuyorlar. Bunlar sadece bizim iddialarımız, ortaya attığımız sorular değil, en baştaki ABD emperyalizminin artık günlük olarak değerlendirmeye tabi tuttuğu sorulardır. TC zaten soru da sormuyor, sınır tanımaz bir saldırı gücü olarak rolünü oynamak istiyor.
Ortadoğu’da En İddialı Devrim Kürdistan Devrimidir
Kürdistan Devrimi ciddi olarak tartışılmaya değer bir konuma gelmiştir. Biz bu tartışmayı tam olarak ’70’lerde de yapmıştık. Fakat başta reel sosyalizmin en önde geleni olarak bilinen Rusya Sovyet’i olmak üzere diğer irili ufaklı Türkiye’nin solcuları, komünistleri de pek ciddiye almadılar. “Devrim yapalım, sonra düşünürüz” diyorlardı. Emperyalizmin ve işbirlikçilerin dağarcığında böyle bir devrim endişesi olmadığı gibi, Sovyetlerin ve işbirlikçisi komünistlerin, solcuların da dağarcığında böyle bir devrime yer yoktu. Alay ediyorlardı. Bu, bizim için rahat bir gelişme imkanı sunuyordu, ama bu güçler güvenimizle oynamak istiyorlardı. Bizim kişilik yapımız bu yaklaşımlardan etkilenmedi. Kendimize güvenmeyle birlikte giderek inadımızı da devreye daha ağırlıklı bir biçimde koyarken, onlar kendi anlayışları içinde boğuşup tükendiler ve biz çıkış üstüne çıkış yaptık, hamle üstüne hamle yaptık ve neredeyse müthiş aradan sıyrıldık.
Bu biçimde PKK tarihini bir kez daha açmak istemiyorum. 25. yılını yaşıyoruz. Yaşanılan tam yirmi beş yıllık bir tarih gerçeğidir. Dikkate değer bir biçimde, bütün devletlerin incelenmesine tabi tutuluyor. Yine birçok bilim çevreleri de bu gerçeği anlamaya çalışıyorlar. TC başlangıçta dikkat etmemenin acısıyla hırçınlaşarak, kural tanımaksızın özel savaşla yükleniyor. Solculuk bunu kavrayamadığı için, bu ülkede en gerici bir mezhep durumuna düşmüştür. Halen bölgede ilerici rejimler adı altında şekillenen rejimler de bu devrimci politik gelişmeyi doğru değerlendiremiyorlar, tereddütlü yaklaşıyorlar. Tüm bunlara özgücü daha da geliştirerek, umudu ve iradeyi daha da bileyerek yükleniyoruz ve giderek sonuç almaktan da geri kalmıyoruz. Bir kez daha çok ciddi olarak, hem derinliğine hem de genişliğine Kürdistan devriminin olasılığı vardır. 2000’e doğru emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni ne kadar iddialı bir girişimse, Kürdistan devriminin de Ortadoğu ağırlıklı bu yeni düzenlemeye karşı bir role sahip olması ve birçok gelişmeyi etkilemesi söz konusudur. Neredeyse her şey yeniden tarih sahnesine çıkıyor. Kürdistan’da adeta mezarından kalkıp başını uzatırcasına bir kimlik, yeni bir insan, dirilen bir insan var ve bu şaşkınlığa yol açıyor. Devrimci tarzın kendine özgü biçimi, klasik devrim anlayışlarıyla değerlendiremiyor. Yine emperyalizmin klasik karşı devrimci teorileriyle bile karşılanamıyor. Özel savaş ne kadar çılgınlaşırsa, aksi sonuçlar vermekten kurtulamıyor. İşin en ilginç yanı, hiçbir halk devrimine benzemeyen, hatta hiçbir parti deneyimine benzemeyen bir partileşmeyle, bir halklaşmayla karşı karşıya kalınıyor. Yenilik buradadır.
Bu işin önder gücü büyük bir tecrübeye sahip olmak kadar, işin ufkunu, irade çekiciliğini de gelişkin kıldığı için, her ne kadar emperyalizm tarafından en büyük “terörist” biçiminde değerlendirirse de devrimci güç olarak kabul görüyor. Nasıl yaklaşılmalı? Toptan reddin tehlikeleri ortaya çıkaracağı, uzlaşmanın da büyük tehlike arz edebileceği tartışılıyor. Birçok önemli devrimsel gelişmelerde olduğu gibi burada da karmaşıklık kendisini derin bir şekilde dayatıyor. Uzlaşılsa bir türlü, uzlaşılmazsa bir türlü. Uzlaşmadan devrim kazanabilir, fakat uzlaşmazsalar da devrim daha da radikalleşip güçlenebilir. Bu ikilem çok güçlü yaşanıyor. Kürdistan devrimi söz konusu olduğunda, her özgünlükte olduğu gibi buradaki özgünlüğe de eski kalıplarda yaklaşımlar, eski yaklaşım sahiplerinin birçok noktayı göz ardı etmelerine, yanlış ele almalarına yol açıyor ve bu da kayıplar anlamına geliyor. Ciddiye almazlık eskisi kadar olmamakla birlikte halen devam ediyor ve bu kendileri için olumlu sonuç vermiyor. Çok ciddi yaklaşımlar -o da özgünlükten dolayı- birçok hatalı yaklaşımlara yol açıyor ve kaybı beraberinde getiriyor. Tam doğru ele almak ise, devrimin kabulünü, devrimci gelişmeyi itiraf anlamına geliyor, ki bu da onlara çok tehlikeli geliyor. İşte “sonu nereye götürebilir, karmaşıktır” biçimindeki değerlendirmeler bu nedenle yapılıyor.
Bu, Kürdistan devriminin rolünü dört dörtlük oynayacağı anlamına gelmez. Yenilebilir, zaten temeli çok güçlü değil. Mezarında yeni dirilen birisinin ne kadar sağlam bir yürüyüşe sahip olacağı tartışılırken, halk için, hatta bu savaşın kapsamında olanlar için de aynı tartışma yapılabilir. Çarpık, kemikleri bile çürümüş, canlanma belirtileri fazla güçlü değil. Bu da Kürdistan devriminin kapsamındaki zayıf yönlerdir. Duyguları gelişmiş olmaktan, iradeleri keskinleşmiş olmaktan uzaktırlar. O zaaflı yönleri çok açıktır. Tıpkı karşı devrimin temsilcileri gibi, bugün devrimin temsilcilerinin de inanılmaz hataları zayıflıkları söz konusudur. Bu da Kürdistan devriminin kendine özgü yanlarını ifade ediyor. Devrimin karşıtları ne kadar hata ve yanılgı içerisindeyse, devrim mensuplarının da yanılgıları, yanlışlıkları, yetersizlikleri oldukça fazladır. Tam bu noktada dikkati çeken Önderlik Gerçeği oluyor. Aslında Ortadoğu tarihinde buna benzer gelişmeler var; peygambersel çıkış, halkla çok çelişkili de olsa Saddamsal çıkış ve buna benzer hizbullahi çıkış, İslami çıkış, hatta hainlerinde, işbirlikçilerinde Barzanisel çıkış, bir de kendi gerçekliğinizde görülen sizsel çıkışlar var. Bunlar çok ilginçtir.
Kürdistan devriminde hem hayretler uyandıran, hem heyecanlandıran, hem öfkelendiren, kendi mensuplarınca ve karşıtlarınca tam bir yumak halinde birbirine giren durumlar söz konusudur. Aslında olan biten bir devrimdir. Klasik devrimlere pek benzememekle birlikte, devrim kelimesiyle bu gelişmeleri karşılayabiliriz. Nedir devrim? Statüko nedir? Devrim esasta ekonomik, sosyal, siyasal, askeri düzene ret yaklaşımıdır. Bu devrim, düzenin genelini sarsıyorsa, Yeni Dünya Düzeni’nin önünde engelse ve ret ediyorsa, o zaman bu devrimin enternasyonal ve insanlığı kapsayan yönünden bahsedebiliriz. Kürdistan devriminin böyle bir özelliği var mıdır? Vardır. Neden vardır? Çelişkilerin tabiatından dolayıdır. Bugün Irak, dolayısıyla Kürdistan, Türkiye üzerinde emperyalizmin yoğunlaşan müdahalesi ve bundan kaynaklanan çelişkileri Kürdistan devrimiyle çözülmek istenildiği için, bu devrim ne kadar özgün ve salt dar bir Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi gibi gözükse de özde tam bir uluslararası insanlık devrimidir.
Her şey Kürdistan devrimini tarihi derinliğe doğru götürürken, güncel olarak da uluslararasılaştırıyor. Yine dar bir ulusal devrimde, sosyal ve ekonomik olarak, hatta yeni insan tipini yaratmak için kendisini derinleştirmek zorunda kalıyor. Böylesine çarpıcı bir diyalektik gelişmenin yaşandığından bahsetmek mümkündür. Çağdaş halk savaşlarının, yine çağdaş halk savaşları önderliklerinin, partilerinin de çok ötesinde bir savaş anlayışı, parti anlayışı ve bir militan anlayışından bahsetmek mümkündür. Bu anlamda bir özgünlüğü ifade ediyor. Her önemli devrimde olduğu gibi, bu devrimde de alışıla gelen silahlarla savaşılamaz. Nedir bunlar? Klasik halk savaşları, klasik ayaklanmalar, yine daha düne kadar denenen parti anlayışlarıyla -ki, devrimlerin öncü güçleridir, onsuz olmaz- savaşa önderlik edilemiyor. Bu da ortaya çıkmış ve hızla aşılıyor. Nasıl bir parti, nasıl bir partileşme gerektiği üzerine yoğunca tartışılarak, devrim nasıl yenilmez kılınır, biçiminde bir özgünlük yakalanmaya çalışılıyor. Hatta bununla da kalınmayıp partileşme kurumlaşma biçiminde değerlendirilip yeni bir parti biçimlendirmeye çalışılırken, hiçbir devrimde bunun üzerinde durulmamış olduğunu görüyoruz. Ortadoğu’da bunun örnekleri var. Örneğin, bir İslam Devrimindeki “nefs savaşı” gibi. Nefs-i kebir, yani Cihan-ı kebir denilen büyük nefs savaşı, bir kez daha derin bir devrim olabilmesi için kişilik sorunu, kişilik dönüşümü biçiminde karşımıza çıkıyor. Başlangıçta hiç de düşünülmeyen kişilik dönüşümü, neredeyse en temel bir devrimcilik sorunu olarak kendisini dayatıyor.
Eskiden buna mücahitleşme, evliyalaşma, daha somut bir deyimle islamın komuta, cihat, mücahit kişiliği denilirken, onun çok ötesinde bir mücahit kişiliği kavramı gelişti. Ve devrimlerin kaderinin buna bağlı olacağı açığa çıkmıştır. Ki bunun da dünya devrimlerinde çok çarpıcı örnekleri vardır. Esasta belirleyici olan yığınlar değil, yığınları hem yürekte, hem beyinde, hem tarzda, hem tempoda temsil eden güçlü bir öncü çekirdeğin hatta bir kişinin, bir küçük grubun öncülüğüdür. Örneğin; dört halifeler, on iki havariler, Yahudiler de dokuz tane gizli bir yönetici çekirdek, iki bin yıldan beri neredeyse insanlığı yönetiyor. Bu topraklarda buna benzer bir yönetim anlayışı var. Ve hali hazırda karşı devrimin de, devrimlerin de böyle bir yönetim anlayışı vardır. Faşizmin deneyiminde görüldüğü gibi, Hitler bir grupla hareket eder; yine Bolşevikler de tam iyi anlaşamamış, kendi içlerinde oldukça çelişkili olan politik büro adı altında küçük bir grupla hareket ederler. Biz bunun daha özgün bir durumunu temsil ediyoruz. Dayandığımız tarih zemini ve ondan bir mezar, harabe durumunda kalan gerçeklik içinde daha değişik, biraz peygamberce, biraz sosyalistçe, biraz tarihle benzeşen, ama daha çok gelecekle buluşan bir kişiliği temsil ettik. Bütün güncel yaşam kişiliğini reddederken ve onu aşarken gelecekte bir yaşam hayali olarak kalan, ama tarihin en derinlikli dönemlerine de uzanan ve böylelikle bir kişi içinde savaşı genelleştiren, tarihleştiren, gelecekleştiren tarzın sonuç vereceği ortaya çıkıyor. Her önemli devrimsel çıkış önderliklerinde olduğu gibi, bizde de buna benzer bir gelişmenin özgünlüğü çok çarpıcı bir biçimde görülmektedir. Buna zorlandık ve zorladık, ama sonuç başarısızdır da denilemez.
Çıkışımızı böyle özelliklerle nitelendirirken, 2000 yıl kavramını kullandık. 2000 yıl öncesinde de Roma imparatorluğu zirvedeydi. Kudüs’te, Kudüs’ün çevresindeki o zeytin ağaçlarının olduğu kırsal alanda Hz. İsa’nın yaptığı propaganda çalışmalarıyla bizim oraya çok yakın, aynı dağ eteklerindeki çalışmalarımız birbirine çok benzer. Bundan kaynaklanan daha o günlerde buralara, Antakya’ya, Anadolu’ya kadar giden bir manastır, yani bir kamp deneyimi bizim de çalışmalarımızda oldukça ağırlıklı bir yer tutar, çok benziyor. Roma korkunç bir emperyalist güç, müthiş bir savaş anlayışıyla yöneliyor ve orada bilindiği üzere bir çarmıha germe olayı yaşanıyor. Özel savaşımın üzerimize geliş tarzının da çarmıha gerişten daha geri kalır bir yanı yok ve ilginçlik işte böyle kendini gösteriyor. Benzerlikler anlamında, Hz. İsa’nın o zaman bir avuç havarisi vardı. Bunların içinde birkaç hain de vardı. Çok ilginçtir, o zaman Kudüs’te Hz. İsa’nın grubunu Roma’ya Yahuda adında bir Yahudi ihbar ediyor ve İsa o temelde çarmıha geriliyor. Şimdi de TC ile ittifak eden bir Kudüs-İsrail gerçeği var. Hakkımızdaki en önemli ihbarları istihbaratlar birliği adıyla MİT, MOSSAD değerlendiriyor. Büyük Roma ile karşılaştırırsak, Washington’daki imparatorluğu bilgilendiriyorlar. İşte ilk yaptıkları iş “Anadolu’da, Lübnan’da, Suriye’de bütün Ortadoğu’da, Basra körfezinde, Kürdistan sahalarında, Zağros’larda, Toroslarda böyle faaliyetler var” diye ihbar etmektir. İhbarla yetinmiyorlar, çarmıha germeler geliştiriliyor. Bulunduğumuz yerlere göre eski dönem tekniği çarmıh tekniğidir, şimdi ise büyük patlama tekniğidir. İşte uçaklardan, roketlerden ibaret tekniklerle saldırıyorlar. Çalışmalarımı yürüttüğüm sahalara kadar, bu patlatmaları ger-çekleştirmeleri de işin cilvesi oluyor veya tarihin benzer yanları olarak düşünülebilir. Bu devrimin bu boyutu da var.
Devrimimizin tarihle çağrışımı oldukça çarpıcıdır. Tabii kendisine göre yenilikleri olacaktır, çünkü doğadaki gelişme toplumda da sürer, devrimlerde de aynen sürer. “Devrimler durmaz, sürer” denilir, doğrudur. Kürdistan devriminde de bütün devrimlerin kendini tekrar etmesi, yeniden sürdürmesi mümkündür. Birçok devrim dar ve güdük kalmıştır, hatta en büyük devrimlerden birisi olan Bolşevik devrimi bile bir darlıkla karşı karşıya kalmıştır. Fakat tüm mirası boşuna gitmedi. Bu miras bizim içimizde de yaşatılıyor. İslam devriminin bugünkü kalıntılarında bir cesetten, bir korkaklıktan ve bir özüne ihanetten başka güçlü bir kalıntı kalmamıştır. Ama halen korkulan, emperyalizmin “radikalizm, fundamantalizm” dediği bir hayaletinden bile bahsetmek mümkündür. İran’da ne kadar dar da olsa bir İslam Devrimi gerçekleşiyor. Kısaca bu topraklarda halen böyle ürkütücü devrimsel gelişmelerin de varlığından bahsetmek mümkündür.
Ortadoğu’da yalnız Kürdistan devrimi değil, birçok devrim hayaletiyle ortaya çıkıyor, ama bunlardan bazıları hızlı devriliyor, bazıları kök salıyor ve bunlar içinde herhalde en iddialısı da Kürdistan devrimi oluyor. Bunun da nedeni, orada insanlık düşürülecek noktanın en alttaki noktasına kadar düşürülmüştür. Hatta noktadan sonraki virgül ve soru işareti haline gelmiştir. Nokta, virgül, soru biçiminde Kürdistan’da vücut bulmuştur. İşte noktadan sonra virgülü kaldırdık, soru işaretini kaldırdık ve yerine Kürdistan devrimi diye bir cevap verdik. Bu iddialı bir girişimdir. Bundan sonra bu devrimi nereye taşıracağız?
Devrim bir heyecan işidir. Sağlam mantık yapısı kadar, çok güçlü duygulara, azme, iradelere ihtiyaç gösterir. İçindeki teknik düzenlemenin eşsizliği, ulaşılamazlığı kadar anlayışının, coşkusunun büyüklüğünü de gerektirir. Büyük hayaller, büyük umutlar, büyük iradeler, büyük aşklar böyle bir gelişmeyi gerekli kılar. Bunlarsız bir devrimin içine girilmez, girilirse ateşin içine odun atmaya benzer. Bizde çoğunun durumu, devrim ateşinin içine odun gibi atılmaktan ibarettir. Bu trajik kayıplarımız, devrimin körükleyicileri olduğunuzu göstermiyor. Tam tersine devrimin içine atılan bir odun olduğunuzu gösteriyor. Odun da devrim ateşini biraz yükseltir, ama körükleyici değildir. Devrimcilerin görevi, devrim ateşinin körükleyicisi olmak ve devrim kazanını sürekli fokurdatmaktır. İçine düşüp kavrulmak, pek tercih edilecek bir yol değildir. Bunları durumunuzu gözden geçirmek açısından belirtiyorum. Kürdistan’da bir de Kawacı tarzda körük sallamak vardır. Kawa’nın demirci körüğü bir devrimin körüğüdür. Ve ilginçtir, bilindiği gibi bu toprakların en büyük devrimcisiydi. Devrimi tavında dövmek için muazzam bir körükçü olmak ve daha sonra da pazı kuvvetiyle o demiri sürekli işlemek gerekiyor. Aslında bizim için böylesi bir köken de dikkat çekicidir. Dolayısıyla bu devrimin başarısı devrim ateşini ne kadar körüklediğinize ve onun içinde kendinizi, yani kızgınlaşan kor hale gelen demir kişiliğinizi ne kadar çelikleştirdiğinize bağlıdır. Yoksa erirsiniz, bu çok açıktır. Demirci Kawa gibi olabilmek, hem iyi bir körükleyici olmayı hem de kızgınlaşan kişiliğin erimeden çelikleştirilmesiyle yenilmeyecek kadar çelikten bir iradeye sahip olmayı gerektirir. Bilirsiniz çelik, iki ucu birbirine değecek kadar esnektir, ama bir de çok serttir, vurduğu yeri keser ve kırar. Başka hiç bir kesici de bunu kesemez.
Tarih bir kez daha böyle çelikleşmeyi kişiliklerinizin önüne koymuştur. Bu kişilikleşmeyi gerçekleştirirseniz, emperyalizmin hamlesi ve onun düzen anlayışı ülke, halk ve kişilikler üzerinde ne kadar etkili olmaya çalışırsa çalışsın, bu keskinlik karşısında dayanamaz. Demirci Kawa döneminde Babil’i vardı, Asur’u vardı, Dehak’ı vardı, zalim köleci imparatorlar vardı, ama hepsine karşı koyabildi. Belki de o zamanki imparatorlar şimdinin imparatorlarından çok daha etkiliydiler. Her devrim başlangıçta böyle kendisini çelikleştiren insanları gerekli kılmıştır. Devrimlerin esasta başarısını belirleyen, bir grup veya bir kişinin kendisini böylesine çelikleştirmesidir. Milyonlarca insanın devrim yaptığı görülmemiştir. Milyonlarca kalabalık isyan bile etse, üzerlerine bir-iki örgütlü askeri birlik gönderilse hepsini bastırır. Ama bizim kişiliğimizde de görüldüğü gibi, kendini biraz örgütlersen, çelikten bir örgütlenmeye dönüştürürsen dünyanın bütün saldırı güçleri de birleşse, bir talihsizlik olmazsa, bir kişi bile bu devrimi çok büyük bir gelişmeye ulaştırabilir. Gerçekleşen de budur. Buna tarihte, Ortadoğu’da mucizesel bir gelişim denir. Ama bizim devrimin bilimsel yani çok ağır bastığı için bu mucizesel değil, devrimsel bir gelişmedir ve bilimsel bir devrimdir.
Daha somut olarak, iki bine doğru emperyalizmin yeni hamlesi teknolojik bir askeri saldırı biçiminde noktalandırılmak istenilirken ve bu da bütün 20. yüzyılı kapsayan emperyalist hamlelerinin anal bir hamlesi, başat bir hamlesi gibi kendisini gösterirken tarih, sözüm ona dünya düzeni veya düzensizliğine karşı bir devrimin de olabileceğini ve bunun da bizim hem kaderimiz, hem özlemimiz, hem de umudumuz olduğunu gösteriyor. Buna önceden de hazırlıklıydık. Ama şimdi şartlar, bizi biraz daha anlamlı bir buluşmaya getirdi. Biz bundan sıkıntı, korku duymuyoruz, tam tersine rüyalarımızın daha hızlı gerçekleşmesi biçiminde bir değerlendirmeye tabi tutuyoruz. Daha dün alaya alınan, ciddiye alınmayan Kürdistan gerçekliğine dayalı bu devrim, dostu da, düşmanı da, tüm halkı olduğu kadar ona karşıt olanları da ciddi bir düşünmeye, tavır almaya, örgütlenmeye, savaşmaya doğru yol aldırıyor. Tek başına yürüttüğümüz bir devrimsel çıkış, neredeyse dünyanın en çok uğraştığı bir iş haline geliyor.
Kürdistan devrimi bu anlamda önemli bir şansı yakalamıştır. Hem önemli bir başarı şansını yakalamıştır, hem de dikkat edilmezse bir yenilme şansızlığını da yakalayabilir. Çok ciddi bir başarma şansı kadar, çok ciddi bir yenilgiyi de -belki de bu stratejik bir yenilgi olmayacaktır- kendi karşısında buluyor. Kazanacak mı? Yenilecek mi? Bunu artık iradelerin savaşımı belirleyecektir. Emperyalizmin çelikten bir iradesi vardır, tekniği de çok çarpıcıdır, ama her zaman vurguladığımız gibi en büyük teknik insandır. Eğer bu teknikte kendini çok iyi örgütler, çok iyi üslendirir ve çok iyi savaştırırsa herhalde cansız tekniği, bu canlı teknik yenebilecektir. Bunu doğru anlamak gerekiyor. Esasta belirleyici olan tarihte de günümüzde de insan tekniğidir. İnsanın bizzat kendini teknik yerine koymasıdır. Bunu özenle vurguladık ve kendimizi bu temelde örneklemeye çalıştık. Ve sonucun müthiş olduğu ortaya çıktı. Burada da kendini hiç yanıltmamak gerekiyor. Teknik, kaba savaşçılık değildir, kendini basit yaşatma tarzı hiç değildir. Bunların hepsi objektif olarak düzen ajanlığına girer ve nitekim böyle çıkanlar da içinizde az değildir.
Dönem PKK’leşmesini işlerken, esasta yenecek çelik iradenin nasılına cevap aramaya çalıştık ve o cevapları da güçlü bir biçimde vermeye büyük bir duyarlılık gösterdik. Hislerimiz, duygularımız devrimsel gelişmelerin böyle kendini bileyen kişiliklerle mümkün olduğunu gösterdiği için bunu yaptık. Bu kendi açımızdan görevlerimizin sağlam yerine getirildiğini gösterir. Bu devrim ateşinin odunu olmak değil de bir körükleyicisi olmak, artık sizlere düşer. Tercih yapmak kesinlikle bu devrim mensuplarının işidir. Kendi içinizdeki güç, irade, keskinleşme çabası büyük bilinç gerektirir. Bunlar, kendini atom gibi patlatacak noktaya getirmek için gereklidir. Ufak bir patlayıcıyı bile elinde patlatıp sonunu getirenlerden değil, kendinde patlatmak yerine tüm düşman yönelimlerinin üzerinde patlayabilecek; düzenlenmiş, kendi içinde müthiş örgütlenmiş, iradeye, ifadeye kavuşmuş; tarza, tempoya ulaşmış ve muazzam bir stratejik güç kadar taktikleşmiş, güncel savaşımı başarıyla kendisinde yürüten, taktik ustalığı sağlamış bir kişiliğe ulaşmış militandan bahsediyoruz. Bu konulara gereken anlamı vermeden, bu işe şimdiye kadar olduğu gibi salına salına girerseniz, çıkışınızın bir turist kadar veya düğün-derneğe gidenler kadar bile ciddi olmayacağını vurgulamam gerekiyor. Bu durumunuz yanılgılarınızın ne kadar derin olduğunu ve odun olmaktan kendinizi kurtaramayacağınızı gösteriyor. Bu konuda tercih yine sizindir.
Önümüzdeki devrimin başarısına inanmakla birlikte, onun kimliğini ve kişiliğini açıkça dile getirmekten bir an bile vazgeçemeyiz. Bu kişilik olmazsa bu devrim yenilir. Bu devrim sadece kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda iki bin yıl önce çarmıha gerilişler gibi günümüzde de ateşte yakılırsınız. Emperyalizm her türlü teknikle donanmıştır. Bunun karşısında kişinin kendini, en gelişmiş teknik güç halinde savaşır duruma sokmaktan başka çaresi yoktur. Kürdistan devriminin en önemli özelliği, militan kişilik düzeyinde çağın bütün cansız tekniklerini karşılayacak kadar kendini örgütlemede, tedbirlilikte, yürüyüş tarzında, üstleniş tarzında, vuruş tarzında, başarı noktasını an be an yakalayışında ve onu kendisinde gerçekleştirmede gösterirse bu işte başarı olacaktır. Olmazsa çok trajik veya çok çarpıcı bir biçimde bir anda, hiçte hayallerinizden geçmediği gibi yerle bir olmanız kaçınılmazdır. Bu da bu devrimin önemli bir özelliğidir. Hiç kendinizi uyutmanıza, gaflete daldırmanıza gerek yok. Burada her şey çarpıcıdır, anlıktır. Zaferin de gelişi öyle, önemli bir kaybın da gelişi öyledir. Bu Kürdistan devriminin önderliksel ifadesi olduğu kadar, aynı zamanda çarpıcı taktik gerçekliğidir. Anlayamadığınız için çok hırpalandınız, çok kaybettiniz, kaybettirdiniz. Anlama ve uygulama gücünden bir an bile vazgeçmediğimiz için iddiamızı da uygulama gücümüzü de muhafaza ediyor ve ha bire geliştiriyoruz.
Bu öncülük kapsamı altında bundan sonraki Kürdistan devriminin rolü nasıl olacak biçiminde bir sonuca varmak istersek; her şey kazanmaya doğru götürür demeyeceğiz, ama kaybetmede kaçınılmazdır gibi bir tutum içinde olmayacağız. Eğer şartlar gereği kadar karşılanırsa kazanma ihtimali yüksektir. Bu bir dünya devrimi değildir. Bu devrim, dar ulusal bir devrim gibi gözükse de özünde, hızla tarihe ulaşarak, tarihsel-kültür, tarihsel-sosyal, ulusal kimliklerle buluşarak onlarla eşit, özgür bir biçimde kaynaşıp güncel olarak da Ortadoğu coğrafyasına hızla yayılır. Çünkü bu coğrafyalar tüm tarih boyunca benzer imparatorlukları yaşamışlardır. Yani bir federasyonlaşma biçiminde halkların kolektif iradesinin temsili olmuştur. Ki bunu eşitlik, özgürlük diye tabir edersek o da günümüzün sosyalizmidir. O temelde yeniden bir irade kazanma, irade kaynaşımları somut bir siyasi seçenek olarak Ortadoğu federasyonlaşması gibi bir gelişmeye götürebilir. Bu her ne kadar günün bir çok geçerli anlayışına göre hayalci olarak değerlendirilse de aslında tarihsel gerçeklik ve objektif gerçekliğe uymayan durumun şimdi de var olduğunu gösteriyor. Nitekim mevcut Saddam rejimine herkes ucube rejim diyor. Aslında ucubeliği şundandır; tarihsel gerçekliğe pek yanıt olamadı, yine güncel olarak da emperyalizmin yeni düzenine uyamadı. Temel hatası buradadır, yoksa kişi olarak direngendir. Tarihsel gerçeklik Irak’ta, Mezopotamya’da ve Mezopotamya’nın aşağı vadisinde nedir? Çok kültürlü, çok milliyetli, çok dinli ve federasyonlu bir gelişmeyi kabul etmektir. Nedir güncel gerçeklik? Emperyalizmin yeni düzenine karşı, arkasına böyle bir tarihi alan ve bunun da dar bir milliyetçilikle, şovenist milliyetçilikle olamayacağını görerek, hızla kendini halklaştırması gerekiyor. Bunu yapamadığı görülüyor. Yapamadığı için kaybetme ihtimali yüksektir. Kaybediş nedeni az direnmesi, az çaba harcaması değil, tarihsel ve güncel gerçekliklerle bağını doğru kuramamasıdır. Bu nedenle yeniliyor.
Kürdistan devriminin perspektifleri; bu anlamda tarihsel boyutu iyi yakalamak kadar Yeni Dünya Düzenini de kader gibi görmemekle birlikte onun zayıf noktalarını, yani halkların tarihi gerçekliklerine ters konumunu, emperyalist niteliğini iyi kavradığı ve bölge halklarının da ağırlaşan çok güncel ekonomik ve demokratik sorunlarına yanıttan çok daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği için, dolayısıyla bunun yeni bir bölge ve dünya düzeni değil, büyük bir karmaşa ve düzensizlik olduğunu kestirdiği için aslında düzenin bir bu tarihsel gerçeklikle uyum, ama onu daha da güncelleştirerek yeni dönem tekniğini, -ki, buna verdiği yanıtlar olduğu gibi- kabul etmek değildir. Bu tekniğin doğadaki tahribatını, toplumun iç bünyesinin çürütücülüğünü görüyor. Yani bunda yeni bir sosyalist ütopyaya, ideolojiye ve programa ulaşıyor. Onu geliştirmiş, örgütlemiş ve giderek bir halk hareketine dönüştürmüştür. Bu, Kürdistan somutunda bu temelde bir halk iktidarlaşmasıdır, ki iktidarlaşma yalnız siyasi anlamda değil, ekonomik ve yönetimsel anlamdadır. Klasik bir demokrasi anlayışı değil, bunu oldukça aşan çağdaş bir demokrasi anlayışıdır, sosyalist bir anlayıştır.
Bu seçenek giderek anlam buluyor ve kendisini çekici kılıyor. Kürdistan halkını kapsamına aldığı gibi, Bölgede düşmemiş, az çok ilericiliği bulunan -Anadolu’da da, Arabistan’da da, İran’da da var- birçok halkın dikkatini de çekiyor. Bazıları dostluk yapmaya çalışırken, bazıları da düşmanlığın dozajını arttırıyorlar. Bütün bunlar değerlendirildiğinde, bildiğimiz bölgeselleşme olayı ortaya çıkıyor. Gelişme potansiyeli bu nedenle oldukça açıktır. Doğru ütopik yaklaşım, doğru sosyalist yaklaşım, doğru halklar seçeneği temelindeki yaklaşım, bu potansiyelin giderek aktifleşmesini ve hareketlenmesini beraberinde getiriyor; emperyalizmin yeni düzenine karşı halkların oldukça eşit, özgür ve demokratik düzenine doğru bir katkıda bulunmaya, hatta ona ileri düzeyde bir çıkış yaptırmaya götürüyor.
Böylesi iki düzen anlayışı giderek netleşiyor. Kürdistan Devriminde ağırlığını bulacak olan bu yeni halklar düzeni, halklar seçeneği tarihe yanıt olmak kadar, halkların güncel taleplerine de oldukça yanıt içerdiği için gelişim şansına sahiptir. Tabii bu üzerinde daha da büyük bir hassasiyetle durmakla mümkündür. Çünkü devrimin düşmanları çok, dar anlayışlar çok hatta emperyalizmin devirdiği düzenler bile buna düşmanlık ediyor. Bir çıkış olabilecek bu devrimle sağlam bir bağ kuramıyorlar. Yapıları buna elverişli değil, kişilikleri bundan çok uzak. Dolayısıyla taktik denilen olay, yani hem ülke içi hem parti içi yaklaşımlar, diğer halkların yönetimlere, devletlere yaklaşımdan daha büyük duyarlılığı istiyor ve ustalığı beraberinde gerekli kılıyor.
Önderlik çalışmaları bu yönlü doğru bir tarzın sonuç alabileceğini göstermiştir. Hem parti içinde hem parti dışında, hem ulusal kurtuluş kapsamında hem bölgedeki halkların umudu olma anlamında gelişim gösterebileceğini çarpıcı bir biçimde ispatlamıştır. Tabii bu, gelişmenin sadece bazı yönlerini gösteriyor, zaferin kendisini değil. Zafer henüz uzakta ve uğruna birçok savaşımların verilmesini gerektiriyor. İşte bu son müdahale de bunun önemli bir fırsatı olabilir. Bilindiği üzere, savaşlar halkların bayramıdır. Bir yerde savaş süreci baş gösterdi mi, eğer devrimleri adına iş yapmak durumunda olan halklar varsa, bu kriz süreçlerinden büyük sonuçlar çıkarırlar ve belki de devrimsel yolla otuz yılda alamayacakları bir mesafeyi çok kısa sürede, belki de üç ay içerisinde alabilirler. Böylesine bir süreci yaşıyoruz. Ama tabii bu süreçlerde, karşı devrim başat olursa, belki de yirmi beş yıldır sağladığımız gelişmelerin büyük bir kısmını da elimizden alabilir. Burada ne kendimizi ham hayallere, ne de “işte emperyalizm çok güçlüdür, Yeni Dünya Düzeni kaçınılmazdır” deyip umutsuzluğa kaptırmanın bir anlamı var. Böylesine sağlam bir anlayışla donanım kadar günlük pratikleştirmeyi de iyi götürürsek, belki nihai bir zafer iki binlere doğru tam istediğimiz gibi gelişmez, ama mevcut düzeyin çok üstünde emperyalizmin yeni düzenine karşı halkların eşitliğine, özgürlüğüne her zamandan daha yakın olmak kadar, giderek gerçekleşen düzene doğruda büyük bir katkıda bulunabiliriz. Kendi devrim hamlemizin gücünü de böyle ortaya çıkarır ve kanıtlayabiliriz.
Bu büyük bir umut gerçekleşmesi değil, aynı zamanda ekmek su kadar bize gerekli olan iş-güç sahibi olma ve eğitilme sürecidir. Artık ekmek de, onur da bu devrimdedir. Bütün bunlarla yaşam olur. insanın da tabiatında her zaman böylesine bir yaşam için bir dürtü vardır. İnsan doğası esasta böylesi bir yaşam için, temel bir özelliğe sahiptir. Son tahlilde insan bu coğrafyada önemli bir devrimle toplumsallığa geçiş yapmıştır. Yine de neredeyse “tarihin sonu geldi, sosyalizm, yani toplumsallaşma ve özgürleşme düzeyi bitti” denildiğinde, bir kez daha bakıyoruz ki, partimizin, kurtuluşunda ilan ettiği gibi nasıl ki Kürdistan’da bir devrimsel gelişme oldu, uygarlığın şafak vaktinde eşitliğin, özgürlüğün şafak vaktinde de bu topraklarda devrimsel bir gelişme olabilir. Bu görüş önemini yitirmiş değildir, tam tersine daha fazla gerçekleşme şansına sahip olduğundan günümüz gelişmeleriyle daha bağlantılı değerlendirebiliyoruz. Buradaki devrim, sosyalist ütopyanın yüzyıldaki gelişmesini bir sıçratmaya da kavuşturabilir, öyle bir özelliği bünyesinde barındırdığı açıktır. Ve yeni bir insan düzeyini kendi halk gerçekliğinde, bölge gerçekliğinde adım adım ilerletebilir. Burada inançlar ve dinler, burada halkların umutları her zaman bu temeldedir. Sade olmak kadar mucizevi olarak ta değerlendirilir, mütevazı olmak kadar heybetlidir.
İnsanlar bu coğrafyada çok düşmüş, ama bunun bir kader olmadığı da görülmüştür. Bu anlamda hem tarihimizle hem günümüzün çağdaşlığıyla donanmış olarak, böylesine anlamsız, halkların vazgeçilmez yaşam çıkarlarına dikkat etmeyen, ama tek taraflı, kendi iradesini en egoistçe ve zalimce dayatan bir düzen kalıcı olamaz. Zaten halkların muhalefeti sürekli karşısındadır. Buna bir de bilinçli, planlı karşılık verdiğimizde, geleceği belirleyecek olan, şüphesiz halkların belki de yüzyıllardan beri umudu olarak bilinen ve gittikçe de gerçekleşen düzeni olacak. Böylesi bir sürece katılmak büyük bir heyecan veriyor. Biz bu heyecanı ilk günden duyduk ve o bizi buraya kadar taşırdı. Hele daha da gerçekleşebilecek düzeyde olduğunu görmek, sadece zafere doğru taşırmaz, çarpıcı da kılabilir. Eğer hayaller gerçekleştirilirken dikkat edilmezse adamı fena çarpıyor. Ama hayallerin sürükleyiciliği pratikteki ustalıkla çok iyi birleştirilirse her ikisi de bu bileşiminde büyük bir geleceği doğurabilir. Öyle günleri de yaşadığımıza inanıyorum.
Biz ne hayallerle yaşayın ne de kör bir pratik kaderinizdir, diyoruz. Dikkat edilirse, her ikisinin anlamlı birleşmesinden bahsediyoruz. Tabii ki bu, kör, güncelliği dar ve neredeyse güdülerine kadar hapsedilmiş yaşamınızın tutsaklığından vazgeçmeyi gerektirir. Hayal bulutları üzerinde gezmemek kadar, dar bir pratiğin içinde boğulmamayı da gerektirir. Cesaretin kesintisizliği kadar, korkuların ve endişelerin bununla ustaca ortadan kaldırılmasını da gerektirir. Değil küçük başarılarla yetinmek, en büyük başarılar karşısında bile mütevazı olmayı gerektirir. Değil büyük yaşam hataları karşısındaki tepkisizliği, bir sigara kadar hafif bir yanlışlığa karşı da müthiş öfkelenmeyi gerektirir. Bütün bunlar bir kez daha birleştiğinde göreceğiz ki, başlangıçta herkesin en değmez dediği bu iş, altın değerinde bir iştir, yaşamın iksiridir, yaşamın özüdür. Ona oldukça yakınlaştığımızı hem düşünüyor, hem görüyoruz. Eğer bu çerçevede anlaşılırsa, halkımızın ve halkların yüksek ilgisi daha şimdiden çarpıcı bir güce ve bir yaşam tarzına da dönüşebilir.
Bu savaş, bu büyük mücadele bu duyguyla ele alındı, işlendi ve önemli bir başarıya gitti. Böylesine bir kriz aşamasında kendisini bir kez daha biler, çözümü biraz daha yakalar, ufkunu daha da genişletmek kadar pratiğini de keskinleştirirse; dayatılan bu karmaşaya, bu düzensizliğe karşı sadece en eski olan ama çoktan unutulan halkımız için değil, bölge halklarının da umudu olmak kadar insanlığa da bazı önemli gelişmeleri sağlattırabilir. Bunun politik ifadesi ateşli silahlarla savaşım olabilir, ama esasta savaşın böyle bir irade savaşı olduğu göz ardı edilmezse; yine bu çerçevede ne bir önemli zaferle kendimizi kaybedip, ne de bir kaç yenilgiyle yıkılıp, “doksan dokuzunda yenilgi görsek bile yüzüncü bizim olacaktır” gibi bir anlayışıyla yürünülürse bu savaşın bizim kazanabileceğimiz bir savaş olduğuna dair inançta artmıştır. Gelişmeler mücadelemizin başarısının kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir. Yeter ki mensupları derin bir gaflet içinde olmasınlar. Yine sözüm ona bilinçlilik adı altında bir kara cehaleti yaşamasınlar ve yüreklerini küçük şeye bağlayarak kadar amaçsız dolaşmasınlar; çaba göstermekten ve altın değerinde olan bu işlerden vazgeçirmesinler.
Biz bu işe bu inançla, bu duygularla, düşüncelerle başladık. Tarih de bu çabalarımızın boşa gitmediğini gösteriyor. Bunun bizim için de bir atılım süreci, geçen iki bin yılın verdiği güvene dayalı bir doruğa çıkma, yani kendimizi kalıcı bir zafere taşıma yılı da olabilir. Dün umut bile edilmeyen, bugün her zamankinden daha fazla gerçekleşmeye yakındır. Bu aynı zamanda büyük bir şansın elde edilmesi kadar gerçekleşmesidir de. Değerli yaşamınızı buna adamanız yerinde olmak kadar burada çok daha gerekli olan, kesin başarınızdır. Eğer bütün bunlar böyle anlaşılmışsa; şehidi de, halkı da böyle değerlendiriliyorsa, geriye kalanların yürüyüşü oldukça heyecanlı, umutlu olmak kadar çok pratik ustalıklıdır ve zaferi de kesindir.
9 Şubat 1998
Parti Önderliği
- Ayrıntılar
Eylem planlamasının yüzde doksanı belirtilen çerçevede gerçekleşti. Genel eylem sürecinde arkadaşların gözle gördüğü, üzerine gittiği toplam 84 düşman cenazesi vardı, elliden fazla yaralısı vardı. Tüm eylemde toplam 23 silah kaldırıldı. Yine birçok malzeme kaldırıldı. Eylem gecesinden sonra sabah müdahale etmek isteyen skorsky ve kobra helikopterleri vuruldu. İki tane kobra helikopteri ağır darbe aldı. Müdahale eden panzerler vuruldu. Helvesis’te helikopterlerle indirme yapmak isteyen güçler arkadaşlar tarafından vuruldu. Çiyaye Hini’de indirme yapan askerlerde tuzak patlatıldı. Eylem esnasında ve ardında düşmanın çok ciddi, çok ağır kayıpları oldu. Çoğu rütbeli askerlerdi. Birçok askeri malzeme getirildi. Türk ordu geleneğidir, yapılan bütün eylemleri gizlerler. Kendi kayıplarını vermezler. O yüzden şöyle bir tedbir alındı, düşman üzerinden silahlar getirildi. Bu da planlamanın bir parçasıydı. Bu temelde Çele eylemi sürecinde yapılan planlama büyük oranda gerçekleşti.
Planlamanın başarılı ile gerçekleşmesinde öncülük yapan arkadaşlarımız oldu. Fedaice rol oynayan arkadaşlar oldu. Başta Serdar arkadaş, Rohat arkadaş, Zınar arkadaş, Kamuran arkadaş, Agit arkadaş, Viyan arkadaş, Kani arkadaşlar Çele eyleminin kahramanlarıdırlar. Bu eylemde korkusuzca düşmanın üzerine yürüyen, Apo’cu ruhla fedai çizgisinde düşmanın üzerine giderek, düşmanı imha ederek yapılan planlamayı büyük oranda başarıyla gerçekleştirme gücünü gösterdiler. Onun için bu arkadaşları büyük bir minnetle anıyoruz. Bu arkadaşların özellikleri, duruşları üzerinde durulması gereken bir konudur. Başta bu arkadaşlar olmak üzere eyleme katılan bütün arkadaşlardaki o ruh eylemin başarılmasında en büyük gücü gösterdi. Bu arkadaşlar tereddütsüz bir şekilde, kaygısız bir şekilde düşmanın kendisine en çok güvendiği, tahakkümlü olduğu yerlere fedaice saldırarak burada HPG bayrağını dalgalandırdı, Apo’cu militanlığın ne olduğunu gösterdiler. Bu arkadaşlar Çele eyleminde Türk devletinin ve Türk ordusunun Önderliğimize ve halkımıza yönelik saldırılarına karşı gerillanın duruşunun ne olması gerektiğini, bugünden sonra nasıl olacağının perspektifini çok net bir biçimde gösterdiler.
Çele eylemi birçok açıdan değerlendirilmesi gereken bir eylemdir. Her şeyden önce devrimci halk savaşanın örneklerinden biri olabilecek bir eylemdir. Yaşanan bazı yetersizlikler, hatalar kaynağını bizden almıştır. Eylem keşfi ile hedef belirlenmesi ile planlaması ile pratik uygulaması ile bir bütün olarak başarılı bir eylemdir. Her şeyden önce bu eyleme onlarca arkadaş katıldı. Bu eylemin içinde altmış grup yer aldı. Düşmanın 18-19 hedefine dönük koordineli bir biçimde yapılan bir eylemdi. Bu yüzden bu eylem her şeyden önce gerillanın ulaştığı savaş düzeyini, hareket kabiliyetini gösterdi. Hareketimizin 27 yıldır yürüttüğü bir mücadele, bir savaş gerçekliği var. Bütün bunların birikimi ve tecrübesi sonucu gelişen bir eylemdir. Onun için Çele eylemi şunu gösterdi; iyi bir planlama yapılırsa, iyi bir örgütlenme ve düzenleme yapılırsa düşmanın düşürülemeyecek merkezi, düşürülemeyecek hedefi yoktur. Düşmanın hedefi ne kadar tahakkümlü olursa olsun, düşmanın teknik donanımı ne kadar güçlü olursa olsun, düşmanın silahları ne kadar gelişkin olursa olsun, düşmanın tankı, topu, obüsü, kobraları, gelişkin teknik silahları ne kadar olursa olsun, gerillanın hareket kabiliyeti, gerillanın vuruş gücü tüm bunların üstesinden gelebilecek bir düzeye ulaşmıştır. Bu böyledir. Türk ordusunun tekniği, devletini küçümsemiyoruz ama gerillanın gücü, gerillanın mücadele azmi her zamankinden daha fazla gelişmiştir. Çele eylem pratiğinin sonuçları açısından bunu çok net gördük. Koordineli bir biçimde altmış tane grup düşmanın ruhu bile duymadan aynı anda eylemi başlatma ve yapabilme gücünü göstermiştir. Gerillanın bazı temel kural ve kanunları yerine getirilirse, dikkat edilirse çok daha büyük eylemler yapabilme gücü vardır. Çele eyleminden önce de birçok başarılı eylem yapıldı. Birçok deneme yapıldı. Çele eylemi bunların zirvesi oldu. Bu da şunu gösteriyor, gerillanın koordineli savaş yapabilme gücü ve becerisi daha fazla gelişmiştir.
Diğer bir husus da vuruş tarzıdır. Çele eyleminde keskin bir vuruş tarzı ortaya konmuştur. Arkadaşların planlama kapsamına aldığı bütün hedefler keskin bir vuruş tarzıyla düşürülmüştür ve tek bir düşman askeri dahi kurtulamamıştır. Yüksek ve keskin vuruş tarzı ile düşman üzerine gidilmiştir, düşman imha edilmiştir ve düşman imha edildikten sonra silahları alınıp gelinmiştir. Burada yaralı verilmiştir, şehit verilmiştir ama hedef düşürülmüştür. Bu temelde Çele eyleminde keskin vuruş tarzı kendisini göstermiştir. Gücümüzün, silahlarımızın az olmadığını, aynı anda onlarca düşman hedefine vurabilme gücümüzü göstermiştir. Çele eyleminde en az on tane havan topu kullanılmıştır. On ayrı yerde havan topu kullanılmıştır. Katuşa silahları kullanılmıştır. Birçok doçka kullanılmıştır ve gerillanın bu silahlara hâkimiyet düzeyi de kendini göstermiştir. Yıllarca bu konuda bazı pratik denemeler, bazı pratik eylemlikler yapıldı ama Çele eylemi bu silahlara hâkimiyet düzeyimizi de göstermiştir. Düşman eylemden sonra PKK’nin eğitimli havancıları, Suriye’den, İsrail’den alınan silahları var gibi propagandalar yapmıştır. Bunlar gerçek dışıdır. Düşmanın her başarılı eylemden sonra eylemi gölgelemek için yaptığı boş propagandalardır. Bu eylemde de bunu yapmıştır. Havan silahını gece kullanma gücü güçlerimizde gelişmiştir. Diğer bütün ağır silahlara, orta otomatik silahlara hâkimiyet düzeyi kendisini bu eylemde net bir şekilde göstermiştir.
Aslında Çele eylemi birçok açıdan sonuç çıkarılacak bir eylemdir. Birçok açıdan derslerle dolu, sonuçlarla dolu bir eylemdir. Hem hazırlık çalışmaları, hem planlaması hem uygulaması hem vuruş tarzı ile bizim otuz yıllık mücadele tarihimize önemli bir eylem olarak geçecek bir eylemdir. Öncesinden de başarılı eylemler yapılmıştır. Tüm bunlar şunu göstermiştir ki, Türk ordusuna karşı, Türk devletine karşı böylesi eylemler ve böylesi eylemlerden daha fazla eylem yapma gücümüz vardır. Çele eyleminde vuruş tarzı vardır, Apo’cu ruh vardır. Çele eyleminde planlama vardır, Çele eyleminde örgütlülük vardır, Çele eyleminde kararlılık vardır, eylemi başarma iddiası ön plandadır. Çele eylemi başta eylemde şehit düşen yedi kahraman arkadaşımız olmak üzere diğer yoldaşların büyük emeği, çabası sonucu gelişen başarılı bir eylemdir. Bu eylem Türk ordusunu ve devletini de sarstı. Adeta Ankara Çele’ye taşındı, bütün ordu komutanları ile birlikte hükümeti temsilen birçok bakan Çele’ye akın etti. Çünkü sadece Çele’deki düşman hedefleri vurulmadı, Çele’de Türk ordusuna, Türk devletine büyük bir darbe vuruldu ve çok net mesajlar verildi. Önderliğimize yönelik saldırılar devam ederse, hareketimize yönelik saldırılar devam ederse, halkımıza yönelik saldırılar devam ederse gerillanın da tüm bunlara karşı hesap sorma, misilleme yapma, savaşma gücünün olduğu gösterildi. Çele eylemi bunu göstermiştir. Çele eyleminin dünya çapında yankı yapmasının, dünya çapında etkilerde bulunmasının nedeni Türk devlet sistemini, AKP sistemini temelden sarsması, Türk ordusunu perişan etmesidir. Türk ordusu ve Türk devleti kayıplarını gizledi. Kayıplarını gizlemek için her türlü yola başvurdu. Kayıplarını vermedi. Çele eyleminde bizzat arkadaşların gözle gördüğü ve cenazelerin üzerine gittiği seksenden fazla ölüsü vardı. Düşmanın yüzden fazla ölüsü oldu. Eylem yapılan birçok yerde düşmanın kayıpları oldu. Can kayıpları, maddi anlamda kayıpları oldu. Fakat tüm bunları gizledi ama düşmanın üzerinden onlarca malzeme getirilmesinden kaynaklı düşman eylemi gizleyemedi. Başarılı olan eylemi gölgelemek için propaganda yaptı. Türk devletinin, Türk basının geçmişten gelen, başarılı eylemleri gölgede bırakmaya çalışan bir geleneği var. Geçmişte yapılan onlarca eyleme ilişkin halkımız nezdinde, kamuoyu nezdinde gerillanın gücünün olmadığını göstermek amacıyla yaptığı propagandalar var. Bunu Çele eyleminde de yapmaya çalıştı, Çele eyleminin aylarca hazırlandığını, çok farklı alanlardan güçlerin getirildiği, diğer devletlerden eğitimli güçlerin getirildiği, silahların başka yerlerden getirildiği vb. yalanlar, propagandalar uydurmaya çalıştılar. Fakat bunların tümü yalandır, gerçek dışıdır. Çele eylemine alan güçleri katılmıştır. Başka yerlerden güç getirilmemiştir, başka yerden silah getirilmemiştir.
Çele eylemi şu ana kadar bizim yapmamız gerekirken yapamadığımız, geç kalmanın bir örneğidir. Hareketimiz karşısında, Önderliğimiz karşısında, halkımız karşısında özeleştirisini vermemiz gereken bir yaklaşımdır. Çünkü HPG yapısı fedai bir yapıdır. HPG yapısı Türk ordusuna, Türk devletine karşı çok büyük direnişler, eylemler geliştirebilecek güce ve potansiyele sahiptir. Eğer bu potansiyel ve bu gücün üçte biri harekete geçirilmişse, diğerleri harekete geçirilmemişse bu bizim hatalarımız ve yetersizliklerimizdendir. Hareketimize ve halkımıza karşı bunun özeleştirisini vermemiz gerekiyor. Biz bunun özeleştirisini veriyoruz. Birçok emek ve çaba sarf edilmişse de, böylesi eylemleri yapma gücü güçlerimizde bulunmaktadır. HPG’nin gücü, PKK militanlığının gücü bundan daha fazlası için de vardır. Eğer bu konuda geç kalmışsak, yapılmasında geç kalmışsak bu bizim hatalarımızdan ve yetersizliklerimizden kaynağını almaktadır. Türk ordusunun marifetlerinden değildir. Yıllardır Türk ordusu ile savaşıyoruz ve Türk ordusunun gerçeğini çok iyi biliyoruz. Türk ordusu bu eylemde de, eylemden sonra da Kürdistan’da bulunan bütün kobra tipi saldırı helikopterlerini getirip gruplarımıza karşı kullandı. Var olan bütün tekniğini, onbeş yirmi yerde bulunan bütün tank, obüs, havan ve ne kadar silahı varsa geri çekilmede güçlerimize karşı kullandı. Eylemden sonra onlarca savaş uçağı gece gündüz demeden bombardıman yaptı. Bu bombardımanlarda Türk ordusu tonluk kazanlar kullandı. Yüzlerce kiloluk bombalar kullandı, lazer güdümlü füzeler kullandı. Tekniğine dayanarak bizi darbelemeye çalıştı. Bütün bu teknik silahları kullanmasına rağmen eylem güçlerimize darbe vuramadı ve eylem sürecinde herhangi bir kaybımız olmadı. Düşmanın propagandaları bu eylem sürecinde de gelişti. Eylem sonucu ve eylem gerçekliği tüm bunları boşa çıkarmıştır. Çele eylemi aslında devrimci halk savaşı için geç kalınmış bir eylem oldu. Eylemde yer alan arkadaşlar da bunu görüyor ve bunun öz eleştirisini önümüzdeki dönemde pratik eylem girişimleri ile göstermek durumundayız. Bütün eyaletlerimiz, bütün alanlarımız 2011 yılı içerisinde büyük bir çaba içerisinde oldular, büyük bir emek sarf ettiler. Bütün arkadaşlar devrimci halk savaşı temelinde eylem girişiminde bulundular. Birçok başarılı eyleme de imza atıldı. Fakat bizim bunları çok daha fazla geliştirmemiz gerekiyor. Çünkü üzerimizde çok büyük saldırılar var ve bu saldırılara karşı da planlı, örgütlü ve vuruş tarzı keskin olan bu tür eylemleri geliştirmemiz gerekiyor. Çele eylemi de bu açıdan başarılı bir eylem olmuştur. Burada eylem hazırlıklarına katılan, eylem içerisinde yer alan bütün arkadaşların emeği olmuştur. Eylemde şehit düşen arkadaşlar en fazla emek sarf eden ve fedaice katılan arkadaşlar olmuştur. Her biri bir kahramanlık abidesidir bu arkadaşların.
Serdar arkadaş 2007 yılı içerisinde Doğu Kürdistan’dan katılan bir arkadaştı, katılımından şehit düştüğü ana kadar pratiğe yüksek bir sorumluluk duygusu ile PKK militan ruhuyla katılım sağladı. Serdar arkadaştaki ruh Apo’cu ruhtu. Düşmanın üzerine gitmede, düşmanı imha etmede yüksek bir kararlılığı vardı. Sarsılmaz bir inanç ve iradeye sahipti. Serdar arkadaş Zap operasyon sürecinde de büyük rol oynayan bir arkadaştı. Yine 2010 yılı içerisinde 19 Temmuz’da Çele’de Han tepeye yapılan baskın eyleminde saldırı grubunda yer alıp, tepenin düşürülmesinde en önemli katkıyı sağlayan arkadaşlardandı. Çele eyleminde Bilican alayının tepesinin saldırısında en önde yer alan arkadaştı. Serdar arkadaş demek saldırı demekti. Serdar arkadaş düşmanın üzerine gitmek demekti. Yaşamdaki duruşu, mütevazılığı, aktif katılımı, fedakâr ruhu ile arkadaşlar içerisinde sevilen, sayılan öne çıkan arkadaşlardan biriydi. Çok kısa bir süredir gerillaya katılmasına rağmen bu özellikleri ile erken komutanlaşan ve arkadaş yapısına öncülük eden bir kişiliğe sahipti.
Rohat arkadaş Batı Kürdistan’ın Kobani şehrindendi. 2007 yılı içerisinde katılmıştı. Serdar arkadaşta olan özellikler Rohat arkadaşta da vardı. Her zaman önde olmak isteyen bir arkadaştı. Her çalışmaya aktif katılmak isteyen, öncülük düzeyinde katılmak isteyen bir arkadaştı. Büyük bir saldırı ruhuna sahipti. Zap eyaletinde yapılan saldırı eylemlerinde öncü düzeyinde yer almıştı. Çele eyleminin hazırlık çalışmasında da en fazla katkısı olan, hazırlık çalışmasında en fazla yer alan bir arkadaştı. Gece- gündüz demeden, sırtında cephane taşıyarak, erzak taşıyarak, düşmanı keşfederek, düşmanı denetimine alarak, eylem hazırlık çalışmalarında en önde yer alan bir arkadaştı. Zaten şahadet biçimi de öyledir. O kadar büyük bir ruha sahip ki, o kadar sıcakkanlı ki, grup komutanını dinlemeden eylem başladıktan sonra saldırıya geçiyor ve saldırı esnasında yaralanıyor. Onun için Rohat arkadaş da Apo’cu ruhu kişiliğinde somutlaştıran, kişiliğinde geliştiren bir duruşa sahipti.
Kamuran arkadaş Batman’lı bir arkadaştı, 2005 yılında katılmıştı. Kamuran arkadaş bağlılığıyla, emekçiliğiyle tanınan bir arkadaştı. Hangi birlikte, hangi bölge güçleri içerisinde yer alıyorsa çok kısa sürede onlar içerisinde sivrilen, öne çıkan özelliklere sahipti. Özellikle düşmana karşı büyük bir kin ve öfkeye sahipti. Halkımıza, hareketimize yapılan saldırıları hazmetmiyordu. Tüm bunların hesabının sorulması gerektiğini her platformda, her raporunda dile getiren bir arkadaştı. Çele eylemi sürecinde de öncülük düzeyinde rol oynayan arkadaşlardan biri oldu. Tepe baskınında çok büyük bir fedai ruhla, bütün mevzilerin düşürülmesinde rol oynadı. En son düşman mevzisini düşürmeye çalışırken şahadeti gerçekleşti. Kamuran arkadaş büyük bir saldırı ruhuna sahipti. Eyleme gitmeden önce ki sarf ettiği sözler de şuydu; “bu eylemi mutlaka başaracağız. Bu eylemdeki düşman hedeflerini düşüreceğiz”. Böylesi büyük bir kararlılığa sahipti. Kendisini hedefe kilitleyen bir yaklaşıma sahipti.
Zınar arkadaş Vanlı bir arkadaştı. O da Çele eylemi sürecinde, özellikle de hazırlık süreçlerinde büyük emeği olan bir arkadaştı. Eylem hazırlık sürecinde ve eylem esnasında gösterdiği yaklaşım, duruş fedai ruhun zirvesini teşkil ettiğinin bir göstergesidir.
Agit arkadaş genç ve Doğulu bir arkadaştı, 2005 yılında katılmıştı. Katıldığından şehit düştüğü ana kadar hep Geleye Zap’ta, Çukurca’da kalmış, mücadele etmiş bir arkadaştı. Yanında onlarca arkadaş şehit düşmüştü. Partiye bağlılığı üst düzeyde olan bir arkadaştı. Çok temiz, dürüst, bağlı, mütevazı özellikleri ile arkadaşlar arasında sivrilen bir arkadaştı. Çok genç olmasına rağmen kısa süre içerisinde komutan olup, öncülük yapma düzeyine geldi. Agit arkadaşla yoldaşlık yapmaktan, Agit arkadaşla mücadele etmekten insan her zaman zevk alırdı. Agit arkadaşın olduğu yerde, Agit arkadaşın görev başında olduğu yerde örgüt değerlerini koruyacağını, orada herhangi bir düşman saldırısında ön saflarda düşmana karış savaşacağını bilirdiniz. Böyle bir duruşu vardı. Onun için Agit arkadaş Çele eylem sürecinde merkezdeki asayiş karakoluna yapılan saldırıda gösterdiği büyük fedai ruhla şehitler kervanına katıldı.
Viyan arkadaş da Doğulu bir arkadaştı. Uzun süre pratik alanlarda kaldı. Pratikçi özellikleri ile fedakârlığı ile emekçi özellikleri ile öne çıkan bir bayan arkadaştı. Arkadaşlar içerisinde sevilen, sayılan, moralli duruşuyla dikkat çeken bir arkadaştı. Eylem hazırlık sürecinde de saldırı grubunda yer aldığını öğrenince sanki havalara uçuyormuş gibi mutlu oldu. Tereddütsüz bir şekilde bu grupta yer aldı. Tepe komutanın mevzisini düşüren arkadaşlardan birisiydi. Geri çekilme esnasında şahadeti gelişti.
Kani arkadaş Doğulu bir arkadaştı. 2007 yılı içerisinde katılmıştı. Kani arkadaş tam bir görev insanıydı. Kendisine verilen görevleri, büyük bir hassasiyetle, titizlik içerisinde yerine getiren bağlı, mütevazı, alçakgönüllü duruşu ile tanınan bir arkadaştı. Eylem düzenlemesi içinde yer almayan bir arkadaştı. Fakat eylemin yapılacağının duyar duymaz eylem alanına geldi. Bizim çağırmamıza rağmen eylemin yapılacağı bilgisini alıp, eylem alanına gelen arkadaşlardan biriydi. PKK’nin mücadele ruhunun, PKK’nin mücadele kararlılığının kendisini en fazla gösterdiği arkadaşlardan biriydi. Eylemin geri çekilmesi esnasında şehit düşen arkadaşlardan biri oldu.
Şehit düşen her yedi arkadaş da Çele eylemini başarı ile gerçekleştiren, fedai ruhla katılan ve şahadetleri ile tarih yazan arkadaşlar oldular. Çele eyleminin başarılı geçmesinde başta şehit düşen arkadaşların büyük emeği oldu. Çele eylemi şunu göstermiştir; gerillanı savaşma gücü her zamankinden daha fazla gelişmiştir. Vuruş kabiliyeti her zamankinden daha fazla gelişmiştir. Saldırı ruhu gelişmiştir, hareket kabiliyeti, savaşma kabiliyeti gelişmiştir, düşmanın en güçlü olduğu Çele’de, tahakkümlü olduğu merkezde tüm bunlar net bir şekilde görülmüştür. Çele eylem planlaması ve pratik uygulanmasında yaşanan bazı yetersizlikler olmuştur ama eylem planlandığı çerçevede, başarıyla gerçekleşen bir eylem olmuştur.
Azad Siser
- Ayrıntılar
28 Şubat 1997 hükümet darbesinin onbeşinci yıldönümü yaşanıyor. Buna “Postmodern darbe” de deniyor. “Son darbe” diye programlar yapılıyor. Gerçi TC siyasetinin her anı, her günü bir darbedir. Türkiye’de siyaset toplumu sürekli şoke eden darbeler biçiminde yapılıyor. Fakat yine de 28 Şubat’ın siyasal tarihte özel bir yeri var. Son onbeş yılın siyasal olaylarına ve AKP gerçeğine bu temelde bakmak önem taşıyor.
28 Şubat darbesi, kendinden önceki askeri darbelere göre biraz örtülü bir darbe olma özelliği taşıyor. 27 Mayıs ve 12 Eylül askeri darbeleri aleni bir askeri harekat biçimindeydi. 12 Mart darbesi tam böyle olmasa da, onda da hükümete yöneltilen ve istifaya zorlayan açık bir “Muhtıra” vardı. 28 Şubat’ın hükümeti istifaya zorlayan muhtırası biraz daha örtülü bir biçimde ve kapalı kapılar ardında oldu.
Tabi buna benzeyen bir de 27 Nisan 2007 “Postmodern muhtırası” var. O da Genelkurmay Başkanlığınca hükümete yönelik yapılan açık bir baskı ve tehditti. Fakat bu muhtıra hükümeti istifaya götürmedi. Tersine Genelkurmay Başkanı ile Başbakan arasında yapılan “Dolmabahçe görüşmesi”ne götürdü. Hükümeti istifaya değil de muhtıra veren kurumla uzlaşmaya götürdüğü için 27 Nisan’a darbe denmiyor.
Hükümete yönelik bir askeri hareketin darbe olup olmaması, hükümeti devirip devirmemesine bağlanıyor. Hükümeti devirmişse darbe olurken, devirememiş veya uzlaşmışsa ona “Darbe girişimi” deniyor. “Son darbe” 28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde ordu içerisinde çok sayıda darbe girişiminin olduğu anlaşılıyor. Bugün bunların bir kısmı “Balyoz darbe girişimi”, “Ayışığı darbe girişimi” ve benzeri adlar altında yargılanmaya çalışılıyor. Ortada çok sayıda darbe artığı var.
Darbelere ilişkin genel kural burada da işliyor. Başarılı olanlar vezir olurken, başaramayanlar kelimenin tam anlamıyla rezil oluyorlar. Bu garip rezalet, bir zamanlar forslarından geçilemeyen koca koca generallerin, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının cezaevi arabalarında gözüken asık suratlarında okunuyor. 1989’da Moskova’da Kızıl Ordu generalleri bir darbe yapmayı bile başaramayınca, Kenan Evren “Bizden öğrensinler” demişti. Kenan Evren’in ardıllarının da Moskova’dakilerden pek farklarının olmadığı açığa çıkıyor.
28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde varolan darbe artığı kuşkusuz sadece bunlar değildir. Daha açığa çıkmamış çok sayıda darbe girişimi olabileceği gibi, bir de 28 Şubat’ın bizzat yarattıkları var. AKP’den söz ettiğimizi herhalde okuyan herkes anlıyordur.
28 Şubat darbesinin Necmettin Erbakan başkanlığındaki hükümete ve partiye karşı yapıldığı biliniyor. Darbe ile Necmettin Erbakan hükümeti istifaya mecbur bırakıldığı gibi, partisi de kapatılmıştır. Ardından Erbakan’a getirilen siyaset yasağı ve yargılamalar Necmettin Erbakan kişiliğini bitirmiştir. Erbakan, kendinden önceki Menderes veya Özal gibi fiziki olarak öldürülmemiştir, ama daha beter edilerek siyaseten öldürülmüştür.
Bu temelde Necmettin Erbakan’ın nasıl süründürüldüğü, rezil rüsva edilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Erbakan’ın kahır içinde öldüğü herkesçe ifade edilmektedir. Nitekim bu nedenledir ki cenazede devlet töreni istememiş, başbakanlığını yaptığı devlete küs olarak gitmiştir. Bunu Erbakan adına bir tür ilkeli davranış ve tutarlılık olarak ele almak mümkündür.
Erbakan çizgisi işte böylesi bir darbeci saldırı ile tasfiye edilmek istenmiştir. 28 Şubat darbesi, esas olarak Erbakan çizgisine karşı geliştirilen bir darbe olmaktadır. Necmettin Erbakan’ın “Millici siyasal İslam çizgisi” hedeflenmiştir. Bazı çevreler buna Avrupa ve Almanya yanlısı İslamî siyasal çizgi de demektedir. Ve bu çizgiye karşı gelişen 28 Şubat darbesi esas itibariyle başarılı olmuştur. Erbakan’ın yaşadıkları ve partisinin içinde bulunduğu durum bunu göstermektedir.
İşte burada şu soru gündeme gelmektedir: Peki AKP nedir veya kimdir? Mademki 28 Şubat darbesi ile Necmettin Erbakan’ın İslamî siyasal çizgisi tasfiye edilmiştir, o halde AKP ortalıkta ne aramaktadır? Bir zamanlar Erbakan’ın yanında, sağında ve solunda bulunanlar, Erbakan’ın darbe ile tasfiye edildiği bir süreçte nasıl böyle bir iktidar gücü haline gelmişlerdir?
AKP gerçeğini doğru tanımak açısından bu soruları sormak ve cevaplamak önemlidir. Demekki AKP de bir darbe artığıdır. 28 Şubat darbesiyle Erbakan’ın millici İslamî çizgisi tasfiye edilirken, bu tasfiyenin bir aracı olarak 28 Şubat darbecileri tarafından Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ortaya çıkartılmıştır. İslamî siyasi çizginin millici ya da Avrupacı yanı tasfiye edilerek, ABD’ci ve işbirlikçi olanı iktidara getirilmiştir. Bu da 28 Şubat darbesinin karakterini ve kimler tarafından yapıldığını ortaya koymaktadır.
Şimdi 28 Şubat darbesi üzerine konuşan veya yazanlar, nedense çoğunlukla bu gerçeği hep görmezden gelmektedir. Çok yüzeysel ve saptırmacı bir “darbe karşıtlığı” edebiyatı yapılmaktadır. Dahası yüzde yüz 28 Şubat darbesi imalatı olan AKP, askeri darbelere karşıt bir güç olarak gösterilmektedir. Böylece Türkiye toplumunun bilinci çarpıtılmaya, tarihsel bellek bozulmaya ve AKP gerçeği gizlenip farklı biçimlerde gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bu durum düzeltilmeden, AKP’nin maskesi düşürülüp gerçek yüzü topluma gösterilmeden Türkiye siyaseti düzelmez ve yerli yerine oturmaz. AKP gibi darbe artığı bir güçten siyaseti normalleştirmesi ve demokratikleştirmesi beklenemez. Demirel’in deyimiyle, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. AKP yapsa yapsa ancak iktidarını koruyacak demagoji ve değişiklikler yapabilir. Nitekim günlük olarak yaptığı da budur.
Diğer yandan, ordu içindeki bazı darbe girişimlerinin yargılanma durumuna bakarak, bazıları AKP’nin “Darbe karşıtı” olduğunu sanmaktadır. Bu da ciddi bir yanılgıdır. Bir kere, o yargılamaları yaptıranlar AKP değil, AKP’nin de gerisinde olan Türkiye’yi gerçekten yönetenlerdir. Yoksa AKP’nin ne haddine generalleri yargılayabilsin! İkincisi, AKP darbelere değil, kendi iktidarını tehdit eden girişimlere karşıdır. Nitekim kendine yönelen “Suçları” açığa çıkartırken, örneğin Kürt halkına yöneltilmiş katliamları görmezden gelmektedir.
28 Şubat darbesinin önemli bir yönü de, Erbakan hükümetinin Kürt sorununu çözmek için başlattığı arayıştır. Darbeci güçler bundan büyük korku duymuşlardır. Bir yerde Kürt sorununun çözümünü engellemek için darbeyi yapmışlardır. Özal’ın da Kürt sorununun çözümü ile uğraşırken öldürüldüğü bilinmektedir. Tuhaf ama, Adnan Menderes’e de idamından önce “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” diye sorulduğu ve “Kürt sorunu” cevabının alındığı belirtilmektedir. Sanki sınav yapar gibi bir şey!
Bütün bunlar darbelerle Kürt sorunu arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bunlara bakarak Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa neden bu kadar korkak ve temkinli yaklaştığını anlamak mümkündür. Zaten bir darbe artığının Kürt sorununu çözmesi ve çözebilmesi mümkün de değildir.
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan halkı Önder Apo’nun uluslar arası komployu tüm Kürdistan parçalarında ve yurtdışında büyük bir ulusal birlik ruhuyla karşılamış ve lanetlemiştir. Özellikle Kuzey Kürdistan ve Türk metropollerinde yaşayan halkımızın bu yıl uluslar arası komployu geçmiş yılları aşan bir yaygınlık ve yoğunlukta kepenk kapatması ve kırk ayrı noktada sömürgeci-soykırımcı AKP polisleriyle çatışması önemliydi. Daha yaygın, daha yoğun ve daha bilinçli, örgütlü ve öfkeli bir lanetlemenin Kuzey Kürdistan’da yaşanması şu açıdan çok önemliydi.
Çünkü Türk sömürgeci hükümetinin içişleri bakanı, yaptıkları siyasi-soykırım operasyonlarına dayanarak, ciddi bir eylemliliğin gelişemeyeceği beklentisindeydi. Bu operasyonları tertipleyen yeşil faşizm hükümetinin başbakanı, bakanları ve psikolojik savaş uzmanları, yeşil ergenekon “öyle bir yapacağız ki, açıklama dahi yapacak kimse kalmasın” hesabı içindeydi.
Öncelikle Önder Apo üzerinde tecritin ağırlaştırılması, kimse ile görüştürülmemesi, “başı gövdeden ayırma” zihniyetinin bir ifadesi olarak ortaya konulan bir plandı. Buna göre ne Özgürlük hareketi ne de halk karar alıp, harekete geçebilecekti. Harekete geçme potansiyeli olanları da rehin almak gerekti.
ABD, NATO, Gladyo Kürtlerin sesi olan Roj TV’nin uydu üzerinden yaptığı yayınını durdurmak için elinden geleni yaptı! Serbest Pazar vb. lerinin ne kadar sahte, yalan olduğu, Kürtler ve Özgürlük mücadelesi sözkonusu olduğunda her şeyin nasıl ayaklar altına alındığı da ortaya çıktı. Tüm bu yönelimler aslında uluslar arası komplonun yıldönümünde Kürt ulusunun ve dostlarının katılımını engellemeye yönelik çabalardı.
Özellikle son günlerde hemen hemen hergün yüzlerce yurtsever Kürdün, dostlarının, en son sendikacıların toplama kamlarında esaret altına alınması tümüyle böyle bir hedefi gerçekleştirmek amaçlıydı. Zaten İstanbul emniyet amiri de, adeta zafer ilanında bulunmuştu! Dolayısıyla Cevdet Aşkın gibi bazı köşe yazarları, 15 günü için hem sömürgeci-soykırımcı Türk devleti için, hem de Kürdistan özgürlük hareketi için bir “test” günü olarak nitelendirmişti.
Yani Kürdistan halkı sömürgeci soykırımcı siyasi-askeri operasyonlar ve katliamlarla sindirilmiş mi, sindirilmemiş mi? Kürdistan halkı eskisi kadar Önder Apo’ya sahip çıkmayı sürdürecek mi, sürdürmeyecek mi? Böyle bir test! Evet test yapıldı!
Yönelim, saldırı elbette sadece sömürgeci Türk devletiyle sınırlı değildi. Önder Apo’ya karşı uluslar arası komployu gerçekleştiren güçler, bu kez Roj TV üzerinden saldırılarını yürütmekteydiler.
Evet Kürdistanlılar ve dostları için bir kara gün olan 15 Şubat geldi ve geçti. Bilanço, göstergeler neyi göstermektedir? Türk medyası, yani sahibinin sesi medya öylesine köpeksileşti ki! Adeta Kürdistan’daki uluslar arası komployu protesto eden eylemlilikleri vermedi, görmezden geldi. Hem yandaş medya kesimi, hem de sözümona muhalif kesim! Kürdistan Özgürlük hareketi sözkonusu olduğunda hepsinin nasıl ortak tavır aldıklarını bir kez daha görmüş olduk. Tabi bu Kürdistan halkı ve Özgürlük hareketi için çokta yeni bir şey değil. Medya görmemişse, “yoktur” varsa da, “azdır”. Sahte İnönü zaferi gibi sanal zaferleri daha internet, yani sanal alem daha yok iken yaratan ecdadın, damarlarında asil Türk kanı dolaşan acar evlatları hazır Sanal imkanlara kavuşmuşken ne sanal zaferler yaratmazlar ki?
Sürece damgasını vuran eylemlilik yüzlerce kilometreyi Avrupa’nın dondurucu kışına ve rejimlerine rağmen başarıyla başlatılıp sonuçlandırılan eylemlilik oldu. Tüm kürdistan’ı temsil eden insanlardan oluşan bir topluluk Avrupa rejimlerine ve dondurucu soğuğuna rağmen Strazburga ulaşmayı başardı.
Güneybatı Kürdistan halkı yediden yetmişe hemen hemen hepsi uluslar arası komployu protesto etme eylemliliklerine katıldı. Kitlesellik adeta zirve yaptı. Güney Kürdistan’da da, Güney Kürdistan’da ise, gençlik yürüyüşü başta olmak geçmiş yılları aşan düzeyde önemli bir kitlesellik düzeyi yakalanmıştır. Özellikle Türk sömürgeciliğinin askeri ve istihbarat kurumlarına karşı gerçekleştirilen imza kampanyalarında ulaşılan düzeyin kendisi zaten uluslar arası komploya ve türk sömürgeciliğine vurulmuş bir tokat niteliğindedir. Yine önemli bir medya kesiminde uluslar arası komplo önemli düzeyde tartışıldı.
Kuzey Kürdistan’da adeta hayat tamamıyla durduruldu. Bu yıl hafta arası olması nedeniyle okullar da büyük bir katılımla boykot edildi. Hemen hemen tüm zindanlardaki PKK,PAJK ve KCK tutsakları ve bir çok il-ilçede halkımız açlık grevleri gerçekleştirildi. Bu eylemlilikler halen de sürdürülmektedir. Tüm bu eylemlilikler, AKP yeşil faşizminin, munafıkların Kürdistan halkının birliğini parçalamaya çalıştığı, Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan ve Özgürlük hareketi hakkında psikolojik savaşın her türlü iftira, yalan yanlış bilgilerinin havada uçuştuğu bir dönemde gerçekleştirilmesi ortamında gerçekleştirildi.
Çünkü Kürdistan halkı artık “Edi Bese! An Azadi An Azadi!” deme noktasında bulunmaktadır. Türk sömürgeciliğine, AKP faşizmine öfkelidir. Başında Adil Gür’ün bulunduğu kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı kamuoyu araştırmasında Kürtlerin nasıl bir ulusal bilinçlenme içinde olduklarını ve AKP’den kopuşu yaşadıklarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 15 Şubat’ta ortaya çıkan tablo bu kamuoy araştırma verilerini fazlasıyla doğrular nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır.
Kürtler ulusal bilinç, duyarlılık ve reflekslerini geliştirdikçe, Önderliklerine sahip çıktıkça sömürgeciler ve son sömürgeci sistemin temsilcisi AKP yeşil faşistleri adeta kudurmaktadırlarlar. Hem gerilla sahalarına ABD ve İsrail’den temin ettikleri teknolojilerle yoğun saldırılar yapmaktadırlar. Legal siyaseti sindirmek için de hergün siyasi soykırım operasyonları yapmaktadırlar. Kudursunlar kudurabilecekleri kadar! Kuduran kurtulmuş mu? Kudurganlığı bu kadar ilerlemiş bir kuduz vakası iyileştirilebilir mi?
AKP ve Fethullahçı çeteler kuduradursunlar, Kürdistan halkı başarıyla verdiği 15 şubat sınavını, 8 Mart ve Newroz’da daha güçlü bir biçimde ve sonuç alıcı tarzda vermeye kendisini hazırlamaktadır. Kürdistan halkı artık, kendi Önderliğini ölümüne sahiplenmekte, ülkesini, tarihini, kültürünü, dilini sahiplenmekte ve ulusal bir ruh, bilinç kazanmaktadır.
Kürdistan halkı artık, çekin kirli-kanlı ellerinizi Kürdistan’dan, işgalci ordu-polis katil sürüsünü çekin topraklarımızdan, zalim idari sisteminizi çekin topraklarımızdan, zenginliklerimizi, emeğimizi sömürdüğünüz yeter! Kendi özyönetimimle, kendi toprağımda özgürce demokratik yönetimimi kurmak ve böyle yaşamak istiyorum, demektedir. Türk sömürgeci sisteminin, Kürdistan’daki varlığına tahammülü kalmamıştır. Onun için Edi Bese, An Azadi An Azadi! Demektedir. Ne anayasa oyalamalarınız, açılım sahtekarlığınız ne de başka sahte yaklaşımlarınız artık Kürtleri, Kürt ulusunu aldatmaya yetmeyecektir!
Yıllar önce Amedli Aşık İhsani, O inançlı, öfkeli gür sesiyle! “ Taban Uyanıyor Taban/ Hele Bir Ayağa Kalksın/Durduramaz onu Baban! diyordu.
Aşık İhsani’nin ömrü tabanın uyanıp, ayağa kalkmasını görmeye vefa etmedi! Ama uyanıp, ayağa kalkan bir halkı kimsenin, hiçbir gücün durduramayacağını tam bir özgüvenle söylemişti.
Evet, taban uyandı ve ayağa kalktı! Varsın kudursunlar, saldırsınlar, dağları bombalasınlar, yurtseverleri toplama kamplarına dolduracakları kadar doldursunlar kadar! Ama neye yarar ki! Sonunuz biraz daha yakınlaşır!
Değil sadece babaları, soykırımcı, katliamcı yedi cedleri de mezarlarından kalksalar yine de durduramazlar! Şunu bilin sömürgeci Türk efendiler, yeşil faşizmin temsilcileri kudurun kudurabileceğiniz kadar, elinizden geleni ardınıza koymayın, Kürdistan halkı yaptığınız tüm katliamlarınızın, soykırım uygulamalarınızın hesabını soracaktır! Defolup gideceksiniz bu ülkeden! Er ya da geç, ama mutlaka!
İşte test’in sonuçları!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Bugünlerde kıyılarda köşelerde Kürdistan gerillasına dönük laf söyleyenler çok oluyor. Israrla Kürdistan gerillasına dönük tartışma yürütmek istiyorlar. Kendilerince istatistikler oluşturuyorlar. Anketler yapıyorlar. Sözde bilimsel verilere dayanarak bunu yaptıklarını da unutmadan ekliyorlar. Nede olsa ‘bilimsel araştırma’ denildi mi doğru yapılmış ve doğru söylenmiş oluyor.
Kürdistan gerillasına ne kadar da ‘geri, cahil ve çocuk’ yaşta insanlar meğerse katılıyormuş? Meğer ne kadar da kandırılan çok kişi varmış?
Evet, son zamanlarda Türkiye cephesinde komple bir saldırı konsepti devreye konulmuştur. Dediğimiz gibi her cepheden ‘bilim adamı’ bularak bunu yapıyorlar. Kürtlerin içerisinde çıkarttıkları işbirlikçileri de böyle aktif bir psikolojik saldırı -biz buna daha etkin olan taarruz kelimesini kullanalım -kullanarak yapıyorlar. Ve her cephe kendi görevinin bilinciyle bu taarruza katılıyor. Basıncısı basın ayağıyla, tarihçisi tarih ayağıyla, işbirlikçisi iftira ve karalama ayağıyla, aydını aydın ayağıyla, bilimcisi bilim ayağıyla ve tabii özenle yetiştirme olan devşirme politikalarıyla ise devşirilmiş politikacılarla bunu yapıyorlar. Ortak noktası gerillaya karşı yapılan saldırıdır.
En son hızını alamayan psikolojik taarruz merkezi ve elemanları gerillaya dönük istatistikler yapmaya bile başladılar. Ne diyelim, kazanız mübarek mi olsun diyelim…
Bir kaç yıl önce bir yoldaşımız gerillaya dönük bir kaç makale kaleme almıştı. O makalelerinin birinde şöyle demekteydi:
“Biz yüreğimizin çılgın akışını dur durak demeden takip ederken ne ister bu egemen ve emperyal güçler diye hep kendimize sorarız. Neden bu kadar bizi hedeflerler, ne isterler bizden? Bizim gibi yumuşak huylu, nezaket dolu, insan sevdalısı, tüm inançlara saygılı, cinslere-özelde ezilene-hürmetli, büyüğe büyük diyen, küçüğe ise bağrını açan ve hiçbir çıkar gözetmeden gerektiğini insanın en değerli olan varlığını ortaya koyan kelle koltukta insanlara ne diye bu kadar saldırırlar? Tuhaf, bize öyle saldıranlar var ki ne isimlerini duymuşuz, ne onlara bir şeyler yapmışız, ne de yollarına barikat kurmuşuz.
Gerilla bir duruştur. Özgürlük duruşu; boyun eğmez, kötüyle uzlaşmaz, kellede gitse doğrulardan geri atmayan duruştur. Kadir Usta’nın deyimiyle “Herkesin sevgisini kazanmak istiyorsan, kendi doğanda kal, herkes seni aldığın gibi görsün, seni sevenler zaten böyle severler seni” misali gerilla içiyle dışı bir olan kişilik demektir. Bu duruş potansiyel olarak yalan dolanlı bir dünya da tehlike demektir…
…Gerillaya katılan her birey-ister bilinçli ister bilinçsizce olsun-katılma gerekçeleri vardır. Katılan bireylerin ortak noktaları kapitalist sistem etkilerini her gün yaşayarak horlanmalarıdır. Sorun okumuş ya da okumamış olmanın çok uzağında bir gerçekliktir. Sorun fakir ya da zengin olmanın da ötesinde bir durumdur. Türk Kürt olmak, alevi suni olmada esas değildir. Dediğimiz gibi gerillaya gelen her bir bireyin geldiği ortama karşı bir duruşu vardır. Çok bilinçlice tercih edenden bilinçlice olmadan dağları tercih edene kadar bir geniş yelpaze elbette vardır. Ancak ortak nokta her gelenin bir kimlik kazanma istemidir. Sınıflı toplum bireyleri hiçleştiriyor. Bireylere karşı saygıyı öldürüyor. Sevginin genelleşmesini engelliyor. Her şeyden daha önemlisi ise gelen her bireyin derin ruhsal dünyasında sisteme karşı müthiş bir öfke uyandırıyor. Var olan sistem mutlaka bir şekilde bireylere hakarette bulunmuştur, bireyleri küçültmüştür, bireylerin kendilerini olmasını engellemiştir. Birde belki de daha da önem kazanan bir husus, insanın derinliklerine nüfus etmiş insani özeliklerinin yaşam bulmaması durumunda bu özelikleri pratikleştirmek istenen mekânlara kayılması şaşılacak bir durum olmamalıdır herhalde. İşte bu arayışı olanlar ilk elden alternatif yerlere gözlerini dikeler. Her insanda mutlaka bir arayış vardır, lakin sistem çoğu kez birçok gencin arayışını başka yerlere kanalize ederek içini boşaltabiliyor. İçi boşaltılmamışları dağların doruklarına ulaştırdığınızda yada böyle olanlar kendilerini dağlara attıklarında orada çok şey değişi veriyor. Bir benlik süreci derinden başlıyor.
İşte gerillaya katılımlar biraz da kendi benliğini arama temelinde olmaktadır. Kendi benliğini genelin benliğiyle birleştirmek ve buluşturmak başlıca bir amaç ve ulaşılmak istenen hedeftir. Bu ise çok az askeri çalışmayla ilintili bir gerçekliktir. Gerillanın ağırlıklı zamanı silahla geçmemektedir. Gerillanın ağırlıklı zamanı kendini yapmayla geçmektedir. İnsanın kendisi olabilmesi için müthiş kendisine yüklenmesi gerekiyor. Öyle sanıldığı gibi dağa çıktın mı hemen gerilla olunmuyor. Gerillaya gelmek sadece ve sadece lele meselesidir. Bunun çok uzun bir lolosu vardır. Lolosunun ağırlıklı bölümü eğitimdir. Kişilik oluşturmadır. Zayıf düşmüş, yenilmiş, dumura uğratılmış, kirletilmiş, bitirilmiş, sistemin çarkları arasında ezilmiş, kendine güvensiz, kendini beğenmiş, gerçeklerden uzak, yapay, hayali bir kişiliği aşarak kendisine güvenerek kendi karakter hatlarını oluşturmaktır. Kendi ayakları üzerinde yürüyen, herkese kafa tutabilecek, özgüven dolu, korkulardan uzak, hatta kendi kaderini eline alacak bir coşku seliyle haykıran bir kişilik yaratımıdır.
İşte gerillanın temel çalışması budur. Bu ise tümden ideolojik bir çalışmadır. Bu tümden felsefik bir çalışmadır. Bu tümden politik bir çalışmadır. Tümden sosyal bir çalışmadır ve tabiatı gereği bir kültür çalışmasıdır. Sonuç itibariyle kişilik oluşturma işidir. Ha denilecek ki askerlik nereden kaldı? Evet, askeri çalışmayla ki biz buna gerilla çalışması diyelim birey bu yukarıda sıralananları gerçekleştirmek için kendisini savunuyor. Bu bağlamda kendini savunan mekanizma olmazsa bir günde yok edilmek için her şey yapılmak istenir. Unutmayalım ilk günden beri gerillaya katılanların kandırıldıkları söyleniyor. Yani demek isteniyor ki siz bu gençleri elimizde alarak sömürme imkânı bırakmadınız. Ve bize geri verin ki bunları koyunlar gibi sağalım. Yine unutmayalım Başkan Apo’ya en büyük suçlama gençlerin beyinlerini yıkaması olarak dile getiriliyor.
Evet, başkan Apo gençlerin beyinlerini yıkamıştır. Ve sadece beyinlerini değil, yüreklerini de, vicdanlarını da ve bir gencin neyi varsa her şeyini yıkamıştır. O kadar kirden kurtulmak isteniyorsa önce yıkanmak gerekir. İşte en büyük yıkamayı başkan Apo ideolojik doğrularla yaptı. Dağa çıkan her genci bir silahlı güç yapmadan önce ideolojik kimlik sahibi yapmaya çalıştı.”
Özcesi gerilla bir kendi olma mücadelesidir. Dik durarak insan olma onurunu taşıma kimliğidir. Ve böylesi bir güce ikiden bir kara çalmak olsa olsa gerillaların iradesini bilediği gibi çok daha fazla gerillaya katılmanın gerekçesi olur. Böyle olduğuna da dağlara akan Kürt gençlerinin her geçen gün artan sayısında görebilirsiniz. .
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Bundan on üç yıl önce bütün dünyayı bir karabasana sürükleyecek olan, buz kesmiş vicdanların daha da katılaşmasının sonucu olarak lanetli bir gün yazıldı tarihe. İnsanlık tarihinde maalesef lanetli, adı ağza alınmak istenmeyen bir gün daha yaşanmıştı. Kana susamış, insanlıktan nasibini almamış, vicdandan merhametten yoksun, kıskanç efendilerin büyük bir komplosu sonucu yaşandı bu acı gün. Halkların, ezilenlerin, kadınların, çocukların sistemin sebep olduğu trajedisine yeni ve çok büyük bir trajedi eklemişti bu kara gün. Evet o gün 15 Şubat’tı. Şubat ayının ortasından bir sonraki gün. Bundan on dört yıl öncesine kadar da normal, sıradan, alelade, birçoğumuzun farkında bile olmadığımız, günlük hayatımızın kendi sınırlarında devam ettiği bir gündü 15 Şubat. Bildiğimiz 365 gün içerisinde bir gündü işte. Ama tarihler 1999 15 Şubatına geldiğinde sanki her şey değişmişti bizler için, Kürtler için. Öncesinden sıradan bir gün olan 15 Şubat artık bir daha hafızalarımızdan çıkmayacak derecede aklımıza kazınmıştı. Çünkü o gün lanetlenmişti, o gün hiç doğmamış gibiydi, her taraf kapkaraydı, siyahlara bürünmüştü her taraf. Yüreklerde öfke fırtınaları yaratan, intikam intikam diye bize yemin ettiren bir gündü. Güneşimizin, özgürlüğümüzün, onurumuzun, insanlığımızın bizden çalınmak istendiği bir gündü. Dirilen Kürt halkının, savaşan Kürt kadının paramparça edilip, özünden çıkartılmak istendiği gündü. Yüreklere kelepçe vurularak, bir sağırlar, dilsizler ordusunun yaratılmak istendiği gündü…
Bilge İnsana yapılan 15 Şubat 1999 komplosu ile bütün insanlık uçurumun eşiğine getirilmişti. Kürt halkı şahsında bütün Ortadoğu kana bulanmak isteniyordu. Zalimler, komplocular üşüşmüştü dağların ülkesine. O dağlar ülkesinin güzel kız ve oğullarına dünyayı dar etmeyi kafalarına koymuşlardı. Kana susamış vampirler gibi kıymak istiyorlardı canlara. Sanki dünyanın kaderi kendi ellerindeymiş yalanına inandırmışlardı kendilerini. Sanki kimse onları yenemezmiş gibi. Bütün bunlarla beraber özgürlük uğruna, bin yılların kölelik uykusundan uyanıp, gözlerini yaşama yeniden açan Kürt kadının yine kafesine kapatmak, kör kuyularda boğmak istiyorlardı. Önder APO şahsında Kürdün yüreğine, Kürt kadının yüreğine bir hançer saplamaya çalışıyorlardı.
Ama Önder APO bu hançerin ucunu ters yöne çevirdi, kendi zehirli hançerini düşmanın kalbinin ortasına sapladı. Özgürlük savaşını kat be kat yükseltti, dağların zirvelerinde daha güçlü özgürlük ateşleri yanmaya başladı. Direnen, savaşan Kürt özgürlüğe gün geçtikçe daha çok yakınlaşıyordu. Özellikle de Kürt kadını Kürdistan’ının masmavi semalarında özgürce kanat çırpışlarını tüm dünyaya gösterdi. Tüm dünya gördü bunu, anladı, kölelikten dirilen Kürt kadının ne kadar amansız bir özgürlük savaşçısı olduğunu, nasıl bir fedai militan olduğunu kabul etti. Komplocular, hainler, işbirlikçiler neye uğradıklarını şaşırmışlardı çünkü bu beklenmedik bir sonuçtu. Onlar bunu tahmin edememişlerdi. Her şeyin bittiğini sanmışlardı, kendilerin kandırmışlardı zavallılar. Bilmiyorlardı ki Önder APO’nun özgürlük sevdasını, halkının, gerillasının ona çelikleşmiş, ateşleşmiş bağlılığını. Bu gerçekliklerin nelere kadir geleceğini. Aslında bir kez daha insanlık onuru gün yüzüne çıkmış, beni ayaklar altına alıp çiğneyemezsiniz demişti. Bir tokat gibi inmişti komplocuların yüzlerine.
Komplo ile Kürt kadının, aslında bütün dünya kadınlarının umutları da, hayalleri de, aşkları da, gelecekleri de karartılmak istendi. Çünkü Kürt kadınına kendini tanıtan, onu karanlık kuytu köşelerden, unutulmaya yüz tutmuş insanlığından elini tutup çıkaran, ona bir insan olduğunu hatırlatan, değer veren, onu seven, bağrına basan, onunla yoldaş olan Reber APO’ydu. Onu gerilla yaparak ülkesinin yüce dağlarına çıkaran, düşmanına karşı savaşması için eline silah veren, düşünce gücünü geliştiren, sokaklarda, meclislerde irade olmasını sağlayan, bir fedai militan olup halkının gönlünde taht kurmasına yol açan O’ydu. O kadına kadın olduğu için değer verendi, kadını başının tacı yapandı. Bundan daha büyük, kutsal ne olabilirdi ki kadın için? Kadın nasıl sarılmazdı bu kadar güzelliğe dört elle, nasıl koşmazdı var gücüyle özgür yaşama? Kim yıkabilirdi bu dostluğu, kim girebilirdi Önderlik ile kadın arasına, kimin gücü yeterdi buna? İşte insanlık düşmanları korktular bu gerçekten, çünkü bu gerçek onları bitirecek gerçekti. Çünkü insanlığın doğduğu topraklarda, yeniden bir insanlık doğuşu gerçekleşiyordu. Çoraklaşmış Mezepotamya yeniden yaşam suyu ile can buluyordu.
Kara gün ile emellerine ulaşabileceklerini sandılar ama nafile, boşuna çabalardı bunlar, boğulup gideceklerdi onurlu insanların yaşadığı diyarlarda. Özgürlük savaşçısı olan Kürt kadınları onlara aman vermeyecekti. Çünkü yeminliydi bir kere, asla vazgeçmeyecekti bu savaştan. Nasıl vazgeçsindi, o kadar bedel vermişti. O kadar taze kanlar sulamıştı bu toprakları, o kadar gencecik fidanlar daha hayatının baharında düşmüşlerdi kara toprağın kucağına, kolay mıydı bunları unutmak? Bir kere özgürlüğün tadına varılmıştı. Toplumun yaratıcı tanrıçası, bilge kadını, kutsal annesi eski gücüne, özüne dönmeye karar vermişti. Bunun için her şeye hazırdı. Kararından bir adım geri atmayacaktı. Önder APO yarım kalmış projem dediği kadın özgürlük mücadelesini daha fazla geliştirdi her zaman. Bu konuda perspektifleri, değerlendirmeleri, eleştirileri ile her zaman kadına öncü oldu. Fiziki olarak kadının yanında olamasa da o ruhta, düşüncede, duyguda her zaman kadını hissetti, kadının zorlanmalarını anladı, mücadelesine değer kattı. Elbette ki kadın da yüreğinde aynı duyguları, kafasında aynı düşünceleri yaşadı. Belki yetersizdi, eksikti ama kendisi en iyi anlayanın, en çok hissedenin Önder APO olduğunu biliyordu. O yüzden önderine bağlı kalmaya, onun için savaşmaya ant içti. Elbette ki kadın yüreği yaralı, acılı, özlemle dolu çünkü önderi, yoldaşı, aşkı, yaşam sevinci hala dört duvar arasında, hala zalimlerin elinde. Bir insanın bir gün bile dayanamayacağı insanüstü koşullarda on üçüncü yılın geride bırakıyor. Büyük bir irade savaşı ile tanrısal yalnızlığın kutsallığında kendini tüm insanlığın ışığı, yol göstericisi yaptı. İnsan iradesinin, neler yapabileceğini, özgürleşmenin ne demek olduğunu Önder APO’dan başka kim gösterebildi? Dört duvar arasında nasıl bir yaşam yaratılacağını, bu yaşamın ne kadar güzel olduğunu, nasıl milyonların yüreklerine hitap ettiğini göstermedi mi bizlere? Kim artık bu gerçekleri inkar edebilir?
Yüreği körleşmiş, sağırlaşmış, dillerine kilit vurulmuş olanlar anlayamaz bunu tabi. Çünkü onlar kapitalist modernitenin demirden çarklarına, insan öğütme makinelerine çok bırakmışlar kendilerini. Hayattan umudu kalmayan, yaşamı sevmeyen, cam yürekli insanlar ancak böyle olabilir. Şimdi bunlar tecrit- izolasyonlarla, baskıyla Bilge İnsanı yenebileceklerini zannediyorlar. Onu susturabileceklerini zannediyorlar. Ama şunu biliyorlar mı acaba, O’nun sesi zaten milyonların yüreğinde atıyor. Milyonların beyninde yankılanıyor, oradan dudaklara ulaşıp özgürlük nidaları olarak yükseliyor dünyanın semalarına, bunu bütün dünya biliyor artık. Bu gün Kürt kadınları mücadelenin olduğu her yerde, dağlarda, şehirlerde, kıtalar arası özgürlük için savaşıyorlar. Fedaileşmenin, militanlaşmanın zirveleşmesinin yaşıyorlar. İşte bu Önder APO’nun zaferidir. Kürt halkının zaferidir, Kürt kadının, gençlerinin zaferidir.
Şimdi bunu bütün dünya görüyor, kabul ediyor ama bu sağırlar ve körler hala anlamamışlar. Kendi zavallılıklarında anlamak istemiyorlar. O yüzden baskı ve inkar ile Önderliğimize uygulanan tecrit politikaları ile sonuç alacaklarını zannederek aslında kendilerini kandırıyorlar. Bunu kendileri de biliyorlar ama gerçeği itiraf etmek zor derler. Ama onlar kendilerini kandırmaya devam etsinler. Kendi kendilerinin sonunu getirsinler. Önder APO, özgürlük güneşimiz her geçen gün Amed Surlarında halkıyla, Kürt kadınları ile Kürt çocukları ile buluşmaya daha çok yakınlaşıyor. Bunun en kısa zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesi için Kürt kadınları Viyanların, Zilanların, Beritanların, Çiçeklerin, Berwarların yolunda ilerlemeye devam ediyor. Önder APO’nun özgürlüğü Kürt Kadının özgürlüğü bilinciyle her zamankinden daha fazla mücadeleye sarılıyor.
Sema Ronahi
- Ayrıntılar
Özgürlük dağlarına gelen insanlar bireysel hiç bir hesabı kitabı olmayan insanlardır. Dervişler için belirtilen “bir lokma bir hırka” felsefesine göre yaşamayı kendilerine esas alan insanlardır.
Dağlara ilk çıkarken her gelenin bu dağlara çıkış nedenleri farklı olabilir. Çıkış koşulları da farklı olabilir. Özgürlük mücadelesine bilinçli geleni vardır.
Yaşayarak, görerek, okuyarak, araştırarak ve birde vicdani olarak işgalcilerin bu kadar amansız saldırılarına karşı kendilerini sorumlu hissederek gelenler vardır.
Çok ciddi bir bilinçli katılımı olmasa da işgalcilerin uygulamalarını gören, bizatihi insanlık dışı dayatmalarını yaşayan, her türlü onursuzluğa karşı tepki duyarak gelip dağlarda gerillaya katılanlarda vardır.
Özgürlük mücadelesi geliştikçe Kürdistan’da olup biteni gören, bundan etkilenen, çevresinde özgürlük mücadelesine katılan, ya da şehit düşen, ya da gerillayı bizatihi bir şekilde görüpte gönül verenler de vardır.
Kürt olduğu için, Kürtlüğe yapılan onca hakarete karşı tepki duyarak, içine sindirmeyerek, ülkesini sevdiği ve halkını sevdiği için dağlarda bu hakaretlere karşı cevap vermek için dağlara gelenler de vardır.
Dağlara bireysel olarak toplumda olup bitenlere karşı rahatsızlık duymuş, bir şekilde yaşadığı bir ya da bazı durumlardan dolayı dağları kendisine sığınak olarak görüp gelen de vardır.
Ve tabii ki ilerici insanlık için ezilenlerin yanında bir sosyalist olarak mücadele etmek isteyipte gelenler de vardır.
Böyle dağlara yani gerillaya katılma biçimlerini daha da sıralamak mümkündür. Bu katılma biçimlerinin pozitif ve negatif yanları vardır. Dağlara gelipte ilk günden katılma biçiminden kaynaklı hemen adapte olupta en ileri düzeyde mücadele edeninden, katılma biçiminden dolayı -ki her yanlış ya da yanılgılı katılım zorlukları beraberinde getirmektedir-zorlananlar da vardır.
PKK başta Kürt halkı olmak üzere tüm insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, paylaşım ve ortaklaşma sorunlarını gündemine alarak adımını atan bir harekettir. PKK bunu yaparken de çok ileri düzeyde insanlık için kendisini -en küçük hücresine kadar -yatırarak mücadeleyi esas alan bir harekettir. En belirgin özelliği bu bağlamda kendisini feda etmesidir. Bu bağlamda PKK’nin çok güçlü bir fedai ruha sahip olduğunu vicdanlı olan hiç kimse ret edemez.
Bir PKK’li kendi canını Kürt halkı ve tüm insanlık için Feda ederken karşılığında tek bir beklenti içerisine girmez ve girmemiştir. Gelecek aydın yarınlar için her PKK’li kendisini hesapsız feda eder. Öyle ki PKK’nin bu felsefesi Diyarbakır zindanlarında en ileri düzeyde direniş ve güçlü iradi duruş gösteren Mehmet Hayri Durmuş yoldaşımız şahadete doğru giderken bile “mezar taşıma borçlu” yazın demiştir. Enternasyonalizmin seçkin temsilcisi Kemal Pir ise 14 temmuz ölüm orucunda şahadete yaklaşırken; “yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek ölümün üstüne üstüne gelecek aydın yarınlar için gitmişlerdir.
Evet PKK’liler ve PKK kendisini böyle yaratmıştır. İlk günden başlayarak bugünlere kadar da bu ruh olduğu gibi canlı taptaze dimdik ayakta durmaktadır. Dağlara gelen her Kürdistanlı ya da enternasyonalist genç PKK’nin bu ruhuna katılarak gelmektedir.
Evet bir PKK’li böyle yaşadığı için, böyle bir yaşama katıldığı için kendisi için zırnık bir şey bile istememektedir. Öyle ki PKK’nin binlerce şehidinin bugün mezarı yoktur. Naaşının nerede olduğu bilinmemektedir. Şehit düşerken yoldaşları kaldırmış ve daha sonraları da o şehitleri saklayan yoldaşları da şehit düşence yerleri kayıp olmuştur.
Bunun yanında çatışmalarda kahramanca çarpışarak şehit düşerek naaşları işgalcilerin ellerine düşen binlerce yoldaşımızın naaşlarının nerede olduğu bilinmemektedir, bilmemekteyiz. Bugün toplu mezar gerçeği olarak karşımıza çıkan şahadetlerin büyük bir kısmı bu yoldaşlarımızdır. Navala Kasaba buna en iyi örnektir. Yine arazilerde bırakılarak param parça edilen yüzlerce belki de binlerce daha böyle gerilla naaşı…
Gerçekler bu kadar açık ve berrak olarak ortadayken kalkıp Kürdistan gerillasına, onun komutanlarına, onun yöneticilerine, onun önderliğine dil uzatmak tek kelimeyle bir ahlaksızlık ve saygısızlıktır.
Bu halk için, bu topraklar ve ülke için tek gram kan dökmeyen, kandan da öteye bir gram ter dökmeyen, kendi köşelerinde, yurt dışında ya da başka kıyılarda kuytularda gizlice, korkakça, hatta düşkünce sadece kendi bireysel yaşam arayışlarına girenler –ailelerini de bu suça ortak ederek-bugün hesapsız ve kitapsız dağlara gelipte kendi halkı için ilerici insanlık için canını veren bu militanlara ve bu militanların öncüleri olan önderine dil uzatmaları tek kelimeyle dediğimiz gibi büyük bir saygısızlıktır. Düşkünlüktür.
Yeniden söyleyecek olursak; bu dağlara geliş nedenleri ne olursa olsun, düzeyleri ne olursa olsun, nereli, nasıl, hangi halktan, hangi dinden ve mezhepten ve tabii ki hangi cinsten olursa olsunlar biraz PKK’nin ve PKK’li olmanın havasını teneffüs etmişlerse kesinlikle bu halk ve insanlık için beş metre bez bile istemeden canlarını dişlerine takarak feda etmesini bilmişlerdir. Öyle ki meçhul kalmayı göze alarak bunu yapmışlarıdır.
Evet az da olsa vicdanları kalmışsa bu gerçeğe karşı saygılı olmasını bilinmelidir. Bu gerçek karşısında saygılı olmasını bilmeyenler yarın gerçekleşecek özgür Kürdistan’da toplum içerisine çıkamayacaklarını bilerek saygısızlıklarını devam etsinler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Beyaza bürünmüş bir gelin gibi Zağroslar. Ne zaman baksam bu geline, çiçeklenen baharı görüyorum hep. Kar beyazında bile ışıltılı çiçek bahçesi oluyor dağlar. Şubat, en beyaz halidir dağların. Ama Şubat’ta filizlenmeyi bekleyen tohumlar değil sadece kara gömülü olan, toprağa gömülü pimi çekilmiş bir atom gibi duruyor yüreği bütün dağlıların. Kavga zamanı Newrozlara girmeden önce, Şubat’ta çekiyorlar yüreklerinin pimlerini. Düşürülecek bir tepenin dibinde, pimi çekilmiş bombayı kendinden emin sımsıkı tutan usta birer savaşçı gibi bekliyorlar Newroz’a girmeyi, yürekleri avuçlarında.
Gözlerinde hüzünle kuşanmış bir öfke olarak duruyor Şubat’ın tam orta yeri. Bu Newroz’da bu öfke patlamasını susturacak tek ses, daha bir suskun şimdi. Suskunluk kıyamet öncesi sessizlik gibi duruyor dağlarda. Ne kadar boğulsa sesi onların, sessizliği anlamanın ustası oluyorlar bir o kadar. Ne kadar bir kefen gibi örtünse üzerleri soğuk beyazlarla, bir o kadar patlamaya ısınıyor yürekleri. Ustasılar sessizlikte kıyamet anını beklemenin. Çünkü dilsizlikte boğulmak isteniyor tek sesleri. Dili yasak bir ülkenin çocuklarıdır onlar. Dilsizliğin dilini en iyi onlar bilir. Dilsizliği bile çığlık yapmanın marifetindeler. Çünkü bütün dillerin ana kaynağı olan topraklarda konumlanıyorlar.
Bir kefen gibi örtünmüş Zağroslar. Toprağın altı cehennem bir bahar oysa. Nice kefen yırttı bu dağlar, bu güzel çocuklar. Kefenlerinden beslenmenin ustalığındalar. Böyle zamanlarında, yüreklerine hep Bir Anka Kuşu konuyor. En çok da Anka’nın kül beyazlığındaki yumurtası gibi duruyor şimdi Zağroslar. Ne kadar yansa o kadar dirilecek bu dağlar. Ve Newroz’a doğar bütün çocuklar bu topraklarda. Ateşten bir kıvılcım gibi uçuşacaklar o karartılmış diyârlara. Yangın çıkarma maharetinde Newroz ateşleri yakmaya gidecekler. Çünkü biliyorlar, ışımayan her yer zulüm cehennemidir bu topraklarda.
Ben de kendimi vurmuşum bu karlı dağ yollarına, soğuk bir Şubat ayazında. Geçmiş iyice misafirlik hallerim. Hangi gerilla kampına gitsem, hemencecik yerlisi olup yerleşiyorum oraya. Hüzne bulaşmış tebessümlerde karşılıyorlar beni. Bu, hızla yerleşmelerime takılıyorlar en çok. Sıcak bir çay, közde yakılmış bir ekmek ve yüreklerini koyuyorlar soframa. ‘Tam bir yerlisin sen’ diyorlar. ‘Neye ihtiyacın varsa, söyle hemen’ deyip kurulanmam için sobanın yanındaki taş oturağını gösteriyorlar bana. ‘Ev sahibisin nasıl olsa. Şütiğini aç, ıslak elbiselerini değiştir hemen’ deyip kuru elbiseler getiriyorlar bana. Değiştiriyorum hemen elbiselerimi. Kıtır kıtır ekmekten bir parça kırıp dişlerimin arasında, üzerine bir yudum gerilla çayı da içince, yüreğimden uçan bir kelebek gibi uçup gidiyor bütün bedensel yorgunluğum.
En çok tanışma faslını seviyorum bu yerleşme başlangıcı zamanlarımın. Tanıştırıyorlar yenileri. Bu falankes deyip gösteriyorlar bana en gençlerini. ‘Yeni misin?’ diyorum. Sadece bana gülümsüyor yenileri. İyice yenilenmiş ‘bir eski’ çıkıp, elini vuruyor omzuna genç olanın. Gülümsüyor o da. ‘Yeni de laf mı, son model, gıp gıcır. Doğru düğmesine bassan, saniyeye bin mermi sığdıracak sıfır bir kleş mübarek’ deyip gülümsüyor bana. Soru soran gözle baksam birine; adım Agit, adım Zilan, adım Armanc, adım Asmîn, adım Zekîye, adım Renas, adım Beritan, adım Delav, adım Sema, adım Loran, adım Viyan, adım Şurzan, adım Nuda…
Hemen başlıyorlar anlatmaya kendilerini. Tanıdıkları çok olanlara ha bire selam taşınıyor ya, kendilerine selam gönderecek biriyle tanışmanın sevincinde kimi zaman usulca, kimi zaman paldır küldür girişiyorlar sohbetlere. Keyifle dinlediğimi görünce kendilerini, şaşkınlığa uğruyor kulaklarım. Hangisini dinlemek için çevirsem yüzümü, hemen arkada konuşan kendini tanıştıran diğerinin sesi geliyor kulaklarıma. Bu taramalarda bütün mevzilerimi kaybedince hemen araya giriyor tecrübeli biri, ‘Yaw heval, hele bırakın bir nefes alsın, biraz dinlensin. Sonra merak etmeyin, nasıl olsa hepinizle ahbap çavuş olmanın bir yolunu bulur O. Ama dikkat edin, tam bir yerli bu adam. Yerleşti mi bir kere, vallahi sorularıyla allak bullak eder sizi. Sabahlara kadar bitmez bu yerlinin sohbetleri.’
Gülümsüyorum. Özellikle en gençlerine dikiyorum gözlerimi. Her birisi yurdumun bir parçası gibi duruyorlar karşımda. Son haberlerini getirmişlerdir yurdumun dört bir yanından. Soracağım onlara Horasan’ı, Kobanî’yi, Mersin’i, Hamburg’u, Paris’i, Erîwan’ı ve en çok da Gever’i. Çünkü Geverli en çok şimdi dağlar. Paramparça, darmadağınık sürgünlerdeki yurdum en çok sonbaharda akıyor dağlara. Ve hazırlanıyorlar yepyeni baharlara.
Yerliliğime dokundurunca hep eskileri, genç biri tutamayıp kendini, usta bir merakla, ‘heval Jêhat, sana niye yerli diyorlar?’ diye soruyor ısrarla. O sözü kullanmak istemediğimi, utangaç kesildiğimi görünce biri, genel ve esprili bir cevapla geçiştirmeye çalışıyorum ben de. ‘Bu dağlarda hep yerliyim de ondan’ diyorum. ‘Ha..Anladım’ diyor zekice gülümseyen genç biri. ‘Tabi ya, senin soyadın Bêrtî. Ee dağların en yerlileri değil mi Bêrtîler… Ondan… Yakışır hani’ diyor hemen ahbap çavuşluğa teşne bir tebessümle. Araya girip, ‘çok kuantumik bir tahmin ama tutmadı’ diyor eski biri. Biraz şaşırmış ama çaktırmamaya çalışıyor diğeri. ‘Olasılık çok kuantumda. Ben çıkarırım valla’ diyor. ‘Çok gidip geliyorsun dağlara, onun için değil mi? Ve seviyorsun dağları. Okumuştum yazılarını. ‘Yüreğim dağlı’ diyordun ya. E hep dağda oluyor o zaman, onun için yerli oluyor diğer adı’ Her şeyde olduğu gibi fırsatını bulunca kaçırmıyor espriyi diğeri. Ustaca elini koyup omzuna genç olanın, ‘Allah bilir, matematiğin zayıftı’ diyor. ‘Niye?’ diyor genç olanı biraz kızgın. ‘Heval, sen şehir mekteplerinin matematik olasılığında yapıyorsun hesaplarını. Sonuçları hep yanlış çıkar o şehirli hesapların bu dağlarda. O kadar ipucu verdim oysa, yine de anlamadın ’ diyor. ‘Ne ipucuymuş bu?’ diyor diğeri. ‘Verdim verdim de, sen anlamadın. Ne demiş gerillanın ataları ve anaları, anlayana sivrisinek saz, anlamayana Bisiving (B7) roketi az.’
Diğeri çaresiz teslim oluyor bu roketlik cevaba. ‘Yaw heval, çatlatmayın insanı, bir espri var bu işte, öğrenmesem hemen patlayacağım valla’ diyor zafer kazanmış gözlerle bakıyor diğeri. ‘E yerli. Çünkü bir Aborjin O’ diyor. Bir kahkaha patlıyor eskilerin dudaklarında. Genç olanı mahcup, ‘Tüh… Nasıl da unutmuşum.Okumuştum oysa bir yazısında’ diyerek geç kalmış mahcup kahkahasında.
Çoğu zaman en sevindiğim zamanlar oluyor bunlar. Hele bir de yazılarımı okuduklarını öğrenince, gururlanmadan edemiyorum. İşte asıl o zaman dağlarda olmanın keyfine daha bir varıyorum. Dağa yürüyen tek birisinin ayağının bastığı sudaki bir taş bile olmuşsa bütün yazdıklarım, yetiyor bu bana. Bunu, Şubat öfkesindeki dağların, her şeyi hüzne boğan gelinliklere gömülü gerilla kamplarında gördüğümde, daha bir hüzne kesiliyorum, daha bir pimi çekiliyor yüreğimin. Çünkü en çok dağlara yol olan, kırk yıllık dağ hayallerinde yaşayan o çocuk, dağlarından koparılmış, denizin ortasında, bir adadaki hücrede daha bir susturulmak isteniyor işkencelerde.
Şubat hüznünü dağıtmak için, yara yara yürüyorum dağlarda gömülü gerilla kamplarına. Dostlukta şen, Newroz hazırlığında öfkeli, Şubat hüznünde suskun kesiliyor dağlar. Bir suskunluk, ürkütücü bir suskunluk var bu Şubat’ta. Araya serpiştirilen dost sohbetleri, bahar hazırlığının heyecanları ve Newroz’larda akacak isyan sellerinin ve Newroz ateşlerinin umutlu ışıltıları olmasa, en çok Şubat’ta bir atom gibi parçalayacak gibi duruyor dağlar. Şubat’a dair hangisine sorsam düşüncelerini, cehennem çığlığında bir suskunlukla cevap veriyorlar.
Daha bir suskun bu Şubat dağlar. Dudakları daha bir kenetlenmiş öfkelerde. Dokunsan, cehennem fışkıracak gibi bakıyor gözleri. Daha bir sabırsızlıkla bekliyorlar bu baharı. Eylem öncesi sessizliğin kıyamet sessizliğinde daha bir ıssız dağlar. Onsuz kalınca, büs bütün susup ıssızlaşıyor dağlar. En gür sesi dağların susunca, daha bir büyüyor kıyamet sessizliği. Seslerini getireceğim size Şubat dağlarının. Ama kelimelere sığmıyor bu Şubat dağlar. Ve daha bir suskun, daha bir öfkeli, daha bir kenetli, sözden bıkmış dudaklar.
Son sözü hep yaşlılar söyler bu kadim topraklarda. Oysa, en çok da onlar suskunluktalar. Sanki bu Şubat bütün karlar onların saçlarına yağmış, sanki kar’a gömmüşler yüreklerini. Buz kadar suskunlar. Oysa biraz bilirim bu dağları, üşütmez onları hiçbir kar’ın soğukluğu, susturamaz hiçbir zulüm onların seslerini. Söze inanırlar en çok. Şimdi sessizce baharla sözleşiyorlar. Sözlerinin eridir onlar, komazlar sözlerini yerde. Ve en büyük sözlerini, en öfkeli sözlerini, en kıyamet sözlerini cehennem bir suskunlukta veriyorlar şimdi.
Gençler, suskunlukta acemi kalıyorlar bazen. Öfkeleri parçalayıp kenetli dudaklarını, bir kıvılcım gibi çıkıyor ağızlarından. Dağa gelmenin sevincini Şubat’ın öfkesine gömüyorlar. Dostluklarında şen olan bu çocuklar, Şubat’ta mahşer kuşanıyorlar. En çok da bir kelebek gibi bedenlerini ateşlerde meşale yapanlar, o güzel çocuklar, o ateş çocuklar, o güneş çocukları kuşanıyorlar yüreklerinin raxt’ında.
En çok Şubat’ta dağları dolaşmak zorluyor beni. Kar’ın kucağında tenimi üşütmüyor hiçbir soğuk. Yakmıyor hiçbir kar tenimin tek hücresini. Ama Şubat hüznündeki dağlıların suskunlukları cehennemlere çeviriyor yüreğimi. Oysa hasretimi gideremedim daha dağlarla. Şubat, kursağımda bir köz gibi dağlıyor bütün kelimelerimi. Şen çocukların gülüşlerini serpmesem üzerine, her şeyi ve her yeri tutuşturacak bu cehennem. Yakıcılığını bilirim ateşlerin.
Yabancısı ve korkak değil bedenim ama bir korku sarmış işte, yüreğimi. Bu Şubat’ta harlanan ateş, bu kadim toprakların en kadim kardeşliklerini bile yakacak gibi duruyor. Kızgınlıktaki çocuklar tanımazlar hiç kimseyi. Öfke tek çocuğudur zulmün. Kardeşi yoktur öfkenin. Öfkelerde cehennem olan yüreklerin, bütün kardeşlik köprülerini yıkmasından korkuyorum bu bahar. Çünkü katlanılmaz olmuş bazı kardeşlikler. Zulümde doğan bütün çocuklar, öfke dışında hiçbir kardeş tanımıyorlar yüreklerine.
Şubat’ta bir kıyamet demleniyor. Anaların gözyaşlarını döküyorlar bazıları bu ateşin üstüne. Söndüremez okyanuslar ötesinden gelen hiçbir tehdit okyanusu bu ateşi. Bir benzin gibi dökülecek anaların gözyaşları bu ateşe. Bütün okyanusları tutuşturup okyanus ötelerine uzanacak bu yangın. Tehditlere ve yalanlara, ‘görecekler’ kıvılcımlarında parçalanıyor genç dudaklar.
Bu ateşi söndürecek tek nefesin, uzadıkça uzayan suskunluğu korkutuyor en çok beni. Biliyorum, susarsa O nefes, hiçbir kelime tanımlayamayacak bu kıyameti. Mahşeri bile olmayacak bu kıyametin. Adalet terazisi kırılacak yüreklerin çünkü, en yanlış hallerinde yanlış tartıyor bu terazi. Sönecek bütün ışıklar bu Newroz’da. Şubat ateşleri yanacak Newroz meydanlarında. Ve dağlardan Şubat akacak her yere.
Herkese bahar olması beklenen bu bahar, Şubat yangınlarında demleniyor dağlarda. Yanlış tartan bütün terazileri yakacak bu yangın. Adaleti umursamıyor artık kimse. Sadece öfke ve intikam ateşleri demleniyor dağ yüreklerde. Çünkü adaletsiz buluyorlar en çok Şubat’ı. Bitmişse adalet, bitmiştir her şey.
Şubat’tayız. Ve Şubat’ta kırılmış adalet terazisi en çok. Baharın erdemi umurunda değil dağların. Newroz yangınının kıvılcımları çakıyor Şubat’ta demlenen dağ yüreklerde. Erdemini yitirmişse kardeşlikler ve kırılmışsa terazisi kardeşlik adaletinin, anlamı yok hiçbir erdemin. Hiçbir mahşer soramaz hesabını bu kıyametin. Adaletin öldüğü yerde biter bütün erdemler. O zaman adil olan tek şey girer devreye, ateş. Çünkü arındırıcıdır ateş. Temizleyicidir. Ateşe düşen bütün kirler pis bir duman olarak savrulur gökyüzüne. Demirden yürekler ise ateşte çelikleşir en çok. Dayanıksızdır kirler. Yok olur giderler ateşlerde. Kirletilmişse kardeşlik bile, onu da ateş temizler artık. En erdemini yitirmiş kardeşlik ise, adaletsizlikle kirlenmiş olandır. Kirlenmişse her şey, yangın açınılmazdır, ateş kutsaldır o zaman. Tek erdem ateştir o zaman. Bunu çok iyi bilir ateşin oğulları ve kızları. Oysa en çok adalet kirlenmiş bu zulüm zamanlarında. Bitmişse adalet, bitmiştir bütün erdemler. Çünkü ‘bütün erdemler adalette özetlenir…’
Jêhat Nûda Yayla
- Ayrıntılar
Kendimizi tamamlamak.
Doğanın insan ve topluma ait değerlerin, Sümer Rahip devleti tarafından mitolojilerle manipüle edilerek çarpıtılmasıyla, kendini toplumun değerleri üzerinde yükselterek kurumlaştıran yeni sınıfın ahlaki-vicdani çöküntüsüne karşı, insanlığından ve onun doğasal yaşama biçiminden vazgeçmeyen, bunu dayatılan tüm zihni, ruhi ve fiziki zorluklara göğüs gererek günümüze taşıyan büyük direniş gerçekliği, İmralı’da Önderliğimiz, şehitlerimiz ve halkımızın kutsal direnişiyle güçlendirilerek devam ettirilmiştir. Bu duruşla komplocu güçler amaçlarına ulaşamamış, boşa çıkarılmışlardır. Önderliğin, şehitler ve halkımız şahsında kazanan insanlık olmuştur.
Güneşimiz Reber Apo’nun iç etmen olarak yetersiz yoldaşlıktan da kaynaklı uluslar arası küresel-kapitalist güçler tarafından kahpece bir komplo ile İmralı’da esaret altına sekizinci yılı dolarken, bu sekiz yıl boyunca Reber Apo her gün, her saat, her dakika, her saniye halkı ve insanlık için tek kişilik tutuk cezaevinde ruhen-zihnen zindeliğini kaybetmeden, Eyüb sabrını aşan bir sabırla, yalnızlığını kutsal bir inziva süreci olarak değerlendirmiş, insanlığı tarihle aydınlatan ‘Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru’ , ‘Özgür İnsan Savunması’ ve ‘ Bir Halkı Savunmak’ adlı yapıtlarıyla Kürt, Türk ve Orta doğu halkları için; komployu kaybettirerek, barışlarının güvencesi olmuştur.
Kardeşini öldüren Kabil’i devam ettiren kanlı gelenek, bu günde kaybettikçe azgınlaşarak saldırılarına devam etmektedir. Kaybettikçe bukalemun gibi renk değiştirerek kendini Önderliğimiz şahsında insanlığa dayatmaktadır.
Reber Apo komploya karşı hiç kaybetmediği enerjisiyle büyük direnişi sergilerken bizde de; Önderliği zamanında anlayamama ve uygulayamama, yetersiz yoldaşlığın ifadesi olup komplonun çeşitli renklerde devam ettirilmesine de cesaret vermektedir. Emekle ortaya çıkan gelişmeleri inkar etmiyoruz ama yeterli olmadığı da aşikardır. Zaten yetersiz yoldaşlıkta bundan kaynaklanmaktadır.
Önderlik, 21. Yy çağ gerçekliğinde en üst bilinç düzeyi ile bütünleştirdiği ve anlamlı kıldığı militanları tarafından tarihte eşine ender rastlanan bir sahiplenişi yaratmıştır. Tüm komplo süreçlerinde bedenleriyle Önderlik etrafında ‘ateşten bir çember’ oluşturarak sahiplenmiş halk ve önderleşen yoldaşlık gerçekliği, bizim de Önderliği 24 saat yaşayarak, emekle nasıl sahipleneceğimizin cevabını vermektedir. Bu özgürselliğini, anlamsallığını, sezgiselliğini ve bilgiselliğini azami seviyede işlevselleştiren bir çağdaş müminler ordusudur. 21.yy’ın yedinci yılında mücadeleyi Önderlik etrafında zafere taşıyan Apocu militan gerçekliğidir. Bu geleneğin son halkaları Serdar ve Viyan’larda ifadesini bulan bu ahlaki, vicdani tutum, bizde de yakıcı bir şekilde doğru sahiplenişin emrini vermekte ve sorumluluğumuzu artık üslenmemiz gerektiğini ifade etmektedir.
Viyan Soran yoldaş Reber Apo’ya hücre cezasının verildiği tarih olan 15 Ocak 2006’ da şunu yazmaktadır; ‘ yoldaşlar, dostlar ve acı çeken kadınlar... sizler içinde bir kaç değerlendirme yapmak istiyorum. Üzülmeyin, halay çekin! Biliyorsunuz ki ben halay çekmeyi çok seviyorum. Halay çektiğim zaman kanatlanıp uçtuğumu hissediyorum.
Ben doğanın bir çocuğu ve evrenin küçük bir parçası olarak söylüyorum ki, kutsal bir yaşamın kanun ve ölçülerini yerine getirmek, yaşamıma anlam vermek istiyorum. Ben de bir meyve ağacı gibi, acı çeken halkıma ürün verme zamanımın geldiğine inanıyorum. Elleri havada kalmış çocuklara ve boğulmuş hayallere bir umut olmak istiyorum. Az da olsa, acı çeken kadınların özgürlük molekülünü geliştirmek için bir atom olmak istiyorum. En önemlisi de İmralı adası etrafındaki mumlar içinde bir mum olmak istiyorum. Size şunu belirtmek istiyorum ki, artık egemen devlete, yalancı ve zalim erkeğe cevap vermenin zamanı gelmiştir. Bunun için 15 şubat gecesini içimdeki kin ve nefreti bir volkan gibi patlatarak, bunların cezalandırılacağı bir geceye dönüştürmek istiyorum. 15 Şubat gecesi Mazlum Doğan, Zekiye Alkan, Berivan Ronahi, Sema, Fikri Baygeldi ve zincirin son halkası olan Serdar Arı’nın bedenindeki ateşi yüreğimde hissedeceğim. ‘ ya özgür bir yaşam ya da onurlu bir ölüm’ ‘ bı ji Reber Apo’ slaganları kulaklarımda çınlıyor, beynimde üst üste yankılanan ses, dünyaya sesleniyor. Bu ses amaca kilitlenişimin sesi olup, eylemdeki amacımın başarısını yüzde yüz garantiliyor. İçimdeki Sema ve Serdar’ın alevleri gürleşirken, hiç bir zaman Başkan Apo’nun etrafındaki ateşin soğumasına izin vermeyeceğim. Çok zorlu geçen bir kış içinden, bedenimdeki ateşin acısıyla mesaj vermek ve çağrıda bulunmak istiyorum. Bu mesajım özgürlük mesajıdır. Hepinizi Başkan Apo’yu korumaya, başarıya ulaşmak için eylem ve mücadeleyi yükseltmeye çağırıyorum.’
İşte bu çağrıyı duymak ve anlamak ve onun pratik ifadesine kavuşmak yetersiz yoldaşlığımıza son verecektir. Yetersiz yoldaşlık konumundan çıkmak ve komployu boşa çıkarma mücadelesi içinde olmak, beynimizi zaptederek, ruhumuza sinmiş küresel-kapitalist sistem ve onun yaşam kültüründen kopuşu sağlamak, en önemlisi de Önderlik paradigmasına girmekle olur. Partilileşen kadrosal duruşla, bu mücadelede komploya karşı durmanın ahlaki bir tutum olduğu bilinmelidir.
Önderlik ve şehitler gerçeğiyle kendimizi yeniden tanımlamak, onun bilinçli, ahlaki- vicdani varoluş tarzını özümseyerek yaşama eylemine dönüştürmek, komplonun yeni bir yılına girerken çağ gerçekliğinden de kaynaklı her zamankinden daha fazla tamamlanması gereken bir görev ve emir olarak aciliyetini korumakta, dayatmaktadır.
Burada önemle anlaşılması gereken, komployu tüm hücrelerimizde ne kadar hissettiğimize ilişkin olmalıdır. Çünkü komploya neden olan, dış etkenlerden çok iç etkenlerdir. Her birey içten, yani kendinde komployu sorgulamalı ve ona hizmet eden tüm geri yanlarından kendini kurtarmanın savaşımı içinde olmalı. Varsa eğer Önderlikle bir yaşam iddiamız, o zaman bu çabayı en yüksek kararlılıkla bütünleştirmeliyiz. Bu, içten komployu zayıflatarak, komplocu güçler karşısında daha güçlü, özgür bir duruşu sağlayacaktır. Özgürlük sanıldığı gibi bireysel değildir, toplumsaldır. Toplumsal özgürlük oranında birey özgürlüğü anlamlıdır. Özgürlük ise Önderlikle yaşamda mevcuttur. Önderliksiz hiç bir özgürlük olamaz ve bu mümkün de değildir. Yaşadığımız tüm köleliklerin Önderlikle kırıldığı ve özgür yaşama Önderlikle açıldığımızı bilmeyi, yüzeysel anlamanın ötesinde iliklerimize kadar anlamlandıramazsak gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntü içerisinde her gün kaybederek tükeneceğimizi bilmeliyiz. Önderlik özgürleşmeden hiç bir zaman özgürlük beklenmemelidir. Özgürlük, Viyan yoldaşın yaptığı gibi Önderlikle yaşamımızı anlamlandırarak mümkün olur.
Serdar Arı arkadaş ‘söz bitti, sıra eylemde’ derken, Viyan yoldaşın ardından gittiği eyleminde ‘PKK’de en büyük eylem, sözüne sahip çıkmaktır. Bilin ki bir yerlerde söz anlamını yitiriyorsa, orada gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntü vardır. Böyle bir durumun sonucu da ihanettir.’dedi. Buna cevaben eyleme dönüşmesi gereken birçok sözümüzün olduğunu hatırlamalıyız. Söz eylemle anlamlıdır. Ötesi Viyan yoldaşın da belirttiği gibi gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntüye gidiş ve ihanettir. Bu durumu yaşamamak için verdiğimiz sözlerin eyleme ne kadar dönüştüğünü, dünden bu güne bakarak sorgulamalı ve nerede durduğumuzu netleştirmeliyiz. Çok açık bir perspektifle, Viyan yoldaş dönemim eyleminin çok yönlü olduğunu, uygulamamız için önümüze koydu. Bu, yaşamda silik, parçalı ve tıkanmışlığa karşı kişilik bütünlüğünü ifade ediyor. Ayrıca bu bir emirdir.
Bu temelde Serdarların, Viyanların emrettiği yaşamın neresindeyim, onlar Önderlikle yaşamın doruğundayken ben bunu ne kadar hissedebiliyorum? Yaşamım ne kadar anlamlı, kim olduğumu, ne istediğimi, nerede yaşadığımı ve nasıl yaşamam gerektiğini biliyor muyum? Ne kadar hayal, ne kadar eylemim? Eylemim bu mirası ne kadar koruyor, yüceltebiliyor? Önderlikle 24 saatin kaçını yaşıyorum? Yoldaşlarımı ne kadar yaşıyor ve yaşatabiliyorum? Tüm bu sorular ve nicelerinin cevabı ne uzağımızda ne de sırdır. Çok açık önümüzde duruyor. Yapılması gereken sadece körlüğümüze bir son verip görmektir. Ve görmeyi süreklileştirerek eyleme dönüştürmektir.
Kendimizi Önderlik çizgisinde tamamlamanın çabasında, izlenecek yol olarak Önderlik gerçeğini sahiplenme için doğru anlamak her zamankinden fazla kendini dayatmaktadır. Önderliği sahiplenebilecek, komployu bu şekilde boşa çıkartabilecek ilkeli bir kadrosal duruşu yakalamamız gerektiği ortadadır. Önderliği idealize eden zihniyet ve bu zihniyete bağlı ruh halimiz, Önderliği doğru anlamamıza fırsat vermemektedir. Bu yüzden Önderliği sahiplenebilecek aktif yaşamsal bir örgüt olgunluğunun gerisinde kalıyoruz. Önderlik, büyüklüğünü emekle yaratmış, yaşayan bir gerçektir. Önderliğe bilimsel, felsefik yaklaşım, bir o kadar da kendimizi onunla yaratma anlamına gelir. Kendini Önderlik tarzı emekle, felsefeyle, bilimle tanımlayabilen, zaman ve mekanın dışında kalmadan somut koşulları iyi tahlil edebilen, diyalektiğini kurabilen, eylemini, Önderlik paradigmasını doğru özümsemiş, partilileşen bir kimlikle ifade edilebilen, Önderliğin çağdaş bir militanı olabilir. Bunun dışındaki müritlik ağacın kurduna benzer. Bu da asalakça bir yaşamdır. Asalakça yaşamın kaynağında da bir bütünen yaşamın hiç bir alanında sorumlu bir düzeye, bilince taşımayan, onun gereklerini yerine getirmeyen, günü birlik yaşam tarzı vardır. Başta sorgulanması, kaçınılması gereken bu yaşam tarzıdır.
Diğer bir yandan sorgulanması gereken bir gerçekliğimiz de eylem yerine, niyetlerle kendimizi izah etme tarzımızdır. Bu yüzden soyut ve hayalciliğin önüne geçerek güçlü bir gerçekleşmeyi sağlamada yetersiz kalıyoruz. Sonuç olarak kendini tekrarla; örgüt ve sistem kimliği arasında seçim yapamayan, ağlamaklı- sızlamaklı, sorunlara çözüm gücü olamayan, şikayetvari tarzlarla ortayolculuk derinleşip kronikleşen bir hal alıyor. Oysa niyet bir biçime öz olabildiği oranda değerli ve anlamlıdır. Bunu yapamamamız, komployu kendimizde mahkum edemediğimizi ve ona hizmet eden bir konumda olduğumuzu ifade eder. Verili kişilik, kader değildir. Karamsarlığa, umutsuzluğa, inançsızlığa düşmeden, şehitlerimizden alacağımız moralle aşma kararlılığını göstermeliyiz. Viyan yoldaşın dediği gibi; ‘eğer yerinde ve zamanında yaşamsal ve düşünsel bir emek verirsek, başaramayacağımız ve sonuç alamayacağımız hiç bir şey yoktur. Onun için hiç bir şekilde umutsuzluğa, karamsarlığa, inançsızlığa pirim vermeden, umutla, büyük sarsılmaz bir inançla mücadeleye atılmalıyız. Mücadelede nerede durduğumuzu tespit ederek, yerinde ve zamanında, yaşamsal ve düşünsel emekle her zaman güçlü, doğru çıkışların mimarı olmalıyız. Gelişimin bilinçli çabasını süreklileştirme istikrarlılığında, her türlü küçük burjuva oportünistliğine, geri feodal köylü kurnazlıklarına, örgüt yaşamını aşındıran ilişki tarzlarına karşı net militanca tavırda olmalıyız. Yaşamımız boyunca tüm iç ve dış geriliklere karşı Önderliğimizin, şehitlerimizin ve emektar halkımızın yarattığı değerleri kendimizde mücadeleyi yükselterek korumalı, çoğaltmalı ve yüceltmeliyiz.
Evet, bir 15 şubat gününe daha yaklaşırken, nasıl karşılamamız gerektiğini Serdar’lar, Viyan’lar bizlere gösterdiler. Bunun ahlaki ve vicdani boyutunu zihniyetimizde ve yüreğimizde tüm yakıcılığıyla hissederek bu günü karşılamalıyız. Viyan yoldaşın ‘bu yılki 15 Şubatı ağlama, çaresizlik ve umutsuzluk içerisinde değil, aşkla, coşkuyla ve büyük bir inançla karşılamak istiyorum’ dediği gibi karşılamalıyız. Beynimizi ve ruhumuzu onların ateşiyle aydınlatarak karşılamalıyız. Bir an bile unutmadan, tutkuyla karanlıklarımızdan arınarak Viyanların, Serdarların sevgisine ulaşmanın kutsal emeğiyle karşılamalıyız. Her zamankinden daha fazla var olarak Viyan yoldaş gibi bildiklerimiz ve yaptıklarımız arasında güçlü bir his köprüsünü kurup, onun gibi amaca kilitlenerek karşılamalıyız.
Amaradan yükselen Güneş
Tarihten bir nehir akıtır,
Köküne yaşlı bir ağacın,
Ve yeşertir.
Bir dal uzanır yeşeren ağaçtan Ararat’a
Kırılır betonları zirvesinde Ararat’ın
Ve bir Viyan biter
Sevdalı,
Yüzü güneşe dönük...
Ararat taşır rüzgarlarını Amed’e
Ve dalgalandırır surlarında Amed’in
Kanla, ateşle kutsanmış bayrağı...
Hamza Botan
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 9 Şubat günü Bingöl’ün Ilıcalar Beldesinde operasyona çıkan işgalci TC ordusu ve gerillalarımız arasında kısa bir çatışma yaşanmış, yaşanan çatışmada 8 gerillamızın şahadete ulaştığı ve 2 gerillamızın ise yaralı olarak esir düştüğü bilgisini kamuoyuna duyurmuştuk.
- Ayrıntılar