Uluslararası 15 Şubat komplosunun 16. Yılındayız. 15 Şubat, Partimiz ve halkımız için bir kara gün, insanlık için bir yüzkarası günü olmuştur. Öncelikle tarihte eşine ender rastlanan bu acımasız ve çirkin komployu gerçekleştiren güçleri şiddetle kınıyor ve lanetliyorum. 15 Şubat uluslararası komplosuna karşı başta zindanlar olmak üzere, Kürdistan'ın dört parçasında, Avrupa’da ve Asya’da “ Güneşimizi Karartamazsınız “ nidalarıyla bedenlerini ateş topu yaparak önderlik çizgisini temsil etmenin en yüksek iradesini gösteren bu büyük insanların anısı önünde saygıyla eğiliyor, minnetle anıyorum. Ölümsüz, kahraman şehitlerimizin anısını mücadeleyi her düzeyde yükseltip özgür önderlikle birlikte, özgür Kürdistan'ı gerçekleştirerek yaşatacağımızın sözünü veriyorum.
Böyle günler yönetim olarak bizlerin, tüm kadro yoldaşların, savaşan tüm güçlerimizin ve halkımızın ciddi sorgulama günleri olarak değerlendirilmelidir. Unutmak ihanettir. 15 Şubat kara gününü hiçbir zaman, asla unutamayız. 15 Şubat uluslararası komplonun neden ve niçinlerini bu kirli ve hain komploda yer alan güçlerin rolünü ve Önder APO’nun değimiyle “ sahte dostlar “ ile “ yetmez yoldaşlığı “ sorgulamadan 15 Şubat’ı anlayamayız.
15 Şubat uluslararası komplosunun 16. Yıl dönümünde hareket, halk, yönetim ve kadro yoldaşlar olarak şimdi her zamankinden daha önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Özgürlük hareketinin tarihine bakıldığında aslında daha başından beri sürekli çeşitli komplolarla karşılaştığımız görülecektir. Gurup döneminde, Ankara’da Pilot vb. kişiliklerin başvurduğu komplo girişimleri olmuştu. Ancak Rêber APO tüm bu komplo girişimlerini sahip olduğu inanılmaz öngörü ve aldığı tedbirler sonucunda her defasında boşa çıkarmasını bilmişti. Sömürgeciler ancak Rêber APO’nun şahsında hareket ve halk geleceğimizi karartabileceklerine inandıkları için Rêber APO’yu imha planlarını her zaman devreye koymuşlardır. Bugüne kadar sayısız tasfiye ve komplo girişiminde bulunmuşlardır. 1996 yılında tonlarca patlayıcı yüklü bir aracı Önder APO’nun kaldığı evin hemen yakınında, Şam’ın göbeğinde patlatmışlardı. Rêber APO’nun almış olduğu tedbirler ve biraz da şans eseri bu komplo da boşa çıkarılmıştı.
Sömürgeciliğin hareketimize karşı sonuç aldığı ilk komplo Beş Parçacılar, Tekoşin denilen bir ajan ve sızma güruhun eliyle Antep’te 1977 yılı 18 Mayıs’ında Haki Karer yoldaşa yönelik gerçekleştirdiği komplo olmuştur. Haki yoldaşın şahadeti bizim için büyük derslerle dolu ve ama çok ağır olmuştu. Haki Yoldaşın şahadetine parti programını hazırlamak ve partileşerek cevap vermiştik. Haki Yoldaşın şahadetiyle gördük ki, sömürgeciliğe karşı mücadele ederken güvenliğimizi almak zorundaydık. Bu da kitleselleşerek örgütü büyütmek ve devletin resmi ve sivil faşist güçlerine karşı silahlı mücadeleyi geliştirmekle mümkün olacaktı. Siyasi, silahlı mücadele diyalektiği bizi bugünlere getirecekti ki, nitekim böyle de oldu.
Türk sömürgeciliğinin, işbirlikçi feodal komprador güçlerin ve ajanlarının önderliğin şahsında hareketimizi tasfiye etme çabaları hep oldu. Fakat önderliğin kadroyu netleştirme, açıklık, eğitim, ideolojik mücadele ve bizim dahi pek bilemediğimiz kendine göre aldığı ve geliştirdiği tedbirler tüm komplo girişimlerini boşa çıkarmaya yetiyordu. 1990’lı yıllara geldiğimizde durum biraz daha farklıydı. Özgürlük mücadelesi muazzam gelişiyordu. Halk serhıldanları süreklilik kazanarak radikalleşiyordu. Gerillaya katılım müthişti. Yani mücadele tamamen halklaşmıştı. Buna karşın TC sömürgeciliği de o sertlikte bir savaş geliştiriyordu. Tarihsel tüm tecrübelerini, çağın en teknik silahlarını kullanıyordu. Karşılıklı topyekun bir savaş ve direniş vardı. TC sömürgeciliği, her türlü savaş hukuku ve ahlakını bir tarafa bırakıp, tam bir özel savaş yöntemiyle üzerimize geliyordu. Bunun için itirafçıları kullanıyordu. Şimdi bazı yönleriyle daha çok açığa çıkan Jitem vb. güçleri harekete geçiriyordu. Hizbullah eliyle cinayetler işliyor, Kürt işbirlikçilerini üzerimize saldırtıyordu. Legal siyaset, Kürt iş adamları, yurtsever basın ve hareketimizle ilişki içinde olan herkese yöneliyor, katlediyor, adeta nefesiz bırakıyordu. Halkı teslim almaya çalışıyordu. Bize karşı özel ve psikolojik savaşın tüm yöntemleri kullanılıyordu. Öyle ki, özgürlük hareketini darbelemek ve halkımızı teslim almak için her şey mubahtı. En önemlisi de biz NATO’yla savaşıyorduk. Türkiye, NATO anlaşmasının 5. Maddesine dayanarak her türlü desteği rahatlıkla alabiliyordu. Yoksa TC’nin bu savaşta bu kadar direnmesi ve direnç göstermesi mümkün olamazdı. Ama böyle de olsa tüm bu zorlu koşullara rağmen özgürlük hareketi ivme kazanarak gelişiyordu. Hareket halklaşıyor, halk da PKK’lileşiyordu. Özgürlük hareketi artık öyle bir düzey kazanmıştı ki, uluslararası politikaları etkiliyor, bölgesel dengeleri ciddi biçimde zorlayan bir düzey kazanıyordu.
Türk sömürgeciliği bu nedenle tüm hışmıyla ve imkanlarıyla yüklenmesine rağmen sonuç alamıyordu. Bu durumu iyi gören zamanın cumhurbaşkanı Turgut Özal 1993 Mart’ın da, sayın Talabani’yi ve başka aracıları da devreye koyarak önderlikle dolaylı görüşmek ve ateşkes sağlamak istemişti. Rêber APO’nun 1993 yılında Suriye’nin Barliyas şehrinde Türkiye ve uluslararası basının katıldığı bir toplantıyla aldığı ateşkes kararı, Özal’ın öldürülmesi ve sonraki gelişmeler bilinmektedir. Daha sonraki yıllarda TC tarafından, yine ateşkes önerileri geldi. Önderliğin zamanın başbakanı Erbakan’la karşılıklı mektuplaşmaları gerçekleşti. Ancak Erbakan’ın ister yeterli irade sahibi olmaması, ister devlet tarafından baskılanıp kuşatmaya alınması sonucu, bu ilişkiyle de her hangi bir adım atılmadığı gibi, Erbakan’ın gücü partisinin kapatılmasına ve kendisinin de başbakanlıktan istifa etmesine yetmemişti. Meşhur 28 Şubat Postmodern darbesinden söz ediyorum….
Türk devleti, 1997 – 98 yılında cezaevinde arkadaşlar üzerinden, yine Avrupa örgütümüz üzerinden tekrar önderliğe mesaj gönderiyordu. Bir ateşkesin sağlanması durumunda Kürt sorununun çözümü için adım atacaklarını, görüşmelere başlayacaklarını söylüyorlardı. Önderliğin, 1998 1 Eylül’ünde MED TV de yaptığı basın toplantısıyla açıkladığı ateşkes kararı bunun üzerinde olmuştu.
Şimdi burada önemli olan şuydu: Türk sömürgeciliği, yükselen mücadelemiz ve Ortadoğu'daki gelişmeler karşısında oldukça zordaydı. Kürt sorununun çözümü artık ertelenemez bir noktaya gelmişti. İnisiyatif Rêber APO da ve hareketimizdeydi. Uluslararası hegemonik güçler ve Türk devleti ya çözüme gelecek, ya da mücadelemiz Kürdistan'da ve Ortadoğu'da yeni ve radikal bir durum ortaya çıkaracaktı; bu kesindi. Kapitalist modernite uluslararası hegemonik çıkarları gereği hareketimizin güçlü olduğu bir pozisyonda, o koşullarda Kürt sorununun çözümünü istemiyordu. İşbirlikçi Kürtler de çözüm istemiyordu. Partimizi uluslararası alanda terörist göstermek için büyük bir gayretkeşlik içindeydiler. Diğer taraftan Kürt sorunu nede olsa TC devletinin bir yumuşak karnıydı, kullanmalıydılar! Türk devleti de kendi içinde sorunluydu. Tüm gelişmeler ya çözüm, ya da halkımız ve hareketimiz için tam bir tufan olan uluslararası komplo gibi yeni bir durumu dayatıyordu. Uluslararası hegemonik güçlerin, TC’nin ve Kürt işbirlikçilerinin tercihi bir uluslararası komploydu. Ve işte 15 Şubat uluslararası komplosu bu temelde planlandı.
Uluslararası komplonun amacı, Rêber APO’nun öncülüğünde partimizin ve halkımızın geliştirdiği özgürlük hareketini yok etmekti. Böylece PKK önderliğinde gelişen son isyan da bastırılmış olacaktı. Dolaysıyla PKK’de daha önceki isyanlarda olduğu gibi bastırılmış, yenilmiş olacaktı. Tarihe, yiğitliği, direnişi ve kahramanlığıyla nostanjik biçimde anılan bir kadere mahkum edilecektik. Uluslararası hegemonik sistemin, TC sömürgeciliğinin, bölge gericiliği ve işbirlikçi kürdün çıkarları burada çakışıyordu. Rêber APO’nun ve PKK’nin yerine başka bir işbirlikçi Kürt kişiliği ve başka bir sahte Kürtçülük öne çıkarılacaktı. Bir halk bir kez daha kaderiyle baş başa bırakılıp üzerinde kirli çıkar hesapları yapılıyordu. Böyle vicdansız, çirkin, her türlü ahlaki ve insani değerlerden yoksun biçimde üzerimize geliyorlardı.
Rêber APO Avrupa’ya çıktığında, Avrupa demokrasisinin neme nem bir demokrasi olduğu daha iyi görülecekti. Modernizemin canavarlaşan yüzü bir kez daha açıkça ortaya çıkacaktı. Zira modernitenin tarihte insanlığa yaşattığı tüm acılar, onun kirli ve vahşi yüzü kapitalist modernite de saklıydı. Kapitalist modernite sistemi tüm insanlık değerlerini ayaklarının altına alarak kendi hukuk ve demokrasisine de ihanet ederek el birliğiyle Rêber APO’yu tanımamak ve kabullenmemek için her şeyi yapıyordu. Cümle iblisler birleşmişti. Başını ABD’nin, büyük ölçüde AB devletlerinin, İsrail ve Yunanistan’ın çektiği uluslararası komploda Türk devletine düşen ise sadece zahmetsiz ve basit bir taşeronluk göreviydi. Zaten bundandır ki, zamanın başbakanı Ecevit “ halen bilmiyorum, bu APO niçin bize teslim edildi “ diyecekti. Plan kirli olduğu kadar, büyüktü. Belirttiğim gibi Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi bile bu kadar olmamıştı.
Önder APO, Türkiye'ye teslim edildiğinde dünyalarımız yıkıldı. Hiç beklemediğimiz, hazır olmadığımız, tasavvur bile edemediğimiz bir durumla karşılaşmıştık. Bu büyük hainlik, sahte dostlar ve yetmez yoldaşlık nasıl olurda bir arada birleşebilir; Rêber APO Türkiye'ye teslim edilebilinirdi! Şaşkındık! İlk sefer uluslararası komplo karşısında adeta çaresiz kalmıştık. Sahte dostlar, gizli ve saklı düşmanlar, herkes ağız ve duruş birliğiyle kökümüzü kazmaya çalışıyorlardı. Halk ve hareket olarak üç ay sonra ne olacak diye önümüzü dahi göremeyecek kadar zordaydık. Her taraftan büyük bir saldırı ve kuşatma altındaydık. Yani can evimizden vurulmuştuk. Önderliğin değimiyle başsız bir gövde haline getirilmek isteniyorduk. Bu bizim için büyük bir sınavdı. Rêber APO’nun yoldaşları, öğrencileri ve militanları olarak bu tufandan yeni fırsatlar mı yaratacaktık yoksa ruhsuzlaşmış kişiler için olduğu gibi artık her şey bitecek miydi? İnsanlık, sadakat, gerçek APO’culuk sanki tam da bugünler içindi. Rêber APO öyle bir hareket ve halk yaratmıştı ki, dünya da başına kalsa direnmesini bilecek, bağlılık ve sadakatten bir an olsun şaşmayacaktı. Onlarca yurtsever ve yoldaşlarımız bedenlerini cayır cayır ateşe verdiler. Önderlik eksenli geliştirdikleri direnişle hainlere, uluslararası komploya karşı çelikten bariyer oldular. Hepsini bir kez daha minnetle anıyorum.
15 Şubat uluslararası komplosuna karşı tutumumuz tartışmasız ve kesin olarak direnmekti. Her birimiz fedai ruhlu birer canlı bomba olarak düşmanın beyninde patlayacaktık. Fırsatçı ve sahte bazı kişilerin ( ki bunların bugün esamesi bile okunmamaktadır ) dışında, parti ve hareket olarak; kadın, gençlik, hepimizin tutumu buydu. Ama Rêber APO bilindiği gibi her zamanki tarihsel kişiliğini bir kez daha gösterip, kendisinin de üçüncü doğuş dediği yeni paradigmasıyla yeni bir süreç başlatacaktı. Artık bize düşen Rêber APO’yu yeni paradigmasıyla daha çok derinliğine anlayıp pratikleştirmekti. Büyük yetersizliklere rağmen hainlerin ve tasfiyecilerin tasfiyesi gerçekleşmişti.
Peki şimdi geldiğimiz nokta ve uluslararası komplo hangi aşamadadır? Şunu çok rahat ve kesin olarak belirtebilirim ki, uluslararası komplo tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarılmış, kaybetmiş ve yenilmiştir. Kazanan ise Rêber APO’nun paradigması, Rêber APO ve onun şahsında hareketimiz, halkımız ve insanlık olmuştur.
Rêber APO’nun İmralı zindanında gösterdiği direniş, verdiği mücadele, gelişmeleri neredeyse günlük yürüten ve denetleyen tarzı bunda kesinlikle belirleyici olmuştur. Bu da Rêber APO’nun önderlik tarzıdır. Tarihte ne 15 Şubat komplosu gibi bir komplo vardır, ne de Rêber APO’nun direnişiyle yol açtığı gelişmelere benzer bir örnek vardır. Hz. Musa’nın Kenan’a yarım kalan hicreti, Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra Hıristiyanlığın başına gelenler bilinmektedir. Hz. Muhammed’in daha cenazesi yerdeyken ortaya çıkan iktidar ve halifelik çatışmaları ve sonrası gelişmeler de bilinmektedir. Aynı akıbetten kurtulamayan Marx ve Engels’in hareketini, Lenin sonrası Sovyetleri vs. de örnek gösterebiliriz. Tabii Rêber APO’nun İmralı adasına derdest edilmesiyle PKK’nin dalması, çözülmesi ve tasfiye edilmesi hedeflenmişti. Zalimce bir kuşatmaydı. Uluslararası hegemonik güçler, TC ve Kürt işbirlikçi çizgisi, PKK’nin içine oynamak istiyorlardı. PKK’yi kimliksizleştirip özünden boşaltarak işbirlikçi kürdün, ilkel milliyetçi çizginin öne çıkarılması hedefleniyordu. Bunun için her türlü baskı ve kuşatmanın yanında inancı kalmamış, iradesi kırılmış kişiliklere ve onların zaaflarına hitap eden türlü türlü vaatlerde bulunuyorlardı. Askeri, politik, ideolojik ve yaşamsal anlamda büyük bir saldırı içindeydiler. Özetle saldırılar ne kadar acımasız ve büyük olduysa, direnişle verdiğimiz karşılık da o kadar sert ve kesintisiz oldu. Tutarlı devrimcilik, sadakat ve Rêber APO’ya bağlılık bugünler içindi. Bunda yetersizliklerimiz olduysa bile, kesinlikle taviz verilmedi. Şüphesiz Rêber APO’nun savunmaları, günlük talimat ve perspektifleri çok hayatiydi. Yoksa halimiz ne olurdu, belli değildi. İhanet asla! Ama ne ölçüde başaracağımız tartışmalıydı. Sanıyorum tarihe belki de kahramanca direnen ve fakat kazanamayan bir PKK olarak geçecektik. İşte Rêber APO’nun savunmaları ve müdahaleleri tam da böyle bir noktada sonucu belirleyen gelişmeler ortaya çıkarıyordu. PKK zor zamanlarda, yine zoru yenmeyi başaracaktı. Zaten PKK zoru başaran değil miydi. Başka türlü olamazdı. Kocaman bir dünya sistemiyle savaşım içindeydik. Savaşımız bir zihniyet ve sistem, bir özgürlük ve ahlak savaşıydı. Önderlik bunun savaşımını büyük verdi. Egemen zihniyet uygarlığını 5 bin yıllık sorguladı. Demokratik Sosyalizm ve Demokratik Modernite paradigmasını geliştirdi. Şimdi bu paradigma bütün ezilen halkların ve kültürlerin tek umudu ve güvencesi haline gelmiştir.
Sonuç olarak; uluslararası komplo ilk hamlesinde başarılı olduysa bile, karşısına gerçek kimliğiyle direnebilecek bir PKK bariyeri çıkmıştı, bu önemliydi. Uluslararası komplo günlerinden bugünlere kolay gelmediğimiz bilinmektedir. Bu süreçte büyük bedeller ödendi. Radikal halk serhıldanları gerçekleşti. Binlerce yoldaşımız şehit düştü, yaralandı. Fakat önderlik çizgisinde gösterdiğimiz ısrar ile uluslararası komplodan bu yana verdiğimiz mücadelenin ve geliştirdiğimiz direnişin toplam sonuçları alsında 2014 yılında gözle görülür biçimde ortaya çıktı. Bu anlamda 2014 yılı bizim için gerçekten kazanımlarla dolu bir yıl olmuştur. Özellikle HPG – YJA-STAR, YPG – YPJ ve Şengal Direniş Birliklerinin fedai ruhla geliştirdiği görkemli direniş, Kobani ve Şengal’de gerilla güçlerimizin IŞİD faşizmine karşı verdiği mücadele, hareketimizin Ortadoğu halkları ve insanlık nezdindeki itibar ve saygınlığını daha da artırmıştır. Kadın devrimi niteliğinde bir yıl yaşadık. Kadın kurtuluş çizgisi, dünya ezilen kadınlarına öncülük edebilecek bir düzey kazandı. Özgürlük hareketi, Ortadoğu'daki siyasi ve askeri dengeleri sarstı. Yeni dinamikler ortaya çıkardı. Rêber APO’nun Ortadoğu için öngördüğü Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik projesi halklar ve kültürler tarafından benimsendi ve güçlü bir umuda dönüştü. Partimizin üzerindeki terörizm yaftası yaygın biçimde tartışılır oldu. Özgürlük hareketi için siyasi ve diplomatik alanda birçok imkânlar ortaya çıktı. Hepsinden önemlisi, Rojava devriminin statüsü artık kazanılmış bir mevzi olarak kabul gördü. Rojava devrimi, demokratik Suriye’nin yapılanmasında temel bir unsur haline geldi. İktidarcı, ulus devletçi zihniyet özellikle KDP’nin şahsında iflas etti. Ortadoğu'da, PKK’siz bir statünün oluşturulamayacağı açıkça görüldü. Kürdistan'da halk serhıldanlarının yanında Demokratik Özerkliği inşa çalışmaları ve öz savunma örgütlenmesi gelişti. Rêber APO, AKP devletini baskılayarak çözüme zorladı. Bu minvaldeki mücadele halen de devam etmektedir.
Çok kısaca özetlemeye çalıştığım bütün bu gelişmeler bir de şunu ortaya çıkardı: uluslararası komplo yenilmiştir. Komplo, PKK’nin üzerinde hedeflediği hiçbir amacına ulaşamamıştır. Aksine komplocu güçler arasında çelişki ve sorunlar yaşanmış; önderlik halk ve hareket olarak bütün bu süreçlerden güçlenerek çıkmışızdır.
Fakat şu var; bizim kapitalist moderniteyle mücadelemiz stratejiktir. Zihinsel, ahlaksal, sistemseldir. Bu nedenle bu mücadele Kürdistan halkıyla birlikte Ortadoğu halkları özgürleşip Ortadoğu demokratikleşinceye kadar sürecektir. Yani ideolojik mücadelede ısrar, bağımsız, özgür ve özgün kimliğimizde ısrar hep olacaktır. Aksi durumda rehavet ve atalet kesinlikle kaybettirir. Şunu da belirtmek durumundayım ki, kazanımlarımız da, kayıplarımız da doğrudan önderliği anlama ve uygulama düzeyimizle ilgilidir. Önderliği asgari düzeyde temsil etmekle bile, nelerin başarıldığını Kobani’de ve Şengal’de gördük. Kayıplarımızın temel nedeni de, önderlik tarzıyla mücadele etmeyişimizdir. Öndelik hamleseldir. Var olanla yetinmez; böyle bir diyalektiği vardır. En zor koşullarda daima başarıyı önüne koyar. Plan ve tedbirlerini zamanında alır ve kesin kazanır. Sürekli kendini yenilemek, önderliğin temel özelliğidir. Tüm hayatını kadroların eğitimine adadı dersek yerindedir. Yaşam onun için eğitimin kendisidir. Zamanla adeta yarışır. Durağan değil, akışkandır. Hiçbir sorun ve engel karşısında çaresizliği ve çözümsüzlüğü asla kabul etmez. Bu anlamda olağanüstü yaratıcı bir kişiliktir. Her koşulda mutlaka çözüm gücüdür.
Uluslararası komplonun 16. Yılında, Kürdistan'ın dört parçasında büyük kazanımlarla, kendimize olan büyük güvenle, önderlik çizgisinde, zafer yolunda yürüyen bir hazırlık ve donanımla mücadeleyi daha kararlı biçimde yükselteceğimiz kesindir. Uluslararası komployu 16. Yılında böyle yüksek bir mücadele ruhuyla karşılıyoruz. Böyle tarihi ve ama lanetli günler her birimiz için kendimizi büyük sorgulamanın; hata ve yetmezliklerimizden dersler çıkarmanın, yoğunlaşmanın ve önderlikle tekrar buluşmanın gerekçesi olan günler olmalıdır. Bu temelde 2014 yılı kazanımları ile 2015 yılını önderliğimizle birlikte, halkımızın özgürlüğünün gerçekleştiği bir stratejik zafer yılı yapalım. Bu vesileyle HPG ve YJA,STAR,YPG, YPJ’nin tüm komuta ve savaşan güçlerini, kahraman gerillamızı sevgiyle selamlıyor, üstün başarılar diliyorum.
Cemil Bayık
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şengal’i Özgürleştirme Hamlesi direniş güçlerimizce devam derken TC Ordusunun Keşif ve Savaş Uçakları ile sürdürdüğü hareketlilikte devam etmiştir. Bu çerçeve de;
- Ayrıntılar
Kürtler 15 Şubat’ı "Kara gün" olarak anıyor ve lanetliyor. 15 Şubat 1999 komplosunun her yıldönümünde kendini yenileyerek komploya karşı yeni bir mücadele planı oluşturuyor. Bu durum tam on altı yıldır böyle sürüyor. Fakat komplonun on yedinci yılına giriş biraz daha farklı yaşanıyor. Tıpkı sekizinci yılına giriş gibi. Tıpkı Viyanvari bir ruh ve bilinçle. Yani uluslararası komployla birlikte yaşamayı reddederek ve Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü isteyerek!
Zaten bu nedenle komploya karşı özgürlük yürüyüşleri daha Şubat başından itibaren başlamış bulunuyor. Komploya karşı öfke ve tepkinin çok daha derin olduğu anlaşılıyor. "Öcalan’a Özgürlük" talebini Kürtlerin daha güçlü bir biçimde dile getirdiği gözleniyor. Dolayısıyla dört parça Kürdistan’da bu 15 Şubat süreci daha büyük eylemlerle geçeceğe benziyor. Kürtlerin "Öcalan’a Özgürlük" talebini sürekli ve çok daha güçlü bir biçimde dayatacağı anlaşılıyor.
Bu konuda Avrupa’daki Kürtler her zaman öncü oldular. Komploya karşı mücadelenin sürekli bayraktarlığını yaptılar. Bu yıl da benzer bir durum yaşanıyor. Avrupa’daki Kürtler daha Şubat başından itibaren özgürlük yürüyüşüne başlamış bulunuyor. Belli ki mevcut kararlı yürüyüşlerini geliştirerek sürdürecekler ve mutlaka başarı elde etmek isteyecekler. Bu inançla biz de tüm özgürlük yürüyüşçülerini, üç koldan Strasbourg’a yürüyen ve 15 Şubat komplosunu lanetleyerek Önder Abdullah Öcalan’a özgürlük isteyen herkesi selamlıyor, başarı dileklerimizi ifade ediyoruz. On altı yıldır komploya karşı "Güneşimizi karartamazsınız" şiarıyla fedai direnişi yürüten tüm kahraman şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.
Ankara'daki hesap İmralı gerçeğine uymadı
Aslında şimdiye kadar onlarca kez uluslararası komplo boşa çıkartılarak yenilgiye uğratıldı. Unutmayalım ki, uluslararası komplo 9 Ekim 1998 günü harekete geçirildi ve esas amacı kim vurduya getirilerek Önder Abdullah Öcalan’ın imha edilmesiydi. Bizzat ABD Başkanlığı tarafından yürütülen bu plan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın dikkatli ve duyarlı tarzıyla boşa çıkarıldı. Ardından gelen dört buçuk aylık küresel takip sonuç vermeyince, idam edilir hesabı ve beklentisiyle 15 Şubat korsanlık eylemi planlandı.
Göstermelik İmralı mahkemesinin idam kararını da, yine Önder Abdullah Öcalan’ın barış ve demokratik çözümden yana çok kararlı tavrı ile Kürt halkının ve Özgürlük Hareketinin Önder Abdullah Öcalan etrafında kenetlenmesi boşa çıkardı. Bülent Ecevit başkanlığındaki DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti, idamı Türkiye’nin yararına görmeyerek, böyle bir durumun Türkiye’yi sonu gelmez bir çatışma içine sokacağını anlayarak, idam yerine İmralı işkence sistemi içinde "çürütme politikası" ile sonuç almayı tercih etti.
Bilindiği gibi, bu temelde İmralı mücadeleleri süreci başladı. 2000-2002 yılları arasında söz konusu Ecevit hükümeti şansını denedi. Ecevit’in sosyal-demokrat çizgisinin başarılı olacağı, bu temelde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ideolojik olarak yenilgiye uğratılacağı hesap edildi. Fakat Ankara’daki hesap İmralı’da tutmadı ve en zor koşullarda bile çalışma ve düşünce üretme gücü gösteren Önder Abdullah Öcalan’ın dehası Ecevit sosyal-demokrasisini yenmeyi başardı.
İmralı mücadelesini 2003-2005 yılları arasında AKP hükümeti yürüttü. Bu sefer Tayyip Erdoğan’ın "İslami çizgisi" ile başarılı olunacağı, bu çizginin Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ı ideolojik yenilgiye uğratacağı hesaplandı. Hem Kürt halkının Müslüman olmasına ve hem de içten tasfiyecilik dayatılarak PKK’nin parçalanmasına dayanılmak istendi. Fakat Ankara’daki hesap bir kez daha İmralı gerçeğine uymadı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan demokratik konfederalizm çizgisini geliştirerek ve Kürt sorunu için "Demokratik Çözüm Planı" sunarak AKP’nin sahte İslami çözüm çizgisini de yenilgiye uğrattı.
Böylece aslında 2005 Newrozunda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın KCK sistemini ilan etmesiyle uluslararası komplo tümden yenilgiye uğramış oldu. Nitekim 23 Ağustos 2005 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yeniden "PKK’ye karşı topyekun savaş konseptini" kabul ederek söz konusu yenilgiyi kabul etmiş oldu.
Kürtler zafer kazanma sürecine girdi
O günden bu yana on yıldır yaşanan aslında öncekinin tekrarından başka bir şey değildir. Uluslararası komplo sistemi yeni bir şey üretememekte ve eski taktikleri daha yoğun güçlerle deneyerek süreci uzatmaya ve ayakta kalmaya çalışmaktadır. AKP’nin on yıldır yaptıkları aslında bir tekrardır. Uluslararası komployu başarıya götürmek ve bu temelde PKK’yi tasfiye etmek için iktidara getirilmiş olması, bu temelde görevlendirilmiş bir memur konumunda bulunması nedeniyle ısrar etmekte ve süreci uzatarak sonuç almayı umut etmektedir.
Fakat AKP’nin umut ve çabalarının da boş olduğu, Türkiye’nin tüm imkanlarını seferber etmesine ve özel savaşı inceltip derinleştirerek sürdürmesine rağmen PKK’yi tasfiye edemediği gibi Kürt özgürlük direnişinin gelişimini de engelleyemediği açıktır. Nitekim 2014 yılında Kürdistan’ın dört parçasında yaşanan gelişmeler bu gerçeği açıkça göstermektedir. Kürt Özgürlük Hareketi gittikçe çok daha fazla kitleselleştiği gibi, özellikle IŞİD faşizmine karşı Şengal ve Kobanê’de kazanılan askeri zafer Kürtleri ve Kürt Özgürlük Hareketi'ni küresel düzeyde demokrasi öncüsü haline getirmiştir.
Uluslararası komplonun on altıncı yıldönümüne işte bu gelişmeler temelinde girilmektedir. On altı yıl öncesine göre Kürtler şimdi çok daha güçlü ve örgütlü bir durumdadır. Kendi kendini savunabilen bir toplum haline geldiği gibi, IŞİD faşizmine karşı mücadelede özgür insanlığı savunan bir güç konumu da kazanmıştır. Dolayısıyla içteki gelişmeler kadar dıştaki gelişmeler de yaşanan zamanı Kürtlerin zamanı haline getirmektedir. Bu da kendini 15 Şubat komplosunu protesto eylemlerinde ortaya koymaktadır.
Belli ki uluslararası komploya karşı on yedinci yıl mücadelesi tamamen "Öcalan’a Özgürlük" hedefi temelinde geçecektir. Kürtler dört parça Kürdistan’da ve yurt dışında yürüteceği mücadeleyi bu hedef doğrultusunda yürütecektir. Önder Abdullah Öcalan’a özgürlük dışında hiçbir sonucu kabul etmeyecek ve bugün Avrupa’da başlattığı özgürlük yürüyüşünü bu hedefe ulaşana kadar sürdürecektir. Kuzey Kürdistan kentlerinde gerçekleştirilen özgürlük mitingleri bunu açıkça göstermektedir. Avrupa’da üç koldan başlatılan özgürlük yürüyüşü bu anlayış ve amaç temelinde olmakta ve kesin zafer kazanma iddiasıyla yürütülmektedir.
Önder Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğüne kadar kesintisiz olarak yürütüleceği ifade edilen bu direnişin kararlılıkla sürdürüleceği ve zafer kazanacağı açıktır. Şimdiye kadar mücadele etse de Kürtler zafer kazanamaz hesabı yapılıyordu. Şengal ve Kobanê zaferleri bu hesabın yanlış olduğunu ve Kürtlerin zafer kazanma sürecine girdiğini açıkça ortaya koydu. Bunun 15 Şubat komplosuna karşı da gerçekleşeceği açıktır. Bu temelde komployu bir kez daha lanetliyor, komploya karşı "Öcalan’a Özgürlük" şiarıyla mücadele eden herkesi selamlıyoruz!
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 - 10 Şubat günleri saat 00:00 - 05:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Haftanin bölgesi sınır hattı üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şengal de direniş güçlerimizce süren özgürleştirme hamlesi çerçevesinde 8 Şubat günü akşam saat 21.45'te Gerillalarımız tarafından bir suikast eylemi yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk ordusunun askeri hareketlilikleri ve özellikle sınır bölgeleri üzerinde artan bombardımanları yoğunlaşarak devam etmektedir. Bu bağlamda;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Şubat günü saat 18:00 – 20:00 arasında Şengal merkeze bağlı Nasr mahallesinde gerilla güçlerimiz tarafından suikast eylemleri yapılmış bu eylemler sonucunda 1 çete öldürülürken 1 çete de yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
5 Şubat günü saat 18:00 - 18:30 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke alanı üzerinde işgalci TC ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği gözlemlenmiştir.
- Ayrıntılar
Demokratik kültür ve siyaset yollarının açılması sadece bir çözüm seçeneği değil, Önderliğimizin temel ve stratejik bir yaklaşımını içermektedir. Kültürel soykırım faaliyetlerine son verilmesi, asimilasyon politikalarından vazgeçilmesi kadar koruculuğun kaldırılması, karakol inşaatlarının ve baraj yapımlarının durdurulması da serhildan düzeyinde bir katılımı gerektirmektedir. Siyasi, kültürel, diplomatik tüm saldırılara cevap olmak ancak serhildan tarzında bir mücadele ile mümkündür. Bu mücadele aynı zamanda devletçi sistem içi Kürt’le, özgür Kürt’ün aynı potada eritilmek istenmesine karşı da derinlikli bir ideolojik mücadele zeminidir. Kaba inkârın yerini alan yeni bir inkarcılık tarzı olarak eritme, entegre etme ve başkalaştırma politikalarına karşı bu dönemde toplumsal inşayı yükseltmek, bunun kurumsallaşmasını sağlamak can alıcı önemli bir konu olacaktır. Yeni dönemde hem Kürdistan'ın her parçasında hem de tüm toplumsal mücadele alanlarında, demokratik ulus esasına dayalı olarak demokratik kültür ve siyaset anlayışını geliştirerek, güçlü bir çıkışın toplumun içinden yaratılma ihtiyacı kendini dayatırken, Ortadoğu'da ki güncel gelişmeleri de yakından takip ederek, hassas ve dikkatli bir şekilde sürece yüklenmek gerektiği ortadadır.
Önderliğimizin başlattığı yeni sürecin, kırk yılık mücadelemizin sonucunda ortaya çıkan tüm kazanımlar üzerinden oluştuğu bilinci ile hamleye doğru bir katılım, doğru bir çalışma tarzı ile toplumsal, siyasi ve özelikle de ideolojik alan çalışmalarında önemli gelişmeler yaratacaktır. Demokratik kültürel mücadelenin zemininin daha da gelişeceği bu dönemde, geçmiş dönemde yürütülen soykırımın, asimilasyonun, katliamların, faili meçhullerin bir bütün özel ve kirli savaşın maskesi düşürülmeden demokratikleşmenin sağlanamayacağı ortadadır. Bu konularda herkes üzerine düşen tüm görevleri hakkıyla yerine getirerek, devletin yaklaşımları iyi gözlemlenmeli, her yanlış teşhir edilebilmelidir.
Hareketimizi etkisizleştirme üzerine kendi siyasetini kuran Türkiye, artık tam anlamıyla bir çıkmazdadır. Bu çıkmaz sadece AKP hükümetinin çıkmazı değil, bir bütün Cumhuriyetin çıkmazı olmuştur. Kürt sorununun çözümüne yanaşmadığı için Ortadoğu'da adım atamaz hale gelmiştir. Önderliğimiz bu durumu değerlendirmiş ve sürece müdahale ederek Türk devletini demokratik çözüm temelli adım atmaya zorlamıştır. Önderliğimiz bununla aynı zamanda ‘yurtseverlik savaşı, siyasi savaş, toprağa ve tarihe sahip çıkma savaşı’ şiarı ile mücadelemizi tamamen toplumsallaştırarak ideolojik ve kültürel olarak tam bir kalıcılık yaratmak istemektedir. Başlatılan hamle bu anlamda toplumsal bir hamledir. Ancak toplumsal alanlarda ciddi bir inşa ile başarıya ulaşabilir.
Son Kongra Gel genel kurulu bu toplumsal inşanın önündeki engelleri tek tek tartışmış, politik ve örgütsel olarak yeni döneme kendini hazırlamıştır. Hem süreci tartışmış, hem de sürecin sorunlarını masaya yatırmıştır. Sürecin nasıl ilerleyeceğini değerlendirmiştir. Bu temelde sistemsel değişikliklerini de yapan Kongre her alandaki siyasal gelişmeleri ele almış ve bu temelde yeni döneme daha güçlü katılım kararını pekiştirmiştir.
Kültürel Hamle
Toplumsal mücadele alanları içerisinde öncelikle ideolojik alan çalışmaları olmak üzere, Tev-Çand çalışmaları da sürecin inşasında önemli bir rolün sahibi olacaktır. Kültür ve sanat alanında sürece güçlü katılmanın örgütsel hazırlığı da geliştirilmiştir. İyi bir yoğunlaşma ve planlama ile sürece önemli bir katkı yapılacağı inancındayız.
Bu dönem herkes kadar biz demokratik kültür inşacıları için de hayati bir dönemdir, sürece katılımda beklentili bir ruh içinde olmak sadece kendi demokratik yaşam inşamızın durdurulması anlamına gelmez, aynı zamanda ideolojik ve politik boşluk yaratmak demek olur. Bu ideolojik ve politik boşluklar egemenlerin kurnazlıkları ile dolar. Böylelikle oluşan her gecikme mücadele içerisindeki başarımızı daha geciktirir ve zorlaştırır. 7o'ler devrimciliğinin bir sloganı vardı HEMEN ŞİMDİ, hemen şimdi yapmak-hemen şimdi inşa etmektir. Bizim için bunun dışındaki tüm yaklaşımlar süreci boşa çıkarma yaklaşımları olur. Kültür ve sanat alanı içinse kültürel bir hamle içerisine giriş ancak süreci doğru anlamakla olanaklı olur. Bilmeliyiz ki sürece doğru temelde katılım gösteremeyenler süreci anlamayanlar olacaktır. Biz bir politika belirliyoruz. Bu politikamızın başarılı olması için harekete geçiyoruz. Politikaya girmekten, süreci kurmaktan bahsediyoruz. Sürece katılmak süreci kurmak oluyor bu anlamıyla, süreci kurma işini biz mi yapıyoruz, yoksa var olanı mı izliyoruz? Belki de kültür ve sanat alanında çalışma yürütenlerin en temel sorunlarından biri budur. Sürüklenen pozisyonda bulunmak akışa yön verememek, bu konu üzerine gerçekten düşünmeli, kafa yormalıyız.
Kültür Politikasına Girmek
Önderlik, son görüşmesinde kültür siyasettir dedi. Siyaseti geri plana bırakıp kültür-sanatla ilgileneceğim diyenlere, kültürle siyasetin bağını doğru temelde ortaya koyarak yanıt oldu. Demokratik siyaset bir bakıma kültürü kalıcı kılma alanıdır. Biz toplumun işlerini yaparken, aynı zamanda bir örgütlülük içinde yaparız. Örgütlülük tarzdır. Tarz yaşam tarzıdır. Yaşamı inşa etmek demek, toplumun işlerine yani politika girmek demektir. Demokratik siyaset, barajlar sorunu, ekonomik sorunlar, kadın özgürlüğü ve erkeğin dönüşümü, ekoloji ve güvenlik sorunlarının hepsi kültür sorunudur. Kürt sorunu da özünde bir kültür sorunudur. Kültür, toplumsal doğanın kendisi olduğu için bugün Kürt halkını kendi toplumsallığından çıkarmak istemek bir sorun olmaktadır. Kültürel soykırım ve asimilasyon politikalarıyla bir toplumsal zihniyeti yıkma telaşına düşmek, herkesi birbirine benzetmek toplumsal doğanın, kültürel kimliğin varlığına bir saldırı anlamına gelmektedir. İnsan için fark, oldukça doğal bir durumdur. İnsan kültür ve toplumsallığı ile diğer canlı türlerinden bir farklılık yaratır. İnsan olur. İnsanın kültür oluşturma ihtiyacı vardır. Yaşamın hakikati bunu gerektirir. Kültür yaratamayanlar insan olamaz. Her toplum kendine özgü bir kültür yaratır. Coğrafya bu konuda oldukça etkili bir belirleyicidir. Tüm halklar için bu böyledir. Mesela Akdeniz insanı derler, denizin ve denizciliğin getirdiği bir kültür vardır. Ermeniler genellikle zanaatkârdır, şehir kültürü vardır. Kürt halkı dağlıdır, köylüdür. Halklar arasında farklılıklar doğaldır. Hem tüm canlılarla insan arasında hem de toplumsallıkların oluştuğu coğrafya göre insanların kendi arasında fark vardır. Farkları ortadan kaldırmak için çaba içerisinde olmak, Kürt sorununda olduğu gibi toplumsallık kültürüne terstir. Türkiye'de birçok kesim asimile olmuş, egemen politikalarına yatmıştır. Balkanlılar, Kafkasyalılar, Lazlar, hatta Türkmenler dahil bir çok kesim ulus-devlet anlayışı çerçevesinde farksız kılınmıştır. Ama Kürtler sorun olmuştur. Kürt sorunu kültürel sorunu kabul etmeyerek direnmeleridir. Toplumsal doğaya ters düşmek istememeleri ve buna karşı gösterdikleri dirençtir. Kürtler kültürünü, yani toplumsal doğalarını terk etmek istemiyor. Farklılığımızı koruyarak, özgünlüğümüzü kaybetmemiz egemenleri çılgına çevirmektedir. Herkes asimile oldu, bu Kürtler nerden çıktı deniyor, Kürtlere haklarını verirsek herkes hakkını ister deniyor. Biz Kürt halkı olarak üzerimizdeki kültürel asimilasyonu yıktıkça diğer topluluklar üzerindeki yıkımı da deşifre etmekteyiz. Kürt kültürünün evrenselliği doğuşunda olduğu gibi dirilişinde de tüm halklara örnek oluyor. İlk başta toplumsallığın oluşumunda Kürdistan halkına düşen rol, bu sefer yıkımla karşı karşıya kalan toplumsallığın yeniden inşasında oynanıyor.
Sanatın Marifeti ve Hakikati
Kültür ve sanat çalışmalarımız daha anlamlı olmalıdır. Kültürel çürümeye karşı kimlikli olmak ve kültür ülkesinde kültürlü olmak zorundadır. Kürdistan suya hasret çorak topraklar gibi kültür ve sanatta bu hakikate hasrettir. Bu hasreti nasıl gidereceğiz. Nasıl bir yoğunlaşma düzeyi bu hasreti giderebilir. Kültürün endüstrileşmesine, sanatın bu hakikatten kopuk yaşamasını kesinlikle yüreğimiz kabul etmemelidir. Günlük kültür ve sanat etkinliklerini izlediğimizde halk kültürümüzün nasıl egemenlerce pop-üleştirildiğini görebiliriz. Kültür ve sanatı basit bir eğlencelik olarak ele alanlar, yoz ilişkilerin merkezi olurlar. Ama sanatı ölçülü ve ilkeli ilişkilerin merkezinde olanlar ise kültür ve sanatı devrimci ve özgür yaşamın bir değeri olarak görür. Alevilikte 'hakikat hırkasını giymek' deyimi vardır, sanatı hakikatiyle ele almak, ona hakikatiyle yaklaşmak, sanat ve toplum hırsızı olmamak gerçek sanat emekçisi olmaktır. Sanata kutsallık kazandırmaktır. Marifet kapısından geçmeden hakikat kapısına ulaşılmaz. Gönül işçisi olmadan, sırra ermeden, bir Arif olarak onun edebini taşımadan, bencillikten vazgeçmeden, topluma karşı yüksek bir duyarlılıkla yaklaşıp toplumu vicdanı olmadan bu kutsallığın hakikatine eremeyiz. İnsan yanakları kızaran bir varlıktır, denir. Yanakları kızarmak utanmayı konuşmadan dile getirir, sanatçı toplum karşında bir yanlışa düştüğünde yanakları kızarır. Ama iyi gözlemleyelim egemenlerin kültür ve sanat alanlarında çalışanlarda büyük bir utanmazlık hâkimdir. Yanaklar kösele gibi olmuş, varlıkları topluma eziyet halini almıştır. Toplumun ayıp ettiği tüm davranışlar ve uygunsuz işlerden bu tipler hiç sıkılmaz. Çünkü sıkılma ve utanma toplumlu insanda olur. Toplumsuzluk işte bu zatları böyle insanlıktan düşürüyor. Gerçek halk sanatçıları ise; cömert ve paylaşımcıdır. Mülksüzdürler, varlığa da sevinmezler yokluğa da yerinmezler. Halk Ozanı Perişan Ali'nin 'hırsız neyimi çalacak' dediği gibi gerçek halk sanatçılarının çalınacak hiçbir şeyleri yoktur.
İnsan hakta, hak insanda
Çok marifet var insanda
Ne ararsan var insanda
Mademki ben bir insanım; diyerek küçük evrenden, büyük evreni anlamak sanatçının hakikate ermesinde son marifeti olmaktadır.
Kamil Sanat
Kültür ve sanatın dar bir faaliyet olarak ele alınışı, şahsi bir iş olarak görülmesi kültür ve sanat hareketimizin temel bir sorunu olmaktadır. Bağlama, def çalmakta kültür-sanatın bir parçası, küçümsenemez fakat sadece bir parçası olması gerçeğin tamamını ifade etmeye yetmez. Kültür çalışanları olarak; kültür ülkesinde kültürsüz bırakılmışız, anadilimizden yoksunuz, halklar arasındaki ilişki dahi alt-üst bir toplumsallığa bağlanmış, halk olarak geri bile sayılmıyoruz, yok sayılıyoruz. Ülkenin dört bir yanında karakol inşaatları son sürat devam ediyor, bazı zindanların MÜZE olarak tabelası hazırlanırken diğer yandan tipsiz F'lere yenileri ekleniyor. Çocuk zindanlarının sayısının artırılması hedefleniyor. Koruculuk azaltılıp ortadan kaldırılacağını, yerden biten otlar misali çoğalıyor.
Biz kültür sanat emekçisiyiz? Hangi hakikatin hırkası sırtımızdadır, bunu kendimize sormadan hangi yola çıkacağız? Tam sanatçı olmak, kültür ve sanatı dar bir faaliyet olarak ele almamak, insan-ı kâmil olmaktan geçiyor. Anlayarak Kemal'e erendir kültürlü sanatçı. Sonrası burjuva sanata öykünmeden, o sanatçılığa iltifat etmeden inançlı bir bilge olarak yaşamaktır. Biz sahneye esir, albüm peşinde sanal bir dünyaya hapis olmaktansa, toplumla özgürlük için (de) yaşayan, hakikatli bir dünyayı inşa etmek isteyen sanatçılar olmalıyız. Sanatçıların 'beka-laşması' böyle gerçekleşir. Bu olmazsa 'beko-laşmak' kaçınılmaz olur. Hakikat ilhamını içmeyenler, onunla gönlünü ferahlatmayanlar hep yanılırlar. Bu ilhamdan nasibini alanlar ise, tüm kültürel soykırım, baskı ve asimilasyona karşı tutum sahibi olma gücünü bulurlar. Cesur ve açık sözlülükleriyle kurulu bozuk düzenin çarklarını kıran, özgür bir yaşamı kuran ve kurtaran olurlar. 'Ayaklara turab benim' demeli sanatçı, halkın toprağı olmalı, yurtseverlik kokmalıdır. Ayaklara toprak olmak, kâinatın aynası olmaktır aynı zamanda, mütevaziliğin nişanesidir. Hz. İsa'nın mütevazılığı gibi, en yoksulun ayaklarını yıkamanın alçak gönüllülüğüne sahip olmaktır. Bir peygamber bir yoksulun ayağını yıkıyor. Gerçek sanatçı bir peygamber gibi tüm insanlığı, toplumu sınıfsız ve bir gören, toplumun kültürel farklılığını esas alan bir eşitlik ferasetini taşımalıdır. Yararlı, üretici olduğu kadar verme yanlısı olan insanlara sanatçı diyebiliriz. Bugün işler biraz tersine dönmüş Newroz'lara dahi almak için gidiliyor. Sahne alıyor, para alıyor, her şeyi almak istiyor. Vermek bir gün aklına gelmiyor. Bu sahte sanatçılara karşı duyarlı olmak boynumuzun borcudur gerçekten.
Kültür ve sanat hareketi olarak ciddi sorunlar önümüzde ve çözülmeyi bekliyor. Kültürü, anlamı içeriği bilme, kültür ve sanatın, sözün sırrını öğrenme çalışmaları önümüzde duruyor. Halk bizde hakikati arıyor. Halk gerçeğiyle gerçek olmak bir ödev olarak sanat camiamızın önündedir. Kamil insandan, kâmil bir topluma yolculuk zamanıdır artık, kendimizi görmek, toplumsal kimliğin öncüsü olarak demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşayı büyütmek durumundayız.
Ekin Roni
- Ayrıntılar
Mecazi anlamda Pişkinlik sözcüğünü sözlükler: “Saygısızca davranarak işini yürüten” kişi için kullanıyor. Biz kendi yerel dilimizle buna çoğu zaman lümpenizm diyoruz. Lümpenliği ise bir arkadaşımız:
“Lümpenliği nasıl tarif etmek gerekiyor. Örneğin Karl Marx “lümpen proleter” kavramını, sarf ettiği emeğinin değerini bilmeyen kişilere kesimlere ki bunlara “lump” diyor, kullanıyor. “Lump” sözcüğü muhtemelen Türkçe dilimizden buradan geçerek lümpen olmuştur.
Lump yani lümpen emeğinin değerini bilmeyen, emek karşısında saygısı olmayan, har vurup harman savurmak gibi, haydan gelir huya gider misali insana ve onun emeğine saygısı az, bu bağlamda kendisine saygısı az olan kişi mi diyelim?
Lümpenliği bir yere kadar böyle tanımlamak belki yanlış olmaz. Ancak yetersiz kalacağı muhakkaktır. Toplumumuzda lümpen derken ilk akla gelen ahlaki manada toplumun değer yargılarını tanımayan, bu değer yargılarını çiğneyen, alay eden, ciddiye almayan, hatta kollarına alarak gırgırını ve şamatasını geçene de deniliyor.
Başka bir manası ise toplumun örf adetlerini, örf adabını takmayan, kendi şişirilmiş egosuyla toplumun bu değerlerine tepeden bakan, dediğimiz gibi alay eden kişi içinde kullanılıyor.
Ve birde toplumumuz lümpen derken herhalde en çokta sokak kültürünü yaşayan tipler için kullanıyor lümpenliği ya da lümpenizmi. Sokak kültürüne amiyane tabirle kabadayılık diyoruz. Nedir bu kabadayılık dedikleri kültür? Hödleyen, naralar atarak karşısındakilerini ürküten, kestiği kestik olan, herkese posta atan, hani var ya dediğim dedik, çaldığım düdük misali. Sokak kabadayısı ismi üzerinde kaba olan, toplumun nezaket kurallarında ya da toplumsallığında bir şey almayan, tam tersine toplumsallığı çiğneyen kişilik oluyor.
Elbette bununla sınırlı değildir lümpenlik. Birde toplumumuz elin namusuna göz diken, el atan tiplerine de lümpen diyor. İşi gücü kız ya da erkek peşinde olan, bu bağlamda toplumda alışılmış, kabul görmüş makul ilişkiler dışında adeta toplumu dinamitleyecek ilişki biçimine de dediğimiz gibi lümpenlikle değerlendiriyor.
Şimdi yukarıda farklı farklı tanımlamalarla lümpenliği ya da lümpen kişiliği açmaya çalıştık. Toplumumuzda adeta değer tanımayan, başkalarının değerlerine saldıran, küçümseyen, horlayan, hödleyen, dediğim dedik ve kestiğim kestik diyen, sokak kabadayısı gibi herkese saldıran, toplumun nezdinde insanların haysiyetiyle alay eden, onurlarını rencide eden, bir soytarı gibi el alemin taklidini yaparak küçük düşüren, bunu yaparken adeta etrafında onu dinleyen tüm insanları bu yozlaşmaya ortak eden, alaycı, tepeden inmeci, başkalarının dini inançlarına karşı saygısızca konuşan… İnsanlığın en güzel meziyeti olan hoşgörü kültüründe nasibini almamış, pespaye, kibar olmayan, banal, bayağı olan böylesi bir tipe herhalde lümpen demek yanlış olmaz.”
Lümpenlik herhalde yukarıda tanımlandığı gibidir. Bu tanım zaten bir bireyin yeterince saygısızlığı da içeriyor. Buna birde daha pervasız yani pişkin halini eklersek orada özü itibariyle belki de tüm insani özelliklerinden kopmuş bir tiplemenin ortaya çıkacağı açıktır.
26 Ocak günü Kürtler Kobanê’de Ortadoğu’da halkların başına musallat olmuş özelde de Kürtlerin başına bela haline gelmiş olan faşizan çete yapılarını attılar. Sadece Kobanê’de tam 134 gündün yüzlerce Kürt’ün ve dostunun ölümüne yol açan, yüzlerce köyü yakıp yıkan, bir kenti yaşanmaz haline getirmiş olan böyle bir yapının sökülüp atılmasını-hem de birçok devlet bu faşist yapının önünde çaresizlikleri gözler önündeyken-Kürtlerin ve dostlarının bir bayram havasıyla karşılamalarından daha doğal ne olabilir ki?
Ama dikkat edersek kardeşlik edebiyatı yapanların sözde kendilerine kardeş gördükleri insanların bu bayram havası ve coşkusuna, “çifte telli oynuyorlar, peki ya bu yıkılmış olan bu kenti nasıl yeninden kuracaksınız” manasında sözler sarf eden bir TC cumhurbaşkanına ne demeliyiz? Hangi adı takmalıyız? Ya da bu sözleri kullanan bir kişiye en yakışacak tanım ne olabilir?
Pişkin diyeceğiz ama yetmiyor. Lümpen diyeceğiz ama bu da yetmiyor. Pervasızlıkta sınır tanımayan böylesine bir kişiyi halkımızın ve halklarımızın vicdanına havale ederek, en iyi tanımı onların yapacağına olan inancımızla…
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar