HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Bazen bir fotoğraf karesi bile insana çok şey anlatır…
Soğuk ve karlı geçen şu kış günlerinin birinde oturmuş elimdeki fotoğraflara bakıyorum. Karşımda duran her bir fotoğraf karesi bir zamana, bir olaya ait. Derler ya “zamanı dondurmuş gibi” her birinin anlattığı o kadar çok şey var ki…
Kimine göre bir fotoğraf karesinde sadece bir görüntüdür karşısındaki. Kimine göreyse bir görüntüden de ötesidir. Dikkatli bakıldığında gizli bir tarih ve bir yaşam görünür o fotoğraf karesinin ayrıntılarında. Hele bir de gerillaysan elindeki her bir fotoğraf karesi sana bilinen bilinmeyen bütün gerçekleri anlatır ve hissettir ta ruhunun derinliklerine kadar...
Dedim ya, oturmuş fotoğraflara bakıyordum. Karşımda yüzlerce arkadaşın ve dağlarımızın güzel resimleri. Her bir karede umutlar, hasretler, özlemeler, bağlılıklar ve uğrunda canını vereceğin o kadar çok şeyi görüyorsun ki. An ile tarihi bir daha birlikte yaşıyorsun…
 Kareler tek tek geçerken Fırat Başkale (Cihan Yakut) arkadaşın resmine gelince kendimi bir an için durmaktan alıkoyamadım. Fırat arkadaş da daha geçenlerde Roboskî de katledilen 35 insanımız gibi gerillaya gelmeden önce “kaçakçılık” yapan bir arkadaştı. Roboski de yaşanılanlar o yaşanılanların ardından kalan görüntüler, beni Fırat’ı tanıdığım günlere götürdü.
Yasaklı bir coğrafyanın asi bir çocuğu Fırat arkadaş, boyun eğmemişti işgalcilere, onların yasaklarına ve dağların yolunu tutmuştu. Önceden “kaçakçı” diye aranırken gerillaya geldikten sonra “terörist” olarak aranıyordu. Ta ki 2009’da şehit düşene kadar. Fırat arkadaş yasaklarla gözlerini açtığı dünyayı “kaçak” olarak tanıdı ve yaşadı.
Size önce Fırat’ın doğup büyüdüğü Başkale’de yaşanılanları ve oradaki kaçak hayatları anlatayım. Fırat binlerce insanımızdan biriydi, Türkiye-İran sınır hattındaki.  Yaşama dair her şey kaçak o sınırlarda. Kürt olduğu için kimliği yasak, atalardan kalan ticaret yasak, binlerce yıldır yapılan ve hayvancılık için kullanılan yaylalar yasak, dili yasak, kültürü yasak, devletin memuruna haklı da olsa karşı çıkmak yasak, sınırın öte tarafındaki akrabalarını görmek yasak…
Tabi bu yasaklar sıralanıp gidiyor. Sonuçta coğrafyası dikenli tellerle ayrılmış ve yasaklanmış bir toplumdan söz ediyoruz. Her şey yasaklanınca yaşamda gelmiş sınırlardaki ölüm cambazlığına bağlanmış. Her gidişin nereden ve nasıl bir ölüm getireceği belli olmayan bir cambazlık…
Adına “kaçakçılık” diyorlar. Gencecik çocukların havanın kararmasıyla birlikte düştükleri yolculuklar. Bir gelecek vaat etmese de mecburen yapılan bir iş. Usta şair Ahmet Arif’in dediği gibi “bilmezlikten değil, fukaralıktan…”
“Kaçakçılıkta” iki göz vardır yaşayanlar için. Biri kaçağa gidenler, diğeri de geride kalanlar, yani yol gözleyen anneler, babalar ve sevdalılar…
“Kaçakçılık” için yollara düşenleri neyin beklediği hiç bilinmez. Birincisi sınırın her iki tarafındaki düşman karakolları. Bir tarafta Türk askerleri diğer tarafta İran pastarları. Bu işte onlara düşen görev gördüğünü sorgusuz sualsiz vurmaktır. Vurulan çocuk mu, daha hayatın baharına yeni atılmış gençler mi, yoksa evinde bir lokma bekleyen çocukları için yollara düşen çaresiz babalar mı? Onlar için hiç fark etmez….
O sınırlarda kaç insan katledilmiş bilinmez. Bilinen bir gerçek binlerce canın sorgsuz-sualsiz katledildiğidir…
Atlarla veya katırlarla yapılan kaçakçılık hiç de kolay bir iş değil. Yağmur, çamur, kar, tipi, fırtına demeden düşülen yollar. Soğuklar öyle keskindir ki derler ya “insanın tenini jilet gibi kesiyor.”  Bazen bir hayvanın sırtında düşen ve karın-çamurun içine gömülmüş bir yükü kaldırmak cehennemi yaşamak gibidir. Hele o daha annesinin yanından yeni ayrılmış ve hayatın acımasızlığıyla mücadele eden o körpecik çocuklar için. Elleri daha alışmamış soğuğa, soğukta da yük bağlamaya. İnsan tenini geçip iliklere kadar geçen soğuğa karşı çaresizce gözlerden süzülen yaşları kimse görmesin diye de gizliden gizliye saklayan o çocuklar…
Geride kalanlar içinse “kaçakçılık” bir başka acı verir. Gözler bir ceylan ürkekliğiyle yolları gözler. Dışarıda gelen her bir sese kabartılan kulaklar ve gecenin derin karanlığına doğru yöneltilen bakışlar. Ne zaman bir mermi sesi gelse her birinin yüreğinde fırtınalar kopar. Kolay değil, her biri canlarından bir parça göndermişler o cehennem yolculuğuna….
Dedim ya fotoğraflar insana çok şey anlatır. Roboskî’de yaşanan katliam sonrası katırlar ile taşınan o gencecik yürekleri görünce her seferinde dayanılmaz acılar duyuyor insan. O güne kadar kendileri için ekmek taşıyan o yük hayvanları o gün cenazelerini taşıyordu. Hele o içine yüklerini koydukları çuvalların içindeki cenazelerin olduğu fotoğraf karesi…
Devamında da gelen traktör römorkunun üzerine yığılmış ve battaniyelere sarılı cenazelerin olduğu kare. Otuz yıl önce Yılmaz Güney, Yol filmindeki bir sahnede Suriye-Türkiye sınırındaki “kaçakçıları” anlatıyordu. O sahnede de askerlerin vurduğu “kaçakçılar” traktör römorkunun içinde getiriliyor köye. Yine kaçakçılar ve yine sorgusuz-sualsiz katledilenler. Köylüler korkularından cenazelerine sahip çıkamıyorlardı. Bir kare de olsa Kürdistan gerçeğini vermek istemiş Yılmaz Güney.
Bu gün yine aynı sahneler hem de daha vahşice yaşanıyorsa akıllara şu soru geliyor. Acaba Kürt halkını alıştırmaya çalıştıkları bu katliam zincirine daha da bağlamak mı istiyorlar?
Bir fotoğraf karesindeki görünenin ötesini anlamak için yaşamak gerekiyor. İşte Kürtler de bu yaşamı en ince detayına kadar yaşayan ve hisseden bir toplum gerçeğine ulaştılar. Birileri yaşanılan katliamları gizlemeye çalışsa da bilinmeli ki; bu sınırlar var olduğu sürece biz Roboskî’yi unutmayacağız. Fırat gibi yürekli yoldaşlarımız ve yarattıkları direniş olduğu sürece de unutturmayacağız.
Hüseyin Boran