Düşmanın alan çalışmalarımıza yönelik tehdidi, kesinlikle oldukça ileri boyutlu ve anlamlıdır.
Derinliğine kavramak ve sonuçlar çıkarmak; Önderliksel çalışmaların gerçeğini kadroya mal etmek açısından hayatidir. Hemen iki şey söylenebilir: Birincisi; düşmanın bu tehditle, sıkışmışlığını ve çaresiz kaldığını, dolayısıyla her türlü saldırganlığa girişebileceğini görmek mümkün. Ki, bu da kendi içinde kapitalizmin bunalımının ve ona dayalı çelişkilerin, çatışmaların dışavurumunun, aksi halde hızla çözülüşünün bir gereğidir. Bizden kaynaklanan yönü de; bir türlü sağlam, öz güce dayalı karargah çalışmalarımızı içeride oturtamamamızdır. Fazlasıyla bir alanı, yani bu karargahı kullanmamız, oldukça sakıncalı bir durumunu da ifade ediyor; ikinci önemli husus bu.
Gerçekten bir darbe yenilse, bunun en temel nedeni; şüphesiz bizden kaynaklanan, ülkede aynı geçerlilikte, sağlam üs çalışmalarımızın hakkını veremememizdir. Daha doğrusu bundan da öteye, fazlasıyla bir kadrolaşma yürütüldüğü halde, bunun kalıcı yanıtını gerçekleştiremiyoruz. Bu, düşündürücüdür. Düşman sürekli, “Zaten ’80’li kadrolar çoktan tarihe mal oldu. ’90’lı kadrolar da marjinalleşme temelinde etkisizleştirildi. Ama Apo yeni bir kadrolaşma yürütüyor. Bu, hem gerilla açısından, hem siyasallaşma açısından oldukça tehlikelidir ve bu sefer buna fırsat vermeyeceğiz” diyor. Düşmanın son yöneliminin temel hedeflerinden birisi -ki basına yansıdığı kadarıyla saldırma ihtimali yüksek- ve asıl nedeni biraz da budur. Tabii bu, bizim çalışmalarımızın bir sonucu olarak değerlendiriliyor.
Fakat ben bu ara en çok şunu düşünüyorum: Uluslararası gerçekliğe dayalı bu tip çalışmaların belki de tek örneğiyim. Neden savaş bu kadar uzatıldı? Neden bu kadar tehlikeyle yüz yüze gelindi? Tek kelimeyle; gerçeğiniz yüzünden! Bir türlü kadrolaşamayışınız, ülkede özellikle temel karargahlarda, hatta Avrupa’da dahil kadro, komuta gücünüzü oluşturmayışınız, önderlik çalışmalarını son derece tehlikeli bir hale sokuyor. Durum bu. Ciddi bir kriz yaşanıyor. Bizim çok sabırlı ve çok sağlam bir çalışma planımız, tarzımız olmasaydı, bu krize dayanmak çok zor. Siz, bir politik gerçekliği, bir önemli çalışmayı fazlasıyla sıradanlaştırmakla, aslında bu büyük gelişme şansını iyi kullanamıyorsunuz. Yarın bombalar buraya yağarsa ne yapacaksınız? Daha doğrusu, siz olmuşsunuz, başkaları olmuş, biz olmuşuz; fazla önemli değil. Ülkede bile, o görkemli dağlarda doğru bir üslenme, kadrolaşma, komutanlaşma yürütememeleri bizi öfkelendiriyor.
Halbuki biz düşmanın işini kesinlikle önemli oranda bitirmiştik. Özellikle gerilladaki rolümüzü iyi oynamamamız, bizi gerçekten çok fazla öfkelendiriyor. Bizim komutanlarımız, savaşçılarımız ne yapıyorlar? Bireycilik. Ki Avrupa’da da öyle. Sanki biz devlet olmuşuz da, kimin yetkisi, rolü -tabii çalışmadan, emeğe dayanmadan- daha fazla olacak, kim kariyerini konuşturacak, kim bencilliğini dayatacak; bu havalar içine girmişler. Bu, son derece tehlikeli. Biz, tüm gücümüzle biraz ömrünüzü uzatmak, bazı imkanlarınızı geliştirmek için olağanüstü, akıl üstü bir çalışmayı öngörmüşken, arkadaşlarımızın bu sahte yetki ve komutanlık havaları esef verici.
Bir de Şemdin alçağı gibi, sözüm ona bu sahte komuta tiplerinin, ki bir değil onlarcası var, bir çorbacı oldukları ortaya çıktı. Biz, size mutlaka bir düşünce derinliği, bir tarih bilinci, bir özgürlük tutkusu vermek istiyoruz. Oysa bizimkiler basit köylü yaşamının bile gerisinde. Bunu da karıştırarak, karmakarışık bir durum yaratıyorlar. Tabii düşman bundan istifade ediyor. Düşman son derece politik, son derece askeri, örgütlü ve ne yaptığını çok iyi biliyor. Bizimkilerin telaşı ise başka türlü. Kimisi, “Kurumlar gelişiyor, PKK olmasa da bu kurumlarda dilediğim gibi yaşasam” diyor. Ülkedeki, dağdaki komutan da öyle, “Bu PKK, PKK’nin ölçüleri olmasa da, dilediğim gibi biraz kendimi yaşasam” diyor. Aynı ağız. Halbuki PKK olmasa, biz olmasak yirmi dört saatte hepinizin işi bitiktir ve düşman öyle affetmez. Senin bu kurumlarda söylediğin her söz, idam gerekçendir. Silahı TC’ye karşı kaldırmak, idam gerekçesidir ve bunu yapar da. Ama bizim militanımız, görevlimiz, bir günü yaşamaya çalışıyor. Bunlardan çok var, bunlar saflarımızı istila etmiş. Gafleti böyle değerlendiriyoruz. Ne kadar söylesek de, “Benim için mühim olan, paşa keyfimce bir gün yaşamaktır” diyorlar. ‘Aşağılık Kürt’ dediğimiz olay bu. Uzun vadeli düşünmek yok, uzun vadeli tedbir yok, hatta yarını bile öngörme yok. Var olan düşünce de, “Gelirse savaşırız, ölürsek ölelim, kalırsak da sigaramızı tüttürelim.” Felsefe bu. Halbuki biz burada, iğne ucuyla imkan yaratma ve zamanı saniye saniye kazanıp kullanma işine ne kadar büyük önem verdik. Ben buna daha çok hayıflanıyorum.
Umarım bu kriz sürecinden daha sağlam ve güçlü çıkarız. Ama işler, bildiğiniz gibi kolay yürümüyor. Bizim yüzümüzden veya benim çalışma imkanımdan ötürü, neredeyse bölgesel bir savaş, hatta dünya savaşı olarak arz edilecek bir savaş, her an mümkündür. Tabii bu, bizim çalışmaların büyüklüğünü, boş yaşamadığımızı gösterir. Mesela, şu anda düşman özel savaşına hakim olan; ‘orası kurutulmazsa, bu savaş bitmez’ anlayışıdır. Ki bunu çok açık söylüyorlar. “Yüz milyar dolar para gitti” diyorlar. Yine, “Tarihimizin en büyük sıkıntılarını yaşıyoruz, bu sefer ya ölüsü, ya dirisi, ya da savaş, buraya da ödettireceğiz” diyorlar. Bu büyük bir tehdit tabii. Yani biz hakiki savaştık, onu demek istiyorum. Küçük bir saha çalışması. Burası sorumlu tutulamaz, ama mühim olan mücadeleyi sembolize ediyor olmasıdır. Yoksa savaşımı dünyanın dört bir tarafında da yürütebilirim. Ama şu anda sembolik olarak, tüm bu olup bitenlerden bizi sorumlu tutuyorlar. Daha doğrusu, “Önce beyin, yani işin kaynağı kurutulacak” diyorlar. Zaten çıkardığı diğer bir sonuç da şu: “Bu kadrolar, çorbacı takımı. Bunların askeri, siyasi dertleri diye bir şeyleri yoktur.” Bu da sizin için büyük bir ayıp. Çünkü düşman için korkutucu bir çalışma yapamıyorsunuz. Hiçbir alanı fazla tehlikeli görmüyor.
Aslında bunlar iyi gelişmelerdir, onu da belirtelim. Düşmanın savaş gücünü, önderliğini, Cumhurbaşkanından tut, huduttaki nöbetçisine kadar, hepsini bu kadar zorlamak bir gelişmeyi de ifade eder. Ama ciddi bir gelişmedir ve buna güç yetirebilmek gerekiyor. Tabii bundan ‘çok yaramazsınız’ gibi bir sonuç çıkarılamaz da, bir savaşa hakiki cevap vermeyi bilmemek gibi bir sonuç çıkarmak gerekiyor. Kendinizi fazlasıyla demagojik, lafazan bıraktınız. Fazlasıyla verimsiz, fazlasıyla çizginin dışında tuttunuz. Bu da sizin için büyük bir olumsuzluktur. İşler ciddidir. En az TC’nin bürokratları kadar bürokrasi yapalım. TC’nin subayları kadar biz de bir militanlık yapalım diyemiyorsunuz. Bu da en acıklı yönünüz. Bir defa, durumları büyük bir ciddiyetle ele almayı bilmeniz lazım. Benim kadrolar konusundaki çalışmam, dediğim gibi savaş nedeni. Bunu size anlatmak istiyorum, ama buna ne kadar yanıt olunacak; o da tam belli değildir. Her gün kıyamet kadar üzerinde duruyorum. Söz gücünü müthiş kullanıyoruz, tabii harekete, eyleme geçirme gücünü de. Ama bana göre, halen layık olmayan, hatta işi gücü baş belası olmak olan o kadar çok kişi var ki.
TC, genelde Kürt isyanlarını bir günde vurmuştur. Bizimki ise neredeyse yirmi-yirmi beş yılı buluyor. Ve düşman vuramıyorsa, bunun nedeni tabii ki benim tarzımızdır. Sizin bu tarzınıza kalsa, mesela şu anda en benim diyen eyaletimizin komutasına kalsa, ömrü kesinlikle bir operasyonluktur. Bütün hesaplar bunun böyle olduğunu gösteriyor. İsyanlar da böyleydi; bir kalkışır, iki aylık operasyon o isyanın sonunu getirir. Gerçekliğinizde halen bu egemendir. İşte Önderlik olayı; bunun aşılmasının çabası içindedir. Şu açık ki; derinliğiyle, tarzıyla, temposuyla ve her tür tedbirliliğiyle bunun gerçekleştirme gücünü ifade ediyor. Ama siz ne kadar öğrendiniz? Acaba, ‘ben de öğrendim, ben de uygulayabilirim’ diyebilir misiniz? Bu konuda siz öyle bir duruma gelmişsiniz ki, ‘ben ne olacağım’ diyorsunuz, sanki yaşam elinizden gidiyormuş gibi. Daha doğrusu, düşman yaşamı uçurmuş, siz ise ‘bana ne olacak’ telaşı içindesiniz. Yaşamı kazanma, savaşı kazanmadır; bundan haberiniz yok. “Bu dünyada ben de biraz keyfilikle yaşayayım” diyorsunuz. Nerede yaşayacaksınız? Böyle derin yanılgılarınız var. Bunların altında kör bir ideoloji, ya da ideolojisizlik, siyasetsizlik, kişiliksizlik var. Köhne, umudu olmayan, iflas etmiş bir kişilik var.
Mücadelemiz Öze Dönüştür, Özgürlüğe Dönüştür
Şu aralar en çok üzerinde durduğum husus: PKK’nin iç gerçekliğine yakışmayan her türlü tutum, davranış ve birçok kişiliği nasıl saf dışı edeyimdir. Bu baş belalarını partinin içine kim yerleştirmiş? Altı, yedi yıl oluyor, daha kendisini partileştiremiyor, partileştirmekten kaçıyor. Altı, yedi yıl savaşıyor, daha askerliğin ABC’sini bilmiyor. Bunlara çok büyük öfkemiz var. Yaptığı, kendini problem olarak üzerimize atmak. Sizin neyiniz eksik? Dağ var, özgürlük dağı. Silah var, özgürlük silahları. Her şeyiniz yeterli. Siz daha ne istiyorsunuz? Kendi savaşınızın sorumluluğunu bile üstlenmiyorsunuz. Ben şu kadar yıl savaştım diyorsunuz. İyi de, bunun teorisi, bunun pratiği, bunun zafer tarzı nasıl olmalı? Bunu hiç düşünmüyorsunuz. Sadece kendinizi yere atıyor, gerisini Parti getirsin diyorsunuz. Bu büyük bir onursuzluktur, şerefsizliktir. Savaşınızın hesabını kendiniz vereceksiniz. Başarıyla da, başarısızlıkla da olsa, muhasebesini kendiniz yapacaksınız. Bu onuru, bu sorumluluğu, bu şerefi kendiniz paylaşıp, göstereceksiniz. “İşi bozayım, gelsin başkaları temizlesin” diyorsunuz. İşte askerlikte, ihanetle eşdeğer olan tutum budur. Bakın, dikkat edin, çoğunuz örtülü bir biçimde bunu dayatıyorsunuz. En kötü olan nedir: Gidip bozma, ‘ben görev yürütmem. Ben gelişmem. Ben yenilmek için her şeye zemin olurum. Hatta zemini geliştiririm’ deme. Bunun altında ne var? Bencillik. Bir de “Neden ben böyle oldum” diyorsunuz. Çünkü siz, ihanete uğramış, inkara uğramış, çoktan ülkesi de, özgürlüğü de, kimliği de elinden alınmış insanlarsınız. Sizin için yapmakta olduğumuz, öze dönüştür, özgürlüğe dönüştür. Bunu özümseyeceğinize, bunu esas alacağınıza, tam tersini yapıyorsunuz. ‘Ben bir piç gibi yaşamak istiyorum’ diyorsunuz. Toplumda bile piçlere fazla ilgi olmaz, siz nasıl yaşayacaksınız? Kimse size yaşam şansı vermez. Buna da tepki duyuyor, bu sefer tümüyle çözülüyorsunuz. İşte bu, teslimiyetçilerin, itirafçıların durumudur. Bu çare değil ki! En kötüsü de, kendinizi ölüme yatırıyorsunuz. Tabii bütün bunlardan sonuç çıkarmayı bileceksiniz. Benim söylediklerim çok açık, fakat sizin algılama gücünüz neden yüksek değil?
Bir de bu işler, çok süratle halledilmeli. Çünkü askeri üslup, aynı zamanda sürat üslubudur. Tehlikeler çok çarpıcı. Ya bu iş böyle adam gibi tam yapılır, ya da içine girilmez. Birçok davranışa bakıyorum: Köhnemiş bir feodal aile ortamından bile daha tembel, daha problemli. Hatta özgürlük adı altında, büyük bir kendinden vazgeçme, kendini her tür şeye terk ediş yaşanıyor. Böyleleri az değil. Kıyamet kopuyor, bölge savaşı, dünya savaşı çıkacak. O, “Benim karın ağrılarım daha önemli” diyor. Hatta bir sigara, onun için hepsinden daha değerli. Bunlar bir ölçüttür. Neyin ölçütü? Beş para etmez kişiliğin ölçütü. Küçük ahbap çavuşlukları var, hoşuna giden küçük şeyleri var. Onlar için on tane partiyi feda ediyor. Bu olmaz! Kendinize sorun; çoğunuzun yaşadığı durum bu. Ondan sonra da, insan size üzülüyor tabii. Bomba yağsa, hepiniz ölseniz, ben ne yapayım?
Siz yılları boşa harcadınız. Ben, anama, “Ana ya beni doğurmayacaktın ya da ben özgürlük savaşçısı olacağım, karışmayacaksın” dedim. Şimdi siz kırk yaşınıza gelmişsiniz, halen kör topal, sahte yaşamı kabul ediyorsunuz. Tabii ki sizden adam çıkmaz. Benim yedi yaşımdaki özgürlük tutkularıma halen ulaşmış değilsiniz. Onun için; ya hiç doğmayacaktınız, yani doğmayı reddedecektiniz, ya da ben kendimi kendi elimle yeniden doğurtacağım diyecektiniz. Aksi halde sizin yaşama olanağınız sıfır. Ben bunların hepsini söyledim, ancak sonuç çıkaramadınız. Şu anda sizi nereye gönderelim? Özgürlük dağına gönderiyorum, olmuyor. Avrupa’ya gönderiyorum, beterin beteri konuma düşüyorsunuz. Burası da artık daralıyor. Düşman, “On beş yıldır uyuduğum yeter, vuracağım” diyor. Her riski göze alarak, bunu söylüyor. Gerçekleri biraz böyle dile getirebilirim. Herhalde yavaş yavaş anlayacaksınız.
İlginç bir süreç tabii. Tümüyle umutsuzluk dağıtmak için belirtmiyorum. Umut, daha güçlü şimdi. Başarı imkanı, aslında tarihte ilk defa böyle olgunlaşıyor. Ama ben, düşmanın saldırılarını fazla ciddiye almıyorum, o kadar önemli değil. Bizimkilerin cevabının yetersizliği, hatta öyle bir tarz ki, komplodan daha beter. Arkadaşlarımızda çok uyduruk bir tarz görüyorum. Biz ondan korkuyoruz. Yoksa savaşı bu düzeye getirmek büyük bir olay. Benim hislerim bana yalan söylemez. Tehlike çok büyük olmakla birlikte, hislerim beni her zamankinden daha fazla güldürüyor, hoşnut kılıyor. Bir şeyi bilince çıkarmadan önce, hislerimin önceliği alması vardır. Tabii bu, tehlikeyi küçümsediğim anlamına gelmez. Trajedi de doğabilir. Bir bakarsın, bir gün acayip bir şey olur. Düşman generalinin birisi şöyle diyor; “Peki, APO orada değilmiş. Yarın ölüsünü gösterirsek, görürler.” Buranın yetkililerini kastediyor tabii. Aklında, benim ölümü nasıl çıkaracağı var. Belki adamın planı var. Bunu söyleyen generaldir; yani bu adamlar boş konuşmazlar. Olabilir, zaten her gün hepinizin ölüsü çıkıyor. Savaştır, benim ki de çıkabilir. Bu, telaş filan değil, bu tehlike eskiden bundan daha az değildi. Bu tehlike her zaman, her yerde var. İlginç olan; kocaman bir ordunun, kendi savaşımını bir kişide çaresizleştirmesidir. Tuhaf bir durum aslında.
Tarihte, bunun başka örnekleri olduğunu sanmıyorum. Düşman, “Biz bitirdik. Müttefiklerimiz de, Avrupa’da öyle” diyor. Peki niye bir kişiden bu kadar korkuyorsunuz? Niye bu kadar büyük bir savaş nedeni yapabiliyorsunuz? Tabii bu, benim savaş gücümü gösteriyor. Tek kişilik bir ordu gibi güçlü olduğumu gösteriyor. Bu net. Sizin için üzüldüğüm nokta; neden bir kaçınızın bu savaş, bu mücadele özelliklerini yakalayamadığıdır. Anlaşılması zor değil, anlattıklarım son derece açıktır. Anlattıklarım güzel bir yaşam ve savaş tarzıdır. Neden bunları öğrenip uygulayamadınız? Hayret ettiğim nokta bu. Yani savaşıyorsunuz aslında, hayatınızı da ortaya koyduğunuz açık. Ancak neden ona bir Önderlik tarzını yakıştıramadınız? Tabii bunun altında, yanlış doğup, yanlış büyütülmeniz var. O da sizin şansızlığınız. Buna müthiş müdahale etmek istiyorum, fakat bu müdahale fazla etkili olmuyor ve bu da sizi ya ölüme götürecek, ya da teslimiyete.
Tarz üzerinde çok derinleşmek istedik, ama bizim arkadaşlarımız, komutanlarımız öyle pratikler sergiliyorlar ki bu, öfke üzerine öfke geliştirmekten öteye bir şeye yol açmıyor. Ben herhangi bir dağa yarım saat baksam, o dağa bir birliği nasıl üslendireceğimi kesinlikle çözerim. Bu adamlar on yıldır bir dağdalar, ancak o dağda üslenmeyi halen doğru planlayıp uygulayabilmiş değiller. Bana göre, bir mangayı bile etkili olarak güçlendirirsen, kesinlikle orada bir düşman alayı hareket edemez. Bu nettir. Son Botan pratiğine baktığımızda; o kadar silah, o kadar gerilla gitti, sözüm ona “Tuzak kurmak istiyoruz” diyorlar. Fakat kendileri öyle bir tuzağa düşüyor ki, ölen ölüyor, tabii kalanlar da canını kıl payı kurtarıyor. Burada büyük bir gaflet, yüzeysellik, hafiflik var. Kürt tarzı, yani: Geleceği varsa, göreceği de var. Yıllardır tek bir mevzilenmeyi bile geliştirememiş, bir de karşıma çıkıp, “Göğüs göğüse, bombalar mesafesinde çatıştık” diyor. Düşmanın o kadar tekniği, topu, ısıya dayalı termal silahları var. Sen bu taktiğin tutmayacağını bilmiyor musun? Ama bir tane akıllı çıkmıyor. Bomba mesafesinde, bu teknikle savaşılır mı? Orada bir derinliği, bir gizliliği sağlamak orada zor mudur? Değil.
Vietnamlılar üç yüz kilometrelik yeraltı tünelleri hazırlamışlardı. Amerikalılar her karış toprağa tonlarca bomba yağdırdılar, gene de bir şey olmadı. Bizimkiler o görkemli dağda, bir birliği bile düşmana bir darbe gibi, bir mayın gibi patlatamıyorlar. Çok tuhaf bir durum aslında. Ve bu, her yerde böyle. Grup, köye giderken pusuya düşüyor. Gerilla köye öyle girmez, elli sefer söyledik, olmaz! Aslında, ‘git köyden çay getir, git köyden erzak getir’ diyen birinin, bir defa savaş diye bir sorunu olamaz. İlk grup, ilk iş olarak, ilk iki günlük yemeğini ayarlayacak. Orada bir askeri hedefin olacak, o hedefi fethedeceksin. Yemek ondan sonra gelir. Bunlar, “Önce yemeği, hem de bir yıllık erzağı toplayalım, ondan sonra savaşalım” diyor. Bu, köylülerin felsefesidir. Yani, kışı kurtarmak için Adana’ya gidip çalışalım, ondan sonrasına bakarız. O kadar geri bir durum, geri bir düşünce sistemi.
Aslında kendinizi şiddetle yargılamanız lazım. Bu, kader değil. Zaten kendilerini aç, imhalık durumda da bırakıyorlar. Halbuki, dediğim gibidir: Yani önce o araziye bir mangayı doğru konumlandır. Bu askeri ben tanırım, zaten raporların hepsinde var. Amanos’taki raporda bile belirtiliyor: En zayıf tarafı, saldırı ruhundaki zayıflıktır. Onlar beş bin kişi, biz beş kişi. Onların sayıları çok fazlaydı, ancak saldırı ruhu çok zayıftı, o yüzden biz nasıl yaşadığımıza şaşırıyoruz. Halbuki bizim bu komuta kişiliklerimiz derinliğine tahlil edemiyor. Onun, bizim savaş gerçeğimiz içinde anlamı var. Yani biz bu gerillayı böyle düzenlerken, bunları biliyoruz. Hiçbir düşman askeri, saldırı ruhuyla gelemez. Bu onların tarzının bir özelliği. Ama sen, kendini tekniğe hedef yaparsan, stratejik bir üstünlüğümüzü sıfırlamış olursun. Sizde beyin var mı? Hiçbiriniz bu basit kuralı bile göz önüne getirerek bir düzenlemeyi geliştirdiniz mi? Binlercesi de olsa, etkili bir gerilla, onların saldırı inisiyatifini sıfırlar, düşman yerinde mıh gibi çakılır. Ve gerilla iş yapar.
Açık hareket ediyor, hiçbir derin, gizli ve ürkütücü hareket tarzına girmiyor, kendini hiç yormuyor, sürekli açık çatışmaya giriyor ve sürekli tekniğe hedef oluyorsunuz. Ben şunu da söylemiştim: Bir keçi bile o dağda olsaydı, bir saldırıya karşı sizden daha iyi kendini korurdu. Gerçekten öyle. Kürt tarzı: Geleceği varsa, göreceği de var, ya herro, ya merro ya da yeke yek savaşırız şeklindedir. Yani Ortaçağın savaş anlayışına sahipsiniz. Bin bir emekle düşmanı bitirecek bir çalışmayı, kendi elimizle bu hale getiriyoruz. Bir de onun üzerine, kahramanlar gibi duruyorlar. “Savaştık” diyorlar, tesadüfen yaşıyorlarsa da, “Kazandık.” Bu kişilikler, bu yapılanlar çok geri. Savaş istiyorsunuz, ülke istiyorsunuz, ama durumunuz iyi değil. Sizin askerlikten de fazla anladığınız bir şey yok. Sizin durumunuz baş belası, kendinizi düzeltmiyorsunuz. Yaptıklarınız, toplumsal kavganın küçük bir örneğidir.
Bu konuda imkanlarınız varsa, hızla kendinizi düzeltmeyi bilmeniz lazım. Mesele sayı değil, mesele teknik de değil. Mesele, temelde askeri kafa yapısına sahip olmaktır. Dediklerim çok açık: Yapılması gereken büyük bir komuta, inat kişiliğini yakalamaktır. Kendini bu temelde güçlü, iradeli ve ilkeli kılmaktır. İşin özüne inmek, ondan taviz vermemektir; mesele bu. Siz bundan taviz veriyorsunuz. O zaman, yaşam başınıza bela olur, nitekim olmuştur da. ‘Bunu garantiye alın’ diyorum. “İlişkiler, yozlaşma, lojistikten ötürü her gün kayıp...” Sizin bu söylediklerinizin hepsi suç. Komutanın kafası, gece gündüz temel savaş sorunlarıyla uğraşır. Onu hallederseniz; yemek kendiliğinden gelir, aşk kendiliğinden gelir. Ancak bazı komutanlarımız kendi lümpen işleriyle uğraşıyor. Tabii bizim bunlara saygımız olamaz. Beni şimdiye kadar kandırmaya çalıştınız, mümkün değil beni kandıramazsınız. Ya savaşı hakiki yürüteceksiniz, o zaman selamınıza selam veririm; ya da siz alay ediyorsanız, ben de sizinle sonuna kadar alay ederim. Bunun kanunu böyle. Aile tarzıyla birbirinizi kandırmaya, çelik çomak oynamaya alışmışsınız; onu savaş yerine koyuyorsunuz.
Kısaca, sizin bu zavallılığınızdan, yetmez kişiliklerinizden ötürü, tarihi çalışmalarımızın başına bunlar geldi. Ve bu da, düşmanın şu anda aşırı bir biçimde bize yüklenmesine fırsat sunuyor. Acıklı olan; sizin yıllarınızı harcamış olmanızdır. Zaten büyük şahadetler de çıktı. Düşman çok ürkmüş, bu sürece ilişkin şunu söylüyor: “Bu önemli gerilla aşamaları aslında herşeyi elimizden alabilirdi, fakat zaaflarıyla o süreci değerlendiremediler. Ama APO takip ediyor. İnatçı, bu işin peşini bırakmıyor.” Bu büyük korkularının başlarına gelmemesi için, “İlla bu sefer önünü keseceğiz” diyorlar. Bunun için Türkiye’yi bile satarlar, yani generallerin hiç umurlarında değil.
Çok büyük tarihi fırsatları kaçırdınız. Fırsat, Hilvan-Siverek başkaldırısında vardı. Fırsat, o 1982-’83’lerdeki büyük atılım döneminde büyüktü. 15 Ağustos Atılımı süreci, çok büyük bir fırsattı. Ancak bu, tamamen boşa çıkarıldı. Fırsat 1991-’92’de çok büyüktü, yani kurtuluş imkanı vardı. Bunun üzerine de çok kötü yaslandınız. Tabii altında da büyük yıkımlar vardı, onların hepsini biz göğüsledik. Bir Hilvan-Siverek pratiğini biz temizledik. Kemal Pir, “Ey Apo, ben bu adamları, bu sorumluları yakalarsam, iki elimi boğazlarına koyup hesap soracağım. Siz nasıl bu pratiği bu hale getirdiniz, diyeceğim” diyordu. İnsan büyük öfke duyuyordu. Pratiğin sonunu berbat edip, ortadan sıvışmak; hepinizin pratiği biraz buna benziyor. 1983-’84’te Botan tümüyle açıktı, ayağa kalkmaya hazırdı. Akıllı bir komutan olsaydı, yapılabilirdi. Agit arkadaşımız bunun farkındaydı, fakat altından kalkamadı. O da kendini bile koruyamadı. Büyük bir kurtuluş imkanı yine vardı; 1986-’87 hatta ’88’i bile kazanmak için korkunç bir çalışma sergiledik. Okursanız belgeleri var, çuvallar dolusudur.
Yine 15 Ağustos’a girişi hazırlamak için nasıl uğraştık. O belgelerde 1981-’82 yıllarının değerlendirmelerini okuyun. Bir de kendi çabalarınıza bakın. Dağlar kadar farkı görürsünüz. 1991-’92’ye bakın, tabur tabur insan geliyordu. Tarihe biraz tutkun bir kişi olsa, altı ayda, kurtuluş ordusunun zaferlerini birkaç bölgede sağlayabilirdi. Ama o Şemdin alçağı gibileri, rüyasında bile göremedikleri halde, “İktidar oldum, devlet oldum” diyor, her türlü pisliğe kendilerini bulandırıyorlardı. Düşman bunu gördü ve karşı hamleyle sizi panik içine soktu. 1994-’95’te başıma bela oldunuz. Sırf o sürecin olumsuzluklarını durdurmak için, burada düşmanı bu günkü duruma sokan bu büyük çalışmayı başlattık. Umurunuzda mı? Sizin için yenilmek de, kazanmak da bir ayran gibidir. Bu çalışmada fazla teriniz yok, fazla sorumluluğunuz yok. Çok ucuz ele aldınız. Oysa düşman bunu nasıl ele aldı? Bir Çiller’i takip etseydiniz, o kadının korkunç kesildiğini görürdünüz. “Ya bitecek, ya bitecek” diyordu. Ve o generalle birlikte bir şey daha söylüyordu; “Aslında her şey elden gitmişti, ama biz kazandık.” Halen tiril tiril titriyorlar. Siz daha elden gidenin ne olduğunu bilmediğiniz gibi, bir de bu vahim durumu önlemenin nasıl olduğunu da bilmiyorsunuz. Çünkü sorumluluğuna pek katlanmıyor, geri, vasat ele alıyorsunuz. Tabii bu da, fazla değer ifade etmiyor.
Yeni hazırladığımız sürecin bitiriciliğini düşman biliyor. “Bu sefer önleyemezsek, bırakacağız veya anlaşacağız” diyor. Zaten bize yolladığı haber de çok ilginçtir, “Seni halledersek halledeceğiz, yoksa barışırız” diyor. Yani ‘bu hafta içinde öldürürsek öldürürüz’ demek istiyor. Çok ilginç bir durum. “Ya savaş, ya barışla olacak. Zamanımız da yok. Birkaç hafta içinde bitmeli” diyorlar. Her şeyi de yapabilirler. Aslında eskiden de böyleydi, yalnız üzerime eskiden tüm devlet gelmiyordu, sadece MİT geliyordu. Mesela ’80’lere kadar, MİT, “Bitireceğiz, ha bitirdik, ha bitirmek üzereyiz” diyordu. Adamları yanı başımdaydı, “Haydi Apo, şöyle adım at” diyorlardı. Ben, o savaşları size anlattım ve önemlidir. Biz, saati saatine yanımızdaki MİT yönlendirmesiyle beraberdik. ‘İstediğiniz gibi olsun, haydi bir gün daha, bir gün daha’ diye diye, yani saati saatine bir savaş yürütüyorduk. Ve işte 1978-’79’u büyük bir oyalama taktiği ile geçirdik, tabii o zaman çılgına döndüler. Daha sonra, ’88’de aynı durum yaşandı. Bir çok adamı etrafımıza doldu. Tabii planları sadece imha, sadece bizi ele geçirmek değildi. Tarihte TKP’yi, KDP’yi nasıl teslim almışlarsa, bizi de öyle yapmak istiyorlar. “Ömrün bir ay kaldı, iki ay kaldı” diyorlardı. Ki o zaman da şu deniliyordu; “Haydi kaç kurtul, küçük şeylerle yetin, kurtul.”
O dönemde ben, ’88’i kurtarmak için nasıl büyük bir çaba harcadım. O zaman JİTEM’in Ersever takımı vardı. Adamlar kendilerini general gibi gördüler. Neden? Güya benim işimi ’90’ın başında halledeceklerdi. İşte şu son dönemde, Şemdin alçağını gördünüz, şunu kurmuş: “Savaş yeter, gel teslim ol.” Şimdi orada ne kadar da memnun. Kürt işbirlikçiliğinde bunlar çok müthiştir. Sırtları bile sıvazlansa, kırk defa kendini satarlar. Ama bu sefer, Genelkurmayın özel savaş birlikleri devrede. Şimdi Cumhurbaşkanlığından tut, muhalefete kadar, hepsi bir saldırı dalgası içindeler. İşler daha da büyüdü, daha ciddi bir hal aldı. Biz yine kendi tarzımızın savaşçılığını yürütüyoruz. Dikkat edilirse, daha emin, daha iddialı bir konumdayız. Fakat tehlike de çok somut, yani sanki savaşın son perdeleri oynanıyor gibi. Belki bitmez, ama böyle bir anlamı da kesin var. Belki de, cephe savaşı biçiminde değildir.
Operasyonlar var zaten, o kadar mühim de değil. Ama Genelkurmayın veya düşmanın üst komutası devrede. Üst komuta: Stratejik önderliktir. Eskiden polis emniyet şefleri bunu söylerdi, şimdi ise en üst düzeydeki stratejik önderlikler; “Ya bitecek, ya bitecek. Ya savaşla, ya diplomasiyle” diyorlar. Ki diplomasiden bekledikleri ne? “Diplomasi tükendi. Tanklar yolda, uçaklar hazır, emir bekliyor” diyorlar. Aslında bu, askeri olarak da kazandıklarını göstermiyor. Askeri olarak kazansalardı, işi diplomasi ile hallederlerdi. Demek ki, kendilerine askeri olarak fazla bir inançları yok. Hiç olmazsa siyasi bir görüşmeye gelmiyorlar. Demek ki, TC’nin stratejik önderliği tıkanmış bir durumda ve kendilerine hiç güveni olmayan bir konumdadır. Bir savaşın sonucunu tartışmaya bile güveni yok. Güvenemiyor, Türkiye’nin iç toplumsal bunalımı her an başına yıkılabilir. Uluslararası sistem çok zorluyor. Türk kesiminde stratejik önderlik tehlikede. Hıyanette de öyle; Güney’deki hıyanete bakın, onların da durumu aynıdır. Zaten birbiriyle bağlantılı. O açıdan son perdeyi çok çılgınca oynamak istiyorlar.
Küçümsememek, telaşlanmamak, fakat çok ciddi sonuçlar çıkarmak gerekiyor. Sonuç; savaş olmayabilir de, olabilir de. Zaten her gün var. Mesela; biz de komutayız, biz de kendimizi savaş kurmayı olarak değerlendiriyoruz. Stratejik, taktik önderlik olarak hazırlıyoruz, yetiştiriyoruz ve öyle yürütüyoruz; o zaman hakkını vermek gerekecek. Bu çok önemli sonuçları, çok derin sonuç alıcı biçimde, en az düşman cephesindeki kadar değerlendirmeniz gerekir. ‘Biz de emir bekliyoruz’ demeye gerek yok. ‘Biz de her bakımdan işleri kesin halletmeye varız veya bu gücü yakalıyoruz’ diyebilmelisiniz. PKK’nin askeri, siyasi çizgisinde hakiki bir komutan, yönetici veya kadroysanız, bunu öngörmeniz gerekecek. Biz de, bir hafta da olur, bir ayda da olur, bir yılda da olur, mühim değil; ama her zaman bir çalışmaya yeterli olacak gücü yakaladık.
Dönemin dili budur. Her yerde dönemin diline sahibiz. Savaşla da, siyasetle de dönemin gereklerine cevap olabiliriz. Gördüğünüz gibi, bizim de duruşumuz, en az düşman kadar iyi, fena değil. İş yapabiliyoruz. Sadece içeride değil, dışarıda da kesinlikle ’78’le de, ’88’le de kıyaslanamayacak kadar büyük bir gelişme var. Kaybedilmiş bir mevzii yok. Daha fazla kazanma imkanları var. Ama tekrar söyleyeyim; kaybettiğiniz imkanlar, kaybettiğiniz mevziiler de var. Ve bir de kazanma nedenleri farklı, sandığınız gibi değil. Kazanmayı sahtece paylaşmamak lazım. Kazanmayı doğru paylaşmak çok önemli. Kazanma tarzını, kendinde egemen kılmak, gerçekten kazanmanın kadrosu olmak, çok önemli. Bu, düşünce derinliği, irade keskinliği ve günlük tarz tempo yeterliliği ile cevap verecek, başarıyı esas alacak nitelikteyse, bu süreçten de kesinlikle biz güçlü çıkarız. Ve hatta, her zamankinden daha fazla. Bir on yıla da gerek yok. Belki de bunun sonucu, nihai ve önemli oranda lehimize de gelişebilir. Ama tekrar söylüyorum: Yeterli olamazsak bu, savaştır; yani düşman halen stratejik zafer peşinde. Özellikle Önderlik olayında, bu tehlikeyi de küçümsememek gerekiyor.
Kısacası, kendiniz için çıkaracağınız en temel sonuç: Şimdiye kadar savaşta çoktan kazanmamız gereken nedenleri, kazanma olanaklarını doğru değerlendirmek, büyük bir özeleştiri de demeyeceğim, asla bir daha bu yanılgı ve gaflete kişiliklerinizde yer vermemek, bu gelişme şansına sahiplenmek ve hiç olmazsa bundan sonra, başarının garantisi olan bir kadro, bir komuta gücü olmaktır. En anlamlı yanıt budur ve bu yanıtı vereceğinize de inanıyorum. Başarılar diliyorum.
4 Ekim1998