Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Temmuz günü saat 11:00 - 12:00 arasında Şengal merkezde gerilla güçlerimiz bir suikast eylemi gerçekleştirmiş ve 1 Daiş çetesi öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Temmuz günü saat 12:00 -13:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Heftanin alanı sınır hattında işgalci T.C ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği yaşanırken; 13 Temmuz günü saat 03:00 - 06:00 arasında insansız hava araçları keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
14 Temmuz Direnişçilerinin anısına bağlı kalabilmek çok büyük bir meseledir. Parti yoldaşlığı, dava arkadaşlığı, eğer kendi en temel direnişçilerinin gerçeğini bütün yönleriyle kavrayamıyorsa, o zaman kendilerine en büyük kötülüğü ediyor demektir.
Şunu çok açıkça söyleyebiliriz ki, partimiz içinde büyük direniş şehitlerimizin anısına layık olamama, onu kendi her türlü yetmezliğine perde yapma, onun üzerinde ucuz yaşamak isteme, onunla her türlü geriliğini bekleme, direniş şehitlerinin büyük bir çağrı anlamına gelen bu büyük gün kararlarını bir türlü kavrayamama, kavransa bile gereklerini yerine getirememe ve sanki bu normal kabul edilebilecek bir yaşammış gibi davranma, büyük direniş şehitlerinin özellikle yaşamlarını daraltma, giderek sanki anıları silinmiş gibi hafıza kaybı içine girme, şehitlerin anısıyla kendini güçlendirme şurada kalsın, onun mirasıyla geçinip gitme durumları vardır. Eğer işler böylesi bir noktaya, aşamaya gelmişse, bilmeliyiz ki o parti ve o yol arkadaşlığı en tehlikeli bir durumla karşı karşıya demektir.
Biz her zaman şunu söyledik; eğer görevlerimize biraz böyle bağlı kalabilmişsek ve eğer halen direnişten vazgeçmiyorsak, burada rol oynayan en temel husus; kesinlikle bütün direnişçilerin ve özellikle de direniş şehitlerinin anısına gösterdiğimiz bağlılıktır. Mümkün olduğu ölçüde kendimizde onu hissetmek ve ona helal getirmeden başarıyla yaşatılmasına güç getirebilmektir.
Yaptığımız bütün değerlendirmeler şunu gösteriyor; hali hazırda partinin görevlerini, partinin savaşım silahlarını eline alanlar, direniş şehitlerinin anılarının emrettiği karşılığı vermekten çok uzaktırlar. En yaygınca yaşanan tehlike; direniş şehitlerinin anılarına göre kişiliğini hazırlama, ona göre silaha sarılma, ona göre görevlerin üzerine yürüme değil, biraz daha mirası kemirme, bu mirasın korunması uğruna sarf edilen çabaları kendi bireyciliğine yontma ve kendi sefil kişiliğini bununla ayakta tutmadır. En son şahadete erişeni de dahil, bütün direniş şehitlerinin anısına verilen bu karşılık, gerçek bir tehlikedir ve yaygındır.
14 Temmuz’u anıyoruz. Bugün, bir grup zindan direnişçisi kendi şahıslarında, bir halkın bütün özgürlük umutlarını son kırıntısına kadar yok etmek isteyen düşmana karşı, kendilerinde somut-laştırdıkları PKK direnişçiliğini gösterdiler. Bu, tartışmasız bir gerçektir. En zor dönemde, 1980’lerin başlarında, ayakta olan ne varsa tümüyle imha eden ve kasıtlı olarak bir daha yeşermemesi için bütün tedbirleri arkasına alarak yüklenen bir imha politikasına karşı, gereken her türlü direniş gösterildikten sonra, en son direniş olarak kendi bedenlerini eriterek, kendi nefeslerini o biçimde tüketerek son yolu deniyor, en güçlü direniş eylemine karar veriyorlar.
Aslında en büyük mücadeleyi vermek isteyen yoldaşlardır. Hayrileri, Kemalleri biz çok iyi tanıyoruz. Mücadele tutkusuyla dolu olan arkadaşlarımızdır. Devrimci pratik, onlar için yaşamın kendisidir. Hayri, nefes nefese örgüt çalışmalarını, propagandasını yaşayan, bunun dışında tek bir boş günü bile olmayan büyük bir kişiliktir. Kemal, tepeden tırnağa kadar her şeyini partinin hizmetine sunmuş, her şeyi ile partinin mücadele çizgisini yaşayan, yine partinin yaşam tarzını nefes nefese götüren bir kişiliktir. Bu konuda çok şey söylendi, daha bir çok şey de söylenebilir ve söylenecektir de.
Kendini, partimizin gerçeğinde, en zor koşullarda ve olanaksızlıklar içinde oldukça yetiştirebilmiş, bundan vazgeçmemeye en büyük direnişle karşılık vermiş yoldaşlarımızdır. Bunu defalarca kanıtlamış kişiliklerdir. Böylesi bir direniş kararlılığına, bu kişilikler önderlik etmiştir. Burayı çok iyi anlamak gerekir.
Bir direnişçi nasıl yaşar? Onlar, o amansız Diyarbakır zindan direnişçiliğinin birkaç yönünü, tüm işkencelere göğüs gererek yaşadılar. Onun her dakikası bile bir yıl kadar uzun ve kahredicidir. Sizin zift bağlamış yüreğinize söylüyorum bunu; gerçekten her dakikası bir yıl kadar kahredicidir. Partinin adını biraz daha söyleyebilmek ve mücadelesini biraz daha uygun koşullarda sürdürebilmek için, birkaç yıl süren bu anları böyle değerlendiriyorlar.
Bu direnişler karşısında, sizin bu şekilde yaşamanıza izin vermemem gerekiyor. Özellikle de özgürlük dağlarında yüzlerce silahı düşmana kaptıran, yüzlerce savaşçıyı savaştırmadan tasfiye ettiren ve halen de direniş önderliği olduğunu söyleyenlere bu haktır. Peki hiç böyle olur mu, sizde vicdan denen olay hiç yok mu? Bize “hazırlanamamıştık, eğitememiştik” diyorlar.
Tekrar söyleyeyim ki; gençler de dahil, hepiniz büyük suçlusunuz bu konuda. Ben artık ağır kelimeler kullanacağım. Hızla eğitip sıyırın kendinizi bu durumun içinden. PKK’nin değerleri büyüktür. Sizi zorlayarak yaklaştırmak istemiyoruz, vicdanınız sizi bu değerlere yaklaştırmalı.
Tekrar soruyorum; onlar direnişi nasıl bir sanat bellediler? Hangi koşullarda ve neyle gerçekleştirdiler. Siz, büyük savaşım olanaklarını, düşmandan hesap sorma imkanlarını görebiliyor musunuz? Bir kibrit çöpünü hatırlayın deyince, canınız biraz sıkılıyor. Değil erimek, çoğu yerde kendinizi şişiriyorsunuz değil mi? Hazır silahı paslandırıyorsunuz. Mazlum ise, iki sözcük yazabileceği bir kağıt parçası bulunca, onu çok büyük bir mücadele aracı olarak değerlendiriyor. Sizlere ciltler dolusu kitap verildi, peki ne kadar kullandınız? Doğru-dürüst bir cevabınız olmayacak, tam tersine, bir yığın kayıp nedeni sıralayacaksınız, ondan sonra da “PKK’liyiz, mücadeleye varız” diyeceksiniz; insan kendine saygıyı bu kadar yitirmemeli!
Bir kere daha 14 Temmuz Direnişçiliğinden çıkarılacak bir anlam olacaksa, bu sadece zindan direnişçileri için değil, sadece bir örgüt için de değil; direnişçilerin şahsında parti ve bütün bir halk için öngörülen imha politikalarına, toptan silme planına karşı geliştiğindendir. İyi biliyoruz ki, düşmanın planı budur ve bunu ayrıntıyla anlatmıştım. Bütünüyle tarihin karanlıklarına gömülmek istenen bir halkın kimliği ve PKK’de temsil edilen bir direniş olanağıdır. PKK direnişçiliği de eşittir; bir halkı mümkünse yeniden tarih sahnesinde özgürce yaşatmaktır. Bu anlamda ezilen zindan direnişçiliği ve ezilen PKK; tümüyle bir halkın ezilmesi ve tarih sahnesinden gitmesi olur. Bu kesin bir gerçektir de. O zaman ne Güney Kürdistan’ı kalırdı, ne Kuzeyi, ne Doğusu, ne Batısı. Bu direnişçilik biterse halk da biter. Bunun böyle olduğunu tarih şimdiden söylüyor. PKK’nin direnişçiliği bugünkü durumuyla da bunu herkese kabul ettirmiştir.
Tam böyle bir noktada “direnmek yaşamaktır” sloganını, şiarını kendilerine tatbik edenler ortaya çıkıyor. Bu, tamamen bir halkın en soylu umudu oluyor, yaşam çağrısı oluyor. “Umuttan vazgeçilemez, partiden vazgeçilemez, kendimizi eritiriz ve yaşama çeviririz” deniyor. İşte Mazlumların Newroz direnişçiliği, işte 14 Temmuz direnişçilerinin kararı, işte Ferhatların kendilerini meşale etmeleri tamamı tamamına böyledir.
Onlar, bir halkı aydınlatan meşale, yaşam umudu, yaşam tarzı oldular. Bunu iyi anlayacaksınız. En az olanla nasıl savaşıldığını, en zor koşullarda ve zeminde nasıl savaşıldığını göreceksiniz. Bir mezar kadar bile olamayan hücrede direndiler. Siz o büyük özgürlük dağlarına mı sığamadınız? Tek kişilik hücrelerde eylem yürütülebilirken, o dağlarda mı eylem düzenleyemiyorsunuz? Nefes alı-namayacak yerde tek başına zafer görevini yürütenler varken, binlerin bulunduğu ortamda mı görev yürütemiyorsunuz? Onlar bir zaferi kesinlikle barındıran eylemi düzenliyorlar, siz bu kadar olanaklarla sıradan bir başarıyı mı düzenleyemeyeceksiniz? O zaman bu büyük direniş şehitlerinin anısına bağlı olduğunuzu nasıl söyleyebilirsiniz?
Söz ve katılım, karar ve eylem 14 Temmuz Direnişçileri anısına bir kez daha bu temelde veriliyor. Şimdiye kadar çok söz verildi, çok karar geliştirildi. Bu her zamankinden daha fazla bir parti kararı, bir halk kararı, bir savaş kararıdır. Bu karar her zamankinden daha fazla başarıyla ve bütün gerekleriyle yerine getirilmelidir. Her zamankinden daha fazla iç ve dış engelleyicilere karşı büyük bir sabır ve inatla yürütülmeli, yaşama geçirilmelidir. Bu karar, her zamankinden daha fazla zafere ulaştıracak bir karardır.
Bir kez daha bu büyük direniş davasının sahiplerine ve giderek çığ gibi gelişen bütün direnişçilerin en başta da şehitlerin kararına, bu temelde şahadetlerine, yaşamlarına, savaşımlarına bağlılığımızı gösteriyoruz.
En başta gerilla savaşı olmak üzere, bütün görev sahalarımızda başarıyı kesinleştiren çözümleme derinliği kadar, uygulama ustalığıyla da işlerlik kazandırıyoruz. Ve bu kesin başarıya götürecektir.
Bu yürüyüş, her zamankinden daha fazla zafer yürüyüşü olacaktır.
Rêber APO
14 Temmuz 2009
- Ayrıntılar
Mazlum'u, Kemal'i, Hayri'yi, Akif'i iyi tanıyorduk. Yoldaş olmayı bildikleri kesindir. Bu karar, bunun en iyi göstergelerinden birisidir. Fakat buna rağmen Hayri son sözlerinde borçlu gittiklerinden söz ediyor.
14 Temmuz, Parti tarihimizde Parti kimliği uğruna, denilebilinir ki en kahredici işkenceli bir ortamda varlığını adama ve bu temelde ülkesine, halkına, insanlığına sahip çıkma adına, en büyük direniş kararının verildiği bir gündür. Partimiz'de şimdi de en çok ihtiyaç duyulan, Parti kimliği ile insan olmak, Parti kimliği ile ordulaşmak, Parti kimliği ile yaşamsal olmak. Belki de sadece başarıların değil, onun olumlu bütün adımlarının esasını teşkil ediyor dersek, bu büyük direniş kahramanlarımızın şahsında en yalın gerçeği dile getirmiş oluruz. Bundan 15 yıl önce Partinin temelini atan Kemal, Hayri gibi yoldaşlar direniş kararını verdiğinde bir kez daha Partinin büyüklüğünü göstermiştir. “Ne teslimiyet ne düşüş, sonuna kadar direniş”.
Bizzat büyük şehidimiz M.Hayri Durmuş, el yazısıyla çok açık bir biçimde yazdığı yazıda, "Bizim kadar yaşama bağlı insan yok, ama bu yaşam ancak Parti kimliği ile olduğunda kabul edilebilinir. Siz bize bu kimliği çok görüyor, onu yok etmek istiyorsunuz. Bunun dışında herhangi bir yaşamı kabul etmemiz mümkün değildir. Çok sınırlı Parti kimliği ile birlikte bir yaşamı tanırsanız, yaşama kararlılığımız büyük bir coşkuyla devam edecektir. Yok, bunu tanımazsanız; bu noktadan itibaren, dayattığınız bu kimlik inkârına dayalı yaşamı asla kabul etmeyeceğiz ve ne mutlu ki bize, büyük direniş kararına da ulaşmış bulunuyoruz" der ve o kararı o şekilde bugün gerçekleştirirler.
Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak, mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara vararak daha doğru, birlikte büyük yürüyebilmeliyiz. PKK'nin saflığı, PKK'nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir. Yine doğru yaklaşacak olursak; Partinin adını yükseltmek istediler, Parti amacından uzaklaşmamak için büyük bir vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında küçük bir yaşam imkânı bularak direndiler. Bu amaç içindi bu direniş. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların başında, silahlı, gruplar halindesiniz, yine de düşmana karşı bir kaç doğru adım atamıyorsunuz. Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir? Bundan uzaklaşma var. Bu uzaklaşmayı kendinize nasıl layık gördünüz ben de şaşıyorum.
Neydi 14 Temmuz direniş? Zindanda ihanet büyük olunca Şahinler tamamen düşürmek istediler; "PKK adına kimse kalmamalı", hatta "hepsi PKK'ye karşı çıksın", tabi ki "PKK'de vatanı inkâr etsin, halkı inkâr etsin". Bunun karşısında arkadaşlar da "biz canımızı vereceğiz, bu kararı vereceğiz" dediler. 14 Temmuz kararı; Partinin adının ortadan kalkmaması için halk ve Kürdistan adının, insanlık adının ortadan kalkmaması içindi. İşte bu Partinin kararıdır: İhanete karşıydı, büyük zulme karşıydı, düşkün yaşama karşıydı. Hemen hemen hepsi sizin gibi zayıftılar, imha olmayla karşı karşıyaydılar. O zaman bu kahraman arkadaşlar "gün direnme günüdür" diyerek zayıflıkların önünü aldılar. Şimdi de düşman çok şiddetlice üstümüze geliyor. Şimdi de Kürdistan'da ihanet büyüktür, ihanet çok büyümüştür. Direniş de büyümüştür. Ülkenin dört bir yanında ne kadar direniş varsa o kadar teslimiyet ve düşkün bir yaşam var. Eğer 14 Temmuz'a bağlıyız diyorsanız bu günde de kahramanca bazı adımlar isteniyor. Zindandaki gibi değil; savaşın her yönünde, çalışmanın her yönünde 14 Temmuz ruhuna bağlı adımlar atılması gerekiyor. Büyük değerlerle ucuz yaşamınızı sürdürmek istiyorsunuz, tabi ki bizimde bunu kabul etmemiz mümkün değildir.
Bu yoldaşları; Mazlum'u, Kemal'i, Hayri'yi, Akif'i iyi tanıyorduk. Yoldaş olmayı bildikleri kesindir. Bu karar, bunun en iyi göstergelerinden birisidir. Fakat buna rağmen Hayri son sözlerinde borçlu gittiklerinden söz ediyor. Öyle fazla bir şey yaptıklarına bile emin değiller. Kemal'in benzer türden bir yaklaşımı vardır. "Bu halk savaşı başarıya ulaşacak" diyor, ama çaba yetersizliğine olan derin öfkesi de söz konusu.
Demek ki kararın en önemli bir yanı, karşı koymadan vazgeçmeme ve bunun can bedelini ödeme oluyor. Olumlu yanı budur ve gereken de budur. Diğer ve daha çok da olumsuz diye niteleyebileceğimiz, onlara yalnız mâl edilemeyecek olan yönü de; büyük bir yetmezliğin sonucu olmasıdır. Ülke halkı zayıf ve faşistler buradan cesaret alıyor. Uluslararası kamuoyu zayıf, parti zayıf, zindan kitlesi zayıf, direniş biçimleri o gün için çok çok zayıf. İnsanlar kendilerini bu biçimde adamamalıydı bizce. Bu, zayıflıkların kefareti oluyor. İşte görmek gerekir dediğimiz, yetersiz dediğimiz ve yalnız onlara bağlanmayacak olan yön budur.
Onlar bunu, canlarını, kendilerini ortaya koyarak ödemeye çalışır ve yine de kendilerini borçlu ilan ederken, bunun giderilmesi gerektiğini de böylece kanıtlamış oluyorlar. "Biz böyle gittik, ama gereken tamamlanmalı" diyorlar. Kararın diğer yönü budur. Bu yetersizliği kim kapatacak? Aksi halde bu bir intihar olur ve devrimciler de intihar etmezler. Yetersizlik giderilemezse bu gidişler intihar olacak, buna gereken karşılığı vermek de kalanların işi oluyor, kalanların namusluluk meselesi oluyor.
Şehitlerimiz, bu direnişleriyle bizi de böyle ağır bir yükün altına soktular. Bu bir nevi bize de tepkidir. Bir halk, bir örgüt ve insanlık, bizi böyle dayanılmaz koşullar içinde zayıf bırakmışsa, biz de böyle bir protestoyla buna karşılık veririz demişlerdir eylemleriyle. Kalanlara bir diğer mesaj veya mesajın bir diğer yönü de bu oluyor.
Bu mesajdan, bu hatırlatmadan çıkan sonuç; bıraktıklarını tamamlamaktır. Peki, neyi tamamlayacağız? Bu dayanılmaz koşullardaki yaşamı, yaşanılır hale getirin, faşist baskıya karşı koyun, azaltın veya ortadan kaldırın demektir. Bilgisizlik var, giderin demektir. Parti zayıf, güçlendirin demektir. Faşizmin tek yönlü, korkusuz yürüyüşünü durdurun demektir. İşte çıkarılacak önemli sonuçlar budur.
Bir yerde direnmekten başka, canımızı ortaya koymaktan başka bir çözüm kalmamıştır deniliyorsa, bu çok tehlikeli bir durumun varlığını gösterir. Direnişin önderleri eğer bir yerde intiharvari bir direnişi seçmişlerse, orada iyi düşünmek gerekir. Bir dönemeç noktasıdır, fakat ölüme gidiliyor. Halk adına önderlik yapması gerekenler şehit düşüyor. Geriye kalanlar, belki onların köprü teşkil eden cesaretlerinin üzerine basarak ileri bir adımla yola çıkacaklar. Büyük imhanın, yok etmenin karanlığından aydınlığa doğru bir köprü oldu onların cenazeleri, kurumuş vücutları... Ve bu biz oluyoruz aynı zamanda.
Birileri öyle gider, diğerleri de biraz ağlar, sızlar, ondan sonra unutur giderse bu olmaz! Bu duruma düşüldüğünde, söylediğimiz gibi tarihin gafili, tarihin haini ortaya çıkar. İstediğiniz kadar süslü sözcüklerle durumu örtbas etmeye çalışın, doğru bir anma değildir bu. Onlar öyle giderken, bizim de soluk alışlarımızın çok sınırlandırıldığını biliyoruz. Tek şansımız olarak özgür koşullarda savaş imkânı vardır elimizde. Onlar öyle savaştılar, biz ise daha değişik savaşabilecektik. Bunu değerlendirmek kalıyordu geriye.
Tarihi halklar demek; tarihini olduğu gibi yaşayan halklar demektir. Bakın Avrupa'nın gelişmiş halklarına; yaşadıkları önemli oranda kendi tarihleridir. Bir de bizim tarihimize bakalım; kişinin burnunu ötesini göremeyeceği kadar inkârla yüklüdür. Ve en kötüsü de bireylerine kendisinin olmayan tarihi, onun tarihiymiş gibi mal etmektir. Bir halka kendisinin olmayan bir tarihi mal ettin mi, tarihini unutmaktan da daha kötü bir duruma düşmüş demektir. Kendi egemenlerinin tarihi ile aldatılan bir halk, belli ölçüde baskı düzeni altındadır. Buna egemenlerin kendi tarihlerini, bilinçli olarak genel tarih haline getirmesi diyebiliriz. Ancak tamamen yabancı bir tarihi, hem de katliamla yazılmış bir tarihi, kendi öz tarihiymiş gibi yaşamak ve kabul etmek bir halk açısından, hele onun temsilcileri açısından içine girilebilecek en derin alçaklık, ihanet ve gaflet durumunu ifade eder. Bizim gerçeğimiz söz konusu olduğunda maalesef yaşamının bu olduğunu görürüz.
Somut görevimiz, partiye bilinç kazandırmak ve onun kanalıyla halka uzanmaktır. Bırakalım bir halkın tarihsizliğine çare olmak, katliam tarihinin onun tarihi olmadığını kendisine anlatmak; en yakın etle-tırnak gibi bağlı olmamız gereken tarihi bile özümsetmekte, onun anlamını ve çıkarılması gereken sonucu belirlemekte bile zorluk çekiyoruz. Bu, katliam tarihi ile kendisini aldatmış olan halkın izdüşümünü saflarımızda yaşamak demektir. Gelişmeyen kişilik, parti tarihinde gafil kişilik böyledir.
Tüm dost güçlere de, PKK'yi bu temelde bir güç olarak değerlendirmeleri gerektiğini söylüyoruz. Özellikle birlikte kurtulmaya mahkûm olduğumuz Türkiye halkı ve onun öncü güçleriyle birlikte, savaşımımızı bundan sonra doğru temellerde geliştirmeye de özen gösteririz. PKK pratiği kendini biraz kanıtlamıştır. Halklar için ne söylerse onu yapar. Buna Türkiye devrimciliği de, hiç olmazsa bundan sonra biraz karşılık vererek iyi bir yoldaş müttefik, olmazsa iyi bir dost müttefik olmayı bilmelidir. Her düzeyde ortaklaşa savaşım doğru bulduğumuz ve istediğimiz bir tarzdır. İnanıyoruz ki, bundan sonra Türkiye cephesinde de gelişmeler daha farklı ve istenilen doğrultuda olacaktır.
Çok yüksek değer biçtiğimiz Türkiye direniş şehitlerine, çıkışımızı, en az kendi direniş şehitlerimiz kadar onların anısına da bağlayabileceğimiz bu şehitlere de, vereceğimiz en büyük karşılık; PKK'yi böyle savaşan öncü güç haline getirmektir. Dolayısıyla onların da anısına verilen söze bağlı kalındığı gibi, geçerlilik de kazandırılmıştır.
Bu temelde diyoruz ki,
Bütün Türkiyeli ve Kürdistanlı Direniş Şehitlerinin Anısı Ölümsüzdür!
Yine 14 Temmuz Direniş Kararlılığı, Başarımızın Temelidir!
Bu temelde verdiğimiz söz, artık zaferi esas alan, ondan başka hiçbir gidişata şans vermeyen, halkımızın da, artık bu dönemde mutlaka öncülüğü doğru yaklaşımda isteyebileceği ve kabul edebileceği bir devrimciliğe yol almadır. Biz bundan sonra bu temelde yeni bir dönemeci yakalayabildiğimize eminiz.
Bu temelde de, bütün direniş şehitlerinin anısı,14 Temmuz direniş kararlılığı, zafere ulaşacaktır!
Bu zaferin çalışma tarzı, bütün çalışmalarımıza yön verecek ve mutlaka başaracağız!
Önder APO'nun 1993 Çözümlemelerinden Derlenmiştir
- Ayrıntılar
Sosyal çizginin gelişmesinde köye boyun eğmedim, aileye boyun eğmedim, hatta Türk dünyasına (ki buna düzen de diyebiliriz) boyun eğmedim.
Köy toplumu yerine burjuva toplumu sınırlarına giriş, son derece yorucudur. İlk şehir toplumuna giriş, benim için hayli zorluklarla dolu bir giriştir. Gerek küçük şehirler olsun, gerek Ankara olsun, girişim hayli zordur. Bu da çok önemli. Girdim, ama kendimi kaybetmedim. Çok tutucu olmama rağmen, şehir içinde herhangi bir erime durumum yoktu. Aylarca, yıllarca bekledim. Şehri anlamanın büyük merakına, çabasına karşın, şehri yaşamanın kenarından bile geçmedim. Arkadaşlarım üç ayda kendilerini daldırıp yaşatıyorlardı, ben beceremedim. Ve bana karşı oldukça alaycı bir yaklaşım içindeydiler. Evet, şehir çocukları önemli oranda alaycı bir yaklaşıma sahiptiler.
Öğretmenlerin ilgisi daha değişikti. Belki gelişebilirim umutları vardı. Fakat akrabalar, yanı başımdakilere göre, alay edilmesi gereken biriydim. Büyük ihtimalle kendi düzenlerinin farklı bir konumunda kalıyordum veya onu da bir tehlike olarak görüyorlardı. Burjuva sosyalitesine karşı az çok bir tehlike olabileceğimi görüyorlardı. Burjuva sosyal yaşamına tepkim vardı. Ve girmedim, enerjimi böyle harcamadım. Ben onları kendi iç dünyamda mahkum ediyordum, onlar beni alaylarıyla mahkum ediyorlardı. Böyle bir sosyal giriş söz konusuydu.
Kemalist ve feodal etkilerin ikisine karşı da çok temkinliydim. Böyle balıklamasına dalmayan ve farkını sürekli koruyan bir konumdaydım.
Arkadaş gruplarının oluşmasında büyük çaba harcadığımı söylemiştim. Temel konulara zaman zaman giriş yaptığım, ama birinden diğerine de sıkça atladığım zamanlar oldu. Din ve felsefe konularına el yordamıyla girişler yapardım. Hepsinde öyle başarılı biri olduğum söylenemez. Fakat bir deneme tarzım var ki, ilginçtir. Yani birileri dalar, yaşamın sonunu getirir; bense sadece yoklarım.
Geleneksel Kürt kişiliğinden kopuşum, bu toplumda kesin bir haksızlık olduğunu sezmem ve hepsine karşı çıkmamla bağlantılıdır.
Nizip'te henüz ortaokuldayken benimle hep dalga geçilirdi. Düşünün, anlattığım türden bir isyanı yapan bir çocukla hep dalga geçiliyor. Belki de okulun en zavallı öğrencisi durumundaydım veya sanırım öğretmenlerime göre de en akıllısıydım. Çünkü dönemine göre hem kadın öğretmenler, hem de erkek öğretmenler bana hayli değer biçiyorlar, giderek bilgilerimi geliştiriyorlardı. Okulda ön sıralardaydım, ama buna rağmen çocukların veya öğrencilerin büyük alayı, şehrin olumsuz etkileri vardı. Bunu daha sonra patlamaya dönüştürmem için yıllar gerekliydi. Halen hatırlıyorum, kimisi subay çocuğu, kimisi köyden gelmiş ağa-eşraf çocuğuydu. Benim biraz böyle Kürtlük özelliğim vardı, sanırım davranışlarım fazla güçlü değildi veya onlara göre kesin davranışlarımda farklılık vardı. Onlar gibi olamıyordum. Onların toplumsal özelliklerine göre erimeyeceğim açık ve bunu tehlike olarak görüyorlardı. İğneleyerek, alay ederek, böyle her gün kendilerine göre beni geriletme durumları vardı.
Benim verdiğim karşılık neydi? Öğretmenlerimle biraz diyalogu iyi geliştirmek. Çıkışı, biraz öğretmenlerle iyi ilişkilerde buluyordum, kitaplarıma iyi bakıyordum; sınıf birinciliğinde sürekli tırmanıyordum ki, bu da sonuçta savaştır.
Çok anlamlı bir savaştır. Öğretmenle ilişkiye hakim olduktan sonra, bir de sınıfın birincisi olmayı sağladıktan sonra, bu burjuva çocukları yenmiş oluyordum. Çok somut, üç sınıfı da böyle geçiyorum. Burjuva ilişki biçimlerine karşı kesin bir tepkim gelişiyor. Belki de çok daha tehlikeli geliyorlardı ve onların dayattığı tarzdan uzak duruyordum. Çünkü biraz yakınlaşsam, beni mahvederlerdi. Onların dayattığı bir tarzla değil de, benim bildiğim doğrultuda mücadeleyi geliştirme, sınıfın birincisi olma ve öğretmenin gözüne girme; bu ikisinde de tamamen başardığımı söyleyebilirim.
Kemalist mantık, biraz da yatılı okul mantığıdır. Kemal'in kendisi zaten yatılı okul öğrencisidir. Ve az çok her aydının da ona benzer tarzda devlete girişi başlar. Normal ölçülere göre işte, Türkçe dersi, matematik, tarih ve birkaç dersi daha başarıyla verdin mi, bir yatılı okula girersin.
Ben onu rahatlıkla başardım. Daha ortaokuldayken ölçülerim fena değildi ve sonuçta yatılı okula girdim. Ankara merkezde bir kadastro okulu öğrencisi oldum. Sanırım şu gelişmeye yol açtı: Hem devlete dayanarak Ankara'da gerçekleri görme (ki bu çok önemli herhalde), hem de Ankara'nın göbeğinde burjuva toplumunu gözleme imkanı edindim. Oraya sıçramayı gerçekleştirmeseydim, bir gözlem imkanı olmayacaktı. Burjuva toplumuna giriş yapıyorum, yine devlete dayanarak, özlemediğim bir okul, fakat işin içine Ankara girince, "denemeye değer" dedim.
Ankara'ya ulaştığımda tesadüfen otobüste tanıştığım bir öğretmen vardı. "Biraz bana yardımcı olur musun" dedim. Onun da eteğinden tutmuştum. Daha önce Birecik'te babamın eteğinden tuttuğum gibi, aynı ortam. Ankara yine dağ gibi üzerime geliyor ve korkunç bakıyorum. Atatürk'ün heykelini gördüm. Adamı dürttüm: "Bak, bak buna!" diyordum. Her şey bana inanılmaz gibi geliyordu. Büyük çelişki. Köydeki ağalık çelişkisi gibi. Hepsi aklımda şimdi.
Tapu Kadastroda benim asker öğretmenlerim vardı. Harp Okuluna gidiyorlardı. Beni el üstünde tutarlardı. Bilmiyorum, o öğretmen de özellikle mi öyle yaptı? Yoksa çok mu seviyordu? Geliyordu böyle, "çocuklar, aldım Abdullah'ın kompozisyonunu, gittim Harp Okulunun profesörlerine okuttum, hepsi hayret etti" diyordu. Ve kendisi yorumluyordu. Yani ona kalsaydı ben bir melek gibiydim, dahiydim. Bu kadar değer veriyordu adam. Askerdi. Belki de bende tehlike gördü, böyle kazanmak istedi, önemli değil.
Duygu olarak da giderek kendini bastıran, burjuvazi karşısında kendini fazla şanslı görmeyen biriydim. Yine faal birisi olduğum halde, son derece kendimi bastırıyordum. Giderek dine daha çok gömülme gereği duydum. Sanıyorum dayatılan burjuva toplum değerleri karşısında ideolojik bir biçim olarak erkenden, daha köydeyken bulduğum, kendimi içinde daha rahat ifade edebileceğim, dini gerçeklik üzerinde yoğunlaştım.
Köyde de namaz kıldığımı anlatmıştım. Bizim imam "sen bu hızla gidersen uçarsın" diyordu. İşte o uçuş daha sonra gerçekleşti. Uçuş, devrimdir. Demek ki, o hoca biraz kendi dini anlayışında da olsa, tespit etmiş. Ben burjuva toplumuna karşı kendimi son derece korudum. Ve herhalde bu iyi bir şey olmuştur. Çünkü burjuva değer yargıları beni istila etseydi, benim 1970'lerdeki sürece sağlıklı bir giriş yapmam mümkün değildi.
Görünüşte biraz muhafazakardım. Aslında son derece çelişkili bir durumu da yaşıyordum. Haram olmaması için her adımı son derece ölçerek atıyordum. Harama karşı olağanüstü bir hassasiyetim vardı.
İşte o zaman dindarların okudukları büyük bir alim vardı sanıyorum. Seyyid Kutub'un bir kitabını o zaman yakalamıştım: Din Budur. Benim tamamen yol diye, yaşam diye bildiğim budur biçiminde içine girdiğim bir süreç var. Tabii orta öğrenimin kocaman altı yılını da böyle değerlendiriyorum. Ki bunun köyde uzantıları var.
Ankara'da Tapu Kadastro Meslek Lisesi'ndeyken, sanırım son yılında Maltepe Camisi'ne gitmekten geri durmuyordum. Bizim okulun hemen yanındaydı Maltepe Camisi; güzel bir camidir. Sık sık oraya giderdim. Komünizmle Mücadele Derneği'nde verilen konferansları dinliyordum. Hatta Ülkü Ocaklarına gittiğimi de söyleyebilirim. Ama fazla ısınmadım da. Böyle bir atmosfer içindeydim. İşte Hulusi Turgut muydu, onun Barzani ile ilgili röportajını da can kulağıyla dinliyor, okuyordum. Yani bu yanım da vardı. Düşünsel olarak din kitaplarına ilgi duyuyordum. Necip Fazıl Kısakürek'i büyük bir ilgiyle izlemeye çalışıyordum. Bir-iki konferansına katıldım, olağanüstü buldum. Hatta coşturdu beni. Yine Türk Ocağı’nda verilen iki konferansa katıldım. Bunlar sanırım temel çizgiyi kavramakta önemli anılardır. Komünizmle Mücadele Derneği'nin bir sorumlusu vardı. Refik Korkut'tu galiba. Teorisyendi. Ve hatta burada Demirel'in bile geldiği bir toplantıya da katılmıştım.
Böyle bir süreçteyken bir gün, hatırlıyorum, Hubermann'ın Sosyalizmin Alfabesi adlı kitabını tesadüfen ele geçirdim. Okumaya çalıştım, öyle planlı değil. Elime alayım da okuyayım diye bir niyetim yoktu. Elime aldım, bir-iki sayfasını okudum, ki tepki duyuyordum. Aziz adlı köylü bir arkadaşım vardı okulda o zaman. Çetin Altan hayranıydı, NATO aleyhine sahte nutuk atıp tutardı, yine solculuk adına nutuk atardı. Şimdi düzenin iyi bir bürokratı herhalde. Ben ona da tepki duymuştum. Böyleyken bir gün işte o kitabı elime aldığımda, satırlar ilerledikçe dilimden düşen şey "Din kaybediyor, Marks kazanıyor" oldu.
Değişimin bir sloganıydı bu. Daha somut olarak ifade edilirse geleneksel ideoloji kaybediyor, sosyalist yaşam kazanıyordu. 1969'da tam böyle bir karara ulaştığımı söyleyebilirim. Çünkü kendi kendime bu sözü söylediğimi de hatırlıyorum.
Ardından bir kadastro memuru olarak Diyarbakır'a uçtum. Diyarbakır'da Kürdistan'ı gözlemlemek biraz daha ufuk açabilirdi.
Devlet memuru olarak orada sosyalist gerçeklik, devlet gerçekliğini daha iyi karşılaştırma imkanı vardı. Çünkü daha önce buğday tarlalarında, pamuk tarlalarında gözümüzü açamazdık. Ama biraz böyle cebine para girmiş, yeterince gözlem imkanı edinmiş, böyle bir otel yaşantısı. Küçük-burjuvalarla oturup kalkma seni biraz cesaretli kılabilir. Ağalar ilk yaklaşımı gösteriyor. Yanına eskiden varamadığımız o büyük demagog yığını küçük-burjuvalarla her gün karşılaşıyorsunuz. Bunlar gözlem gücünü daha da arttırıyor.
Bağlı köylüler, ağa köyü, bir kadastro memuru olmama rağmen, tarlalara çıktığımda "burnumuzdan kan gidiyor" derlerdi ve gerçekten öyleydi. O memur yaşantısında bile köylülere kan kusturuyordum. Tabii bu, tempoyu gösteriyor.
Diyarbakır tapu memurluğunda bir yıl kaldım.
Ana en yakın insandır ve haklı olarak oğlundan birçok şey ister. İnat etmişti, "Sen" dedi "niye bana birkaç metrelik bez almıyorsun?" O gün bugündür ben ona hiçbir şey almadım. Bir oğul, almaz olur mu? Maaş da bulmuştum, ama "almayacağım" dedim. "Sen bir beze göz diktiysen, ben de onu vermemekte kesin tutum sahibiyim." Böyle büyük uzlaşmazlığım da vardır. Neden? Çünkü benim daha büyük işler yaptığımı görmüyor, bu konuda istemlerde bulunmuyor, her şeyi bir bez parçasına indirgemek istiyor. Ne kadar edepli ve yüksek duyarlık içinde bir kişi olarak kalmaya özen gösterdiğim, o zamanki halimden anlaşılıyor. Yoksa anamı düşünmediğim için değil, anama yakışmayan bir oğul olduğum için değil. Böyle basit düşündü, ben de böyle tavır takındım ve almadım. Öyle gözü arkada gitti.
O zaman paramın hiç olmadığını söylemiyorum. Aslında bankaya on bin lira yatırdığımı biliyorum. Nitekim o köylerden, ağalardan para aldığımda bile "bunlar devrim parası olabilir" diyordum. Bir nevi rüşvetti, ama tek bir şartla kabul ettiğimi hatırlıyorum. Baba parasını nasıl isyan için kullandıysam, onlardan aldığım paraları da "bir gün genel isyana yatıracağım" diyordum. Ve kabul ettim. Bana ilk rüşvet verildiğinde, rüşveti kabul etmek için, "sen nasıl rüşvet yersin" diye terleyip durdum. Düşündüm, tartıştım, en son vicdanıma kabul ettirebildim. Bu para Kürdistan için kullanılabilir ve meşrudur. Bu para buradan geliyor, yine buranın iyiliğine güzelliğine kullanılabilir. Öyle bir bağlılığım vardı.
Arkadaşlarım ise bol bol kafayı çekerlerdi, her türlü pis işlere girip bu parayı harcarlardı. Çok önemlidir, bir rüşveti kabul etmek insanı bozabilir, ahlaksız yapabilir. Hala hatırlıyorum, birdenbire maaşımın iki-üç katı olan üç-dört bin lirayı o koşullarda (yetmişler de) cebimde görmem çok ilginçtir. Bozulmamak için hızlı düşünme ve çareyi bulmak önemlidir. Ve düşünün ki, bir rüşvet beni Kürdistan'a çağırdı. Kürdistan düşüncesi bir rüşvetle bağlantılı hale geldi. Oysa Kürdistan'ı bitiren bu rüşvetçiliktir. Orada tam tersine bu rüşvetçilik beni Kürdistan üzerinde düşünmeye götürdü. Çünkü bu parayı sen alır ve harcarsan, kesin kişiliğini kaybedersin. Ben memurluk yapmaya gelmişim, belki de bol para bulup kendimi zenginleştirebilirim. Fakat parayı alarak hatalı veya yanlış yola girersem (ki, Kürdistan somut değil) kişiliğim çok farklı bir yola girebilir. İlk rüşvetle yitip gidebilir. Ama ben "ilk rüşveti ne yapayım" diyorum. Sabaha kadar terliyorum ve bir çare buluyorum. Ki, o zaman çok sınırlı bir Kürdistan düşüncesi vardı ve neye yöneleceğim belli değildi. Devrime yönelsem bile, çok farklı yöneleceğim, hızlı olmayacağım. İşte rüşvet hızlandırıyor. Cebimde duran bu para sürekli "Kürdistan'ı düşün, çünkü sen bu parayı onun için aldın" diyor. İşte on bin lirayı bulunca, kendimi İstanbul'a attım.
Toplumsal gerçekleşmemizde birçok kayıtlı, mülkiyetli, zaaflı, uzlaşmalı bir yürüyüş yerine; onurlu, kişilikli, kimlikli, iradeli, eşit, moral olarak da kendini ifade etmiş, böyle kararlaşmış ve yaşama geçirilmiş bir yürüyüşün sahibi olabilmek çok önemlidir. Gerçek tutku bu, diye düşünüyorum. Ona göre, birbirini etkileyecek, yaşamı zorlayacak bu güç gösterilmelidir. Ben bugün de böyle olmaya ne kadar özen gösteriyorum? Bu ayıp değil, tam tersine ayıp olan bu köhnemiş, her şeyin bitişi anlamına gelen tarzda yaşamaktır. Esef ediyorum, bu yaşantılar neredeyse ruhumu bozuyordu.
Diyarbakır'da bir yıllık memurluğum sonuçta ilginçtir. Para ile tanışıyorum biraz, rüşvet ile tanışıyorum, "efendim, beyim" deyimleriyle karşılaşıyorum, devlet memuruyum, köylü-devlet ilişkisini anlıyorum. Fakat böyle küçük bir memur olarak kalmaya da niyetim yok. Kesin biraz daha yükselebilmek için bir okul aracı var, onu denemeliyim, diyorum. Bunun için üniversite hazırlık çalışmalarına katıldım.
Diyarbakır surlarında epey dolaştım, kaldım. O zamanlar bir Sur Palas Oteli vardı, o benim karargahımdı. Licelilerin oteliydi, duyduğum kadarıyla Behçet Cantürk'lerin. Daha sonra Demir Oteli mi, öyle bir şeye dönüşmüş. Yani Kürtlükle ilgili izlenimlerin bol olduğu bir otel. Üniversiteye gidiş tutkum, kesin bir üst bürokrat olmaktan ziyade, Türkiye'nin siyasi havasına biraz daha gerçekçi katılmaktı. Amacımda da Siyasal Bilgiler vardı. Bununla siyaset ilişkisi ortaya çıkıyor. Ama bir ara okul olarak da, onu kazanamayınca, İstanbul'da hukuk da olabilir diye düşündüm ve tayinimi oraya aldırdım.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
- Ayrıntılar
1925-1945 yılları arasındaki dönemde Kürt varlığı ve canlılığı kendisinden çok şeyler yitirip âdeta mezar sessizliğine bürünerek, ancak fiziki olarak ayakta kalabilmiştir. Eğer Ermeni tarzı fiziki tasfiye gerçekleştirilememişse,bunun nedeni uygulayıcıların insafı değil, nesneleşmiş olarak Kürtlerden daha fazla kazanç (asker, tarımcı, hayvancı, ırgat ve yarı-işsizler ordusu) temin etme hesaplarıdır. Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar kültürlü halklardır. Sadece fiziki yaşamla yetinmezler. Kürtlerde ise durum farklıdır. Tam nesneleştirilmeleri ve araç haline getirilmeleri söz konusudur. Aradaki farklılık bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Tasfiye dışı kalan diğer azınlıklar, özellikle Balkan ve Kafkas kökenliler, Yahudiler ancak Türk’ten çok daha Türkçü geçinerek varlıklarını koruyabilmişlerdir. Devrimci demokratik mücadelenin yol açtığı sınırlı ve istisnai örnekler dışında, durumlarını halen bu biçimde sürdürmektedirler. Durumları en özgün olan topluluk Yahudilerdir. Anadolu’daki varlıkları, ideolojik güçleri ve sermaye durumları, Siyonist stratejinin gerekleri konumlarını Beyaz Türklükte öncü kılmıştır. Fakat Yahudiler konusunda da genelleme yapmak doğru olmaz. Onların da Ulusal Kurtuluş sürecinde devrimci demokratik mücadeleye katkıları küçümsenemez.
Parçalanmış Kürdistan’ın diğer kısımlarında yaşananlar aşağı yukarı Türk modernite modelinde yaşananlara benzer olmuştur. Dönemin Kürtlük politikasına damgasını vuran ve belirleyici etkiye yol açan, Türk kapitalist modernitesinin anti-Kürt modelidir. Suriye’deki Fransız manda rejiminin İkinci Dünya Savaşına kadar sürmesi, Kürt aydınlar için kısmi bir özgürlük ortamı sağlamıştır. Dergi çıkarma ve örgüt kurmada fazla zorluklarla karşılaşmamışlardır. Fakat yasal bir Kürt statüsü de oluşturulamamıştır. Celadet Ali Bedirhan ve çevresinin dönemin anti-Kürt uygulamalarını izlemesi ve buna karşı silahlı mücadele deneyimlerine girişmesi (Osman Sabri’nin Kâhta dağlarındaki gerilla denemesi), Ağrı İsyanı için Xoybun (‘Kendi kalma’, ‘kendi olma’ anlamında isabetli bir adlandırma oluyor) örgütünü kurması ve Hawar dergisini çıkarması bu dönemin önemli çalışmalarıdır. Birçok diplomatik girişimleri de olmuştur. Fakat istenilen başarı elde edilememiştir. Dönemin hafızayı yok etme girişimleri göz önüne alındığında, bu faaliyetlerin önemli olduğu açıktır. Suriye’deki bir avuç aydın hareketinin öyküsü hazindir. Dönemi kavramak açısından incelenmesi ve ders çıkarılması gereken deneyimlerdir. Bu dönemde Fransa’nın Türkiye ile ilişki geliştirmesinde ve Suriye sınırlarını çizmesinde, İngiltere’nin Irak’a ilişkin yaptıkları kadar olumsuz olmasa da, Kürtleri koz olarak kullandığı önemle belirtilmesi gereken bir husustur. 1921 Ankara Antlaşmasıyla çağdaş dönemde Kürtlerin parçalanmasında Fransa bencil davranmış ve öncü rol oynamıştır.
Bu dönemde Irak Kürdistan’ındaki hareketlilik çok daha önemlidir. Buradaki Kürtler İngiltere hegemonyasını olduğu gibi kabullenmemiş, Arap yanlısı politikalara karşı direnmişlerdir. Süleymaniye bu dönemde de hareketlerin merkezi konumundadır. Şeyh, aşiret lideri ve bey özelliklerini şahsında birleştiren Mahmut Berzenci’nin direnişi önemlidir. İlk defa ve açıkça Kürdistan’a özgü siyasal iktidar için hareket etmiştir. İngiltere’ye kolayca boyun eğmemiş, uzun süre direnmesini bilmiştir. Benzer bir durum daha Birinci Dünya Savaşından itibaren Barzaniler için de geçerlidir. Şeyh Abdülselam Barzani’nin 1914’te idamı Şeyh Ubeydullah deneyimini sürdürmesiyle bağlantılıdır. Kürtlerin haklarını elde etmelerinde ısrarcı olmuştur. Oğul Barzanilerden özellikle Mustafa Barzani önderliği dönemin diğer önemli bir çıkışıdır. Türkiye-İran-Irak üçgeninde hareketli bir yaşamı olmuştur. Her iki önderlik İkinci Dünya Savaşına kadar geleneksel önderliklerin son temsilcileri rolünü oynamıştır.
Çağdaş Kürdistan tarihindeki en olumsuz gelişme, Türkiye Cumhuriyeti ile İngiltere İmparatorluğu arasında Irak-Türkiye sınırının çizilmesidir. Bu, Kürdistan’ın bedeninin parçalanması anlamına gelmektedir. Sınırların çizilmesindeki en önemli unsur, Kürtlerin hızla gündeme giren ulusal demokratik hareketinin önüne geçmedir. Eğer Kürt ulusal hareketi çağdaş nitelikte gelişebilseydi, ne İngiltere’nin Irak petrollerine yönelik talepleri gerçekleşir, ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin faşist nitelikli ulus-devlete dönüşmesi mümkün olurdu. Kürt ulusal hareketine İran Kürtlerinin de dahil olması durumunda, bölge üzerindeki İngiltere hegemonyasının gerçekleşmesi çok zorlaşırdı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin hedeflediği Kürtleri tasfiye planı da gerçekleşemezdi. Musul-Kerkük konusunda sağlanan ittifakın her iki kesim açısından mantıki ifadesi budur. Bu ittifakın temeli 1920’deki Kahire Konferansı’na dayanmaktadır. Konferansın önemli bir saptaması, Ortadoğu’da kapitalist hegemonyanın geçerli olabilmesi için Kürt sorununun sürekli gündemde tutulmasıdır. Buna İsrail-Filistin sorunu da dahil edildiğinde, hegemonik güçlerin ülkeler ve halkların parçalanmasında ve kendilerine bağımlı statükoların oluşturulmasında ne denli uzun vadeli düşünüp planlar geliştirdikleri daha sonraki gelişmelerden gayet iyi anlaşılmaktadır. Kürt sorununun çözümüne yaklaşılmamasındaki temel etken bölge üzerindeki hegemonik hesaplardır. Irak Kürdistan’ındaki gelişmeler bu hesapları bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Diğer parçalardaki sorunların daha da ağırlaşmasında aynı hesapların payı küçümsenemez. PKK’ye yaklaşımlarında da aynı hesapların güncel olarak devam ettiği görülmektedir.
Aynı dönemde İran Kürdistan’ında da benzer gelişmeler yaşanmıştır. Türkiye’nin uyguladığı tasfiye modeli Şah Rıza tarafından da örnek alınmıştır. Yine iki hegemonik güç olan İngiltere ve Rusya ile uzlaşmaya varılarak, Kürtlerin varlığına yönelik tasfiye hareketi tüm hızıyla sürdürülmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürdistan üzerinde etkili olan Simko önderliğindeki hareket, Türkiye ve İngiltere’nin İran’la dayanışmaları ve Şahlığı desteklemeleri sonucunda tasfiye edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilan edilen Mahabad Kürt Cumhuriyeti de aynı ittifaka Sovyet Rusya’nın dahil edilmesiyle ortadan kaldırılmıştır.
İki Dünya Savaşı arasındaki dönem modern Kürt ulusal hareketinin gelişeceği dönemdi. Kürdistan’ın parçalanması, üzerindeki cılız hareketlerin tasfiyesi ve ardından ağır asimilasyonist politikaların uygulanması, modern ulusal hareket olma şansını ortadan kaldırmıştır. Hamidiye Alayları aynı engelleyici rolü Birinci Dünya Savaşı öncesinde oynamıştır. Her iki dönem yaklaşık yarım asır demektir. Bu yarım asırlık dönemde dünya çapında benzer nitelikteki tüm halklarda ulusal hareketler gelişme ve olgunlaşmaya başlamışlardı. Kürtler Hamidiye Alayları ve parçalama operasyonları sonucunda modern ulusal hareket olma ve başarma şansını kaybetmişlerdi. Günümüze kadar süren çözümsüzlükleri hesaba kattığımızda, yaklaşık yüz yıldır emperyalist sömürgeci oyunlarla nelerin kaybedildiğini daha iyi anlayabilmekteyiz.
Bu yüz yılda burjuva önderlikli Kürt ulusal hareketinin dünya genelinde olduğu gibi gelişmeyişi veya çok cılız kalışının nedenlerini daha köklü araştırmak gerekir. Bu durumu kaba materyalist bir yaklaşımla kapitalizmin, dolayısıyla burjuva sınıfının objektif bir olgu olarak gelişmeyişine bağlamak doyurucu bir açıklama değildir. Benzer birçok ülkede daha başarılı ulusal hareketler gelişmiştir. Örneğin iç içe yaşadığı Türk ulusal hareketi de benzer koşullara dayalı olarak gelişip daha başarılı olmuştur. Kürt ulusal hareketinin gelişmeyişini az çaba harcanmasına ve eylemlerin, hatta savaşların geliştirilmeyişine bağlamak da doğru değildir. Tersine, çok sayıda hareket geliştirilmiş ve çatışma yaşanmış ama başarılı olunamamıştır.
Modern Kürt ulusal hareketinin geliştirilemeyişinin birinci köklü nedeni, Kürt üst tabakasının tarihsel oluşum tarzıyla ilgilidir. Med Konfederasyonu’nun yıkılışından beri bu tabakanın oluşum tarzında bir çarpıklık söz konudur. Heredot Tarihi’nde çöküşle ilgili şöyle bir öykü anlatılır: Medlerin son kralı Astiyag kendisine ihanet eden Harpagos’a şöyle der: “Ey alçak, bana ihanet ettin, krallığımın yıkılışını gerçekleştirdin. Bari kendin yerime geçseydin. Madem bunu yapmadın, hiç olmazsa krallığı Medlerde bıraksaydın. Neden alçakça götürüp Persli uşağımız Kyros’a teslim ettin?” Öykünün gerçek olup olmadığını bilmiyoruz, ama bu öykü Kürt işbirlikçi üst tabakasının oluşumunu gayet iyi dile getirmektedir. Üst tabaka unsurları daima basit şahsi veya ailevi çıkarları uğruna iktidar erkini kendi halkları üzerinde egemenlik kuranlara peşkeş çekmişlerdir. İstisnaları olmakla birlikte, bu zihniyet ve tavır günümüze kadar etkili olmuştur. Bunda kabile ve aileler arasındaki rekabetlerin de rolü olsa gerek. Kürtlük zihniyetinde şahsi ve ailevi özellik, bencillik tarih boyunca hep ön planda olmuştur. Pers ve Sasani İmparatorluğu’ndaki konumları da böyledir. Ortaçağda İslami iktidar döneminde koşullar çok elverişli olmasına rağmen, iktidar erkini önce Emevi ve Abbasi, daha sonra Selçuklu, Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı Hanedanlarına peşkeş çekmişlerdir. Rahatlıkla merkezî bir sultanlık kurabilecek güçtedirler. Ehmedê Xanî bunun özlemini mısralarında üzüntüyle yansıtmaktadır. Hatta Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisi’ye, kendilerine bir beylerbeyi seçmelerini tavsiye etmektedir. Ama yirmi sekiz Kürt beyi kendi aralarında anlaşamadıklarını söyler ve Yavuz’dan bizzat bir beylerbeyi atamasını isterler. 19. yüzyılda Bedirhan Bey’e stratejik darbeyi vuran yeğeni Yezdanşêr’dir. Benzer birçok hareketin yaşadığı da aynı öyküdür. En son PKK olayında onlarca kez yaşanan da bu öykünün kendisidir. Tasfiye hareketlerinin tümünde aynı gerçeklik rolünü icra etmektedir.
İkinci köklü neden, birincisiyle bağlantılı olarak, üst tabaka unsurlarının dünya görüşü, program ve örgütleniş tarzıyla ilişkilidir. Bağımsızlık ve özgürlük köklü olarak zihniyetlerinden silinmiştir. Dünyayı katı bağımlılık penceresinden algılamaktadırlar. Bağımsızlık ve özgürlük sanki onlara düşman gibidir. Biraz da böyledir. Çünkü mensubu oldukları tarihsel-toplumsal kültüre ihanet ederek, o kültürün özgür yaşamına değer biçmeyerek ve yabancı kültürler içinde yaşamayı çıkarlarına daha uygun bularak kendilerini oluşturmuşlardır.
Üçüncü köklü neden, yine ilk iki nedenle bağlantılı olarak, alt tabakanın daha da gerilemiş kabile ve aile formları içinde kalması, şahsi ve ailevi sorunlara ve bunlardan kaynaklı çatışmalara iyice boğulmasıdır. Vasat Kürt için namus, kendi bencil çıkarlarını ve ailesini korumaktan öteye gitmez. Büyüklerinden öğrendiği namus anlayışı böyledir. Kendisi ve ailesinin namusunu toplumun namusuna (namus = nomos = toplumsal kural = ahlâk) ve ahlâkına bağlamayı akıl etmez; ahlaki ilke ve tavır edinmez.
e- Kürt hareketi, İkinci Dünya Savaşından sonra Mahabad Cumhuriyeti’nin tasfiye edilmesiyle derin bir sessizliğe gömülmüştür. Kendini sırasıyla beylik, şeyhlik ve ilkel milliyetçi önderliklerle ifade eden hareketlerin ağır yenilgisi bu ölüm sessizliğine yol açmıştır. Umutsuz ve karamsar bir dönem baş göstermiştir. 1945’lerde ilan edilen KDP’ler kendilerini çağdaş partiler olarak tanımlamaya çalıştılar. Doğal olarak yakın geçmişin ağır izlerini taşımaktaydılar. Burjuva sınıf temelleri zayıftı. Aydınları çok azdı. Yenilgilerin yol açtığı umutsuzluk yeni girişimlere karşı oldukça ihtiyatlı yaklaşmalarına yol açıyordu. Dünyadaki örneklerin çok gerisindeydiler. Durumları İkinci Meşrutiyet dönemindeki Kürt aydınlanmasından ve hareketliliğinden daha geriydi. Bu da tasfiyelerin ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Dönemin önder figürü Mustafa Barzani’de temsil edilmektedir. Mahabad’daki rolünden sonra (Mustafa Barzani burada askeri yetkilidir) Sovyetler Birliği’ne maceralı bir yürüyüşle varmayı başarmıştır. 1958’deki Irak İhtilali dönüşün yolunu açmıştır. Kansız bir çözüm şansı vardır. Tarafların karşılıklı beklentilerinin karşılanmaması, 1961’de çatışmalı bir sürecin patlak vermesine yol açmıştır. 1964 yılında özerklik uzlaşmasına varılmasına rağmen, bu anlaşma uygulanmamıştır. 1971’deki uzlaşma daha geniş kapsamlıdır ama o da uygulanmamıştır. 1975 yılında Cezayir’de Irak ve İran devletlerinin karşılıklı tavizler temelinde uzlaşmaları (1926’daki Türkiye-İngiltere uzlaşmasına çok benzemektedir), hareketin bir döneminin daha sonu anlamına gelmiştir. 1964 uzlaşması nedeniyle Mustafa Barzani önderliğine karşı muhalefete geçen İbrahim Ahmet ve Celal Talabani önderliği, geleneksel Süleymaniye temelli yeni bir çıkışa yol açmıştır. 1975 yılında YNK (Yekîtî Nîştîmanî Kurdistan)’nin kuruluşuyla daha çağdaş bir hareketin oluşmasına çalışılmıştır. Radikal sol ve liberal nitelikli bu hareketin dayandığı coğrafi zemin ve kültürel yapı, Kürdistan’ın bütünlüğünü temsil etme ideaları açısından elverişli değildi. Geçmişte olduğu gibi uç bir hareket olarak kalma riskini taşımaktaydı.
Kürdistan’ın diğer parçalarında da önce KDP uzantıları, daha sonra sol alternatifler gelişmeye başladı. Türkiye Kürdistan’ındaki KDP uzantıları kendilerini önce 1959’da 49’lar Davası, sonra 1965’te Türkiye-KDP olarak yansıttı. Çok cılızken ve daha ilk adımlarında Türk kontrgerillasının kontrolüne girmişlerdi. İlk T-KDP Başkanı Faik Bucak’ın aşiret içi kavga süsü verilerek öldürülmesiyle birlikte, mensubu olduğu Siverek-Bucak aşireti kontrgerillanın önemli bir üssü haline getirildi. Türkiye solunun Kürdistan uzantıları sosyal şovenizm denilen hâkim ulus hastalıklarını taşımaktan öteye rol oynamıyorlardı. Kürt ve Kürdistan’ın varlığı en temel tartışma konusuydu. Tabular öncelikle bu kavramlarda kırılmaya çalışılıyordu. Gerçekçi bir program ve örgütlenme söz konusu edilmiyordu. Kürt sorunu slogan olmaktan öteye gidemiyordu. Yapılan sosyolojik çalışmalar pozitivizmin kaba örnekleriydi. 1969’larda kurulan DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), İkinci Meşrutiyet dönemindeki Kürt Teali Cemiyeti’nin düzeyini aşamıyordu. 1940’lar sonrası ölüm sessizliği aşılmasına rağmen, henüz çağdaş bir ulusal hareket olmanın çok gerisindeydiler. Bu dönemde temelleri atılan PKK kendi öz gerçekliğini arama çabasındaydı.
Mahabad Cumhuriyeti’nden sonra aynı derin sessizliğe gömülen İran Kürdistan’ında KDP yeni bir deneyim olarak ortaya çıktı. İ-KDP bir aydın olan Abdurrahman Qasimlo önderliğinde modern bir parti olma doğrultusunda gelişiyordu. 1979’daki İran Devrimi’yle başarı fırsatı yakalanmıştı ama değerlendirilemedi. İran komplosuyla öldürülen Abdurrahman Qasimlo ve sonraki önderi olan Sadiq Şerefkendî’nin ardından hareket mültecileşti. 1970’lerde kurulan sol gruplar ve Komala pek etkili olamadılar.
Suriye Kürtlerinde gelişme gösteren edebi çalışmalar, İkinci Dünya Savaşından sonra da devam etti. Cîgerxwîn gibi bir şair yetişti. Osman Sabri’nin benzer çalışmaları oldu. Bedirhanların geleneğini devam ettirmeye çalıştılar. KDP’nin Suriye uzantıları oluştu. Komünist Parti’nin teşkilatları da oldukça etkili oldu. Geleneksel komünist partilerin tüm Kürdistan parçalarında KDP misali uzantıları vardı. Fakat öz kimliğe dayalı olmadıkları ve Kürdistan toplumsal doğasını çözümleyemedikleri için başarı şansları yoktu. Genelde de reel sosyalizmin hastalıklarını yaşıyorlardı.
Sonuç olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası Kürt hareketleri geçiş aşamasındaydılar. Üst tabakanın geleneksel önderliği yenilip tasfiye olmuştu. Geriye karamsar bir tablo bırakmıştı. Kürtlerin varlığına ve özgür yaşam arzularına ilişkin derin bir güvensizlik oluşmuştu. Belki de tarihte ilk defa yaşanan kendine güvensizlik, inançsızlık söz konusuydu. Bir nevi Kızılderilileşme olgusuna dönüşme korkusu ve endişesi gelişmişti. Zaza ve Alevi Kürtlerde bu olgu kendini daha çok yansıtıyordu. Kürtlük çağdaş anlamda doğmadan ölmüştü. Daha doğrusu, üst tabaka somutunda ‘ölü doğum’ gerçekleşmişti. Ulusal ve toplumsal kimliklerine asıl sahip çıkması gereken modern sınıf ve aydınlar sahnede pek yoktu. Uygulanan katı asimilasyonist politikalar sonuç vermişti. Kürtlükten vebadan kaçar gibi kaçan aydın geçinenler söz konusuydu. Halkın tüm derdi fiziki varlığını sürdürebilmekti. Ortaya çıkan burjuvalaşma, Yahudilerinkinden çok daha dönek bir sınıflaşmaydı. Kürtlükten kaçtıkça para kazandıklarından, Pavlov’un köpekleri gibi bunun şartlanmasını yaşıyorlardı. 1970’lerin Kürdistan’ı ve Kürt toplumu, kendileri hakkında idealleri kalmayan veya çok cılız inanç emareleri gösteren insanların memleketi ve toplumuydu. ‘Kuyruklu Kürt’ iftirası tutmuştu. Bu durumda herkes ya kuyruklu olmadığına kendini inandırabilmek için Kürtlükten çıkmıştı, ya da utangaç bir biçimde kuyruğunun olmadığını söylerken ikide bir arkasına bakmaktan da geri durmuyordu.
Bu gerçekliği şahsımda da yaşıyordum. Çıkış bulabilseydim Kürtlük ve Kürdistanlılıktan çoktan vazgeçecektim. Fakat çağdaş bilinçle tanıştıktan sonra gerçeklik üzerime üzerime geliyor, kâbus gibi üstüme çöküyordu. Modernitenin ışıltıları beni çekiyordu. Fakat adı konulmayan veya çoktan terk edilen coğrafyayla adı geçtikçe utanılan halkımdan tam kopamama, bu ışıltılardan beni yüz geri ediyordu. Türk modernite modeli mutlak anlamda Kürtlük ve Kürdistanlılıktan vazgeçmeyi gerektiriyordu. Bazen kendini güzel bir kadın gibi sunduğunda, onunla yaşayabilmek için kendini mutlaka inkâr etmen gerekiyordu. Hatta dost, arkadaş edinmek istediğin erkeği de aynı dayatma peşindeydi. Azıcık kendilik mutlak yalnızlık demekti. Tam Araf’taydım. Ne cennet umudum ne de cehennem korkum kalmıştı. Mecnun gibi dolanıp duruyordum. Kürtlük modernist yaşam karşısında tam bir ayak bağı konumuna indirgenmişti.
Burjuva ulusal hareketi oluşturması gereken sınıf daha doğuşunda kendini Türk olarak tanımlamak zorundaydı. Entelektüelin konumu Kürtlüğün inkârıyla yakından bağlantılıydı: Entelektüel, Kürt olmayandı. 1970’ler Kürdistan’ın ve Kürtlerin çağdaşlık doğrultusunun kökenini belirleyebilmek için karar gerektiren yıllardı. Hâlâ hatırımdadır: “Sömürge Kürdistan” kavramını ilk defa düşünceme ve yüreğime indirdiğimde bayılmıştım. Ev ortağım, büyük insan Haki Karer o halimi gördüğünde, Kürt olmadığı halde, şahadete erişinceye kadar yeni oluşumun gerçek önderi gibi hareket etmekten asla çekinmedi. Yoldaşlığın gerçek timsaliydi. Hareketlerin rüşeym hali rahme düşüşteki halden daha ağır zorluklarla yüklüdür. Biyolojik rüşeym hallerinin cinsel içgüdülerce belirlenmiş kanunları vardır. Kendilik hükmünü icra eder. Sosyal hareketler eğer toplumsal yaşamda iz bırakacak türdense, uzun süre ve çok zorlu geçen mekân koşullarında rahme düşmeyi bekler. Peygamber geleneğindeki dağa çıkma, mağaraya çekilme sahnesi tamamen peygamberlerin yol açacakları sosyal hareketin rahme düşme safhasını teşkil eder. Hz. Muhammed’in melek Cebrail’le ilk görüşmesi ve “Oku!” vahyini alması, sonrasında içine girdiği kendinden geçiş ve titreme nöbetleri bu yüce anı ifade etmektedir.
Kurulu herhangi bir güce dayanmak yeni doğuş anlamına gelmez. Ancak o gücün kurallarınca yaşam döngülerini tekrarlamaya yarar. İnanç güçlerine dogmatik bağlılıklar için de aynı hususlar geçerlidir. Hatta bilimsel düşünce doğrultusunda yol almak dahi yeni toplumsal hareket olmaya değil, olsa olsa inandırıcı bir hatip olmaya götürür. 1970’lerin koşullarında Kürtler için köklü bir özgürlük hareketi olmaya karar vermek, tavuk civcivinden kartal yavrusuna dönüşme misali, hem de etrafı kartalın düşmanlarınca dolu bir ortamda büyümek ve uçmaya yeltenmek demektir. Koşullar öyle bir kartal uçuşu gerektirir ki, hep yükseklerde seyredeceksin. Büyük şehitlerimizden Mazlum Doğan’ın şahsıma ilişkin bir belirlemesini bu satırları yazarken hatırlamak durumunda kaldım. Şöyle dediğini duymuştum: “Arkadaşın yol yürüyüşü kartal uçuşuna benziyor. Hem de sürekli yükseklerde seyrederek uçuyor.”
Abdullah Öcalan
Demokratik Ulus Çözümü
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk ordusunun artan askeri hareketlilikleri, yeni karakol yapımlarına hız verilerek sürdürülmesi ve operasyonel yönelimlerdeki artış son zamanlarda dikkat çekici bir düzeye ulaşmıştır. Türk ordusunun gerçekleşen bu hareketlilikleri kapsamında;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Temmuz günü saat 14:30 - 16:30 arasında Çarçella ve Avaşin alanları üzerinde işgalci T.C ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Temmuz günü saat 08:00'de İran ordusu Xakurke alanı sınır hattında bulunan Şehidan alanına bağlı Çemçele ve Çekonê mıntıkalarında bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Temmuz günü saat 12:00 ile 9 Temmuz günü(bugün) saat 11:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Avaşin alanı sınır hattında, 8 Temmuz günü saat 22:30 - 23:30 ile 9 Temmuz günü saat 06:00 - 08:00 arasında Zap bölgesi ve sınır hattında işgalci T.C ordusuna ait insansız hava araçları keşif uçuşları gerçekleştirirken;
- Ayrıntılar