Akepe hükümetinin bugünlerde İsrail ile arası “açılmış”. Bugünleri biz “one minute”le başlayan süreç olarak anlayalım.
Taşeron: “Büyük bir işin bir bölümünü yaptırmayı, asıl müteahhitten kendi üzerine alan ikinci müteahhit” olarak tanımlıyor sözlükler.
Bugünlerde İsrail ile “arası” açılan Akepe’nin yakın süreçte İsrail Siyonist devletiyle yaptıkları anlaşmalara kısa bir bakış atarak Akepe’nin ne kadar İsrail karşıtı ya da ne kadar İsrail yanlısı ya da ne kadar İsrail taşeronu olduğuna bakabiliriz.
Yasin Kılıçkaya’nın Akepe ile İsrail arasında yapılanları kaleme alan kısa makalesine bakacak olursak, Akepe ile İsrail arasında çok ciddi ilişkiler bulunduğunu tespit etmek zor olmayacaktır.
“2002 yılında iktidara geldikten hemen sonra AKP iktidarı, İsrail'le daha önceki hükümet döneminde yapılan 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesine yeşil ışık yaktı. AKP hükümeti İsrail'den silah alımı konusunda yıllık ortalama 400 milyon dolarlık toplamla önceki hükümetleri de geride bıraktı. İsrail’le stratejik işbirliği, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir” diyen başbakan Erdoğan, İsrail’le 800 milyonluk Anam füzelerini, gece uçuş sistemleri olan Litening sistemini, elektronik savaş dürbünlerini, casusluk ve saldırı pilotsuz uçakları satın alma müzakerelerini içeren anlaşmalar imzaladı. AKP’nin İsrail ile yaptığı ihalelerin en önemlisi “casus uçak” olarak bilinen Heron ihalesi oldu. Heron'un ihalesini İsrail Havacılık Sanayi IAI (Aerospace Industries) , yer istasyonunu da İsrail'in en büyük özel savunma firması Elbit System kazandı.
İsrail’de yayınlanan Haaretz ve Urşalim Post gazeteleri 19 Nisan 2003 tarihli haberlerinde IAI firmasının, Türk ordusunun 200 milyon dolarlık pilotsuz saldırı uçakları ihalesini kazandığını yazdılar. Bu anlaşma uyarınca İsrail 30 ila 40 casusluk uçağı, 12 adet yer istasyonlarını kapsayan komuta kontrol ağı Türk ordusuna satılıp devredilecek.
Türkiye'nin İsrail'le işbirliği sadece askeri alana yönelik gerçekleşmedi. Son olarak imzalanan Manavgat suyunun satışı projesi de İsrail açısından önemli bir kazanç sayılmaktadır. Çünkü önümüzdeki yıllarda ciddi su sıkıntısı çekeceği tahmin edilen İsrail bu anlaşmayla Türkiye'nin Manavgat ırmağının suyunu garantiye almış oldu.
İsrail ile yapılan anlaşmalara tepki gösterenlere Erdoğan, “İsrail'le istediğimiz anlaşmayı yaparız. kimseye hesap vermeyiz, icazet almayız" demesi yine İsrail’in Ankara Başkonsolosu Amira Arnon’un 14 Eylül 2003 tarihli Milliyet gazetesine verdiği demeçte “İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişmiş, AKP’nin iktidar olmasından dolayı ikili ilişkilerde hiçbir olumsuz durum yaşanmamıştır” söylemleri AKP döneminde İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği boyutu gösteriyor.
İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişti. 2004 yılında AKP, İsrail'den 15 milyon dolara 2 İnsansız Hava Aracı, Heron kiraladı. Bu anlaşmadan sonra İsrail Havacılık Sanayi IAI, Türkiye'ye Arrow füzeleri satabilmek için harekete geçti. 16 Mart 2006’da Türkiye ile İsrail arasında, Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Devlet Doğal Altyapılar Bakanı Benjamin Beneliezer arasında, sessiz sedasız imzalanan, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak Rus petrol ve doğal gazını Ortadoğu’ya aktaracak, Uzakdoğu pazarına ulaştıracak ve İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası projesinin temelleri atıldı. Ardından 15 Temmuz 2004 tarihinde AKP hükümetinin Ehut Olmert’le Ankara’da imzaladığı anlaşma, ekonomik Mutabakat Zaptı” çerçevesinde, GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarıma, telekomünikasyondan araştırmaya, turizmden havancılığa kadar topyekûn iktisadî işbirliğini içeriyordu. 2007 yılının Mayıs ayında İsrail’i ziyaret eden Erdoğan “Terörle mücadele ve silah sanayi” alanlarında yeni anlaşmalar imzaladı. Türkiye'ye gelen İsrail uçaklarının güvenliği için MOSSAD ajanlarının, üstleri aranmadan, diledikleri silahla Türkiye’ye girip çıkabileceğini kabul eden protokol de kabul edildi. Yapılan bu anlaşma uyarınca 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesi de İsrail’e verilirken, 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu için İsrail'e 80 milyon dolar ödendi.
Türkiye-İsrail ilişkileri karşılıklı ziyaretlerle devam etti. 13 Kasım 2007 tarihinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Cumhurbaşkanı Gül'ün "davetlisi" sıfatıyla Türkiye'ye geldi. Yapılan bu ziyarette, AKP hükümeti tarafından İsrail'in IMI firmasına yeni bir ihale daha verildi. O da 300 adet askeri helikopterin modernize edilmesi ihalesiydi. Bu ihale AKP tarafından gizli tutuldu. Yine uzun süre gündemi meşgul eden ve tartışmalara neden olan Galataport ihalesi, kapalı usulle Yahudi sermayesinin ünlü ismi aynı zamanda Kemal Unakıtan’ın yakın dostu Sami Ofer'e verildi.
Son olarak, İsrail'in Gazze'yi vurduğu 27 Aralık Cumartesi günü İsrailli iki firmanın Türkiye'den 141 milyon dolarlık ihaleyi kazandığı açıklandı” diye yazıyor.
Devamla Yasin Kılıçkaya şöyle yazıyor:
“Sessiz sedasız süren Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri, İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla tekrar gündeme geldi. 2007 yılında İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısın da ikili ilişkiler gündeme gelmiş fakat savaşın kısa sürmesi daha fazla bir sorgulamaya neden olmadı. İsrail’in son Gazze saldırısında can kaybının binleri geçmesi, ölen insanların daha çok savunmasız çocuk ve kadın olması, Türkiye’de İsrail karşıtı gösterilerin gerçekleşmesi, AKP’nin İsrail’le olan ilişkileri kamuoyunun gündemine taşıdı. Başbakan Erdoğan, Türkiye genelinde ki AKP teşkilatlarını uyararak İsrail karşıtı gösterilerden uzak durmalarını istemişti. İsrail’in kınanması yönündeki meclisteki diğer partilerin ortak kınama metnine AKP karşı çıktı.
Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, İsrail’le olan ilişkilerden dolayı AKP’ye yönelik tepkilere, “ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz” diyerek karşı çıktı.”
Bugünlerde yüksek perdeden çıkan seslere aldanmadan, yıllarca nasıl İsrail devletiyle kol kola, yan yana Ortadoğu’da halklara karşı kan kusturulduğu unutulmamalıdır. Hem de bu ilişkiler çok uzun yıllara yayılmışsa. ABD’den sonra İsrail devletini kabul eden ikinci devlet Türkiye’dir. Türkiye-İsrail ile ilişkiler 1950’lere kadar uzanıyor. 4 Temmuz 1950’de, İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Adnan Menderes arasında “gizli” ibaresini taşıyan Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış ve bugüne kadar kesintisiz sürmüş hem de her geçen gün bu ilişki düzeyi yükseltilerek devam ettirilmiştir. Bu yükselme trendinde Akepe hükümeti en ileri düzeyde yerini almıştır.
Söylemek istenen şudur: Bugünlerde yüksek perdeden İsrail “karşıtlığı” yapan Akepe’nin İsrail sicili hiç temiz değildir. Oldukça kirlidir. Halkların özelde de Kürt özgürlük hareketine karşı yapılan kirli antlaşmalarla doludur. Hele hele birde Akepe zamanında “Terörle mücadele ve silah sanayi” adı altında onlarca öldürücü tekniği stratejik antlaşmalarla elde etmişlerdir. Halen de öldürücü silahlar neden verilmediği diye ne kadar dert yanıldığını herkes görüyor.
Durum buyken PKK’yi ve Kürt özgürlük hareketini İsrail devletiyle ilişki içerisinde göstermek sadece ve sadece ahlaksızlık değil dünyanın en büyük kepazeliğidir.
Özgürlük hareketi dünyanın her ülkesiyle diplomatik ilişki kurma özgürlüğü her ülke gibi vardır. Ancak yeşil faşistler gibi başka halkların başına bombalar yağdırmak için, başka halkları katletmek için, başkaların maşası olarak halklara karşı hiçbir ilişki içerisinde olmamıştır olmayacaktır da.
Yeniden belirtiyoruz: başka ülkelerin maşası, silahlı taşeronu şerefi Ortadoğu’da ilk elden yeşil faşistlere aittir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Nasılki bir zamanlar Pakistan’ın askeri şefi Ziya Ül Hak 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren’in “Ziya kardeşi” idiyse, yine bir zamanlar Mısır, Libya, Suriye liderleri Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve Beşar Esad’da bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kardeşleri” idiler. Ellerinden ödüller alıyor, birbirlerine iltifat dolusu sözler söylüyorlardı.
Fakat bilebildiğim kadarıyla Kenan Evren ile Ziya Ül Hak dostluğu hiç bozulmadı. Birbirlerine övgüler dizdikleri gibi, karşı karşıya gelip de sövgüler dizmediler. Ziya Ül Hak, Kenan Evren’in “Ziya kardeşi” olarak düşen veya düşürülen uçağında ölüp gitti. Ama sözkonusu Arap liderleri ile Tayyip Erdoğan dostluğu öyle olmadı. 2010 yılında can ciğer kuzu sarması gibi görünen dostluk, 2011 yılının Ocak ayından itibaren önce karşıtlığa, sonra da düşmanlığa dönüştü.
Tayyip Erdoğan, ABD’nin Ortadoğu siyaseti doğrultusunda önce “Mübarek kardeşini” terk etti. Sonra da “Kaddafi kardeşi” ile kanlı-bıçaklı düşman haline geldi. ABD ile birlikte yürüttüğü siyaset sonucunda bu iki “Kardeşi” de yedi. Şimdi sıra üçüncü kardeşe, Beşar Esad’a gelmiş görünüyor. Tayyip Erdoğan, Mısır kürsülerinde çektiği nutuklarda “Esad kardeşine” açıkça “Seni de yiyeceğim” diyor. “Dost ve kardeş” bilinen bir lider tarafından böyle ihanete uğramak nasıl bir duygu acaba?! Mübarek ve Kaddafi, Tayyip Erdoğan’ın söz ve davranışlarını görünce acaba neler hissetti? Beşar Esad, Tayyip Erdoğan’ın Mısır’dan yükselen “Sana inanmıyorum” haykırışını duyunca acaba nasıl bir duyguya kapıldı?
Bu tür his ve duygu içeren yaklaşımlar bir yana, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son Mısır, Tunus ve Libya gezisinin önemli siyasal gerçekleri içerdiği açıktır. Öncelikle belirtelim ki, gezi öncesi İsrail ile yaşanan sert atışmaların bu gezi ile bağlantısı vardır. Büyük olasılıkla ABD’nin de onayı ile yaptığı salvo atışlarıyla Tayyip Erdoğan Arap alemine mesajlar vermiş ve gezinin ön hazırlığını yapmıştır. Nitekim gezi sırasında Arap aleminden gördüğü karşılık, sözkonusu çabaların boşa gitmediğini ortaya koymuştur. Diğer yandan Tayyip Erdoğan ‘ın Mısır, Tunus, Libya gezisi sadece kendi adına değil, aynı zamanda ABD ve sistem adına yapılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın Arap isyanını denetim altına alma çabası, aynı zamanda ABD sisteminin bir çabası olmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya gezilerinin iki temel amacının olduğu belirtilebilir. Birincisi, isyan ve savaşla daha yeni yönetim değişikliği yaşayan bu toplumların kontrol altına alınması. Yani “Arap baharı” denen gelişmeşlerin ABD’nin Ortadoğu stratejisine kanalize edilmesi. Nitekim Tayyip Erdoğan, gittiği her yerde “Bizim gibi olun” çağrısında bulunmuş ve AKP yönetimini model olarak göstermiştir.
İkincisi ise, Libya’daki Kaddafi yönetiminin düşüşü ardından sıranın Suriye’ye geldiğinin ilan edilmesi. Suriye’deki Beşar Esad yönetimine karşı bir Arap cephesinin oluşturulmaya çalışılması. Nitekim Mısır’daki konuşmalarında Tayyip Erdoğan’ın verdiği birinci ve en güçlü mesaj bu olmuştur. Beşar Esad’a “Sana inanmıyoruz” denerek yönetimden çekilmesi çağrısı yapılmıştır. Suriye halkı Esad yönetimini devirmeye çağrılmıştır.
ABD ile AKP’nin (yani NATO’nun) Beşar Esad yönetimini devirmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. Gerçi NATO içinde Fransa, İtalya gibi güçlerin belli bir rahatsızlığının olduğu görülmektedir. Bu durum Libya üzerindeki mücadelede bir ölçüde açığa çıkmıştır. Suriye üzerindeki mücadelede ise daha yoğun yaşanacağı açıktır. Fakat tüm bunlara rağmen ABD yönetiminin kararlı olduğu ve Beşar Esad yönetiminden kurtulmak istediği ortadadır.
Hiç kuşkusuz ABD yönetiminin bu tutumu anlaşılırdır. Libya’da kazandığı rüzgarı sürdürmek ve Beşar Esad’ı düşürerek Arap isyanını kendi politikasına tümden kanalize etmek istemektedir. Peki AKP’nin ve TC Devletinin buradaki çıkarı nedir? AKP, Arap ülkelerinde kendi anlayışına yakın yönetimler yaratarak, Ortadoğu’da güçlü olmak istemektedir. Bu durumun AKP iktidarını güçlendirmesi kadar, Türkiye’nin NATO sistemi karşısındaki duruşunu da güçlendireceği hesabını yapmaktadır.
Dahası AKP hükümetinin, Beşar Esad yönetimine karşı terazinin diğer kefesine PKK’yi koymak istediği ve bunun çabası içinde olduğu gözlenmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Avrupa’ya, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ise Amerika’ya yönelik gezilerinin en önemli amacının bu olduğu anlaşılmaktadır. ABD ve Avrupa devletleri bunu ne kadar benimser, AKP ile hangi düzeyde ittifak yapar, bu ayrı bir konudur. Ama AKP’nin plan ve hesaplarının bu olduğu açıktır.
AKP’yi böyle bir politikaya iten, daha dün “Kardeşim” dediği Beşar Esad yönetimiyle savaşır duruma gelmesine yol açan Kürt politikasıdır. Suriye’deki gelişmelerin demokratik yönde olmasından ve Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesinden korkmaktadır. Özellikle Suriye Kürtleri içinde PKK’nin etkili olmasından korkmaktadır. Bu nedenle, Suriye politikasında etkili olarak ve ABD ile tam bir ittifak yaparak, dar anlamda PKK’nin tasfiyesini ve geniş çerçevede ise Kürtlerin etkili hale gelmesinin engellenmesini sağlamak istemektedir. AKP, eğer bunu başarırsa, o zaman İran ve KDP’yi PKK’ye karşı ittifaka daha çok zorlayacağını ve Kuzey Kürdistan’ı tümden kuşatacağını hesaplamaktadır. Kuzey’deki Kürt direnişini ezerse de, o durumda diğer parçaları kolayca etkisizleştirebileceği hesabını yapmaktadır.
Tersine Suriye’deki değişimin demokratik çerçevede olması ve Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesi bir yandan Güney Kürdistan’ı rahatlatacağı gibi, diğer yandan da Kuzey Kürdistan’daki demokratik çözümü hızlandıracaktır. Bu da Kürt sorununun demokratik çözümü ve Kürdistan’ın demokratikleşmesi temelinde Türkiye ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini getirecektir.
Kürdistan üzerindeki mücadele işte bu düzeyde yoğunlaşmış, Kürtlerin önüne zorluk ve tehlikelerle birlikte çok önemli fırsat ve imkânlar çıkmıştır.
Her zaman dikkat çekiyoruz, Kürtlerin tehlikeleri önlemek ve imkânları değerlendirebilmek için iki şeye ihtiyacı vardır: Birlik ve Mücadele! Hem parçalar düzeyinde siyasal hareketlerin birliği ve bu temelde halkın bütünleşmesi, hem de Kürdistan genelindeki birlik ve ittifak bu süreçte Kürt halkının varlığı ve özgür geleceği açısından hayati önem taşımaktadır. Bu durum hem mevcut fırsat ve imkânların doğru kullanılmasına yol açacağı gibi, hem de AKP ve İran gibi güçlerin “Kürtleri bölme ve çatıştırma” hesaplarını da boşa çıkartacaktır.
Bu anlamda 17-18 Eylül günleri Amed’de yapılan “Kürdistanî Konferans”, çok önemli ve biraz da geç kalmış bir çalışmadır. Tabi sadece bir toplantı düzeyinde de kalmaması gerekir. Hızla Kürdistan’ın Kuzey parçasının demokratik birliğini ve kurumlaşmasını ortaya çıkarabilmelidir. Bu temelde örnek bir demokratik siyaset yaratarak hem Kürt toplumunu birlik ve örgütlülüğe çağırmak, hem de dışa dönük Kürt toplumunu temsil etmelidir.
Elbette atılacak bu adımlar tarihi olacaktır, fakat yeterli olmayacaktır. Bu birlik ve ittifak düzeyini Türkiye genelinde demokratik güçlerin birliğine dönüştürmek için de yoğun bir çaba içinde olması gerekir. Tüm demokratik güçlerin ortak bir çatı partisindeki ittifaklarından, tüm Türkiye toplumunun demokratik siyasete kazandırılmasına kadar bir çok tarihi görevi bu süreçte mutlaka başarmak gerekir.
Aynı birlik ve ittifak anlayışını Kürdistan’ın diğer parçalarında da hayata geçirmek önemlidir. Batı’daki birlik çalışmalarını ilerletip kalıcı kılmak, Güney’deki demokratik birliği geliştirmek, Doğu’da Kürt hareketlerini bir araya getirmek gerekir. Parçalardaki bu birlikleri Kürdistan genelindeki ulusal kongre veya konferansta birleştirmek süreç açısından artık kesin zorunluluk haline gelmiştir. Ulusal düzeyde yapılan kadın ve gençlik konferansları bu konuda hem ön açıcı ve hem de güçlü bir zemin yaratıcı konumdadır. AKP’nin oyunlarını bozmanın temel bir yolunun bu birlik anlayışını hayata geçirmek olduğu tartışmasızdır.
Kürtler için birlik siyasetinin ikiz kardeşi mücadeledir. Özellikle özgürlük ve demokrasi mücadelesinin Kuzey Kürdistan’da yoğunlaştırılmasıdır. Bunun da günümüzde iki somut hedefi vardır: Birincisi demokratik özerkliğin inşası, ikincisi Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanmasıdır. Bu iki hedef için mücadele, günümüzde Kürtler açısından bir varlık ve özgürlük mücadelesidir, onur ve insanlık mücadelesidir. Selam olsun bu kutsal tarihi mücadeleyi başarıyla yürütenlere!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sivillerin birden bire uzman asker kesildiklerini çok kez görmüşüzdür. Sivil irade olarak başka bir halka ya da devlete karşı savaş açmanın kararının –ahlaki olmasa da-siyasi iradeye ait olmasına herhalde bir şey denilmez. Lakin bizim söylediğimiz başka bir şeydir.
Siyasetçiler savaş kararını vermeden öteye general kesiliyorlar. Askerlikte her general elbette çok savaş yürütmüş anlamına gelmez. Bunun için önemli savaşları üst üste kazananlara Mareşal denilirdi. İşte Türkiye Cumhuriyeti devletinin birçok siyasetçisi hele de birde bunlar hükümet olmuşlarsa düpedüz Mareşal kesiliyorlar.
Son zamanlarda Akepe hükümetinin neredeyse tüm bakanları Mareşal olmuşlardır. Ne var ki bir ülkede bu kadar mareşal olmaz ki! Bunun için biz yeni genelkurmay başkanı Erdoğan olsun dedik, Cemil Çiçek Kara kuvvetler Komutanı, Atalay Jandarma genel komutanı, Hüseyin Çelik 2. Ordu Komutanı, Bülent Arınç Hava kuvvetler komutanı ve Akepe’nin diğer kimi kurmayı ise diğer orduların, kışlaların, özel birliklerin derken zaten emniyet müdürlüklerine önemli oranda özel ve psikolojik savaşı bilen bilmeyen bir sürü Akepe kurmayı transfer edilmişlerdir. Akepe’nin diğer önemli yazar çizer kurmayları ise medyada çoktandır kılıçları kuşanmış ve savaşın stratejilerini ve taktiklerini harıl harıl yazmaya başlamışlardır.
Tuhaftır ama 28 Şubat olaylarında İslamilere karşı ordunun yanında kılıç kuşananların halen özeleştiri seansları bitmemişken, kimisinin yargılanması sürerken bu kez de ordu medyacılarından daha ham, daha çiğ, daha faşizan, daha saldırgan, daha vahşi, daha anti insani, daha soykırımcı bir dil ve zihniyetle yandaş medya diye bilinenler özel savaşın ve savaş kışkırtıcılığının hiç bir zamanda görülmediğini hayata geçirmiş ve kendilerince atağa geçmişlerdir.
“PKK’ye darbe, kuşatıldılar, tam saha pres, dört koldan tasfiye edilecekler, şimdiden bittiler, çember daraldı, dağları terk edin, bu kez kökten hal oldular” gibi onlarca daha böyle benzeri sözleri asker üniforması giymiş hatta mareşal politikacılar sarf etmişlerdir.
Beşir Atalay “Tam Saha Pres” diyor. Belli ki futbol oynamış ama belli ki futbolun bir spor olduğunu unutmuş ve savaşın hem de gerillaya karşı yürütülen savaşın karakterinin başka olduğunu karıştırmıştır.
Şimdi bir iki şeyde biz söyleyelim. Tam saha yaygın gerillaya geçmek nedir bilir misiniz? Biz kuzeyde az sayıda tim, daha çok takım ve birlik hareketi yapıyoruz. Timler bizde sayısal olarak değişiyor. Medya Savunma Alanlarımızda ise daha büyük güçlerle üsleniyoruz. Zap ve Kandil operasyonunda görüldüğü gibi Alan tutuyoruz ve herhangi bir işgal gücünün bu alanlarına girmesine izin vermiyoruz. En çok yarı hareketli oluyoruz. Gerillamızın önüne konulan görev gereği böyle üsleniyor ve böyle hareket ediyoruz.
TC devleti 17 Ağustos’ta bu yana hava saldırıları yapıyor, top saldırıları aralıksız sürüyor. Şimdi de “tam saha pres” yaparak gerilla üslenme sahalarımıza kara operasyonu yapacaklarını söylüyorlar. Birileri de bozuk ve kırık Türkçesiyle “kara operasyonu yapılabilir, her an” diyor. Ve birileri “dört koldan kuşatıldılar ve Çakurna’ya üs kuracağız” diyor.
Ne de olsa bu sözleri sarf edenlerin tümü sömürgeci. Ve çoğu sömürge valisi, sömürge bakanı. Bunun için de Kürdistan onların babalarının çiftliği, ve kültürel yayılmalarının poligonu. Sömürgecilerin karakterlerini biz sadece Kürdistan’da yaptıklarıyla bilmiyoruz. Başka halklara karşı sömürge valilerin ve sömürgecilerinin yaptıklarını okumuş ve görmüşüzdür. Bunun için sömürgecilerin ve işgalcilerin söylediklerine kafamız takılmaz. İstediklerini söylesinler. Ne de olsa ağızları torba değil ki kapatalım ve dikelim.
Ama bizim de dediğimiz gibi söyleyeceklerimiz vardır ve bunları biz kısa bir iki cümleyle dile getirelim. Binlerce gerillamızı -özelde de güneydeki güçlerimizi -biz tim hareketine geçirirsek ve bunların yönünü kuzey ve kuzey batıya yönlendirirsek ne olur acaba? Daha somut olarak on yıllardır dağlarda yaşayan, gerillacılık ve komutanlık yapan yüzlerce gerillamızı bu timlerin başlarına verecek olursak acaba ne olur? Bir müddetliğine başka kimi ideolojik, kültürel, sosyal, ekolojik, basın, eğitim çalışmalarımızı durdurursak ve bu tecrübeli komutanlarımızı kuzeye ve kuzey batıya yani Akdeniz’e, Ege’ye, Marmara’ya, Karadeniz’in bu kez en batısına, İç Anadolu’ya derken Türkiye içlerine 4-5 kişilik timler halinde gönderirsek, birde bunları otonom guruplar olarak örgütleyip harekete geçirirsek acaba sonuçları ne olur diye düşünen var mı?
Biz Türkiye’de Kürt sorununu uzun yıllardır demokrasinin uzlaşı diliyle çözmek istediğimiz için bu Tam Saha Yaygın Gerillayı bugüne kadar pratize etmedik. Ağırlıklı ülkemizde kaldık ve ara sıra işin ciddiyetini göstermek için Karadeniz ve Akdeniz hattında bir iki girişim yaptık. Ama Demokratik çözüm yerine illa askeri faşizan dil çözüm seçeneği olarak önümüze konuluyorsa bizim de yapacağımız Tam Saha Yaygın Gerilla olacaktır. Tam Saha Yaygın Gerilla için öce Kürdistan gençlerini dağlara çağırıyoruz. Ve tabi Türkiye’nin aydın, demokrat ve genç yüreklerini de bu mücadelede faşizme hem de faşizmin yeşiline karşı durmaya çağırıyoruz.
Tam Saha Yaygın Gerilla için düğmeye basacak olursak olacakları şimdi o Mareşaller, o yeşil faşizme teslim olmuş yazarçizerler, sahte stratejist merkezleri araştırsın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 19 Eylül günü 11.00-12.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Arê alanı ile Bager noktasına yönelik olarak sömürgeci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir. Gerçekleşen saldırı sonucunda gerillamızın herhangi bir kaybı olmamıştır.
- Ayrıntılar
“Sloganımız dilden dile dolaşacaksa, Silahımız elden ele ulaşacaksa, Ölüm hoş gelsin sefa gelsin… ” (Ernesto Che Guevara)
Kürtlerin tarihinde her günün mutlaka bir anlamı vardır. Katliamlarla, sorgularla, büyük kıyımlarla karşılaşmış ve bunlar karşısında büyük direnişlerle ve isyanlarla boyun eğmemiştir. Bugün de öyle bir gündür ki; Kuzey Kürdistan’da 1938’deki Ağrı isyanından sonra Kürtlerin üstü betonlanmış mezarının üstüne “hayali Kürdistan burada meftundur” yazılı deyimden 46 yıl sonra özgürlük mücadelesini başlatan PKK’nin büyük komutanı Agit (Mahsum Korkmaz) arkadaşın öncülüğünde Kürt gerçekliğinin mezar betonlarını parçalayarak, kölelik zincirlerini koparıp düşmana ilk kurşunun sıkıldığı 15 Ağustos 1984 yılının, 23. yıldönümü idi. Bugün bizim için anlamı çok yüce olan bir gündü. Halk serhıldanlarla bu günü kutlarken, gerilla ise Kuzey’de düşmana darbe vurarak eylemlerle, Güney’de ise şenliklerle kutlanıyordu. Agit yoldaşın yolunda yürüdüğümüzden ve mirasını devraldığımızdan çok ağır görevler biz gerillaya düşüyordu. Bunun bilinci ve ağırlığındaydık. Zaten bizde bir kuzey grubu olarak yoğunlaşmamızı bu ölçüde daha fazla derinleştiriyorduk. İlk adım kuzey’de başlanmıştı. Bunun içinde Kuzey’de kazanma ile bu kutsal güne sahip çıkma görevi bizim üstümüze düşüyordu. Çünkü Agit yoldaş her yönüyle bize örnek teşkil ediyordu Agit yoldaşa ve şehitlere layık olmak onların yürüdüğü yolu tamamlamakla mümkündür. 28 isyandan aldığımız öfke ve güçle kendi Halkımızın kaderini PKK hareketi belirliyor. Başkalarının eline ve insafına bırakmadan…
Gönül isterdi ki bugün Kuzey’de olup kin ve öfkelerimizi düşmana boşaltalım. Maalesef elimizde olmadan daha da beklememiz gerekiyordu. Bu kadar çok bekleyeceğimizi hiç tahmin edemiyorduk. Artık zaman daralıyor, 2–3 aylık gibi kısa bir süre kalıyordu. Ama bugün sevindirici bir haber gelmişti. Ana karargâha giden Rojhat arkadaş geldiğinde yüzü gülüyordu, moralliydi. Hiç bir gün bugün olduğu kadar mutlu gözükmemişti. Çünkü parti gidiş için onay vermişti. Zaten parti bir kez onay verse, artık kimse bizi tutamazdı. Rojhat arkadaş diğer takımın yanında kalan Yılmaz arkadaşı çağırdı. Rojhat arkadaş “sana bir müjdem var” der demez, Yılmaz arkadaş “senin söylemene gerek yok ki, zaten ben tahmin edebiliyorum” diyerek cevabı vermişti bile. Rojhat arkadaş “neyi tahmin edebiliyorsun?” diye eklemişti, Yılmaz arkadaş “ şakayı bırak” diyerek acaba yanılmış mıydı?
Rojhat arkadaş (kahkaha atarak), “neyin şakasından bahsediyorsun. Bu işin şakası makası yok. Biz gidiyoruz kendini hazırla.” Yılmaz arkadaş “ben çoktan hazırım” demişti bile. Onu kimse tutmazsa hemen çantasını sırtına alarak yürüyecektir. Rojhat arkadaş “çok iyi öyleyse arkadaşları hazırla” diyerek hafiften gülümsemişti. Yılmaz arkadaşla görüştükten sonra, Rojhat arkadaş Kahraman arkadaşla da konuştu. Rojhat arkadaş “Partinin kararına göre Amed grubundan bir grup, birde kalan Garzan grubu şimdi yola çıkacak. Bizden kalan bir grup biraz daha bekleyecek, fakat moralinizi bozmayın sizde bizden bir iki hafta sonra çıkarsınız. Amed’de buluşuruz” diyerek keyflenmişti. Kahraman arkadaş (moralsiz bir şekilde), “iyi ya her zaman biz sana moral verirdik. Bu sefer sen bize vermeye çalışıyorsun. Ne yapalım örgütümüzün kararı bize de sabretmek düşüyor, size başarılar diliyorum” diyerek sitemini belirtti.
Diğer gün sabah erkenden iki grup yola çıkmak üzere hazır hale gelmişlerdi. O sabah Kurtay arkadaşta grupları uğurlamak için gelmişti. İki bayan arkadaşla birlikte 10 kişi kalan gruptaydık. Gidecek olan gruplarla yine görüşeceğiz diyerek hep beraber vedalaştık. Bugünümüz ayrılıklarla başlamıştı. Bugüne kadar her şey partinin planladığı çerçevede gidiyordu. Bu da bizi mutlu ediyordu. Grupların sağlam geçişi o yılı kazanma ve başarı elde etme yılı olacaktı.
Arkadaşların yanımızdan ayrılmasından bu yana iki gün geçmesine rağmen alışamamış, noktadaki boşluğu dolduramamıştık. Sanki yabancılık çekiyormuşuz gibi sessizliğe bürünmüştük. Ve bunu hala aşamamıştık, çünkü daha düne kadar giden arkadaşlarla yan yana ve iç içeydik. O yüzden bu ayrılığın etkilerini atmak kolay olmuyordu. Öyle bir atmosfer ki, bütün arkadaşlarda rahatsız edici hisler oluşuyordu. Kötü bir şey olacağını sezinler gibiydik. Ama bunun nedenini de anlayamıyorduk. Yâda anlamak istemiyorduk.
Öğlen saatleriydi, havalar epeyce ısınmıştı. Gözlerinin yeşilliği açığa çıkan Dersim’li, Zaza olan Mordem arkadaş ceviz ağacının gölgesinde oturmuş, radyo dinliyordu. Bizde Serhıldan ve Xemgin arkadaş arasında oynanan satranç karşılaşmasını izliyorduk.
Mordem arkadaş elinde radyo ile bize doğru geldi. Fakat yüzü solmuştu ve durumu iyi gözükmüyordu. Kahraman arkadaş “hayırdır, radyoda ne vardı? Hiç iyi gözükmüyorsun” dedi. Mordem arkadaş “ Türkiye’nin sesi radyosu, Kela Meme’de 11 arkadaşın şahadetini açıklıyor. Sınırı geçmek isterken tespit ettiklerini belirtiyorlar” diye bilmişti. Kahraman arkadaş “sınır üstünde yani acaba geçen gruplar olabilir mi?” Mordem arkadaş “onların söylemi böyle, yalan da olabilir, zaten birçok defa yalan haber veriyorlar.” Kahraman arkadaş “doğru olma olasılığı da var, zaten grupların sayısı 10–11 civarındadır. Birde cenazelerin ellerinde olduğunu söylüyorlar, akşam televizyonu izleyip netleştirebiliriz” dedi. Ancak biz biliriz ki gerillanın çatışmalarda kayıplarının olup olmadığını çoğu zaman bilgimiz olmasa da anlarız. Çoğu kez duygularımız bize doğruları söyler. Henüz somut bilgi gelmeden olayda şahadeler varsa hüzünleniriz, yoksa çokta etkilenmeyiz. İşte, radyo da bu kez dile gelenler doğruları söyler gibiydi. İçimizi soğutan bir hava esti ve sarsılmıştık.
İçimizde olan sıkılma hali daha çok yoğunlaşmıştı. Böyle bir şey olma olasılığının güçlü olması, bizi daha çok zorluyordu. Akşama kadar ‘acaba doğru mu, değil mi?’ diye düşünerek günü bitirdik. Roj TV’yi açmış haber saatini sabırsızlıkla bekliyorduk. Haber saati gelip çattığında kalplerimiz daha hızlı atmaya başlamıştı. Ve o kötü haber onaylanmıştı. Şehit düşen arkadaşlar Roza arkadaşın sorumlu olduğu, Garzan grubuydu. Grubun hepsi ve iki kurye arkadaş şehit düşmüşlerdi. Fotoğraf ve sicilleri televizyonda veriliyordu. Daha dün yanımızda oldukları anlar gözümüzün önüne geliyor, bir türlü inanmak istemiyorduk. Çok ağır gelmişti, kimseden ses çıkmıyordu. Nefes alış verişlerimiz dahi durmuştu. Kolay değildi 11 can, 11 kahraman, 11 yoldaş şahadete ulaşmıştı. Hem de hedeflerine ulaşmadan hemen yolun başında, hep beraber çıktıkları Zap alanından, Kela Meme’de kol kola şehit düşmüşlerdi. O zamana kadar geçişlerde ciddi bir sorun yaşanmamıştı, fakat şimdi düşman bizi can evimizden vurmuştu. Hem halk hem de parti için çok ağır bir darbe olmuştu, elbette kanları yerde kalmayacaktı. Roza’nın güler yüzü; intikam yemini, Delila’nın sesi; özgürlük melodisi, Avesta’nın ısrarı; inancın kıblesi olarak bizim için mücadele gerekçesi olacak ve esas alınacaktır. Andok’un öfkesi, Erdal’ın dürüstlüğü, İsyan’ın yoldaşlığı, Amed’in fedakârlığı, Rohat’ın bağlılığı, Eşref’in kuzey aşkı, Andok ile Xwinrej’in cesareti her zaman bizim için moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Eylül günü Kandil’in Berdenazê alanında Şoreş arkadaşımız geçirdiği bir kazada beyin kanaması geçirmiş, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamış ve şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Eylül günü (bugün) 02.00-03.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Kaşura ve Tepê Tank alanlarına yönelik olarak sömürgeci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından bir hava saldırısı düzenlenmiştir. Gerçekleştirilen saldırı sonucunda alanda başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Eylül günü saat 21.30 sularında Maraş’ın Pazarcık ilçesine bağlı Yukarı ve Aşağı Pazarcik beldeleri arasında devriye gezen polis aracına yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda bir polis gerillarımız tarafından öldürülürken bir polis ise yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Eylül günü (bugün) saat 00.20 sularında Hakkari’nin Gever ilçesi Şemdinli yolu üzerinde gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda polislere ait bir zırhlı araç imha olurken 1 polis ise gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Eylül günü (bugün) Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Nirkola, Rêbino ve Navreza köyleri çevresine yönelik olarak sömürgeci TC ordusu tarafından indirmelerle bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyon pusulamalar şeklinde devam etmektedir. Ayrıca Nirkola köyü sömürgeci TC ordusu tarafından boşaltılmıştır.
- Ayrıntılar