Partimizin Komutan, savaşçı ve tüm çalışanları, Parti Merkez Okulunun değerli öğrencileri;
Partimiz PKK’nin 20. Yaş yılı hepinize kutlu olsun!
PKK’nin 20. Yılında savaşta zafer, yaşamda özgürlük rüzgârı, her zamankinden daha güçlü esiyor.
Her alanda ve tüm görevlerde savaşan tüm Partililer ve ARGK savaşçıları!
İnsanlığın temel değerlerinin olduğu kadar ulusal ve toplumsal gerçekliğin neredeyse pamuk ipliğine benzer zayıflıkları ortamında, son bir umutla bugün bayrağı altında savaştığımız, PKK’lileşmeye doğru adim attığımızda düşündüğümüz sadece "eğer insan isek, eğer bunun gerekli saygısına biraz sahip isek gerisi ne olursa olsun bu adimi da attık ya" dercesine, dün gibi hatırlıyorum ki biz bu adimi atmaya cesaret etmiştik. Bugün bu adimin, ülkemizin en güçlü savaş ve yaşam adimi olduğuna hiç kuşku yok, bunu bütün düşman ve bütün dostlar biliyor. Her yıl ve hatta her ay bu gerçeği çözmeye çalışıyorum: Neydik, ne olmak istiyoruz? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Yaşamın ve savaşımın neresinden çektik nereye doğru gidiyoruz’. Bin defa da tekrarlansa, halen kendimize sormadan nefes bile alıp veremediğimiz gerçekliğimiz bu. Tabi ki cevaplarla kesinleşmeyinceye kadar ha bire sorulacaktır. Adı bir parti ama tepeden tırnağa yeni bir yaşam. Ve hatta yaşamdan da öte; çoktan kaybedilmiş, gerekçesi kalmamış, amacı kalmamış, gücü kuvveti kalmamış, anısı bile belleklerden tamamen silinmiş halen "en benim" diyenlerin bile onu gerçekleştirmek için bir türlü gerekli kesin adımı atamadığı bir ortamda bir umut savaşı söz konusudur, sürüp gidiyor. Herkesin bir türküsü vardır, bizim de türkümüz budur. Herkesin bir şarkısı bir ezgisi vardır. O havaya kendini kaptırır yaşar gider, bizim de türkümüzün adı böyledir ve giderek süreklileşiyor, derinleşiyor, dinliyor, dinletiyor, sürüp gidiyor. Trajik olduğu kadar komik, acı olduğu kadar zevkli, yaşattığı kadar bitiren bir yaşam türküsü oluyor.
Hemen en başta belirtilmeli ki, en eskinizden en yenilerinize kadar ilgileriniz, yaklaşımlarınız ve attığınız adımlar belli ölçüde benim için de geçerlidir. Bu adımların niteliğine ilişkin, nasılına ilişkin bazı şeyler bilinse bile, gerekleri yerine getirilmekten çok uzak ve bu uzaklık da ölüm oluyor, acı oluyor. Yaşanmamışın yaşanmamışı olarak kişiliğinizde gerçekleşiyor. Burada "suçlu sensin, odur" demiyorum. Burada suçlu tarihin derinliklerinde gizli, çoktan ölüp gitmiş. Suçlu gelecekte gizli, pusuda saklı bekliyor geri kalanı da vurmak için. Suçlu senin içinde, belki orada seni vuruyor. Belki de en açıkta olan düşman en kolay suçludur ve ondan kurtulmak mümkündür. Ama kendini binbir kılıfla gizlemiş, her sözde ve her davranışta kendisini hissettiren ve bitirten düşmanla bahşetmek en zoru oluyor. Sizdeki düşmanla bahşetmek en zoru oluyor. Bunlar zayıflıktır, bunlar iradesizliktir, bunlar anlayış keskinliğinden uzaklıktır, bunlar atılması gereken adımdan uzaklıktır, bunlar beklenmedik bir yerde kendini bitirmektir, bunlar belki de anlayamadığınız, her adım atışınızda başımıza bela olabilen sizlerden bir parçadır.
Neden bu böyle? Bir toplum, bir halk, bir insan ki; bir düşmanın sınırsız yalnız işgal, ilhak, sömürgeleştirme değil, yalnız ülkesini ve toplumsal gerçekliğini teslim alması da değil bunun da çok ötesinde, herhangi bir köleleştirme değil, bunun da çok ötesinde uygulamalarına sen sonuna kadar, sadece zorla değil bir de gönülden kendini kaptırırsan seni tanımlamak çok zor, seni çözmek çok zor, seni insan kılmak çok zor. Seni yaşatmak anlamlıca ve güzelce daha da zor. İşte bu gerçekliğin neresindesiniz? Hiç kimse iddia edemez ki "ben bundan azçok kendimi kurtardım", değil, o kadar kolay değil lanetlilik denilen olaydan kurtulmak. Tarihte birçok insan grubunun başına gelen, belki de çağımızda en katmerli bir biçimde bizim başımızda, bizim yüreğimizde. Kasıp kavurarak yok edip gidiyor, götürüyor. Bu savaş bir anlamda, bunun kızgın etkisi altında bazı hisleri ayaklandırmaktır, mümkünse canlandırmaktır. Ölümcül bir hastalık halindeyse de öldürmek, çünkü böyle inlemeli ve felçli yaşamanın tıbben bile uygun görülmediği anlaşılmalıdır.
PKK denilen olayı bu anlamda herhangi genel bazı doğrulara göre bir siyasal parti, bir ideolojik siyasi çizgi anlamında kendini yürüten bir siyasal kuvvet, askeri bir kuvvet olarak görmek çok yüzeysel bir yaklaşımdır. Belki de bunlar işin biçim kısımları, koruyucu kabuklardır. Öz çok daha belirleyici oluyor veya öze ulaşmak öncelikli ve gerekli olandır. Bırakalım öze ulaşmayı, bu kaba çizgi olayında bile asgari doğrularda ısrar, anlam verme ile çelişkileriniz çok açık, ölür müsünüz yaşar mısınız bu çizgide, kesin değil. Kararınız ölüm kararı mı, yaşam kararı mı? Bu da kesin değil. Biz bir karar geliştirmek istedik baştan beri; olacaksa bir yaşam, insanların onuruna göre olmak, özgürce olmak ya da hiç olmamak. Bu iddiamı, bu tezimi ben halen sürdürüyorum ve çok iyi biliyorum ki bu benim için olduğu kadar, tüm toplum ve hatta insanlığın temel ideallerine göre davranmak isteyen herkes için olursa olurdur. Olmazsa onuruyla, olmazsa asgari gerekli olan şartlarıyla, varsın hiç olmasın. PKK olayında karar böyledir.
PKK olayında karara ulaşmak sandığınızın aksine öyle kolay değil, çoğunuzun gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. Gerçek öze göre nasıl bir insana, nasıl bir insan yaşamına dair karar sizde verilmemiştir. Verilen yanlışlıklarla doludur veya çok gevşektir. Kesinlikten uzaktır ve bu PKK savaşımında her tür trajik, hiç beklenmedik tüm kayıpların nedenidir. Eğer tarih karşısındaki sorumluluğumuzla biraz gerekeni yapmasaydık, bütün bu yetmezliklerinizin sizi çok kısa bir sürede veya bir olası düşman hamlesinde bile yerle bir ettiğine, hatta kendi geriliklerinizin sınırlı bir etkisi altında sizi her an bitirdiğine tanığız, bunu yaşıyorsunuz. Peki ne olacak? PKK kararlılığı PKK’nin gerçekliğine göre nasıl verilecek, bunu ortaya koymaya çalışıyorum. Bu 20. Yıl da esas itibariyla doğru bir PKK karar yılıdır. Bunun için var mı sizin kendinize saygınız, var mı ciddiyetiniz, var mı bir gücünüz, herşeyden önce karar gücünüz? Çünkü bu karar en çetrefilli bir siyasi karardır, en amansız bir savaş kararıdır, en görkemli bir özgür yaşam kararıdır. Sizde var mı bunlar? Tutarlı mısınız, ikiyüzlülükten vazgeçmeye var mısınız, kendinizi kandırmaktan vazgeçmeye var mısınız? Başarı tarzına göre, güzel tarzına göre karara var mısınız? Kendini kandırmadan ve gerçekten "olacaksa yaşam bu karara göre olacak" diyecek kadar emin misiniz? Birşey daha belirtelim; bu kararda zorlama olamaz, yalvarma hele hiç olamaz. Bütün şehitler adına da and içiyoruz ki; bu kararın yoğunca yaşadığınız bireycilikle, çok küçük amaçlarla ve hele her adımda neredeyse bir parçanın kaybedildiği gerçekliğinizle hiç mi hiç bağlantısı olamaz. Bu kararı doğru tanımalı, mümkünse doğru vermelisiniz. Bu kararda aldanmak, aldatmak, herhalde daha sonraki bütün kaybediş süreçlerinin esasıdır.
Sadece yanlış katılım, yanlış yaşamak değil, daha tehlikelisi bu geçen yıllara sığdırıldı. Bütün dürüst insanların, hatta o çocukların hepsinin iyi niyetini ve hatta bütün savaşların karşıt güçlerini de biraraya getirsek, bütün tarihi bu temelde incelersek göreceğiz ki; çözemeyeceğimiz, anlam veremeyeceğimiz gariplikler, terslikler, yanlışlıklar, ihanetler, komplolar inanılmaz düzeyde kendini bu tarih içinde bir kez daha ortaya koyuyor. Bir değil, bir yerde değil, binlerce, her yerde ve hemen herkeste! Düşmanın bile çok özel yöntemlerle geliştiremeyeceği, vuramayacağı bir biçimde işi boşa çıkarma, kendi öz kararını boşa çıkarma, sonuna kadar başarısızlığa yol açma gibi tutumlar müthiş sergileniyor. Bu tarih biraz da bunun tarihi oluyor. Halen her an kendime soruyorum: Neden ve niçin? Nasıl böyle oluyor? Bunlar kimdir? Ve hiç de bilimsel değerlendirmelerden kendimi alıkoymak istemememe rağmen, bütün üslubum bilimsellikle yürümesine rağmen, artık "bunları doğuran gerçeklik" diyorum "kahrolaydı". Burada bir ahlaki, bir hissi söylemi geliştirmekten kendimi alıkoyamıyorum. Çünkü siyasetle, askerlik bilimi ile izah edemiyorsun. Bu kadar mı bu insanlar yanlış doğdu, yanlış büyüdü diye çok sorduk son dönemde. Bir insana kaybettirilir, bu kadar mı kaybettirilir? Bir insan kendine karşı vicdansız olur, bu kadar mı olur? Bir insan yanlış yapar, bu kadar mı yapar? Bir insan doğrular karşısında iddiasız olur, bu kadar mı olur? Sessiz olur, bu kadar mı olur? Yılanlardan daha tehlikeli yanlışlarla bu kadar mı yatılır, kalkılır? Yaşamı tamamen tehdit eden bütün oldubittileri nasıl kabul eder, sorup duruyorum. Keşke suçlanacak kadar güçlü olsaydınız, keşke yargılanacak kadar güçlü olsaydınız! O da yok. Siyasiaskeri açıdan sadece ağlanılacak kişilikler, çoçukca olmaktan da öteye kendini kandıran kişilikler ne kadar çıktı ve halen yaşıyor. Birşey daha soruyorum hep: Nerede kaldı yiğitlik, nerede kaldı kesin anlayış sahipleri, nerede hani "meydan bulsam da savaşmak istiyorum" diyenler? Arıyorum bir tane bulamıyorum. Burada umuttan mı kesileceğim? Hayır.
Başından beri, çıkışımı hatırladığımda, kimselere güvendiğim için değil güvenmediğim için başladım kendimle; kabul ettiğim için değil reddettiğim için başladım; dayanak bulduğum için değil tek başına kaldığım için yine başladım ve bunda ısrarlıyım, devam ediyorum. Bu umudun, gerçeklik ne kadar ona ters de olsa; güzelliğin, yine çirkinlik ne kadar yaygın olsa ve ona hiç şans vermese de; doğrular, çoktan yitirilmiş, yanlışlıklar diz boyu da olsa, "bütün bunlara inat" dedim "olacak bu iş, adım atacağım". Sorun, ilk günde olduğu gibi şimdi de benden kaynaklanmıyor, sorun aslında sizden de kaynaklanmıyor. Öyle bir tarih ve öyle bir günün geçerli yaşamı ki, siz derken acaba kimsiniz, herhangi bir özelliğiniz var mı diye kendime soru soruyorum, "yüklenme bu çocuklara" diyorum. Bunların herhangi ciddi bir özelliği yok, verdiğim bazı doğrularla sadece iyi niyetlice yürürler, o kadar. Yaratıcılıkmış, savaşçılığın ustalığıymış, arama bu çocuklarda. Ve arkasındaki halk gücü, onlar daha da derbeder, onların kimliksizliği daha da gelişmiştir. Ama buna rağmen bu konuşmamın da başlığı olarak koydum savaşta zafer, yaşamda özgürlük her zamankinden daha yakındır. Neden? Eğer Özgürlük tanımı ve ona bağlanmak doğruca yapılmışsa, herhalde bütün geri insanlık bir yana o tek özgürlük kişiliği bir yana, kazanacak olan o büyük özgürlük adına olandır. Buna inanıyorum. Bunu şunun için söylüyorum: Muhtemelen sizin de böyle özlemleriniz vardır, özgür olmak istemi. Fakat bu bireycilikle kendinizi şaşırttığınız gibi bir özgürlük değil. Aslında bütün değerlendirmeler şunu gösteriyor ki; bu son süreçlerde gelişen savaş imkanlarıyla, hatta özgür yaşam imkanlarıyla yaptığınız karşılaşma canına okumadır. Savaş ve özgürlük bağlantısını tersine çevirmek, savaşta düşüş, özgürlükten kopuş, savaştan kaçış, özgürlükten köleci bireyciliğe dönüş veya o çok zor olan bazı özgürlük imkanlarını çok kötü bir bireycilikle tüketiş! Bu tarihi hatayı size göre belki bir adım ileridir ama özgürlük savaşı sözkonusu olduğunda en tehlikeli dayatmayı büyük bir gafletle yaşamaktan çekinmediniz. Var mıydı sizde yürek, bunu kim size söyledi? Tabi ucu, sınırı belli olmayan yerlerden ve sayısı belli olmayan düşmanlardan siz yoruldunuz! Elinizden başka ne gelebilir ki!
"Bir tek doğruya ben varım" bile demek, gerçekten mumla arasan da bulamadığın bir gerçeklik. Bundan hiç yılmıyorum. Bütün bu dayatmaları, kendim için savaşın daha da tahrik edilmesi olarak değerlendiriyorum. Burada üzüldüğüm, acıdığım kendi savaş zorluklarım değil, sizin talihsizlikleriniz, sizin zavallı halleriniz, beklenmedik yerlerde ölümleriniz. Hiçbir şey yapamamış, yirmisindeotuzunda, ona üzülüyorum. "En kendimi yaşıyorum" dediğiniz noktadaki yaşamamışlığınıza üzülüyorum. Bunu aşmak istiyorum. Engel kim, biliyormusunuz? En çok da aşmaya muhtaç olan ta kendiniz! Buna rağmen neden savaşta zafer, yaşamda özgürlük imkanı gelişmekten geri kalmıyor? Ne kadar gaflet, ihanet olsa da, içten ve dıştan her türlü boşa çıkarıcı dayatmalar eksik de olmasa, bizim sistemde bizim savaş kaybetmez. Düşman ne kadar vurdum da dese ve sizler ne kadar çok yüzeysel olsanız, "daraldım, tıkandım" deseniz de herşey bizim tarza göre çalışır. Umarım düşman da, siz de aklınızı belki biraz başınıza alırsınız, bizim savaşa siz hiç birşey yapamazsınız. Çünkü; derler ya "ilahlar böyle buyurdu", bizde de savaş tanrısı bunu böyle söylüyor. Ölen siz olacaksınız, kazanan savaş olacak. Ölen sizin yaşamınız olacaktır, kazanan özgür yaşam olacaktır. Bunu çok açık söylüyorum. Kandırılan bizim savaş tarzımız değil, kendi ipe sapa gelmez tutumlarınız, davranışlarınız olacaktır.
Düşmanımız, birey olarak da bizi hiç bir zaman anlamadı ve halen ne kadar anlamaya çalıştığı da belli değil. Aynı sizler gibi, fakat yanlış. Bana kaybettirmedi biliyorsunuz, kaybeden benden daha fazla düşmanımdır ve biraz da yanlış yaklaşımların sahibi Partililer, savaşçılardır. Umarım anlayacaksınız. Bu şu anlama geliyor: Bu işlerle oynanmaz, çokça içine gömüldüğünüz sözümona duygulanmalarınız ve lakırdılarınızla ne bu savaş verilir ne bu savaşa, bizim önderlik ettiğimiz savaşa zarar verebilirsiniz. Kendinizi de herhangi birşey yapamazsınız. Çokça o vurguladığınız ne komutanı olursunuz, ne savaşçısı, sadece kandırılanları olursunuz ki düşmanla sadece yanlış bir diyalektik bağ temelinde çarpışır, çarpışır sonunda çözülürsünüz. Sizi çözerim, düşmanı çözerim, olan da biraz budur. Bu ne anlama gelir? Mümkünse doğrulara gelin, varsa kendinize belli bir saygınlığınız doğrulara ulaşmakta cesur olun. Vurguladım ya, yargılanmaya kendinizi tabi tutacak bir gücünüz olacaksa iyi, ama en kötüsü her bir doğrunun canına okumuşsunuz. Bir gücünüz olsaydı da hesabını verebilseydiniz. Daha kötüsü hesap veremeyecek kadar güçsüz, zavallı olmak. Dikkat edin, fazla birşey istemiyoruz. Yanlışlıklarınıza sahip çıkacak kadar güçlü, hatta canımıza okuyacak kadar güçlü olsaydınız, bu bile bir ileri adım olurdu. Bu da yok, işte, bu sizin için çok acı olan bir yan oluyor. Neden böyle oluyor? İşte yanlışlıklarda ısrar! Burada hiç artniyet aramıyorum, "bunu çok kasıtlı yapıyorsunuz" demiyorum. Vurguladım ya, bu, düşmanın bin yıllardan beri oluşturduğu lanetli toplumsal gerçekliğin aşılması, yaşamın bütün gerekli olan vazgeçilmez gereklerinin artık tüm yöntemlerle biraz kazanabilinmesi sorunu.
Dedik savaşta zafer, yaşamda özgürlük imkanları artıyor. Bunu anlamaya çalışın. Bununla biraz kendinizi büyütmeye çalışın. Bu tek çıkar yol. Belki sizin anladığınız dille, yani bütün o tarih boyunca köle ordularının, padişah ordularının, burjuva ordularının sert tarzını biz size uygulamıyoruz. Uygulamayacağız. Ama bu demek değildir ki tarzda şiddet yok, tarzda yoğunluk yok, tarzda biçim yok. Fazlasıyla var. Bu özgürlük temelinde, gönüllülük temelindedir. Başka türlüsünü ideolojimiz gereği, yaratmak istediğimiz dünyamız gereği yapmayız. Siz ne kadar bunu kanıksasanız da, "biz vurulmadan düzelmeyiz, dövülmesek düzelmeyiz" deseniz de biz bunu insana yakıştırmayız. Bizim insanı ele alış tarzımız bu beklentilere göre olamaz. Ama siz diyeceksiniz ki "o zaman biz şımardıkça şımaracağız", o zaman kaybederseniz. Bütün bu imkanlar sadece büyük bir disiplin gücüne ulaşmanız içindir, yoksa şımarmanız için değil. Olgunlaşmak içindir, yoksa çocuklaşmak için değil. Keskinleşmek içindir gevşemek için değil. Doğruların egemenliği içindir, yanlışlarda tırmanmak için değil. Alışagelmişsiniz, "ancak biz sert baskılar ortamında kendimize çeki düzen veririz, bu özgürlük ortamında da keyfiliği sınır tanımaz biçimlere büründüreceğiz", işte örneklerini görüyorsunuz. En eskisi, "en benim" diyenlerin utanç verici durumları! Ben mi böyle yapsınlar dedim? Hayır, onlar özgürlüğü yanlış değerlendirdiler. Partinin yüce kutsal emeklerini çok kötü bireyselleştirdiler ve şimdi hiçbirisi hesap veremiyor. Kırk yaşına gelmişler, kendilerini iki kelimeyle bile savunacak durumda değiller. Bu çok acı bir sonuçtur. Ve gittikçe, neredeyse birçoğunuz için bir kader haline geliyor. İyi niyetlisi, olmadık yerde son nefesini veriyor, kalanı da hesap veremeyecek kadar zavallı, bir acınacak kişi olarak karşımıza çıkıyor. Bu doğru mudur? Bu arzulanır mıdır? Değilse, o zaman neden?
Bakın sizlerin hemen herşiyinizin en önde gelen sorumlusu olarak söylüyorum, birşeyleri anlamalısınız! Kitapları anlayamıyorsanız, halkların savaşını anlayamıyorsanız, dünyadan birşey anlayamıyorsanız, bizim bir yalın hikayemiz var onu anlayın ve yaşamın bir imkanını görün. Çünkü bu ülkede başka türlüsü olmuyor, başka türlü bir yaprak kadar bile esmeye düşman fırsat verdirmiyor. Hıyanetten başka, gafletten başka, düşüşten başka hiçbirşey yok. O halde bu hikayeyi öğrenin. Teoriden anlayamıyorsanız, siyasetin dilinden de anlamıyorsanız, halkların savaş deneyimlerinin ifadesi olarak askerlik biliminden de anlayamıyorsanız, ben size basit bir hikaye sundum, kendi yaşam, savaş, mücadele gerçekliğimi hikaye diliyle söylüyorum, onu anlayın. Neden anlayamıyorsunuz, size onu da söylemeliyim ki; anlayabilmek için insanda izan, biraz gönül duyarlılığı gereklidir. Eğer gönül çok şımartılmışsa, izan, anlayış diye birşey kalmamışsa ve herşeye boşvermeci, herşeye hercümerc bir ilgisizlik altında yaklaşılıyorsa, siz bir hikayeyi kırk defa da okusanız anlayamazsınız. Ve bu yaşanıyor, ama çok yanlış. Ne zaman anlama gücüne ulaşacaksınız basit bir hikayeyi? Anlamazsanız ne olur? Anlamazsanız hiçbir yere varamazsınız ve artık eskisi kadar sizi bu Partiye, onun bu savaşımına katmaya da ilgimiz olmuyor. Bu gidişe son vermek istiyoruz, bu tarzınıza, bu yürüyüşe "dur" demek istiyoruz. "Gidip şöyleböyle devrileceklerine otursalar daha iyi olur" diyorum. Onu da anlamaya çalışmıyor veya anlamamazlıktan geliyorsunuz. Ama görüyorsunuz, günlük olarak hiç de yerinde olmayan şehadetleri, birçok yürüyüşte birçok değerli insanın çarpılıp gitmeleri. Bundan bireyin kendisi sorumlu.
"Savaş" diyorsunuz, silahı çoktan omuzlamışsınız, peki nerede bunun gerekleri? Nerede bunun sıradan bir hitabı? Sıradan doğru bir toplantısı, sıradan bazı doğruları birbirlerine dayatma nerede? Sürtüklük nedir, düşkünlük nedir? İşte bu "nerede"ye cevap olmamaktır. Siz yüzyıllardan kalma veya daha çok düşmanın silikleştirmek için size verdiği bazı şekillendirmelerle, bana göre çok kötü bir boya fırçası gibi bazı kişilik özellikleriyle yaşayabileceğinizi sanıyorsunuz. Olmaz, bu söylediğiniz şeyler lakırdı cinsindendir. Giydiğiniz elbiseler en kötü bir tiyatronun kılık kıyafetinden farksızdır. Değil bu müthiş savaşa göre öz kazanmak, biçim kazanmak; çok komik bir tiyatronun değişik bir biçimi oynanıyor. "Aşar mısınız, vazgeçer misiniz" diyeceğim, örnekler beni biraz zorluyor. "Yapabildiğin kadar konuş" diyorum, bunu yapamıyor. "Konuşabildiğin kadar yap", bunu da sağlayamıyor. "Yaklaşma, defol git! Yediğin yaptığın yeter, bir köşeye çekil" onu da yapamıyor. "En basit bir doğruya göre artık şekil al, söz kazan", onu da yapamıyor. Bu ne demektir? Bu, "ben tam bir belayım, tam bir serseriyim" veya "bir çaresizim" demektir.
Benim gerçekliğim karşısında anlayışınıza biraz daha başvurun. Böyle kalmak doğru mudur, mümkün müdür? Hep bir gerçeği vurguladım, ben bu kişilikten, bu dayatmadan anam da olsa on yaşımda bağımı koparmışım. Bütün insanlardan bu temelde kopmuşum. Sen geleceksin, büyük çizgi adımlarını, örgüt adımlarını attıktan sonra bana bu oyunları bir kez daha oynayacaksın. Her zaman söylerim, toplumda ben bu tip lümpenlerden, serserilerden kaçtım ve örgüt oluşturdum. Benim örgüt oluşturmamın özünde bu yatar. Yani yaşayabileceğim ortam herkesin bir evi var, benim de evim örgüt ortamı. Şimdi bunun için de yavuz hırsız misali "seni rahat bırakmayız" diyor arkadaşlarımız, en üstten en alta kadar. Evi kurduk büyük emekle kırk yıldır. Haydi siz de içinde yaşayın, ama bırakın biz de yaşayalım! Yok, "harabeye çevireceğiz". Yavuz hırsız misali işte, "aldığın senin olsun" diyorum "bırak geri kalanını biz kullanalım". "Yok" diyor "hepsini alacağım". Evet, içinizde en gelişmiş olanların yaptığı bundan farksızdır. Diğeri de evin kölesi! Ya bu ev özgür olanların eviydi! Büyük bir kısmı da hain, toplumdaki oyunun diğer bir parçası. Köle! Herşeyi çalınıyor, herşeyin canına okunuyor, ilgisi bile yok. İşte bu temelde bu evden bizi kaçırtmak istiyorsunuz. Bunun için orduyu geliştirmek istedik. "Haydi 'Parti evi' yetmiyor" dedim, "daha kızgın, daha sert bir 'ordu evi', ordu yaşamı yapalım". Ordu yaşamı. Orada sıradan bir hırsızlık değil, çalma da değil, canına okuma gelişiyor. Çünkü orada çalınan candır, yani can gider. Partide belki örgüt gider, belki yetki gider, belki sorumluluk gider, ama burada el attığın herşey cana mal olur. Bu tabi daha da kıyameti koparmaya götürüyor.
Bu, arkada düşmanın yüzyıllardan beri oynattığı bir oyundur. Boyun eğdik mi? Hayır! Dediğiniz gibi oluyor mu? Hayır! Kim hırpalandı? Daha çok sizler! Kim daha çok kaptırıldı, kimin canına okundu? Sizlerin! Onun için diyorum, acaba bu oyuna herkesin, kiminin şu, kiminin bu düzeyde yaşadığı bu oyuna son verir misiniz, canınız ister mi son vermeyi? Devam ederseniz; çok açık, artık bilmek gerekir ki bu oyunun baş rol oyuncusu herhalde sizin küçük oyunlarınıza düşemeyecek kadar tecrübelidir. Acaba bunu anlayabilecek misiniz? Anlamazsanız ne olur? Hemen kaybedersiniz. Bu bir korkutma değil, bu, hep sizin aleyhinize olan duruma bir kumarı düşünün zar attıkça hep kaybediyorsunuz tümüyle kaybetmenize son vermeniz için. Bu PKK’deki, savaştaki, ordudaki katiliminiza, oynamaniza derinden bir tarz temelinde son verin. Umutlu olun, dogrular var, dogrularin başarisi var. Zor da gelse size israr edin biraz.
Bizim toplumun bir özelligi var: Esasta kaybettigi için, çok yoksullaştirildigi için, çok küçültüldügü için bir balonlaşma tarzini dener. Hiçbir dogrusu yoktur, der "en büyük Allah’tır". Aslında orada bütün yalanları gizliyor, hiç Allah’ı anlamayanın ta kendisidir bu. En çok Allah’a inanışı söyler, ama inancı hiç olmayanın bir numaralısıdır. "Nasılsın" dersin, "iyiyim" der. Aslında hiç iyi olmayanın birincisidir. Orada da büyük bir yalan var. Kendisini herkesten daha güzel sayar, ama dünyadaki çirkinlikte birincidir. Ve hep böyledir, olmaması gerekende birincidir. Bu bir abartma kişiliği, bu bir kendini kandırma kişiliği. Yalnız toplumda olsaydı "çare Partidir" diyorduk "zaten aşacağız". Şimdi en tehlikelisi Parti içinde, daha da tehlikelisi ordu içinde oluyor. Bütün günlük örnekler şunu gösteriyor: Benim kırk yıllık emeğim yetmiyor. Bir halkın, en yoksul bir halkın, gerçekten dürüst olanın nesi varsa sunduğu yetmiyor. Savaşta canını göz kırpmadan veren de yetmiyor. Sahte komutanlıktan bahsediyorum. Bütün savaşta yaptığı; Parti açısından zaten öncü olmaktan çıkmış, hiçbir zaman partili olamamış, komutanlıkta sözümona dikiş tutturmuş onda da yanlış üstüne yanlış yapmış. Ve öyle ki bütün bu saydığım değerlerin temelinde en başta bizim yarattığımız fedakarlık, cesaret ruhu ve binbir inceliklerle geliştirdiğimiz bir Parti örgütü ve o örgütün işte ulaştırdığı bazı savaşçılar bir gelişmeye yol açıyorlar, bunlar diyor "işte gördün mü herşeyi yaratan komutanı?". Şimdi bütün komutanlarımız böyle. Savaşçıların canına okumuş, bütün kazanma olanaklarının canına okumuş, bir numaralı askeri komutan kesiliyor! Neredeyse orada bir numara! Biraz insaf, kendi emeğimi bir tarafa bırakıyorum, orada daha kanı yerde olan savaşçı var. Onun, senin başarında hiçbir değeri yok mu? Senin eline o silahı veren, seni sen yapan bir yığın çaba var. Onların hiç payı yok mu? "Hayır"! Yani bencillik o kadar güçlü ki örneğini bulamıyoruz, tarihte birçok ünlü komutandan hiç bahsetmek istemiyorum. Karşımızda bir Kemalizm ve onun önderi Mustafa Kemal vardır. Yaptıkları için şunu söyler: "Aziz Türk Ulusu'nun sayesinde", bütün kelimelerinde bu var. Bizim sahte komutana bak şunu söyler: "Yaptığım bu en büyük çalışma, benim sayemde"! Halk yok, Parti yok, Önderlik de yok, varsa da en dalkavukça, yalancı tarzda. Şimdi bunlar yeni bir hastalık. Abartmanın da ötesinde, tam bir psikopatik özellik sürüp gidiyor. Kanser hastalığı gibi. Tabi bununla bir yere varılmaz; bir ordu ordu olmaz, savaşı da zafer olmaz.
Çok çaba harcıyoruz, "yapma" diyoruz "yanlışlıkların diz boyu", "kabul ediyorum" da diyor "doğrudur hepsi yanlış, söylediklerim de yalan", fakat iki saniye sonra yine o tutumda ısrar! Ne yapacaksın bunu, ne yapacaksınız bunları? Şimdi bu yıldönümü vesilesiyle daha somut söylersek; 20. Yıl demek, bir çocuk doğarsa bile yirmi yaşına geldiğinde parti kurabilir, ordu kurabilir, savaşı da zafere götürebilir, öyle bir yaştır. İnsanlar için bu böyle olduğu gibi, örgütler için de, ordular için de bu böyledir. Yani bir savaşı, hele çağdaş bir halk savaşını başarıya götürebilmek için yirmi yıl fazladır. Örneğin Çin savaşına bakın, yirmi yıldan azdır o büyük Çin halk savaşı. Vietnam savaşına bakın, yirmi yıldan çok azdır, on yıl içindedir hazırlanışı ve sonuçlanışı. Türk milli kurtuluş savaşına bakın, birbuçuk yıldır. Bütün Afrika’daki savaşlara bakin, beşon yildir. Küba’ya bakın, yine iki yıldır. Bazıları bir ayaklanmayla kazanılmıştır. Ekim devrimine bakın, biriki ayaklanmayla kazanılmıştır. I. Büyük dünya savaşı dört yıl sürmüştür, II. Büyük dünya savaşı beş yıl sürmüştür. Kaybeden kaybetmiştir, kazanan kazanmıştır. Bir de kazanmayanlar vardır, bazı kazanılmayan savaşlar vardır. Bunlar sürüncemede kalan savaşlardır. İşte filistinisrail savaşı, işte Güney Kürdistan’daki savaş çözümsüz, sürüncemede kalan savaşlardir. Bunun gibi birçok sürüncemede kalmiş, denge durumunda veya düşmani tarafindan yenilgiye ugratilmiş savaşlar vardir. Daha dogrusu hakli olanin, haksiz olanin birbirlerine karşitliklarini ifade eden savaşlarda, ister yenen adina, ister yenilen adina, süreci, çagdaş anlamda bir yildan yirmi yila kadardir, tarihte de sanirim agirlikli olarak bu böyledir. Sürümcemede kalanlarin ise şöyle bir özelligi vardir: Yenişemezler geri çekilirler veya tikanir, çürür öyle gider. Artik onun adi da anilmaz olur. Şimdi bu gerçekler temelinde kendi savaşimiza bir anlam verelim.
Bizim savaşin, PKK’nin resmi ilan edilişinin bir öncesi de vardir. Benim savaşimimi sorarsaniz, ben kendimi tanidigimdan beri siyasi olarak savaştim. Yani en az kirk yila kadar giden bir mazisi vardir. Yalniz sizin resmen tanidiginiza veya PKK adi altinda yapilanlara bakarsak 25. Yilina girişi var. Grup olarak bir ideolojik savaş da savaştir. Ama derseniz "resmen ilan edilmiş olarak", haydi 20. Yilina girdi dersek, şimdi bu savaşin aslinda ya kaybedilmesi gerekiyordu ya kazanilmasi! Neden ne tam kaybettik ne tam kazandik? Kaybetmenin de eli kulagindadir, kazanmanin da. Hangi nedenler bunu bu hale getirdi? Çünkü bu tehlikeli bir haldir. Yirmi yilin içinde mutlaka ya yenilerek ya kazanilarak halledilmesi gereken bir olay, şimdi kritik bir aşamada. En çarpici soru budur şimdi. Bu soruya hiç olmazsa bu yirmi yilin tecrübesine dayanarak dogru bir cevabi vermeniz gerekir. Yenilgi adinaysa dogru vermeniz gerekir, kazanma adinaysa da dogru vermeniz gerekir. Uzatma olmaz, bütün savaş bilimine terstir. O halde bunun tehlikesini anlamak kadar şüphesiz biz kazanmaktan yana adimlar atacagiz kazanmanin bu ertelenmiş, bu gecikmiş halini nasil yakalayacagiz? Bu çok önemli bir sorudur ve cevabi veremezseniz bir savaş suçlusu olarak ya Parti sizi yargilar, ya da düşman, zaten günlük olarak düşman yargiliyor, vuruyor.
Kendinizi giderek savunma, hem düşman karşisindan hem Parti karşisinda zorlaşiyor, hatta imkansizlaşiyor. Buna bir çare bulmaniz gerekir. Sizi hiç kimse, hiçbir savaş adina, hiçbir ordu adina bu halinizle taşiyamaz, sizinle bir savaşi böyle yürütemez. Bu bir kandirmaca, bu bir oyalama, bu bir aldatma oyunu! Buna son vermekten bahsediyorum. Eskilerinize de, yenilerinize de, tecrübesi olana da, olmayana da yanliş olani da dogru olani da buna dahil ediyorum bu biçimiyle bu savaş sürdürülemez diyorum. Diyebilirsiniz “peki sen nasıl şimdiye kadar sabrettin, son sınırlara kadar böyle sabrı gelip dayattın?". Bunun nedenleri var: En başta bazıları tecrübe kazansın, işte çok yeni olanlar biriki adımı öğrensinler diye. Daha da önemlisi mevzileri geliştirelim kazanabilmek için; bazı olanakları devreye sokalım, içdış olanakları; yine hep ihtiyaç deniliyor, bazı lojistik ihtiyaçlarını, bazı araçgereç ihtiyaçlarını da, bir savaş için, en azından halk savaşımımız için yeterli olabilecek kadar hazırlayalım; eğitim yetersizliği, onu da geliştirelim dedik ve hepsini yaptık.
Kıyaslıyorum tarihte, "en benim" diyen bir Çin ulusu milyara varan bir ulus, Mao’nun yaptığı elli kişilik bir grubu bile eğitmeden savaşa girmedir. Ho Chi Minh’e bakıyorsun, yaptığı, otuz kişiden fazla olmayan bir grubu, o da derme çatma bir sayfalık bir talimatla ve birkaç eski mavzerle yola çıkarmak. Lenin’e bakıyorsun, doğru dürüst beşon kişiyi birkaç seminerlikle hazırlayıp Rusya’ya göndermedir. Bize bakıyoruz; yalnız benim bizzat ilgilendiğim bir alan çalışmasında, otuz bini aşkın insanı en kapsamlı teorikideolojik, pratik eğitimlerle birlikte ve sağselamet en görkemli halk savaşının verileceği bir dağa bir mevzilenmeye, bir üslenmeye gönderiyoruz, bir bakıyoruz ki adamımız gitmiş orayı da mahvetmiş. Otuz bin kişinin hiç arttırmasanız sayısını, yalnız bunu gerilla tarzına göre korumayı bilirseniz, yeterlidir bir zafer için. Bir tane bile ilave etmelerine gerek yok. Hepsi tepeden tırnağa kadar donanımlıydı, dağlara da sağlam ulaşmışlardı, halk ilişkileri fazlasıyla yeterliydi. Dış irtibatları hep sağlam idi. Ama bugün çok özel yöntemler olmasa, tek birisini bile sağlam bırakmayacak kadar geriletiyorlar. Bunda suçu biz hiç düşmanda arayamayız. Düşmandır, onun işi vurmaktır zaten, yüzde beş bağlanabilir. Ama bakın yüzde doksanbeş, bu savaşla oynayan ve bunu giderek tehlikeli bir alışkanlık haline getiren, komutasından savaşçısına kadar kendiniz oluyorsunuz.
Savaş her zaman soylu meslek diye tarif edilir, tarihte de öyledir. Roma’ya bakın, bütün Ortaçağ'a bakın en gururlu, en soylu, en yüce, en kendini özgür kılmak isteyenlerin benimsediği bir sanattır. Kölelerin sanatı savaş olamaz, kölelerin sanatı köleliktir, her türlü basit hizmet işlerinde çalışmaktır. Demek ki, sizin soylular sanatına yanlış katılımınız var, bu sanatı hiç anlamıyorsunuz. Onun için bu duruma gelindi. Siz birer kölesiniz bu savaşta, bir özgürlük savaşçısı değilsiniz. Onun için bu daralma, büzülme ve kendinizi tasfiyeye doğru gidiyorsunuz. Tarih bütünüyle şunu hep söylüyor: "Bu kadar büyük savaşçılar" diyor "acaba para için mi bu savaşı yaptılar?". Her ne kadar maddi bir teşvik varsa da, bütün ünlü komutanların yaşamında bir soyluluk, yani "ben büyük başaracağım" duygusu esasta rol oynuyor bu büyük savaşların, orduların pratiğinde. Yoksa "sana bir paralık maaş bağlayacağım" denilenler aslında ordunun azap askerleridir veya ölüme atılanlardır. Onlar savaşın asıl iradesi değildir. Savaşın asıl iradesi, "mutlak başaracağım" biçiminde keskin bir iradeye sahip olanın kendisidir. Bu sanırım fazla gelişmemiş sizde.
Şimdi bir kez daha soralım: Peki bu yirmi yılda en az bir saha çalışması olarak otuz bin katılmış iken, ki bir o kadarı da çeşitli alanlardan geldi. Neden bunları derleyemediniz? Neden sağlam bir halk ordusuna dönüştüremediniz ve çok önemli bazı zaferleri sığdıramadınız? Dikkat edin, yozlaşmış taciz eylemlerinden öteye gitmiyor bizim savaşçılığımız. Düşman, hatırlıyorum ilk adım attığımızda "bu dağlarda" diyordu "bunların bir tane gerillası bizim bin askere bedeldir". İlk günler böyle anlaşılıyordu ve düşman büyük bir panik içindeydi. Şimdi düşman bizim gerillayı çözmüş, kedinin fareyi araması gibi "şu dağın şu taşın altında" diyor "arayıp bulacağım". Bundan kim sorumlu? Kendini bir aslan değil de bir fare durumuna getirmekten kim sorumlu? İşte yanlış katılımlarınız, yanlış yaşam kararı, yanlış parti kararı sizleri bu duruma getiriyor. İyi niyetinize birşey demiyorum, o hiçbir şeydir. Bu bir sanattır ve vurguladığım gibi "önce ben bu savaşı kazanacağım" diyeceksiniz, er meydanına bunun için iniliyor. İşte giderek geliştirdiğimiz bir sorgu pratiğimiz var, şimdi gerillayı sorguluyoruz. Bakıyorum ki, çoktan, tek bir gerilla kararının ve onun tarzının uygulanmaması için bir çete anlayışı türemiş, vurmuş götürmüş. Kaç kişidirler, kimlerden ve nasıl oluşuyorlar, nerede ne yapmışlar, suçlarının defterini de tutamıyorsun çünkü defterlere sığmaz. Bir de herşeyi neredeyse bir suç pratiği gibi, araştırmakla da tükenmez. Ve sizler bunun çözümsüz bırakılmış gerillası oluyorsunuz. Bu benden daha çok sizi ilgilendirmiyor mu? Bunu çözmek, sizin, sıradan da olsa kendinize saygınızın bir gereği değil midir? Benden ne istiyorsunuz?
Asgari savaş yasalarına, bir çizgiye anlam vermeyeceksiniz, halen etrafımda dolanacaksınız.. Ben buna ne ad veriyorum artık? Bunlar bela takımı, bunlar ya çaresizler olarak ya da kontralar olarak beni kandırmaya geliyorlar. Öğrenmemekte ısrar ederseniz bu böyledir. Ben kendimi günlük olarak yorumluyorum, biraz bizden doğru öğrenilse. Bana da bir dağ verin, eğer ben sizin gibi yaptıysam istediğiniz cezayı verebilirsiniz. Bana "çok az bir imkanla işe başla" deyin, eğer ben sizin gibi o işi, o imkanları tükettiysem, onları tanınmaz hale getirdiysem kellemi koparın! Ve hiç bunları sormaya da gerek yok. Ben bu alana sıfırdan başladım, ne bir ilişkim vardı, ne bir dostum vardı, ne bir kuruş param vardı. Bir Allah misafiri biçiminde geldim ve hepinizin yükünü, hepinizin kördüğümlerini burada kaldırdım ve çözdüm. Herkese herşeyi verdim. Babanızdan alıp vermedim, sülalenizden alıp vermedim. Herhangi bir dosttan da alıp vermedim. Buldum buluşturdum verdim, bu çok açık. Peki size ne oluyor? Burada mezar kadar yatacak yerim yoktu başlarken, bakın şimdi hepinizi yatırabiliyoruz, hepinizi eğitebiliyoruz, yedirip içirebiliyoruz ve gelen herkese istediğinden fazlasını da veriyoruz. Peki en sağlam alanlarda isteyene siyasi alan, isteyene kitlesel alan, isteyene şahından bir coğrafya parçası zapt u rapt altına alınamaz bir gerilla mangasıyla bir olayı bile boşa çıkarabilecek sınırsız alanlarda peki neden yapamadınız? Kitleyi bozuyorsunuz, örgütü zorluyorsunuz, dağda barınamaz hale getiriyorsunuz. Burada bir yanlışlık var, burada bir kendini tanımama var, burada işin gerekleriyle uzaktanyakından alakalı olmamak var, burada bir gaflet var.
O halde yapılması gereken nedir? Varsa içinizde "ben saygılıyım, ben savaş soyluluğuna bağlıyım, ben soylu bir sanat olarak bu sanata kendimi veriyorum. Bu bir halk savaşı sanat, egemenlerin, sömürücülerin savaşından, ordusundan daha değerlidir. Bunun derin bilinciyle, büyük duygularıyla işin içindeyim" diyen varsa, o zaman gidin pisliğinizi temizleyin. Gidin bu "olmaz"ları, onun altındaki tüm nedenleri kaldırın, yoksa yaklaşmayın. Sonuna kadar öğrenmenize "evet" diyorum. Onun için dikkat edin hiç kimseye, gerekli eğitimden geçirmeden "bir adım at" denilmiyor. Esasta ayakta durabilecek kritik alanları araştırıyoruz, bunların hepsi hallediliyor. Siz gerisini boşa çıkarıyorsunuz. Nasıl? "İşte bir günlük de olsa paşa gibi yaşasam ne mutlu bana, bu günü de kurtardıysam yine ne mutlu bana". Savaş böyle olmaz! Bu psikolojiyle, sözümona bu bir günü kurtarmayla hiçbir halk savaşı verilmez. Halk savaşının ufkundan kendinizi yoksun bırakmışsınız ve bu derin lümpenizm, boşvermişlik burada da kendini gösteriyor. Bu çok kötü, bunu değil böyle bir gün yaşamak bununla nefes alıp vermek bile suç. Şimdi ben fazla açmak istemiyorum.
"Bizim halk savaşımız" deyip, biraz durup düşünmek lazım. Bu halk savaşı ki son umut savaşı, insanlığın en lanetlisi olmaktan kurtulma savaşı. Sizde hiç iman yok mu, sizde bir halka hiç saygı yok mu? Sizde hiç onurlu bir yaşama saygı yok mu? Eğer "var" diyorsanız, o zaman bu savaşımın bazı temel yasaları var, en azından böyle ucuz kaybedilmemesi gereği var. Peki bu kendini öldürmek ve yanıbaşındakini öldürmekle kazanılabilinir mi? Kuralları bozmakla, bilmem kendini feriştah kılmakla olur mu? Bu, anı anına kendini geliştirmek, düşmanı yenmekle olur, her düzeyde yenmekle olur değil mi? Bunları akıl edemeyecek kadar zırdeli misiniz? O zaman bunların genelde soylulukta, halk savaşımımızda da, tek umut savaşımında da yeri ne? "Ben serseriydim, lümpendim, ben bir düşkündüm geldim, oynamaya geldim. Toplumda dikiş tutturamadım, toplumda yüz bulamadım, PKK’de insana saygı var, burada işte namussuzluğumu gizlemeye geldim", hayır bu olmaz! "Düşkündüm, zavallıydım, kahraman kesilmeye geldim, güzel olmaya geldim". Böyle laflarla bu olmaz. Buralarda bu yöntemlerle istediğinize ulaşamazsınız.
Bu kandırmacayı bırakacaksınız, ilk işlerden birisi odur. Şimdi "çok uzlaştık" diyorsunuz, "yanlışlarla uzlaştık, bastırdık çok şeyi" diyorsunuz, bu iş yanlışlarla uzlaşmayı ve safları bastırmayla halledilemez. Kimi bastırıyorsun? Senin insanı geliştirmekten başka bir görevin var mı? Senin bir işi çözmekten başka bir işin var mı? Senin bir işi doğru yapmaktan başka bir işin var mı? Bastırma düşmanın işi. Yine uzlaşma diyorsunuz, neyin uzlaşması? Yanlışlarla. Yanlışlıklar bizde yılandan daha tehlikeli. Yılan bir kişiyi ısırır. Senin yaptığın uzlaşma yüz kişiyi düşürür. Neyle uzlaşıyorsun, karşılığı ne oluyor?"Düşünememiştim"! Hayvan adam, hayvan da demeyeceğim daha kötü, bu tip bir yaklaşım en değerli varlıkları bir çırpıda elinden alıyor. Uzlaşamazsın! Doğrular hakimiyet ister, doğrular adına ölümcül çaba ister. Bizdeki doğrular, halk savaşı doğruları, yaşam doğrularıdır. Ölümkalım doğrularıdır. İnsanın sonuna kadar yüreğini, dilini koyacağı, adından önce belleyeceği gerçeklerdir. Sen kimi kandırıyorsun? Ne zamana kadar kandırılacaksın, kandıracaksın? Bunları çözmeniz gerekiyor.
Demek ilk adımda bile doğrulara sonuna kadar kesin bağlanma ve uygulama, onun dili ve onun eylemi; yanlışlıklara sonuna kadar karşı çıkma, onun da dili ve eylemi; örgüt dili ve eylemi bir an bile ertelenemez. Ben burada savaş tarihimizi bir kez daha dile getirmek istemiyorum, çok işledik, ama büyük bir inatla siz anlamamakta öyle ısrar ediyorsunuz ki dedim ya, yirmi yılda kazanılması gerekeni kazanmaya zaten hiç gerek yok demek kadar veya bu bir şanstır olursa iyi olur, ama daha çok kendinizi yatırdığınız o kaybetmeye, tarihi kaybetmeye gün sayıyorsunuz. Çoklarının gözünde okunuyor: "Bu adamda da bu tedbir, bu çare bitse de kurtulsak bu savaştan" diyorsunuz. Çoğunun yaşam düşü böyle, bunu seziyorum, gözlerinizden okuyorum. Bütün hareketleriniz bunu çağrıştırıyor. Düşmanın da son marjinalleştirme teorileriyle beklentisi bu. O size bakıyor, siz ona bakıp "işte savaştık, namusu da kurtardık, daha fazlası bize göre değil", bunu bütün itirafçılar da söylemişti. Çok iyi hatırlıyorum bu Parti tarihinde, ama kursaklarında kalacaktır.
Benim de kendime göre bir sözüm var, halk sözüm var, doğrulara bağlılık sözüm var. Bir kendime saygınlığım var, bir yaşama benim bağlılığım var. Böylesine bir yenilgiye kulak kabartmış olanları boşa çıkartmak benim en amansız olacağım bir saha. Onlar geberecek! "Bitse de kurtulsak" diyenler, "fırsatı bulsak da bir gün paşa gibi yaşasak" veya "on tanesini kaybettiririm, ama ben bir gün yaşarım" diyenler için, ben onlar için yaşayacağım, onların canına okumak için! Onlara karşı savaşmıyor muyum? Savaşıyorum. Onlar az mı darbeleniyorlar? Hayır, ama çok silikler. Bukalemun gibiler, kırkayak gibiler, bir yerden vuruyorsun ertesi gün yeniden türüyor, ama ölümcül darbeyi de onlara hazırlayacağız. Yaşamı yenilgide gören, yaşamı gerillayı tasfiyede görenler için; yaşamı, bu kutsal son umut savaşı, son insan olma savaşımımızı, kendi bu iğrenç, basit yaşam güdülerine bağlayanlar için amansız olacağım. Sadece yemin içiyorum demiyorum, yıl sözümü veriyorum demiyorum; iliklerime kadar, hatta hücrelerime kadar bunları boşa çıkarmaya kesiliyorum. Ben çok lümpen, çok güdü düşkünlerini tanıdım. Kendimi de iyi tanıyorum, bir Tanrı kadar. Yaşatmayacağım! En ağa baba emperyalistler "tedbir aldık" diyorlar. Kanunlar çıkarmışlar "koruyacağız" diye, onlar da laftır, koruyamadıkları ortaya çıkmıştır.
20. Yılın beklentisi ucuz bir yenilgi olamaz. Saflarımızda günlük tartışılıyormuş; "yetmiyor mu bu kadar savaş, ne zaman yaşayacağız?" Şerefsiz adam söz böyle mi olur? Yirmi yıl değil, ikiyüz yıl da savaşsan, kazanmaktan ne haber? Soru budur. Kaldı ki sen savaştın mı, sen savaşın canına mı okudun? Sen savaştan birşey anlıyor musun? Sen savaş için birşey yaptın mı? Bitsin de yaşayacakmış, savaşmış da sıra yaşamaya gelmiş! Açık söyleyeyim, belki safsınız, gafilsiniz, ama bu kelimenin teki bile anında kurşuna dizilmeye yeterdir halk savaşlarında. Ama burada sefalet kol geziyor, ama burada düşkünler kol geziyor, burada savaş suçluları kol geziyor, burada umutsuzluk kol geziyor, burada yenilgi ruhunu herşeyine bulaştıranlar kol geziyor. Ben bunu da tanıyorum. Bütün bunları müthiş bana dayatıyorsunuz, herkes dayatıyor. Bazıları amansız savaşarak karşımızda, bazıları sizin gibi ince verem ağrıları biçiminde, yutmayacağım. Delikanlı taleplerinizi kırmak istemiyorum, ama bu bana sökmez. Ben böyle yaşamla, böyle toplumla, göbek bağımı anamla, on yaşımdan beri kestim. Sütten kesildim, göbek bağımdan kesildim ve kendimi o zaman tek büyüttüm. Bu kadar bağımsız, bu kadar özgücüme güvenliyim. Neyinize güveneyim beni kandıracaksanız? Bu duygularınızla beni yıldıracaksınız.
Sizi öldürmüyorsam, bunun tek gerekçesi, belki de suçun cezasını birşeyler vererek ödettirmek içindir. Yoksa size taviz vermek için sizi yaşatmıyorum. Öldürsem borç geride kalır, öldürülmüyorsanız, çalıştırıp borcu ödetmek içindir. Başka hiçbir gerekçeyle yaşatmadığımı bilmek zorundasınız. Bu benim babamın borcu değil, bu sizin tarih borcunuz, şeref borcunuz, halk borcunuz, şehitlere borcunuz, onların istediği borç bu borçtur. Sizden kimse kazanma istemiyor, bu kadar kazandınız, size "borcunuzu ödeyin" diyoruz. Ya böyle şeklen insan gibi dolaşmayacaksınız ya da dolaşma hakkını kendinizde görüyorsanız önce borcunuzu ödeyin. İnsanlık borcunu ödedin mi, vatan borcunu ödedin mi, özgürlük borcunu ödedin mi? Niye dolaşıyorsun o zaman utanmaz adam, sefil adam! Gırtlağına kadar borca batmış olan sıradan bir halk insanı bile olsa köyde dolaşabilir mi, intihar eder; iflas etmiş iş adamları da intihar ederler, kural budur. Yok eğer ayıların oynatılmasını yaşam sanıyorsanız o ayrı, ama biz böyle yaşamayacağız, bir diğer sözümüz de böyle yaşatmayacağız. Savaşımızın diğer bir zafer tarzı da budur. Yani öyle ki insanca zaferi kazanmadan ölmek de şereftir, ayılar gibi yaşamaktansa ölmek büyük bir zaferdir, büyük bir mutluluktur. Onun için PKK’nin savaş diyalektiginde iki şey söylenir: Savaştin başardin yaşayabilirsin; savaştin başarmadin öldün, şerefli ölürsün. Bunun üçüncü orta yolu yoktur.
Peki yirmi yilin eşiginde yenilgiye kulak kabartanlar kimlerdir? Size çok kisaca yalin bir çizgi halinde bunu da verecegim. Umarim anlar ve birtakim sonuçlari kendiniz için çikarirsiniz. Son dönem yogunlaşmalarimiz, özellikle savaşin temel gücü olarak ordu içinde, ordulaşma faaliyetlerimizde ayanbeyan gelişen çeteleşme üzerine. Çok karmaşik, çok inceçok kaba tarzli baştan günümüze kadar, bilinçli veya kendiliginden, iyi veya kötü niyetli, komplo, darbe türünden tutalim her tür karşi devrimci yaşam tarzlarina kadar yöntemlerle, bu işi en son yayginca işte saflarda da tartişildigi kadariyla "savaş buraya kadardir, biz yaşamak istiyoruz" biçimiyle kendilerini ele verme biçiminde suçüstü göstermişlerdir veya yakalanmişlardir. Şimdi bunun hikayesini size çok kisaca anlatayim.
15 Agustos atilimi gerçekten tarih başlatan bir atilimdi. Her ne kadar istedigimiz gibi kapsamda adim atilmasa da, esas itibariyla bu adimi özenle hazirladik. Uzun bir Ortadogu saha çalişmasi sonucunda ve kesinlikle çok önemli bir başari için ne gerekiyorsa bir kaç önemli yila sigdirarak, bu adimi atabilecek düzeye geldik. En az üçyüz kişiyi ideolojikmoral düzeyden tutalim, tepeden tirnaga teknikle donanima kadar ve saglikli yol yöntemlerle, adim adim çok tarihi bir aşamayi başlatacak üs alanlarina kadar da taşidik. Çok az bir kayipla bunlar gerçekleşti. Hazirlik babinda da en az bir yildan fazla süre bu gruplarin önünde vardi. Birşeyi eksikti; halk savaşimiza çok dahice olmasa da, siradan da olsa, gönül yatiracak ve beynini katik edecek pratik bir komutaya ihtiyaç vardi, böyle bir boşluk vardi. Bu üçyüz kişi içinde onlarca kişi bu komutayi saglayabilirdi, ama işte başlangiçta çok küçük diye ciddiye almadigimiz noksanliklar ve kişilik yapimiza damgasini vuran laubalilik, "önemli degildir" dedigimiz hususlar, daha o günlerden birike birike bugünlere geldi. Bir de işin içinde çizgi düzeyinde sorumlu olanlarin, Parti'nin en üst pratik Merkezi sorumlusu olarak gerekeni yerine getirmek durumunda olanlarin, halen çok derin olan, yanilgidan da öteye izah etmekte son derece güçlük çektigimiz, bir hazirligi anlayamama, anlar gibi gözüküp anlayamama durumlari. Bir de kendinden başlatmak hastaligi! Ortadogu’da bir saha çalışması mı yapılmış, bir zafer kadrosu mu oluşturulmuş, onu lafta kabul edip pratikte ise tamamen emeğimizle, özel tedbirlerimizle hazırladığımız kadroya ulaştırıldığı yerde, "bir de ben burada yapayım" yaklaşımı. Yani varolanı inkar etmek ve çok ilginç, bu varolanı çok doğmatik mi desem hala izah edilmeye muhtaç nedenlerle "hele savaşa var mısınız, yok musunuz" tartışmasına itmek, "hele ne zaman ülkeye giriş yapacağız", ülkenin içine girilmiş yüzlerce savaşçıyla, "hele karar verecek miyiz savaşa, vermeyecek miyiz"! Böyle sağa çeken karmaşıklığa iten ve böylece komutayı başlarken felç eden, kendiliğindenliğe bırakan bir zihniyet. En basitinden çizgi açısından doğmatizm hastalığı, bu işi çok tehlikeli bir noktaya getirmiştir. Bir müdahaleyi hatırlıyorum, "yapmazsan bilmem sülalene ne yapılır, yeter bu işlerle böyle oynanmaz" sonucuna kadar gittiğimi hatırlıyorum. İstemeyerek de olsa, birliklerimizin savaş kapasitesinin onda biri kadar da olsa ve belki de çok daha teknik olarak da çarpıcı olunabilecek, sonuç alınabilecek bir eylem 15 Ağustos sabahı sınırlı ve zayıfça başladı.
Taktik önderlik aslında "yarın ne olacak" sorusunu bile kendisine sormuyor. Adımı attık, artık başa ne gelir, belki de bunu da duymayacak kadar bir savaş sorumluluğundan uzak, hatta savaşa var olup olmadığı, neyin içine girip girmediğini doğrudürüst değerlendiremeyecek kadar kendiliğinden, bu kısa sürede anlaşılmıştır. Biz bu zihniyete, buna rağmen birşey demedik. Çeşitli kişilikler hiç adlarını vermeye fazla gerek yok, çokları zaten kendileriyle birlikte tasfiye olup gitmişlerdir, bazıları halen vardır ve derinleştiriyorlar sadece bu anlayışları. En acısı da bu işi çok iyi yapabilecek, çok değerli militanlar rollerine sahip çıkamadıkları için, onlar da kendi kendilerini ağırlıklı olarak tasfiye edebildiler. Daha bir yıl geçmeden, kendini sorumlu tutması gereken anlayış, "artık yeni bir 12 Eylül’le karşi karşiyayiz, bir kez daha geri çekilme" diyor, geri çekilme de öyle derlenip toparlanmak için degil "bu iş bu gerilla taktigiyle olmaz" biçiminde. Nasil ki Türkiye’de çözülmüş, artik siyaset olmaktan çikmiş, göçmenlik koşullarinda bile kendini yaşatamayacak kadar adi var kendisi olmayan gruplar haline gelinmişse, "bize de düşen böyle bir durumdur" diyor, belki açik söylemiyor ama hal hareketleriyle tamamen dayattiklari bu.
Biz bilindigi üzere '86’yı sadece bu dayatmayı boşa çıkarmak için, büyük bir sabırla hazırladık ve 3. Kongre denilen olay çözümlemeleri geliştirdik. Orada esas itibarıyla çözümlenen, gerilla tarzını boşa çıkarmak isteyen kişilikti, tarihin o özgürlük adımının "başarılamaz" denilen iradesiydi. Onu çözdük ve gerillada ısrar, tarihin bu savaşla ilerletilebileceğine dair kararlılık bir adım daha ilerletildi. Bize dayatılan "bundan daha fazlası olmaz, başka bir yol bul" idi. Çözdük, karar verdik, daha fazla yükleneceğiz. Bilindiği üzere '87'88’leri hem nicel, hem nitel olarak daha iyi hazırlanmış bir yıla, hatta belki de bini aşan gerilla çalışmalarıyla karşılık verdik. Ve halkın bitmeyen desteği daha gelişme gösterdi.
Özellikle değerli militanımız Mahsum Korkmaz (Agit)’ın anısına gerilla birliklerini daha fazla yaygınlaştıracağız kararını vererek anıya bağlılık gereğini gerçekleştirmiştik. Yalnız o şehadetin daha bir yılı bile geçmeden, artık bizim için nasılı bilmek de pek mümkün değil ama çözümlendiğinde, gerçek PKK militanlığının o şehadetle birlikte özellikle gerilla çizgisinde tasfiye edilmesini ve bunun yerine bir çete anlayışının çok özgün ve yaygın çabalarının devreye sokulduğunu görüyoruz. PKK tarihinde çokça işlenmiştir bir Hogırlaşma rüzgarı vardı; çolukçocuk demeden, hiç de Partimizin geleneğinde olmayan, hiçbir kararının olmadığı suçsuz bir sürü insanın öldürülmesi. Ben kaygılanmıştım, önce "olmaz" demiştim "bunu kontrgerillacılar yapıyor", sonra bir baktım ki bizim birlikler tarafından yapılmış. Bunun manevi sorumluluğunun altından kalkmak için büyük bir azap içindeydim ve düzeltmek için de büyük bir çabaya girişmiştik. Ama bu yöntem bırakılmadı, kendilerine ekmek, su verenleri bile katletmişler, hatta oldukça hizmete yatkın, bu Jirki aşiretinden tutalım ki en olumsuz aşiret diğerlerine kadar. Sırf "beyim" demiş "sana şunu getirmedim, ama şunu getirdim, sana şöyle yararlı olmadım ama böyle yararlı oldum", yani yararlılıkta bile insanların yarıştığı bir dönemi bunlar suçlandırmak için yeterli görüyorlar ve vuruyorlar. 12 yaşındaki çocukları kaçırıyorlar, hiçbir askerlik yasasında bu yoktur. Onları kaçırırken, dalga dalga gelen üniversite gençliği başta olmak üzere birçok kişiyi "metropol çocuğu" adı altında cezalandırıyorlar.
Giderek "iktidarı köylüler ele geçirdi" adı altında hırsızlıkla, çapulculukla, cinayet işlemekle kendini doyurmuş, en adi bir şakilikle aslında gününü gün etmiş tutum ve davranışları '87 sonları, '88 başlarında önemli oranda bizim askeri çizgimize egemen kıldıklarını görüyoruz, soruşturulması gereken bir durumdur. Toplantıları var, biz buna üçlüdörtlü çete de diyebiliriz. "Hiç mi Parti militanları yok" diyeceksiniz, var ama tabi görevlere sahip çıkılınamazsa, dünün yol keseni belki birkaç kuruş para için veya bir günü kurtarmak için insan vurur. Burada PKK’nin dev gibi değerleri var buna göz koyduktan sonra, bizim bu zavallı aydını, zavallı militanı bir çırpıda götürebilirler, zaten diyor "çatışma süsü vererek götürebilirsiniz". Kalanlar da sindiriliyor. Bunlar değer gaspında biraz keskinler, ben burada üretiyorum gönderiyorum, onlar orada el koyuyor. İşte bu bastırma hikayesi, hepinizin bu suç ortaklığı böyle ortaya çıkmıştır. Agit arkadaşımızın kuşkulu olan şehadetiyle birlikte, sözümona eşkiyalar, hırsızlar, caniler bunlara kötü niyetli, düşmanla ilişkilidir de demiyorum, olsa da olmasa da o kadar önemli değil, araştırılmaya değer, o kadar sonucu belirlemez tarz olarak açıkça da "burada parti demek biziz, aslında köylüler" diyorlar. Ama köylülükle de alakası yok, biz hepimiz köylüyüz. Bunlar köylünün şaki, hırsız kısımları, en izole olmuş, terbiyesiz, en basit nedenlerle insan vuracak kadar, biz de de tabi ki yoldaş vuracak kadar canavar kesilmiş kesimi oluyor.
Acı tabi, bu kadar Parti militanı var, savaşçısı var, bunlar ideolojik olarak Parti'ye bağlılar, inanıyorlar da Parti'ye. Fakat Parti'yi bir sanat olarak, örgütlenmeyi bir sanat olarak bellemedikleri için, ağır toplumsal etkiler altında yani "büyüğümüz ne derse öyle olur" biçiminde hiç kafa yormadan, savaşı bir sanat olarak bellemeden, "partileşme nedir, öncülük nedir" bu soruyu da hiç kendine sormadan, "kim komutansa o alıp götürsün" biçiminde yaklaşınca, taban buna böyle yatınca dörtlü çete kendini çizgide iktidar sanıyor. Tabi entrikada da, oyunda da yöntemler bitmez bu anlayışta olanlar için. Uygula ha uygula! Şimdi "halk ilişkisi" diyor, öldürerek halkı bağlayacak. Düşman bütünüyle korucu faaliyetlerini dayattı ve halkı aldı götürdü. Bastırarak, sözde yapıyı kendisine bağlamak istiyor, birkaç tanesini öldürüyor, birkaç tanesini de köylü kurnazlığıyla bağlıyor, örgüt içi hakimiyetini de öyle sağlıyor. Kendi aralarında da müthiş uzlaşma gereken uzlaşmalar da değerler üzerinde tabi gerçekleştiriliyor.
Bu büyük çizgiye dayatılan karmaşa daha '88’de giderek etkili olacak bir biçimde böyle karşimiza çikiyor. Bir defa Parti'nin ideolojik, siyasi çizgisi lafta var, özde, uygulamada yok. Parti'nin dev gibi örgüt gücü var, fakat iradede, uygulamada yok, uygulamada da farkinda bile degil. Çizgiye karşi, karşidevrim çizgisi dayatilmiş, dogru örgüt esaslarina darbe, komplo dayatilmiş, Merkezden tutalim savaşçilara kadar kimse ne olup bittigini farkedemiyor. Neden? Çünkü halen yogun olarak yaşadiginiz yaratici baglilik, kurallara göre yaşam olmadigi için, herkes bu karmaşa içinde varolani da kaybedip gidiyor. Her tür yanliş tarz, komploculuk, tasfiyecilik, yoldaş katli, bastirma, uzlaştirma adi altinda sürüp gidiyor. Ve bir de keyfilik. Çaresiz olan da çaresizlik içinde, nereye kadar giderse. Biz her yila tepeden tirnaga iki binden fazla gerilla hazirliklarini sigdiriyoruz ve her tür maddi degerleri ulaştiriyoruz, o karşi devrimci çizginin komplo, darbe çetesi ise ögütüyor bunlari kendi degirmeninde. Tüketebilecegi kadar tüketiyor, tüketemedigini sagasola savurup canina okuyor. "Bir zafer çalişmasi yaptik" dedim. Gerçekten her bir yil için yaptigimiz çalişma bir zafer yili çalişmasidir, "bu sene" dedim "zafer olacak".'88’den umudum bu, bir bakıyorum '89’a geldiğinde "Allah! İşler neden böyle", hiç de hazırlıklarımızın onda biri kadar gelişmiyor. Hadi yüklen '89’a! Ki bunların hepsi belgelidir.
Bu sefer "'89 zafer yılı" diyorum, yine iki binden fazla gerillayı bizzat yolluyorum. Teknik, maddi ve manevi donanım, hiçbir gerilla çalışmalarında olmayacak kadar güçlü ve diyorum yine "zafer bu sefer kesin". '90’nın başına bakıyorsun, işler yine tehlikeli, bu sefer gücümü daha da amansız çalıştırıyorum. Halkı da müthiş devreye katıyoruz. Çalışmaların hızından hiçbirşey kaybetmiyor. Gerillayı ikibinbeşyüze çıkardım, düşmanı oyalıyoruz, yine birçok diplomatiksaha çalışmaları. Tabi ki bunlar kendiliğinden de olsa bazı gelişmeleri ortaya çıkaracak, gelişmeler de çıkıyor, ama bir bakıyorsun taktik önderliğin tutturması gereken zafer düzeyi değil, karmaşıklığı daha da arttırma. '90'91’lerden itibaren serhıldanlar olmuş, onbinlerce genç gerilla saflarına akın ediyor ve on binlerce silah bulunmuş. Bir tarihe kulak veren adam olsa, bir "büyük özgürlük imkanı gelişiyor" diyen olsa aslında rahatlıkla elli bin kişilik gerilla ordusunu '91'92’de gerçekleştirebilir. Ama bu çete "iktidar olduk, devlet olduk" diyor bu sefer.
Tabi düşman cephesi darbe yapiyor, savaştan sorumlu Cumhurbaşkani'ni, Jandarma Genel Komutani'ni komployla kaldiriyor. Neden? Yenildi diye. Burada birşey hatirlatiyorum, Türk savaş yasasinda birşey geçerlidir: Savaşi kaybeden komutan, askerisiyasi olsun farketmez, bunu hayatiyla öder. Bu kural işletiliyor, kendi içinde tasfiye bu kadar açik yürütülürken; bizimkiler, 'büyük komutan' diyor "bakin nasil kazandik"! Inanilmaz bir gaflet mi desem, bir eşkiyanin kendini devlet sanmasi mi desem? Biz burada daha amansiz çalişiyoruz, yani bir elli bin kişilik gerilla ordusunun planini yapiyoruz ve "herşey tamam" diyoruz. Aldigim haberlere göre günde her bölgeye 10, 20, 50 kişilik adaylar geliyor, hazirladigimiz kadrolar da ulaşmiş, savaş taktik planlamasi üzerine plan üstüne plan gelişiyor. Güney savaşinda, zaten Güney Kürdistan’da bir devlet boşlugu var, tamamen içindeyiz. "Hiçbir eksiklik yok" diyorum ve düşman cephesinde de daha sonra itiraf ediliyor; "aslinda" diyor "o zaman Kürdistan kaybedilmişti". Halen bu özel savaş çetesinin bir iddiasidir, diyor ki "biz kaybedilen Kürdistan’ı yeniden kazandık". İşte bu dörtlü çete artıkları veya kalıntıları, suç ortakları, gerçekten kazanılan bir Kürdistan’ı bu çeteye teslim ediyorlar bilerek veya bilmeyerek, düşkün yaşam uğruna.
Hepsi artniyetli mi? Hayır. Çok bilinçli mi bir irtibat kurdular? Hayır, keşke o yetenekleri olsa, olsaydı daha kolay çözerdik. Bugün de o çokça gösterdiğiniz düşkünlükle, işte sahte komutanlık, erken iktidar hastalığı adı altında halen kendilerini o sevdaya kaptırmış olanlar içinizde az değil. Bu bir gaflet, bu bir kazanılmış o çok kudretli tarihi çalışmayı çetelere teslim etmedir. Bunlar veya sizler, ilgililer, şu veya bu düzeyde sorumlu olanlar, siz kendinizi ne sanıyorsunuz ve hesabı vermemeyi ne zamana kadar kurnazlıkla sürdüreceksiniz? Çözülemeyeceğini mi sanıyorsunuz bu oyunun? Çözülüyor. Çılgınca bu tutumda ısrar ediyorsunuz. İşin çok acı olan diğer bir yanıda şu, "biz kazandık" diyor. Bu anlayış '94’e doğru geldiğimizde, "hiç savaşılamaz, savaş bitti" diyerek bir ihaneti iliklerine kadar bana dayattılar. Hani sen iktidar olmuştun? Hani, halen iktidar hastalığından tiril tiril titriyorsun; hani, daha utanmadan, sağdasolda benden yaşam istiyorsun. İşte '94’te hiç savaşilamayacagini söyleyen ve gösteren sensin! Nereye gönderiyorsak ikinci gün varolan da bitiyor, canina okunuyor. Komplo, tasfiyecilik bu kadar gözükara. Daha ilginç olani şu: Hem iktidar sevdasindan vazgeçmiyor, hem günlük olarak cepheleri düşürüyor. Tek bir gerilla birligine bile sahip çikamiyor, tek bir inanci, morali aşilamiyor, ama yanima geliyor 'Merkez', 'temel askeri komutan'! Ne kadar hakki elinden alinmiş hatta! Şerefsiz, ugursuz adam! En degme köylü kurnazi da olsa, en gözükara şarlatan da olsa bir insan nasil bunda israr eder? Sen bir birlige sahip çikamayacak kadar vazgeçmişsin savaştan, peki iktidar nerede, hani iktidar olmuştun? Iktidar oldugun yere adim atamiyorsun, bir tek birligi savaştiramiyorsun. Peki benden ne istiyorsun? Işte komploculuk burada, karşi devrimcilik burada, entrikacilik gittikçe daha da siritiyor.
Çoktan savaşa, temel devrim degerlerine boşvermişlik kendini dayattikça dayatiyor. Nasil? Açikça da çogu söyledi, bunu teori haline getirmek isteyen, çizgi olarak örgütlemek isteyenler az çikmadi. Evet gözlerine, suratlarina baktiginda, dobra dobra "fazlasi olmaz" ifadesi görünür, aslinda bunlar hiçbirşey yapmayanlardir. Yüce şehitlere bin selam, ama bunlara lanet! Soy degerlerin soy emek sahiplerine bin defa selam, ama böyle işin içini kemiren, böyle yürekten bitenlere bin defa lanet! Açikti, ne biz iktidar olmuştuk, ne de bu yenilgiyi biz haketmiştik. Biz zaferin hem çok önemli bir zaferin eşiginden dönmüştük veya dönderilmiştik. Hem de düşman tarafindan mi? Hayir, o sahte çete veya çetecilikler tarafindan. Çünkü "iktidar oldum" dedigi noktada saga savrulmayi, tasfiyeyi dayatiyor. Imkanlari olmadigi için degil, savaşta başari imkanlari olmadigi için degil, çok oldugu için. Ama düşman kendini toparlamişti. '94 planlamasinda topyekün bir seferberlik, kendi deyişiyle milli konsensus, uzlaşma ve işte saha çalişmasi, birlik düzenlemeleri var. Bizim yapmamiz gereken, gerilla taburlariyla tutmamiz gereken saha veya kurtarilmiş alan çalişmalarini, bizim taktigimizi tersinden bize karşi kullanarak kontrgerilla tugaylari temelinde üstleniyor ve gerçek bir gerillanin dayanma gücünü, sabrini, inadini gösteriyor.
Düşman bizim tarza sahip oluyor ve '94’ü böyle bize kapatıyor. TC’nin kaybettiği Kürdistan böyle ele geçiriliyor, halen bizim komuta oyuncuları çözemiyorlar bile bunu, kendileriyle bağını bile kuramıyorlar. Kuramadıkları gibi demagojiyi derinleştirerek, kişiliklerindeki ezilmeyibüzülmeyi sorumsuzlukları tarz haline getirerek "işte kişilik bu" diyorlar. Yalan söylüyorsun, sen burada düşmanı tamamlıyorsun, düşmanın '94 planlamasının içimizdeki uzantısı oluyorsun. Çete artık sadece kendisi için teslimiyeti değil, "benden sonrası tufan" veya kendini gizlemek için bütün yapıya teslimiyeti dayatıyor. Bunun için akla hayale gelmedik numaraları çizgi adına, taktik adına ve en önemlisi de yaşamı zorlayarak, yaşamı bozarak, özgürlük tutkularını önce öldürerek, güdüleri ayaklandırarak, geniş imkanlar ortamında ordu kurmak yerine kendi beyliğini dayatarak ve yenilginin eşiğindeyken de sözümona metropollerden en son giyecek, yiyecek neler varsa onları getirerek, yanıbaşındaki kadınsa erkeği, erkekse kadını en güdü tarzında, düşkünlüğünü tatmin ederek yaşamak istiyor. "Savaştık artık sıra yaşamaya geldi, yaşamak hakkımız değil mi", diyor. Sormuyor kendisine "ben savaşın neresindeyim", tek bir soru yok burada. "Ben kazandım mı, kaybettim mi", ikisi de yok. Sadece "savaştık, yaşamak istiyoruz", ama savaşta iki soru sorulur her zaman: Kaybettin mi, kazandın mı? Kaybettiysen yaşayamazsın, zaten düşman seni görürse imha eder, varsa bir örgüt seni yargılar, çünkü savaşı kaybedeni kural gereği kimse yargılamadan bırakamaz. Kazandıysan göster bakalım, "kazandık iktidar olduk", nerede? Bunu örtbas ediyorlar, neyle örtbas ediyorlar? Sahte yaşam teorileri! Daha da kötüsü savaşabilecek ne varsa, suç ortaklığına bu meşhur uzlaşma teorisi gereği bulaşmayan tek bir kişi kalmayıncaya kadar taktiği tersine çevirme, özgürlük yaşamını tersine çevirme.
Kaybedilecek bütün yöntemleri uyguluyor, kırım hareketi gibi, bu savaşçılara mesela "şuraya git saldır" diyor, bu savaşçılar ya ölecek ya umutsuzluğa kapılıp bitecek. Büyük o savaş cesaretimizi, düşmanı kesin yenecek kadar temel gücümüzü teşkil eden o cesareti, fedakarlığı o tepe savaşlarında tüket, o karakol saldırılarında tüket! Düşman çok iyi biliyor, tepeden tırnağa kadar mayınlıyor, beton duvarı haline getiriyor, 'komutan' diyor "git şu karakolu ele geçir"! Düşman tepelere her tür tekniği yerleştiriyor, diyor "git ele geçir"! Askeri açıdan bir anlamı da yok, karakolları ele geçirme sürecinde değiliz. Tepeleri ele geçirmenin hiçbir anlamı yok, üs kurma durumu var. Bütün Kürdistan’da yüzlerce üs kurulacak yerler var, tek bir yerde üs geliştirilmiyor bu süreçte. "Egitimimizi yapmak için, cephe gerisinde biraz dinlenmek için şu daglari üsse çevirelim", bu yoktur. Dersim’den tut Zağros’lara kadar yüzlerce üs yerinde tek bir hazırlık yok. "İmkansız mı" diyorum, "hayır" diyor "her yerde üs var, ama biz köye yakın yerleri tercih ettik". Aslında dikkat edilirse burada gerillanın en temel bir kuralını inkar etme var, olanak olmadığı için değil, tam tersi hem olanak var, hem mutlak ihtiyaç var.
Hiçbir alan çalışması yapılmıyor. Halbuki düşman yaptı. '94'95’de bütün stratejik tepeleri kendisinin üssü yaptı. Daha dün, basına da yansımıştır, düşman diyor "biz gerillanın yapması gereken işi '94’ten beri özellikle yapmaya başladik". "Bakin buralar kartal yuvasi"diyor, tutulmasi gereken bütün önemli daglik alanlar için "PKK’lilerin yapması gerekirdi, biz yaptık ve böylece yüzlerce üssümüz var" diyor. Dikkat edin bunların ismi de şahin yuvası. Bizimkiler nerede? Derede, iki arada bir derede ha şöyle vurulacaklar ha böyle! Bu doğru mudur? Hayır. Bu aşılamaz mıydı? Rahatlıkla aşılabilirdi. Neden yapılmıyor? Çünkü halk savaşı iradesi kırılmış, çünkü taktik önderlik teslimiyeti seçmiş, ondan da öteye çete işbaşında. Çetenin bütün kolları ahtapot gibi, bütün alanları sarmış, ha bugün ha yarın yaşamın beklentisi içinde hiçbir savaş kuralına anlam vermeden, ciddi bir hazırlık yapmadan zavallı zavallı sonunu bekliyor. En iyi niyetlisi de ölüp gidiyor.
Peki bu doğru mudur? Bu önlenemez mi? Aslında önlenebilir. Yalnız bizim bir yıl çalışmamız '94 de dahil,'90, '91, '92, '93 elli bin kişilik ordunun sığdırılacağı bir zamandır. '94, '95’te büyük bir inatçı direnişimizle birlikte, gelişmenin hızından bile kaybettirmeden sürdürüleceği yıllardır. Ama gerilla ordusunda, taktik komutasında veya önderliğinde bozulma bu kadar ilerlemiş iken, çete özellikle çok etkili iken ve çetenin yavrucukları da manga düzeylerine kadar işi bireysel çıkarlara doğru taşırmış iken, Parti öncülüğü tukaka, yani ortada yok, yoldaş saygısı bile ortada yok. Herkes ne ele geçirmişse onun hesabı üzerinde kurulmuş iken sadece yenilgi değil bir kontra örgütünün boy vermemesi için hiçbir neden yok ve bunu bekliyoruz. Ta '88’lerden beri bakıyorum ki, bu on yıllık gerilla savaşımı sürecinde bir kontrgerilla örgütünün bütün planları var. İyi veya kötü, kendiliğinden veya bilinçli çabaları var. Düşkünce yaşam gerekçedir, savaşın zorlukları gerekçedir, daha kötüsü zaferin olanakları gerekçedir, devlet olmaya kadar gidebilecek olanaklar buna gerekçe yapılmıştır. Rüyalarında bir çorbaya kırk takla atan adam milyarlara oynuyor, başı dönüyor, bir kerhane için kırk takla atacak adam soylu insan karşısında her türlü namussuzluğu yapıyor. Düşmanın aldığı tedbirler değil, düşmanın kontrgerillası değil, bizdeki iradenin felç olması, bizdeki yaşamın soysuzlaşması, bizdeki gerillanın bütün kurallarının tersine çevrilmesi, yani "doğruları düşman uygulasın, düşmanın da tarzını yani düzen ordularını amaçtaki haksızlığından tutalım, tarz yanlışlıklarını da bize artık olarak alalım ve uygulayalım", bu zihniyet bakıyorum '95, '96’da inanılmaz bir dayatma halinde. "Yaptığım her yıl çalışması" diyorum "zafer çalışmasıdır". Hiç kusuru yok, hem de daha gelişmiş imkanlarla. Bakıyorsun karşımıza çıkan "bu iş bu kadar olur" anlayışı.
'95’te Anakarargah diye bir kavram ortaya attık, Zap, Metina, Avaşin, Botan, Zağros, Güney zaten tümüyle kitlesiyle de açık destek. Her tür teknik var topundan tutalım füzesine kadar, binlerce en fedai, tecrübe kazanmış savaşçı da var, sadece dürüstlük yetiyor, sadece halkına biraz gönül bağlamış, zafere susamış, büyük işlere biraz kalbini yatırmış bir namuslu kişiye ihtiyaç duyuyor. Sen misin bunu isteyen, sen misin bu tarihin emrine çağrı yapan? Giriştiler oraya çılgınca ve gözükaraca! Yetki savaşı, kadın savaşı, düşkünlük savaşı, egemenlik savaşı! Düşmana tarihinde en büyük yenilgileri tattıracağımız bir yer. Birazcık çekidüzen verilse o birliklere, düşmanın yaptığına benzer bir operasyonu daha gelecek ve operasyon en azından bir seferinde beş bin kayıba yol açar ve askeri olarak da defolup gider. Bütün bunun imkanları var. Tek bir doğrusuna ilgi gösterme yok. Korkunçtu '95’te dayatılan; Anakarargah'ta şu kişinin bunu, bu kişinin şunu boşa çıkarması yaşanıyor ve bu anlayış tabana doğru da yayılıyor. Herkes bu sefer can telaşına, yetki telaşına düşmüş, "bana ne düşer" havasına girmiş. Bir kez daha büyük şerefsizlik! Bir kez daha büyük oyun! Hem beklenmedik yerde, hem beklenmedik zamanda kendisini karşımıza çıkardı. Haydi ülke içi olsa sakıncalıydı, haydi olanakların noksanlığından olsaydı bir izahı vardı ama savaşçılar sonuna kadar cesur, teknik sonuna kadar el veriyor, sonuna kadar kuralplan belirlenmiş, sadece namusluca "mevzilenelim bekleyelim düşmanı" veya "biz üzerine gidelim çekelim" diyeceksin ve savaşacaksın. İşte böyle kısa bir taktik yönetim, kısa süreli, çok fazla zeka istemeyen, çaba istemeyen bir taktik önderlik gerekiyor. Haydi yapsana! Sıradan mahalle kabadayılarının, sokak düşkünlerinin içine giremeyeceği tutum ve davranışları bizim adımıza, taktik önderlik adına dayatıp duruyorlar ve TC geliyor vuruyor.
Evet, genelde aldığım tedbirler var, meşhurdur, genel tedbirlerle savaşmayanların şerefini kurtarıyoruz. '95 düşman için ölümcül bir tuzak iken, neredeyse bize hem de içimizde bir tuzağa dönüştürülüyor. Sonuna kadar örgütü parçala, sonuna kadar böl, bir de sonuna kadar bitmiş bir yaşamı dayat. Yaşamak istiyorlarmış, bulmuşlar bazı düşkünleri birbirleriyle buluşturarak yaşayacaklarmış! Sabrettim, hiç vurmaya gerek görmedim, basit adamları vurmaya hiç gerek yoktur. Bir savaş suçlusu ancak çok büyük iş yapıp yapmadığında sorgulanabilir ve ona kurşun sıkmak belki de bir haktır. Biliyorsunuz çok kocakarıları bir yerlere atarlar, yani savaşta vurma gereği duymazlar. İşte bunlar böyle zihniyette olanlar oluyor; yargılamaya bile değmeyecek kadar düşmüş insanlar, şerefsizler! Yaşattık, güvenliğini de sağladık, "kendilerine gelirler" dedik. Geçenlerde bir filmde seyrettim; bu düşmüş insanlar vardır hem de bir erkek düşmüş, diyor ki "alışmışlık kudurmuşluktan beterdir, biz zor kurtuluruz". Hemen bizimkilerin durumu aklıma geldi, savaşta düşkünlükleri. Yanlışa alışmış, bu kudurmuşluktan da beterdir, vazgeçmediler. İşte '96'97 yılı kendilerine göre bu tarzda gider. Son gelinen nokta, bir sigara dumanı kadar değersiz bir yaşam varsa onu yaşama düşkünlüğünü göstermek, tabi en iyisi de "bırak ölelim" deme noktasına geliyor. Aç bırakıyorlar kendilerini, eski oyunu incelterek, eğer kendilerini yaşatacaklarsa o son numarayı da bize çekiyorlar, olmuyorsa işte ölümü bekliyorlar, kendi elleriyle ölümü bekleme!
Her gün vurguluyorum "senin yanında ne kadar savaş birlikleri var", yine binlerce. Savaşçıları ben hazırladım, morali de, inancı da, cesareti de ben verdim, bunda eksik, kusur var mı? Yok. Manga manga örgütlen, ihanetin hangi alanına yönelirsen biraz taktik ustalık kazandırır, fırsat var ve temel birkaç gerilla doğrusunu uygula, savaşçılara biraz inanç ver ki bizim verdiğimiz inancı tüketme, morali bozma düşman gelemez. Gelse de manga manga mevzilendir. "Tepeler var mı" diyorum "nasıl", "mükemmel" diyor ve "öyleyse beşon tane mangayı bir dağlık alana üslendir, bu çok zor mu?" diyorum. Bir bakıyorsun o da yapılmamış. Şimdi işin tuhafı kardakışta tepeleri bekletiyorlar, donuncaya kadar; sıcak savaş gelişiyor bir tepede tek bir manga yoktur. Peki eşeğin oğlu kardakışta o kadar tepeyi bekledin hiç düşman yok iken. Düşman gelse bile o alanda doğal mağara, doğal oyuklar var, biraz da biriki hafta çalışıp o silahları, o erzağı koysalar oralara, en az altı ay yeterlidir. Öldürsen düşman giremez oraya, zaten tekniğinin zararı olamaz. Bu dahilik mi istiyordu? Bu, sıradan bir düzenleme. "Neden yapmadın" diyorum, cevap yok. Sürü gibi ağırlık teşkil etmiş, şu vadiden bu vadiye, yarı yolda vuruluyor, utanmadan beş on şehit! Bu şehit değil, bu cinayettir!
Bana açık sözü söyle. Bir taktiğin gerekleri çok zor muydu? Düşmanın haber alınır yani ne zaman geleceği bellidir. Hiç habere de gerek yok, dağda zaten kolay yürüyemez. Baktın düşman çıkıp geldi, o zaman düzenleme yap. Yani savaşçıda cesaret var mı, var; teknik var mı, var, düzenleme yap. Şimdi komutan düşkün olursa yapmaz. Neyin peşinde o? Bastırma, tekleşme, keyfileşme peşinde. Savaş potansiyelimizin yüzde beşini bile savaştırmıyor. Belki kendiliğinden artık savaşabildiler, bir de diyor "ben zafer kazandım". Ne zaferi kazandın? Zaferde emeği olmayan tek bir kişi varsa, o da sensin. Bir defa zaferin bir planı olmadığı gibi, bin kişinin savaş düzenini geliştirmemekten dolayı ağır suçlusun. Bir taburu doğru dürüst bir dağda üstlendirmediğin için, onlarca kayıp verdirdiğin için suçlusun. Bunun hesabını vereceğine yavuz hırsız gibi bastırarak diyor "tek zaferi kazanan adam"! İşte çete kültürü, çete keyfiliği, en iyi niyetlisinde bile kendini böyle karşımıza çıkarıyor.
Ondört yıllık 15 Ağustos atılımı, savaşımı bilinçsiz çeteciliğin giderek yaygınlaşan artıklarıyla, komutaya gelmeyen, hele kollektivizme hiç gelmeyen, hiçbir doğruya gelmeyen yaklaşımlarıyla, hiç savaşmadığı halde “zafer kazandım” havasıyla boşa çıkarılmak isteniyor. Bu da en iyi niyetlisi. Bu kadar kendini sahte zafer kazanmaya inandıran adamı sen ne yapabilirsin? Yalnız şunu soruyorum: Peki bu kadar savaşçı aç, zaferi kazanan adam savaşçılarını aç bırakır mı? Moralden düşmüşler ve seni de istemiyorlar. Nasıl oluyor da sen zaferi kazandın? Zafer kazanan komutan hep alkışlanır, birlikleri zafer birlikleridir. Bunların işareti var mı, yok. Şarlatan, demagog, kendi yalanlarıyla kendini kandırdığı gibi etrafını da kandırmak istiyor. Kaldı ki kılpayı imhadan biz kurtarıyoruz, genel tedbirlerle yine. Ülke geneline yayılmış, ülke dışı bütün kanalları devreye sokan, özellikle siyasal çalışmaları ve yine kitleyi sürekli ayakta tutan ve sürekli müdahale grupları yetiştiren bizlerin çok özel çabaları olmasa aslında çoktan bitmişti. Bunu değerlendireceğine, objektif değerlendirme kabiliyetini bir kez göstereceğine, yüzde yüz gerekleri yerine getirmediği halde kendisine kalsa bütün değerlerimizi tarihin derinliklerinde bir daha dirilmemecesine kaybettirdiğine açıklık getireceğine, bu konuda vicdanlı davranacağına, "görevimi yapamadım, nedenleri şudur" diyeceğine..
Biz çok sabırlı insanlarız. Yani on sefer düşkünlük yapanı da ben diyorum "bir kez daha deneyelim", artık bilemiyorum ne zamana kadar. "Bir şans belki verebiliriz" diyorum, ama burada "kazandım kazandım" diyor. Neyi kazandın? Yani biraz bu büyük tecrübem olmasa var ya; zaten etrafındakilere yutturmuş, bastırmış, bu konuda uzman, sıra bana geliyor. Gözümün içine baka baka yalanlarını sıralıyor, beni de kandırıyor. İyi ki biraz vicdanım var, iyi ki biraz kendi çabalarıma anlam verebiliyorum. "Hayır" diyor ve ertesi gün "suçlarımdan korkuyorum, suçlarımı bir açıklasam hiçbir umudun bana ilişkin kalmıyor" diyor. Madem senin kişiliğin böyle, neden bunu örtbas ediyorsun? Neden bunu sahte zafer kazanmış komutan edasıyla bize dayatıyorsun? Ne zorla komutan olunur, ne insan zorla itiraf yapmalı, dürüst olmalı.
Sonuç; Parti ortamımızda da biz, direkt düşmana dayalı olsun, bağlantılı yine çok dolaylı ve ağırlıklı olarak da bizim insanımızın zayıf zemininden kaynaklansın yıllarca gördüğümüz tasfiyecilikleri, özellikle '86'87’e kadar, '86 kongresinde çözümlediğimiz tasfiyecilikleri, ideolojikpolitikörgütsel hatta kısmi askerlik alanlarında çözdüğümüz ve hesap sorduğumuz tasfiyecilik, tam da bu yıllardan itibaren bir çetecilik biçiminde daha gözükara askeri çizgiye, gerilla ordusuna ve savaşımına "Parti'nin öncülüğünü kaldırdım" yaklaşımı ile kendini dayatıyor. Parti'ye bağlı militanların bazılarını bilerek komploya getirme, önemli bir kısmını da etkisizleştirme ve zaten zemin elverişli olduğu için de uzlaşmaya çekerek çete faaliyetlerine katma ve böylece size çok kısaca özetlediğim gibi, her yıl bir zafer çalışmasının canına okuma. Ben buna artık çizgiden sapma da demiyorum sapma olabilmesi için iki çizginin olması lazım burada çizginin içine etme var. Bir değil kırk yerden çizgiyi bozma, akla hayale gelmez yöntemlerle ve darbe, komplo, entrika, yalan, fitnefesat, her türlü bozgunculuk, ne kadar düşmüş bir toplumun ipe sapa gelmez yalanları varsa hepsini devreye sokarak, hiçbir örgüt kuralına yer bırakmayarak keşke düşmanla direkt ilişkisi olsaydı da insan bunu tespit etseydi, tedbir alırdık bu konuda sonuna kadar bir muğlaklık! At izinin it izine karıştırıldığı, herşeyin denenerek gerçekleştirildiği bu gerilla saptırması, gerilla yozlaşması, zafer imkanı çok olan her bir yıla zafer sığdırmamız gereken ve öyle olması için amansız olduğumuz bu çalışmaları karşıt bir çalışma haline getiren bu çetecilik ve onun her türlü sizin gibi bastırılan, böylece de boyun eğdirilen ve uzlaşılan, sonuçta suç ortaklığına çekilen ordusu ve yozlaşmış, hiçbir kuralakaideye gelmeyen savaş tarzı.
Biz hiçbirşey yapmadık mı? Buna karşı boş mu durduk? Hayır, ama PKK Merkezi durdu, PKK Merkezi'nin büyük bir kısmı buna suç ortaklığı etti. Kimisi uzlaşarak, kimisi boyun eğerek, kimisi pay kaparak, kimisi de kendini ölümüne korkarak yatırarak. PKK’nin önde gelen militanları görevlerini mi yaptılar? Hayır, bütün iyi niyetlerine rağmen, zaaflı kişiliklerine seslenildiği için "bunda benim için de bir rahatlık var, beni de fazla zorlamıyor bu tarz, benim bireyciliğime de kapıyı açık bırakıyor" diyerek, o da kendini öyle bu işe dahil etti. Savaşçı peki az mı suçlu? Hayır, o da "beni bu çete çizgisi fazla zorlamıyor, fazla zorlamadığı için keyfime geliyor" şeklinde kendini zemin yaptı ve böylece karşıma çıkardılar. Bir köylü savaşı mı veya bir avare, asi mi desem, bir eşkiya türü mü desem, bir kontrgerilla mı desem, bir UNİTA tipi çeteler mi desem, örnekleri de dünyada bol hiç onları da dile getirmeye gerek yok, fakat çarpıldılar. Beton gibi, o meşhur, hep bahsettiğiniz Önderlik gerçeğine çarpıldılar. Herşey tamamdı, ölümü de tamamdı, yaşamı da tamamdı. Fakat ne bu ölümü kabul ediyor, ne bu yaşamı. Çarpılıp durdular.
Ben iddialarımı sayısız kanıtla gösterdim. Bunlarda da kendini savunma gücü varsa, gerek halk savaşının genel teorik esaslarına, gerek Kürdistan gerillasının çizgi ve uygulama düzeylerine ilişkin söyleyecekleri kaç doğruları varsa ve yaptıkları kaç doğru iş varsa söylesinler, dinlemeye hazırım. Savunsunlar kendilerini. Bana karşı değil, başka bir halk mahkemesinde veya vicdanlarına karşı kendilerini yargılasınlar. Eğer affediyorsa onların vicdanları kendilerini,"doğru" diyorsa devam etsin, ama "doğru" demiyorsa onlar kendilerine bir çare bulsunlar. Ben onların pis yanlarını, çoğunuzda şu veya bu düzeyde olan geri pis yanlarınızı ne cezalandırmak istiyorum, ne de yanımda tutmak istiyorum, tenezzül bile etmem. Amansız bir gücünüz bile olsa, bir kontra gibi veya kırk defa sizi idama götürmeye yetecek suçlarınız da olsa, pis canlarınızı almak istemiyorum. Ne kendim için savaştırarak sorumluluğum altında, ne de yaşatarak sahip çıkmak istemiyorum. Ben her zaman PKK’nin yüceliğine, büyük özgürlük dünyasına ve savaşımının da zaferine inanarak yaşıyorum. Bunun için her damla kan çok soyludur çok kutsaldır, bir şehidi çok değerlidir. Uğruna savaş verilir ve kazanılır, öyle bağlıyız. Ama bunun yanında bu iflas etmişlere niyeti, kaç yıllık olduğu hiç önemli değil, derde çare olmayan, kendini bile savunamayacak kadar olanlara, çabası da varsa onların olsun derim, yakamı bırakın, bu Parti'nin yakasını bırakın, bu ordulaşmayı bırakın! "İlla varım" diyorsanız doğrular açıktır.
Yüreğiniz varsa, bilinciniz varsa, en başta özgürlük tutkularınız varsa doğru katılın. Bütün hatalarınıza rağmen, hatta bütün komploculuklarınıza rağmen, sözünüz sözse ve kesin emin iseniz doğruları yürüteceğinize, savunacağınıza, katılın. Ama artık bu oyunlara kendinizde son verin. Uzlaşarak son verin; bastırma değil özgürleşerek son verin; günü kurtarmayla değil tarihi kurtararak son verin; kendinizi değil Parti'yi kurtararak, onun zafer kişiliğine ulaşarak son verin. Yapamıyorsanız, çok açık yüreklilikle bir sempatizan gibi yaşamanın da onurlu olduğunu belleyerek konumunuza anlam verin. Ama "illa komutanlık, illa önderlik" diyorsanız, onun soyluluğuna, onun şerefine, onun büyük çabalarına anlam vererek üstlenin. "Parti Merkezi" mi diyorsunuz, onun bütün açığa çıkmış özellikleri vardır, eğer hakkını vereceğinize emin iseniz kendinizi aday kılın.
Partimizin 20. Savaş yılında bir kez daha Partimizin 6. Kongresini yaşayacağız. Bu 6. Kongresine doğru giderken; Partimize dayatılan bu yirmi yıllık daha öncesi de var bütün tasfiyecilikleri, bilerek veya bilmeyerek, her türde yetersizliği zemin alan ve yine kendini oldukça dayatmış tasfiyecilikleri bilince çıkararak ve asla Parti öncülüğünde bunlardan iz bırakmadan sahip çıkarak partileşmenizi, doğru bir kararla ve militan kişilikle katılarak, bu yirminci yıl sözünüze kesin anlam ve başarı tarzını yakıştırarak girin. Onun yine çok şanlı olan silahlı savaşımına, onun gerçekten zaferi kesinleştiren kararlılığı kadar tarzına, cesareti kadar fedakarlığına kişiliğinizde bütün anlamıyla ve yakıcı tarzıyla anlam vererek katılın. 20. Yıldaki gerilla da, artık kendini her tür çetecilik, onun dolaylı tasfiyelerinden arındırmış, temizlemiş bir biçimde ordulaşmasına ve savaşımına verir. Bu anlamda 20. Mücadele yılına, savaş yılına çok arınmış, kesin taktik çizgisiyle, uygulama esaslarıyla "bu savaş böyle verilir, böyle kazanılır" ifadesini kendinde büyük bir azim, irade ve yaratıcılıkla kesinleştirerek katılın. Bunun için istediğiniz kadar zaman, istediğiniz kadar eğitim, istediğiniz kadar deneme, ama bütün bunlar böyle bir katılıma anlam verme temelinde ise şansınızı deneyin hiç çekinmeden ve sonuna kadar başarıya olan inancınızı da koruyarak. Sonuç kesin zafer olarak karşınıza çıkacaktır.
Bu anlamda diyorum ki, 20. Yıl her zamankinden daha fazla savaşta zafere, yaşamda özgürlüğe yakın yıldır. Boşuna konuşmuyorum. Ve hiç 20. Yılda neredeyiz biçiminde ayrıntıları dile getirmek istemiyorum. Bu yıllarda biz uluslararası zemine de daha fazla oturduk. Düşmanın diplomasisinin o çılgınca bütün savaşımlarını, bizi daraltmayı, bizi böyle buralarda da yaşanamaz kılmayı boşa çıkardık. Bizi kitlelere ulaştırmamak için o kitlelere dayattığı katliamları, faili meçhulleri, bütün o köylerikentleri boşaltmayı, milyonlarcasını sürgün etmeyi ve böylece onları teslim etmeyi de bu yıllarda boşa çıkardık. Halkımızın her kadar örgütlü olmasa da siyasal cephesi sağlamdır. Bir halk savaşı için ne gerekiyorsa onu verecek kadar güçlüdür. Bunu gösterdik. Düşman ne kadar marjinalleştirme çabalarının içinde de olsa, gerillayı bütün ülke içinde yayarak, Güney Kürdistan’dan tutalım Karadeniz’e kadar, Toroslar'a kadar açık hale getirdik. Sağlam gerilla çekirdeklerinin Ortadoğu’da en iddialı bir halk savaşımını mümkün kılabilmesi için ne gerekiyorsa onu da sağlam kılabilmek. Burada yanlış olanı ortaya koyduk, zaferden alıkoyanı ortaya koyduk. Doğrularla o mevzileri objektif zeminleri birleştirin göreceksiniz ki düşman o çok yüklendiği askeri yönteminde, "askeri olarak sonuç alırım" dediği noktada en büyük yenilgiyi de yaşayacaktır. Diplomasiden siyasete, kitle boyutunda iflas etmiş kendi ekonomik politikalarını askeri alanda da daha tehlikeli bir biçimde yaşadığı gibi, bu yenilgiye doğru da daha hızla bu yılda, bu önümüzdeki yıllarda da gidebilir. İkibinli yıllara doğru gidişte daralttığı gibi çok güvendiği askeri alanı da belki de başına en pahalıya patlayacak bir alan haline getirmeye götürebilir. Bunun için gerekli olan gerilla nasıl bir parti kişiliğiyle, nasıl bir gerilla militan kişiliğiyle, nasıl bir taktik ustalığıyla olacak? Baştan aşağı yaratma eylemi, yaratma kişiliğiyle gidilirse bu gerillaya, en çarpıcı sonuçları da gerilla savaşı alacak, yalnız Kürdistan’da değil giderek Ortadoğu halklarının tüm umudu olarak özgürlüklere özgürlük katacak, kurtuluşa götürecektir.
Parti'nin 20. Yılı bu anlamda ne kadar içinde ve dışında dayatma da olsa, hatta görülmemiş gaflet, ihanetler kol da gezse, halkın mutlak hakkı olan özgür yaşam iradesini kesinleştirmiştir. O çok büyük şehadetler ordusunu her birisi bir insanlık abidesi, ifadesine sahiptir pratikte de doğru çalışma tarzında, ne kadar içte ve dışta engelleyen de olsa onları da boşa çıkaracak kadar kendini dimdik ayakta tutarak yürütün. En başta kendim, bu kadar değerlerin oluşumundan ve yöneltilmesinden pay sahibi, paylaşım sahibi, oluşturma ve yürütme sahibi olarak, yaratmak şurada kalsın eğer iğne ucu kadar katkısı olacaksa, sonuna kadar canı gönülden "buyursun katılsın" derim, ama hakkı olmadan iğne ucu kadar da olsa "bir değer çalacağım" diyorsa, belki her yerde yapabilir ama burada yapamayacağını bilerek "gelsin katılsın" derim. Buna hem sahiplik edecek göz, hem yürek, hem de akıl derinliği vardır. Şimdiye kadar buna nasıl sahiplik edildiğini gördünüz herhalde. Bu, büyük tecrübelere dayanarak bundan sonra daha fazlasını göreceksiniz. O halde sonuna kadar katkıya "evet" dercesine katılmak kadar, bu çalıpçırpmaya, hakkını vermeden yaşamaya da sonuna kadar "hayır" diyebilmelisiniz artık bu Önderlik gerçeği karşısında. Bu kendinize yapabileceğiniz en büyük iyilik. Partileşmeye böyle giderseniz kesin kazanırsınız. Büyüklükten korkmayın. Ordulaşmaya adım atarsanız, kesin, bu gerçekle bağlantılı olanlar onda da kazanımı göreceklerdir. Komuta büyüklüğüne ulaşacaklardır.
Dostlarımız için de bu böyledir, onları yanıltmadığımıza inanıyoruz. İnsanlık dostlarımız, bundan sonra daha fazla onlar da; işte "sonu geldi" denilen sosyalizmin en çarpıcı ifadesi olmak kadar, o çok böbürlenen kendisini sonsuz kuvvetkudret sahibi sanan emperyalizme karşı da nasıl dimdik ayakta durduğumuzu ve bu halimizle bile onu ne kadar zora düşürdüğümüzü, daha fazla neler yapabileceğimizi göreceklerdir. O çağı çoktan bitmiş sömürgeciliğin, ondan daha ötesi insanın artık kitabında olmaması gereken bu vahşeti, bu faşizmin daniskasını dayatanlara da..sizi kendi kendine çözdürüyor. Israr ederseniz, belki de bu hale getirdiğiniz halkımızda, harap ettiğiniz ülkemizde daha fazla sizler kaybolacaksınız. Önümüzdeki savaş yılında ve yıllarında kesinlikle başınızda patlayacaktır. Onlara da söyleyebileceğimiz; biz savaş tutkunu değiliz, özgürlük istediği için mucizevi bir biçimde bunu gerçekleştirdiğimiz gibi, bunu ısrarla bizden alıkoymak isteyenlere, özgür yaşam hakkımıza kastedenlere, bundan sonra daha amansız savaşları dayatmaktan geri durmayacağımız, bunu geliştirmekten alıkonulamayacağımız gibi, zaferini de kesinleştirmekten bizi alıkoyamaz. Bu da anlaşılırdır, gerçek bu işte. Bu kör, kirli özel savaşta ısrar edeceklerine; bizim derin insanlığa bağlı, herkese eşitlik, özgürlük temelinde halkların ve bireylerin hak ve hukuklarına bağlı olmamızdan cesaret alarak, doğurdukları çıkmazda tümüyle kaybetmemek için de, mümkünse şiddet ortamından siyasal ortama çekilerek de bu şansı denesinler kendileri için. Daha fazla gelişmeyi önümüzdeki yılda, yıllarda dosta da düşmana da göstermekten geri durmayacağız.
İşte gerçekten amansız bir maraton koşusu da olsa, hem de çok önemli bu savaşım yıllarını böyle buraya kadar getirdik ve bir yılına daha girmeye hazırlanıyoruz. Gördüğünüz gibi yorulma şurada kalsın, daha fazla bu maratonu koşmak ve hem de bir final yılı heyecanıyla savaşı bitirmek için de hazırız. Sağlam kalmışız, düşmemişiz, final adımlarını getirecek kadar kendimize hakimiz. Bu temelde hepinize bir kez daha belirtiyorum; geçmişiniz ne kadar umutsuzluk vaad etse de, istediğinizi tutturamadıysanız bile, bizim bu savaş yılımızın anlamlı değerlendirmelerine ve doğru karar tarzına, adeta intikam alırcasına, yetmez ve yanlışlıklarınızla savaşma sözü kadar, başarı doğrularına da yine kendi katılım ve katkılarınızı sergilerseniz, sadece affedilmek, ıslah olmak değil, çok önemli başarıların ve soylu kişiliklerin sahibi de, dolayısıyla zaferin de ve özgür yaşamın da ifadesi olabilirsiniz.
Başta siz tüm Partilileri ve ARGK savaşçılarını, tüm halkımızın cephe çalışanlarını; her alanda ve her görevde, en sıradan görevden tutalım en stratejik hayati görevlerine kadar, bu tutumla sonuna kadar güvenle, sonuna kadar yüksek ve keskin azim ve iradeyle yüklenmeye, gereken doğru bakış açısı kadar pratik çabalarını esirgemeksizin, çok ölçülü adımlarla olmak kadar bazen en keskin ve gerekiyorsa gözükara yüklenimlere kadar, her tür tutuma kendinizi hazır kılarak ve buna göre bir hazırlığın sahibi olarak katılmaya çağırıyorum. Bu 20. Yıl tarzının gerçekten bu anlamda, her zamankinden daha fazla savaşta zafer, yaşamda da özgürlük olduğunu söylüyorum. Bu mükemmel bir şans, bu şansa en ısrarlıca sarılmak kadar başarı için de mutlaka doğrulara gerçekten bir yaratıcılıkla yüklenmeye, her anını bir doğru çalışma tarzı belleyerek katılmaya, bu şansı bir şans olmaktan çıkarıp bir yaşam, bir kader haline getirmeye çağırıyorum. Artık buna kendinizi layık görmeye, hem de bunun yılmaz bir savunucusu, gönülden olduğu kadar keskin bir disiplinle temsil yeteneğinde olduğunuzu kanıtlamaya çağırıyorum. Eğer tüm bunlar doğruysa diyorum ki; daha şimdiden Partimizin 20. Savaş yılı başarılarla ve belki de nihai başarıya yakın, zaferle dolu bir yıl olacaktır, kaybedilenler kazanılacaktır. Gerçek ve kutsal PKK kişiliği, özellikle şehitlerimizin anısı temelinde bizde ifadesini bulacaktır ve bu da kesin zafer olacaktır.
Hepinizi bu temelde, bütün bu olup bitenleri gerektiğinde sonuna kadar anlayarak, sonuna kadar kendinize gerekli olduğu kadar, sonuçlarını çıkararak, bilincinize ve yüreğinize kazıyarak, düşmana müthiş bir savaşı da dayatmak kadar kaybettiğimiz halkımızı, hatta dostlarımızı daha fazla kazanarak ve en başta Partimizin içini doğru ilkeleri ve esasları temelinde yeniden kurarak, bütün taktik planlarımıza bu ana karar temelinde yaklaşım göstererek, "varsa başarı ben varım, yoksa başarı ben yokum" diyerek, kendini mutlaka devrime maletmeli ve mutlaka kazanmalısınız!
Yaşasın Partimizin 20. Kuruluş, Savaş ve Zafer Yılı!
Yaşasın Halkımızın, Partimizde Temsilini Bulan Ulusal Birlik Dayanışma ve Kongre Yılı!
Kahrolsun Her Tür Emperyalizm, Sömürgecilik ve İhanetçilik!
Yaşasın Halkların Özgürlük ve Eşitlik Dayanışması!
Parti Önderliği
27 Kasım 1997