HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Kürt sorununun çözümünde şiddetin yöntem olmaktan çıkması, inkâr ve baskı politikalarının sınırlı da olsa aşılması, demokrasi seçeneğinin özüne uygun biçimde açık tutulmasına yakından bağlıdır. Dil ve kültür üzerindeki eğitim ve yayın yasağı terörün en aşırı biçimi olduğu gibi, karşı şiddete de sürekli davetiye çıkarmaktadır. PKK’ de şiddetin oldukça kontrolsüz ve meşru savunma anlayışını çok aşan kullanımı olmuştur. Günümüzün birçok hareketinde daha aşırı biçimlere başvurulduğu iyi bilinmektedir. Buna karşılık tek taraflı ateşkes ve ağırlıklı olarak sınırlar dışında meşru savunma pozisyonunda kalma, “terörizm” suçlamasını geçersiz kılmaktadır. Yapılması gereken, diyalog sürecine ve demokratik birliğe açık kapı bırakan yaklaşımları devreye sokup, tümüyle silahın bırakılmasını sağlamaktır. PKK’nın mevcut konumunun bu kapsamda değerlendirilmesi, ileride telafisi güç gelişmeleri önlemek açısından da önemli bir fırsat sunmakta ve değerlendirmeyi gerektirmektedir. PKK’nın Türkiye somutunda yasal demokratik dönüşümüne açık kapı bırakılması, tümüyle yasaklama ve tasfiye sürecine sokma yöntemine göre daha gerçekçi ve uygulama şansı olan politik çözümün doğru yoludur.

Sınıfların ve her türden toplumsal olguların ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi zorla değil, ancak teknik ve bilimsel seviyenin değişmesiyle mümkündür. Zorla toplumsal olgu yaratılmayacağı gibi, ortadan da kaldırılamaz. Dönüştürülmede de belirleyici olan zor değil, bilimsel-teknik temeldir. Belki bazı sınıfsal ve toplumsal olgular fiziki olarak ortadan kaldırılabilir veya oluşturulabilir. Ama zora dayalı oldukları için, bunlar başka zorlar karşısında ortadan kaldırılmaktan kurtulamazlar. Zorun temelin-de cehalet belirleyici rol oynar. Pratik ve bilim cehaleti aştıkça, zorun anlamsızlığı daha da iyi ortaya çıkar. İnsanlık tarihinde zor, büyük oranda bilim ve pratiğin gelişmeyişinin bir ürünüdür. Zorun yeni doğmakta olan bir toplumun ebesi olduğuna ilişkin teori doğru anlaşılmak durumundadır. Bir annenin doğum sancısında ebenin görevi, daha az sancılı ve sağlıklı bir doğuma yardımcı olmaktır. Ama tarihte uygulanan zorların niteliği, daha çok doğmuş sağlıklı çocukları, yani insanları daha da küçültmeyi, özgür gelişiminden yoksun bırakmayı, hatta sürü kimliğine koymayı, kimi zaman da yok etmeyi belirleyen bir karakter taşımaktadır. Ebelikle ilişkisi fazla yoktur, daha çok cellâtlık ve tutsak kılmayla ilişkisi vardır. Tarihte zorun çok abartılı ve amansız kullanışı, toplumun doğal evrimini aşmakta ve onu zorlamaktadır. Teknik gerilik ve bilimin gelişmeyişi, bunun en temel nedenlerindendir. Sınıflı toplum uygarlığının emrindeki zor, başta devlet, ancak bu temel aşıldığında anlamını yitirir.

Bu tarihi dönem bir gerçek olmuştur. Dolayısıyla toplumun karşı-devrimci, gerici ve tutucu zorla devrimci zora dayalı dönüşüm ve yok etme teorileri anlamlı olmaktan çıkmışlardır. Çağdaş demokrasi toplumun doğal evrime uygun dönüşümünü esas almakta; bunun bilimsel-teknik temelinin güçlü bir biçimde var olduğunun bilincine dayanmaktadır. Bundan, demokrasi devrimci ve karşı-devrimci zorun bir uzlaşmasıdır gibi bir sonuç çıkarılamaz. Bu tür yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Demokrasinin özünde zorla uzlaşma yoktur. Tersine demokrasi zorun toplumsal gündemden çıkmasını esas almaktadır. Bunun boyun eğmecilikle de ilgisi yok-tur. Tersine en doğru özgürlükçü gelişmenin zorun geçerli olmadığı ortamlarda gelişeceğine inanılmaktadır. Çağdaş demokrasi bu yönüyle zora dayalı her tür uygarlıksal varlığın özeleştirisini de gerektirmektedir. Demokrasi köklü bir özeleştiri rejimidir. Zor karşısında tavır taktiksel, hatta stratejik değil, ilkeseldir. Demokrasinin en temel ilkesi, zoru dışlayan bir tarihsel dönemin varlığına inanma, bilim ve tekniğin gücüyle buna ulaşmadır. Bu ilke derin bir felsefi temeli ifade etmektedir. Siyasi ve yönetsel strateji ve taktikleri esas almamakta, bunları daha çok pratiğin gerekleri biçiminde değerlendirmektedir. Zora yönelik bu yaklaşım, çağdaş demokrasinin barışçıl karakterini öne çıkarmaktadır. Toplumsal barış doğal gelişmenin biçimi olarak kavranmakta, buna inanılmaktadır. Barışın zora boyun eğme olarak anlaşılmaması gerekir, tersine zorun devreden çıkarılması gibi bir anlamı vardır. Savaşsız bir toplum ve uygarlık dünyasına inanmakta, bunu esas almaktadır.

Meşru savunma, çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerinin olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır. Demokratik olmayan yasalara ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum olamaz. Bu yaklaşım, karşı saldırıyla antidemokratik güçleri yok etmeyi içermez. Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve hukukun da özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olma da dâhil, kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bunu aşan her eylem meşru savunma kapsamına giremez.

Sınıflı topluma dayalı uygarlık tarihinin aldığı en son biçim kapitalist uygarlık çağıdır. Bu çağın çöküş döneminde ortaya çıkan en önemli olgu, gerçekleşen büyük bilimsel-teknik devrimlerin meşru savunma koşulları dışında toplumların dönüşümünde zorun rolünü geçersiz kılmasıdır. Kaldı ki, tarihte egemen ve sömürücü politikaların hizmetinde zor büyük oranda tahribat ve yıkım dışında bir anlama sahip olmamıştır. Mülkiyetin hırsızlık karakterinin verdiği korkuyla yönetici kesimi en büyük güvence olarak zoru görmüş, onu kutsamış ve abartılı kahramanlık öyküleriyle sürekli yüceltme gereği duymuştur. Hatta ilk mitolojilerde zor nedir bilmeyen tanrılar, sınıflı toplumun gelişimiyle, özellikle feodal çağda en çok cezalandıran ve kahreden sıfatlar yüklenmişlerdir.

Zorun rolü toplumsal dönüşümlerde sanıldığından daha azdır. Toplumsal süreçlerin niteliksel sıçrama dönemlerinde, tutucu engelleri aşmak açısından, zor bir dönüşüm rolü oynamaktadır. Bu tür zor eylemleri kısa süreli ve niteliksel bir sıçrama gerçekleştirirken, sonra aşılmak durumundadır. Hâlbuki tarih boyunca uygulanan ve süreklilik kazanan zorun büyük kısmı fetih, işgal, talan ve benzeri eylemlerle haksızlık içermekte, tahribat ve yıkıma yol açmaktadır. Bunu örtbas etmek için, bu tür eylemlerin tanrının emri gereği olduğu söylenmekte; ölünürse şehit, kalınırsa gazi gibi sıfatlarla kutsanmakta, bu da yetmedi mi ganimetten büyük paylar verilerek mükâfatlandırılmakta, aslında böylece lanetli bir tarih yazılmaktadır. Bu anlamıyla yazılanların tarihi en lanetli tarih olarak değerlendirilirken, mazlumları da insanlığın gerçek vicdanı ve emek kahramanları olarak yüceltmek, doğru bir tarih yazmak anlamına gelmektedir. İlerici sistemlerin savunulması ve yayılması da gerçek özüne sadık olma koşullarıyla aynı yüceliğe sahiptir.

Uygarlık tarihinin zor çözümlemeleri doğru yapılmaktan uzaktır. Tarihe damgasını vuran şey, egemen ve sömürü sınıfın yüceltilmesini ve yönetici konuma gelmesini ifade eden mitolojik, dini ve felsefi görüşlerin ağır etkisidir. Tarih bu görüşlerin etkisiyle çok haksız, rolün gerçek sahiplerini tersyüz gösteren, gerçekten tarih olabilecek olguları göz ardı eden en tehlikeli kurgusal edebi metinler olmaktan öteye bir anlam ifade edemez durumdadır. Öncelikle bu tür tarihin tarihini doğru yazmak gerekir. Ancak bu görev başarıyla yerine getirilirse, daha çözümleyici bir tarih yazma şansı doğar. Belki de tarihte en büyük haksızlık, tarihin bu tür yazımına dayalı olarak yapılmıştır. Daha da olumsuz olanı, bu tarihi esas alan, bundan etkilenen ve adına tarihi kişilikler ve kurumlar denen olguların yaptıkları eylemlerin zincirleme hazsız akışıdır. Yanlış yazılan tarih hep yanlış yaptırır. Doğru pratiğin bir koşulu da bu nedenle ve öncelikle doğru bir tarih anlayışıdır. Doğru bir tarih anlayışı ise, uygarlığın doğru çözümlenmesinin başlangıç adımıdır.

Bu savunmayla yapmaya çalıştığımız da, en amansız bir süreçte doğru bir tarih ve uygarlık çözümüne taslak düzeyinde de olsa bir katkıda bulunmaktır. Ortada büyük haksızlık, komplo olduğunda ilk yapılması gereken iş, haksızlıkların tarihsel ve uygarlıksal temelini açıklığa kavuşturmak ve tarih yaptıklarını sananların alçak komplocular olarak çirkin maskelerini düşürmektir. Batının ve Doğunun tüm önemli merkezlerinden komplo tarzı yaklaşım sahiplerini, arkalarındaki dünya görüşlerini ve sefil yaşamlarını orta koymak, insanlığın büyük savunması anlamına gelmektedir.

En son olarak kapitalist uygarlık çağının yaşadığı süreç birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Muhafazakâr tarih bakış açısına sahip olanlar, yaşanılan dönemi “tarihin sonu” olarak değerlendirirken, devrimci yaklaşımla bakanlar “sosyalizm çağı” olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu yaklaşımların arkasındaki felsefe birincisi için durgun bir idealizm olurken, ikincisi için kaba materyalizm olmaktadır. Bunlar yaşanılan çağın tüm karmaşıklığını görmekten ve çözümlemekten uzaktır. Post modern uygarlık yaklaşımları da fazlasıyla pragmatik ve günübirlik yaşama gömülmüş sistemsiz görüşlerdir.

Süreci derinliğine belirleyenin bilimsel-teknik devrimler olduğu doğru bir yaklaşımdır. Tüm toplumsal sistemlerin dönüşümünü belirleyen gelişmelerin maddi temeli, varılan teknik düzeydir. Fakat bu kendi başına tekniğin dönüştüreceği anlamına gelmez. Burada devreye girmesi gereken şey, ideolojik kimlik sürecidir. Eski düzenin aşılması ve yeninin uç göstermesi, ideolojik doğuş olmadan asla gerçekleşemez. Bunu şuna benzetebiliriz: Tarla olmadan tohum yeşermez. Açılan yeni tarlayı tekniğe benzetirsek, tohum da ideolojik kimliği çağrıştırmaktadır.

Kapitalist çağın ideolojik kimliği MS 15. ve 16. yüzyıllardaki Rönesans’la şekillenmiştir. Yeterince işlendiği için tekrarlamayacağız. 17. 18. ve 19. yüzyıllarda en büyük gelişmesini, kurumlaşmasını ve yayılmasını sağlamış ve tamamlanmıştır. Bu konular da ana hatlarıyla gösterildi. 20. yüzyıl ise, bunalım ve bunalımdan çıkış için yeniden paylaşım savaşları ile karakterize edilmektedir. İki dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlarla sistemin aynen, klasik yöntemlerle kendini sürdüremeyeceği kanıtlanmıştır. Eski tarz emek sömürüsü, klasik ve yeni sömürgecilik uygulamaları kendilerini aşılmaktan kurtaramamışlardır. Ama bu durumlar yeni bir uygarlığın, hele bir dönemler yaygınca iddia edildiği gibi sosyalist çağın başladığı ve kurulduğu anlamına gelmemekte; daha çok üretimin, paylaşımın ve yönetimlerin dönüşüm geçirmesi an-lamını taşımaktadır. Bu gerçeklik daha çok 20. yüzyılın sonlarında netlik kazanıp, çağdaş demokratik uygarlık olarak tanımlanmak-tadır.

Çağdaş demokratik süreçte kapitalist sistem ortadan kalkmış olmamakta, ama daha önceki sınırsız egemenlik çağını geride bırakmış olmaktadır. Egemenliği, sömürüsü ve yaşam tarzı ileri düzeyde bir sınırlandırmaya tabi tutulmaktadır. Çağdaş demokratik kriterlerin kendileri kapitalizmin dizginlenmesi, zapturapt altına alınmasıdır; istediği gibi sömürme ve yönetme gücünü emekçilerle ve halklarla paylaşmaya zorlanmasıdır.

Şüphesiz bunda emekçilerin ve halkların mücadelesi belirleyici rol oynamakla birlikte, bu ancak teknik gelişmenin çok ileri boyutlara varmasıyla mümkün olabilmiştir. Tarih boyunca emekçiler ve halklar çok büyük mücadeleler verdiler. Ama iktidarların ve sömürünün en aşırı düzeyde uygulanmasını önleyemediler. Bunda en önemli etken yenilgileri değildir. Daha çok teknik düzeyin kendi lehlerine bir paylaşıma ve katılıma imkân vermemesidir. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük bilimsel-teknik devrimler, artı-değer ve siyasi iktidar üzerinde bir yeniden paylaşıma ve katılıma imkan tanıyacak bir düzeye gelince, sömürü ve iktidarın sınırlandırmasının objektif koşulları güçlü bir biçimde doğmuş bulunmaktadır. Çağdaş demokrasi, bu objektif koşullardan sonradır ki büyük atılım göstermektedir. Hem ideolojik kimlik olarak, hem siyaset kurumlaşması olarak kendisini sistematize etmesi bu objektif koşullarla yakından bağlantılıdır.

O halde çağdaş demokrasi, başka bir açıdan, kapitalist uygarlık sisteminin tüm sömürü ve yönetme mekanizma ve kurumlarının emekçiler ve halk grupları tarafından yeniden paylaşıma ve katılıma elverecek tarzda düzenlenmesi ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bu sistemde ne eskiden olduğu gibi kapitalizmin tek taraflı sömürüsü ve iktidarı belirlemesi, ne de emekçilerin ve halkların kapitalist sistemi tümüyle ve zorla devirip kendi sis-temlerini devrimci tarzda kurmaları söz konusudur. Tersine iki taraf da kendi katı ve tek taraflı ütopya ve çıkarlarını sınırlandırmayı kabul etmektedir. Barış içinde demokratik hukuk devle-tinin kurallarına göre bir yaşam tarzı esas alınmaktadır. Tekniğin yol açtığı verim, artı-değer ve diğer tüm alanlardaki değer üre-timleri, demokratik siyaset mekanizmaları kullanılarak yeniden paylaşıma tabi tutulmaktadır. Bunun için her kesime siyasi iktidara katılım hakkı tanınmaktadır. Kimi zaman zorlama ve sertleşmeler olsa da, bu sistem üzerinde uzlaşmak, kavga içinde yitip tükenmeye tercih edilmektedir. Daha doğrusu, bu da yine tekniğin belirlediği, insanlığı toptan yok edebilecek kadar gelişmiş silah teknolojilerine dayalı saldırı ve fetih savaşlarının herkese kaybettirmesinin kaçınılmazlığından ileri gelmektedir.

Böylesi bir objektif temel kazanan süreç içinde, kapitalizmin klasik biçimini dayatamayacağı açıktır. Hem teknik, hem de emekçilerin ve halkların mücadeleyle kazanılmış özgürlük düzeyleri buna izin vermeyecek bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmıştır. Keyfi bir tercihin değil, koşulların belirlediği yeni bir dönem söz konusudur. Bu gerçekliğe, kapitalizmin demokratik dönüşüme razı olması da denilebilir. Kapitalizm kanlı maceralarla kazanıp yok olmaktansa, evrimci bir süreç içinde kazanma ve gerektiği kadar paylaşabilmeyi sistemin gereği saymaktadır. Bunlarla ne klasik kapitalizmin eski günlerine dönmesi söz konusudur, ne de devrimlerle yok olması geçerlidir.

Süreç içerisinde yavaş yavaş ve yeni uygarlık şekillenmeleri geliştikçe erimesi olanaklı görülmekte, tipik bir dönüşümün varlığına inanılmaktadır. Bunun da temeli yine bilimsel ve teknik geliş-melerde görülmektedir. Çağdaş demokrasinin 20. yüzyılın sonlarında bu kadar etkili olmasının temelinde de yine bu sürece en gerçekçi cevabı vermesi vardır. Bilişim ve iletişim teknolojisinin topluma kazandırdığı muazzam bilinçlenme olanağı, sivil toplumun üçüncü büyük alan olarak kazandığı güç ve siyasetle devletin demokratik kanallara açık olma zorunlulukları, tek başına bir sınıf-sal egemenliğe imkan vermeyecek karmaşıklıkta ve güçtedir. Demokratikleşen toplum ak veya kara ikilemini kaldıramayacak kadar çok renkliliktedir. Çok sayıda teknik mesleki kuruluş olmadan, sadece siyasi yönetimle toplum işleri bir gün bile yönetilemeyecek durumdadır. Daha da temel olanı, özgürleşen bireyi klasik otoriter ve totaliter anlayışla yönetmenin teknik nedenlerle imkansız hale gelmesidir.

Sonuç olarak, kapitalist uygarlık çağdaş demokratik ölçüler içinde kendini yeniden tanımlamakta, ideolojik kimlik kazanmaya çalışmakta ve tüm ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlaşmalarda ilgili toplumsal kesimlerle uzlaşmaya dayalı bir yönetim ve yaşam tarzını kabul etmektedir. Bu durum sınırsız sömürü ve egemenlik çağlarının geride kaldığını kanıtlarken, yeni uygarlıksal gelişmelerin de tarihin gündemine girdiğini göstermektedir. Şüphesiz yeni uygarlık olguları ve ilişkilerinin belirlenmesinde, bilimsel-teknik gelişim objektif koşulların temelini teşkil etmektedir. Bu zemine dayalı yaratıcı ideolojik kimlik oluşumları, çağın temel bunalımlarının karakterini aştırabilecek kurumsal olgular serpilip boy verecektir.

Demokratik uygarlığın mekansal boyutları taze başlangıçlar halindedir. Fakat denilebilir ki, ilk defa coğrafi koşulların zorladığı bir uygarlık aşaması geride kalmış bir durumdur. Bu gerçeklik, yeni uygarlıksal gelişmenin belli bir coğrafi koşulu zorunlu kılmadığı anlamına sahiptir. Eskinin tüm uygarlık çağları gelişme ve yayılmalarıyla coğrafyanın şiddetli etkisi altında kalmışlardır. Kapitalizm çağıyla bu dönem sona ermiştir. Mevcut durumda kapitalizm dünyanın her parçasında dengesiz durmakla birlikte, yeniden dönüşerek yayılacak bir toprak parçasına gereksinim duymamaktadır. Aradığı, daha çok küreselleşme adı altında kendisi için tüm dünyada geçerli benzer hukuk koşullarının yaratılmasıdır. Uygun coğrafyadan çok, uygun hukuk aramaktadır. Tabiatıyla hukuktan kast ettiği, ekonomik ve siyasal kurumlaşmanın engel teşkil eden yapılardan kurtarılmasıdır. Çağdaş kapitalizm bu an-lamda milliyetçilik değil, kozmopolitizm yapmaktadır. Daha önce-ki kapitalizm dönemleri milliyetçilik ve milli devletler dönemini dayatırken, evrenselleşen kapitalizm artık çok zorunlu olmadıkça milliyetçilik ve milli devlete öncelik tanımamakta ve hatta bunları bir engel gibi görmektedir. İlk defa bilimsel-teknik devrimlerin olanaklarından yararlanarak küreselliği kendi çıkarlarına göre yeniden kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Artık milli ölçüler değil, küresel ölçüler geçerlidir. Her şey küresel ölçülere göre tartıl-makta ve ona göre değer bulmaktadır. Milli değerler uyum göstermediklerinde, eski eserler müzesine atılmaktadır. Kapitalizmin bu çağdaş hamlesi, onu içinde bulunduğu derin ve sürekli bu-nalımdan kurtaracak bir çare değildir. Kapitalizm daha çok ömrünü uzatmak ve bu süre içinde gerekli dönüşüme uğrayarak demokratik uygarlık içinde yeniden temel belirleyici bir güç konumuna erişmek amacındadır. Bu açıdan dönüşüm ihtiyacını teorik ve pratik düzeyde daha erken duyumsadığını ve bilince çıkardığını belirtmek gerekir. Tarihsel tecrübeden de yararlanarak, bilimsel-teknik devrimin zorunlu kıldığı değişiklikleri yapmada reel sosyalizmden erken davranarak üstünlüğünü kanıtlamıştır. Bu da-ha çok gelişkin kapitalizmin merkezleri için geçerlidir. 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle birlikte bütün dünyayı globalizm adı altında kendine bir çevre gibi yeniden eklemlemiştir. Merkez ve çevre ilişkileri yeni küreselleşmenin sıcak sorunlarını teşkil etmektedir.

BM kendini yenilemezse, aşılmaya mahkum bir devletlerarası model gibi durmaktadır. Benzer kıtasal ve bölgesel birlikler yenilenme ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Siyasi alanda eski model devletlerarası birlik anlayışı ne kapitalizmin küreselliğine, ne de çağın demokratik uygarlık ölçülerine cevap olabilmektedir. Bunlar klasik kapitalizm ile reel sosyalizmin denge durumunun ürünüydüler. Bu dönem aşıldığına göre siyasi yapılanmaları da aşılmak durumundadır.

Temel askeri kurumlar olarak NATO ve Varşova Paktının da sona ermesi gerekmektedir. Varşova Paktı çoktan sona erdiğine göre, NATO aslında işlevsiz duruma düşmüştür. Yeni rol tanım-lamaları varlığını anlamsız kılmaktan kurtaramamaktadır. Bu ve benzeri askeri paktlar dönemi aşılmıştır.

Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, ekonomik kurumların yenilenmeden varlıklarını sürdürmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bunların dayandıkları mantık, reel sosyalist ülkeleri ekonomik olarak tecrit etmek ve azgelişmiş ülke ekonomilerini güçlü ekonomi merkezlerine bağlamaktı. Bu kaba mantığın dayandığı dünya da aşıldığına göre, yeniden bir ekonomik düzenleme kaçınılmaz olmaktadır. Küreselciliğe karşıtlık aslında küreselleşmeye karşı değil, daha çok bu adil olmayan eski düzenlemesine karşı olmak-tadır.

Bu gerçekliklerin bilinciyle hareket eden çağdaş kapitalizm, i-kinci dünya savaşıyla birçok bölgesel ve yerel savaşın verdiği dersler temelinde, faşizm seçeneğinin bunalımdan başarıyla çıkışın yöntemi olamayacağının tamamen farkındadır. Eski burjuva demokrasisi deneyiminden de yararlanarak, hem merkez hem de çevre ülkeler için kendini yeni uygarlıksal gelişmeye uyarlamanın en doğru seçenek olduğuna ikna olmuş gibidir. Bu da demokratik uygarlığın gelişme şansını en çok artıran bir faktördür. Eskiden demokrasiden kaçan, gericiliğe ve faşizme sığınmaya çalışan kapitalist merkezler, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir tercih gibi demokratik sisteme dört elle sarılmışlardır. Kendi sınıf ölçüleri ve önceliklerinden vazgeçmemekle beraber, tümüyle kaybetmemek için genel demokratik ölçülere uymanın gereğini de en çok bilince çıkaran sınıf konumundadır.

Demokratik uygarlık, kesinlikle bir kapitalist yaratım ve olgu değildir. İlgili bölümde de açıklandığı gibi, bunalım çağından çıkmanın genel bir tarihsel ve toplumsal dönemi ve dayatmasıdır. Kapitalizmin burada başardığı, hızlı kavrama ve adaptasyondur. Bu bilinci ve uyarlanmayı zamanında gösteremeyen reel sosyalizm dağılmaktan kurtulamamıştır. Çünkü çağın mantığı ve akış gücü sonuçta en belirleyici etken konumundadır.

Demokratik uygarlığın mekansal boyutunun tali plana düşmesi, önceliğinin ne olduğunu sorgulamaya götürür. Bunda başta gelen etken, bilimsel-teknik gelişmenin evrensel niteliğidir. Bilim ve teknik, tüm insanlığın ortak malı olarak değerlendirebilecek en temel toplumsal değerlerdir. Hiçbir uygarlığa, sınıfa ve ulusa mal edilemeyecek kadar kolektif karakterlidirler. Tüm insanlığın bu gelişmede payı vardır. İlk klan topluluklarının vahşi çağlarda at-tıkları bir iki küçük adım, ABD'li veya Avrupalı bilim adamlarının attıkları adımlardan daha az önemli değildir. Tarih, bilim ve teknikteki gelişmede M.Ö. 6000-4000 yılları arasında Verimli Hilal’de gerçekleştirilenlere denk gelen ikinci bir dönemin ancak MS 1600 yıllarından itibaren ortaya çıktığını göstermektedir. Neolitik bilim ve tekniğin hem süre hem de kapsam bakımından insanlık açısından en evrensel sonuçları doğuran ve yaşatan gelişmeler olduğu genelde kabul edilen bir görüştür.

Bilim ve tekniğin evrensel özellikler taşımasıyla dünyanın yeni-den paylaşımının eski tarzının anlamlı olmaktan çıkması, taşıdıkları kapsam itibariyle ilk defa gerçekleşen olgulardır. Bu olgular, mekansal yayılmayla gelişme arasında eski tarzda sıkı bir bağ kurulamayacağını göstermektedir. Bu gerçeklik demokratik uygar-lığın bir bölgenin has ürünü olarak değerlendirilemeyeceğini, tıpkı bilim ve teknik gibi evrensel bir yaratım olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını göstermektedir. Demokratik uygarlık, in-sanlığın ortak deneyiminin tarih boyunca süzülmüş en değerli uy-garlık ürünüdür. Gelişimi, kapsamı ve biçimlenmesi üzerinde tanımlama düzeyinde kapsamlı durduğumuzdan tekrarlamayacağız. Daha çok evrensel boyutta gerçekleşme durumunu gözden geçirmenin yararlı bir bilgilendirmeye yol açması açısından ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.

Demokratik uygarlığa en erkenden ulaşma gücünü kapitalizmin güçlü merkezleri göstermektedir. Bu özellik, demokratik uygarlıkla ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler arasındaki bağı da kanıtlamaktadır. Daha doğru olan, demokratik uygarlığın gelişmeler üzerindeki belirleyici etkisidir. Hangi ülke ve toplumsal düzen bu gelişmeyi kapsamlı yaşıyorsa, ekonomik ve politik yapısını da-ha üretken ve yaşamsal kılabilmektedir. Kapitalizmin gelişmiş merkezleri bunun farkına en erkenden ve kapsamlı olarak vardıkları için, yeni dönem gelişmesinin öncülüğünü de yakalayabilmişlerdir. Demokratik teori ve pratiği titizlikle inceleme, özümseme ve uygulamada hayli ileri gitmişlerdir.

Avrupa bu konuda öncü rolü oynamaktadır. Aralarında farklılıklar olsa da, tüm Avrupa ülkeleri demokratik sistemi özümseyip daha da geliştirmeleri gerektiğinin farkındadırlar. Özellikle yüz-yıllarca süren dinsel ve milliyetçi kavgaların yol açtığı çok ağır ve kanlı bilançolar, Avrupa’yı demokrasinin uzlaşıcı ve barışçıl karakterine sımsıkı sarılmaya götürmüştür. Ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar, sorunların siyasi sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırksal nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturulması, yeni siyasi kültürün en önemli özelliğidir. Bu geliş-menin en somut ifadesi, Avrupa Birliği (AB) olgusunun giderek gelişmesidir. AB sadece bir siyasi birlik olmayıp, genel uygarlık prensibidir. Birliğin genişleme ve derinleşme sorunları vardır. Tüm Avrupa ülkelerini federal bir çatı altında birleştirmesi güçlü bir olasılıktır. Daha geri bir Avrupa’ya yol açması düşünülemez. Avrupa’nın dünyayı da en çok bu yeni uygarlık projesiyle etkilemesi gündemdedir. Demokratik uygarlığı ne kadar derinleştirir ve genişletirse, dünyadaki öncü konumunu da o denli pekiştirebilir. Fakat kapitalizmi doğuran koşulların varlığı ve kapitalist yaşamın kök salmış olmasından ötürü, bu konumu fazla ilerleme potansiyeline sahip değildir. Yeni uygarlıksal gelişmenin sağ güçlerini temsil edecektir. Diğer birçok uygarlıksal gelişmede görül-düğü gibi, yeni merkez rolün ancak ona uzak ve hatta onunla çelişkili bir konuma sahip alanda gelişmesi gerekmektedir. Bu rolü alanın coğrafi koşullarından çok, kültürel koşullarının belirleyeceği konum arz ettiği vurgulanmıştır.

Avrupa uygarlığı potansiyelini büyük oranda kullanmış sayılmak-tadır. Doğuracak yenilikleri fazla kalmamıştır. Kapitalist zihniyet ve ruh son derece sert dokularını oluşturmuş olduğundan, yeni uygarlık kişiliğine açılımı sınırlı olacaktır. Ama yine de iç çelişkilerinden ötürü, birçok kişi ve güç odağı yeni uygarlık alanında katkı rolünü oynamak durumundadır. Avrupa özelliklerini tümüyle inkar etmek ancak gericilikle mümkündür ve ilerlemeye imkan tanımaz. Yapılması gereken, eleştirel yaklaşımla alınması gerekeni alarak, tutuculaşan kabuğunu parçalayıp atmaktır. Avrupa’nın kendi refleksleriyle yeni uygarlığa yol açma yeteneği olmadığından, rolü ancak katkı düzeyinde olabilir. En doğru tutum, ne bir kurtarıcı rol beklemek ne de inkar etmektir. Çözümlemek ve yeni ideolojik kimlikle aşma gücü göstermek bu tutumun gereğidir. Avrupa; Sümer, Mısır, Grek ve Roma uygarlık merkezlerinin bir dönem yaşadığı duruma benzer bir konuma gelecektir. Aslında bu sürece girmiştir. Bu süreci derinliğine yaşaması gerekir. Daha şimdiden birçok çevre, merkezi Avrupa’yı aşılmayla karşı karşıya getirmektedir. Doğurdukları olgunlaşırken, kendisi ihtiyarlaş-maktadır.

ABD, Avrupa’nın ilk elde başka kıtada doğurduğu en hoyrat evladı durumundadır. Kuzey Amerika’nın elverişli ve bakir coğrafyası hızla büyümesine yol açmıştır. Avrupa’nın maceracı eğilimlerine tanık olan coğrafya, başlangıçta Kızılderili katliamlarıyla karşılaşmıştır. Belli bir ayaklanmadan sonra, son iki asır içinde bağımsızlaşmış ve birçok alanda üstünlüğü yakalamıştır. Dünyanın her tarafından akan göçler bir dünya modelini ortaya koy-muştur. Buna yeni yetmeler dünyası da denilebilir. Hoyrat ve gün görmemişliği bu özelliğinden ileri gelmektedir. Ülkelerinde kaybetmenin hırsı ve kiniyle hareket eden nüfus; acımasız, her şeyi para olan, bütün ölçülerinde menfaati ve pragmatizmi esas alan soğuk mantık yapısını ve vicdansız bir ruh dünyasını oluşturmuştur. Denilebilir ki, insanlığın en köksüzleri burada birleşip karşı bir dünya oluşturmuş gibidir. ABD bir yana, dünya bir yana ikilemini doğurmuşlardır.

20. yüzyılın bir ABD yüzyılı olduğunu söylemek bazı yönleriyle doğrudur. Bilim ve tekniğin gelişiminde katkıları önde gelmektedir. Demokratik uygarlığın gelişiminde de rolü küçümsenemez. Her iki alanda da Avrupa’nın bir eki ve tamamlayıcısı olmakla birlikte, küreselleşmede daha güçlü ve hızlı adımların sahibidir. 20. yüzyılın sonlarında kendini dorukta görmektedir. Ama içten içe büyük bir çürümeyi yaşadığı kesindir. Roma’nın son günlerine benzemese bile, yine de yükselişin değil, çöküşün işaretleri daha çok geçerlidir. Dünya için geliştirmek istediği yeni sömürgecilik Vietnam’la aşılmıştır. Küreselleşme adımları ise, mevcut özellikleriyle her geçen gün daha çok tepki toplamakta ve tecrit edilmektedir. BM'li, NATO'lu ve IMF'li dünya egemenliği çok hantal işlemekte ve astarı yüzünden pahalı olmakta; bu egemenliğin 21. yüzyılda aşılması ve ikincil plana düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Bu durum Avrupa’nın bir yansıması olarak da görülebilir. Ana merkezin yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez. ABD’nin demokratik uygarlık çağı için geliştireceği fazla bir yenilik yoktur. Ama yine de dünya çapında sınırlı da olsa oynayacağı rol AB'ninkiyle örtüşmektedir. Daha otoriter ve faşist eğilimleri beslemesi çıkarına olmaktan çıkmıştır. Açık müdahaleleri yürütecek gücü yoktur. bilimsel-teknik gücüne dayanarak, demokratik örtü içinde küreselleşmeyle kendini sürdürmeyi temel strateji durumuna getirmiştir. Hem dıştan hem de içten giderek sorgula-nacağı ve etkisinin sınırlandırılacağı kesindir. Tarihte bir dönem Grek dünyasının Roma’nın karşısında yaşadığı durumu, Avrupa ve ABD ikileminde görmekteyiz. Sanki tarihi bir tekerrür söz konu-sudur. Kaderlerinin de birbirine benzemesi doğaldır. Nasıl bar-barların hamlesi Roma’ya yönelerek çözülme sürecini hızlandırmışsa, tüm dünyanın barbarları denilmese de, benzer konuma sahip akınlar ABD'ndeki bunalım ve çözülüş için benzer rolü oyna-maktadır. 21. yüzyıl bu biçimde bir diyalektikle ABD'yi Rusların reel sosyalizmde yaşadıkları duruma düşüreceğe benzemektedir.

Uygarlıkların ana kıtası Asya, parçalı bir gelişime tanık olmak-tadır: Kuzeyde ve ortada Rus önderlikli blok, Doğuda ve Büyük Okyanusta Çin, Güneyde ise Hindistan. Japonya ve Avustralya’nın özgün konumlarından bahsedilemez. Batı uygarlığının uzantısı durumundan öteye rolleri yoktur.

Ruslar ve Rusya, ne tam Avrupalı ne de Asyalı karakterleriyle derin bir ikilemi yaşamaktadır. Bir özgünlüğü yakalamaktan uzaktır. Reel sosyalizmin önderliğine soyunmaları hem kendilerine hem dünyaya pahalıya mal olmuştur. 20. yüzyılın tahripkar ve kanlı geçmesinde rolleri önemlidir. Bir nevi dogmatizmle ütopyacılığın en anlamsız biçimini deli gömleği gibi sosyalizm adına in-sanlığın sırtına geçirmeye çalışmışlardır. Bu tutmayınca, sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi utanmazca sıvışmayı politika sayarak düşkünlüklerini kanıtlamışlardır. Uç bir komünizm umacılığından diğer uca, kapitalizmin mafyacı tarzına düşmeyi karakterlerine yakıştıracak kadar bir düşkünce ve üstünce ikilemi yaşamaktan çekinmemişlerdir. Şu anki durumları sersemleşmeye benzemekte, nereye yönelecekleri kestirilememektedir. Ama karakterlerindeki ikilemi sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Kapitalizmi derinleştirirken, reel sosyalizme benzeyen durumları yaşa-maktan da geri durmayacaklardır. Toparlanır toparlanmaz, başta Orta Asya ve Kafkasya’da olmak üzere, etkili olmak isteyeceklerdir. Ama 21. yüzyılda 20. yüzyıldaki seviyelerine gelmeleri de beklenemez. Bir çevre merkezi olarak konumlarını pekiştirmeyi ve ehlileşmeyi yaşamaları kaçınılmazdır. Bilimde, teknikte ve demokratik uygarlıkta ABD ve AB'ye öykünüp benzemeye çalışacaklardır. Özgün bir katkıları düşünülemez.

Çin, daha ilginç gelişmelere konu olabilir. Şimdiden ekonomide kapitalizmle, siyasette ise reel sosyalizmle çirkin bir evliliği sür-dürme başarısını göstermektedir. Tam gayri meşru bir evlilik; “Çin işi, Maçin işi” tekerlemesini doğrularcasına. Nüfus büyüklüğü ve çalışkanlıkları ejderhavari bir büyümeye yol açacaktır. Ne kadar özgün bir uygarlık olacağı belli değildir. Tarihte Çin’in rolü, büyük uygarlıkları mükemmelce taklit etme yeteneğinde bir üs-tünlüğe sahip olmasında görülmüştür. Çinlilerin müthiş taklitçi oldukları söylenebilir. Japonlar ve diğer Hindi Çini halkları da bu dalgaya dahildir. Reel sosyalizmi taklitleri de müthiş ve başarılı olmuştur. Şimdi tüm sistemlerden yararlı olanı almaya devam etmektedirler. Bunun karşılığında dünyaya neyi nasıl saçacakları belli değildir. Sakinlik ve barış ihtimali yüksektir. Ama herhangi bir dünyalı güçle takışmaları halinde, felaketi geliştirebilecek güçlerin başında gelmektedir. 21. yüzyılın yükselen bir gücü olması kaçınılmaz görünmektedir. Çirkin evliliğin nasıl sonuçlanacağı en çok merak uyandıran bir konudur. Ama farklı bir uygarlıksal çıkış merkezi olması beklenmemelidir. Çinliler en değme kapitalistten daha kapitalist, en değme komünistten daha komünist olma cambazlığını gösterme yetenekleriyle ancak taklitte ilerleye-bileceklerdir. Yeni bir sentezle ilgileri yoktur.

Hindistan’daki durum, özgünlüklerinden çok, tarih boyunca yaşadığı kültürlerin işgal derinliğini sürdüreceğe benzemektedir. Hindistan bir dönemler Aryen kültürün muhteşem sesleriyle çınlayıp gelişti, Brahmanizm’e kadar ulaştı. Buda’yı yarattı. İslami kültürü yaşadı. Feodalizmi derinliğine kendine mal etti. Tanımadığı ve özümsemediği işgal kalmadı. Daha çok her işgalciyle ya-tan, ama kendine mal eden kadını andırmaktadır. İngiliz kocasıyla kapitalist evliliği kendisine yaramışa benzemektedir. Liberal demokrasiyi uygulayabilmektedir. Bilim ve teknikte ABD'ye bile ulaşabilir. Barışçı yanı ağır basan bir halk mozaiğine sahiptir. En renkli bir kültür olarak Asya’nın geleneğindeki yerini koruyacak-tır. Ama yeni bir uygarlıksal adımdan çok uzaktır. İngiliz çizgi-sinde sadıkane gelişmesini sürdürecektir. Bu çerçeve altında tarihsel kimliğini koruyarak gelişecek ve varlığını sürdürebilecektir.

Asya’nın birçok marjinal kültürü de vardır. Türkler, İranlılar ve Endonezya gibi. Ama bunlar daha çok Ortadoğu denkleminde yer almaya yatkındırlar. Rusya, Çin ve Hindistan’ın ortak bir Asya potasında birleşmeleri beklenemez. Bir ABD veya AB olmaları, mevcut özleri itibariyle şimdilik mümkün görünmemektedir. Genel bir ittifak konumları bile ufukta görünmemektedir. Tarihte Asya nasıl idiyse, öyle olmaya devam edecektir. Tüm uygarlıkların büyük arka cephesi olmayı sürdürecektir. Ama dev gibi görünme konumundan da hiçbir zaman vazgeçmeyecektir.

Latin Amerika, Avrupa ve ABD'nin bileşkeli uzantısıdır. İkisiyle kurduğu ilişkiler kendisi gibi harika bir melezliğe yol açmıştır. Irkların, kültürlerin, sistemlerin melezliği, güzellik yanları da dahil, ne kadar çarpıcıdır? Bundan bir özgünlük çıkması zordur, ama bireysel kahramanlıklar ve özgünlüklere en çok gebe bir kültür-dür. Bolivar’ları, Zapata’ları, Che'leri ve Castro'ları çıkarmayı sürdürebilir. Büyük ağabeylerin Hint ve Çin benzeri taklitçiliği beklenmemelidir. Asidirler, ama mevcut aşılanmış kişilikleriyle yeni uygarlıksal adımları doğurmaları zordur. Yine de devrimci çıkışlarla yeniliğin umutlarını en çok diri tutacak bir kıta parçası ve kültürünü temsil etmeleri beklenmelidir. Zordakilerin onurlu umut kişilikleri olmayı kolay kolay bırakmayacaklardır. Ama güçleri bir sistem yaratmaya yetmez. Çağdaş demokratik uygarlığı özümsemelerinin 21. yüzyılda gerçekleşmesi bile kendileri için başarı sayılmalıdır.

Kara Afrika’sı en alttakileri oynamaya devam edecektir. Siyah ırk büyük sorun olarak duracaktır. AIDS bu gerçeğin bir sembolüdür. Halbuki kıta olarak en görkemli bir ana olabilecek her şeye sahiptir. Ama kötü kocaların, hem yerlisi hem yabancısının elinde en kötü durumlara düşmekten kolay kolay kurtulamayacaktır. Ama geç de olsa doğuşu, güzel siyah ana biçiminde olacaktır. Erkeğin değil, kadının rengiyle doğacak uygarlığın en kolay yayıldığı alan olacaktır. Bunu Latin Amerika ve Hindistan izleyecektir. Üçünün de ana ve kadın geleneği güçlüdür ve umut vaat etmektedir. Geç ve güç de olsa, Afrika direnecek ve belki de gerçek kişiliğini yeni uygarlıksal gelişmenin tam zaferinde yakalayacaktır.

Uygarlığın gelişimi yönünde eskiyi sürdürmeye dayanan dogmatizmle, yeniyi belirleme hayallerini ifade eden ütopyacılığın gücü önemli kırılmalara uğramıştır. Sürükleyici yetenekleri büyük bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Tarihte buna benzer dönemlere tanık olmaktayız. M.Ö. 2 binin sonlarında Sümerlerin çöküşü ile dönüşümü, miladi yıllarda köleci bakış açılarının çözülüşü ve MS 1500'lerde Rönesans’ın doğuşu dönemlerinde geçmişe ilişkin kuşku ve şüpheler artmaktadır. Geleceğe ilişkin karamsarlık ve arayış iç içe olmaktadır. 2000 dünyası benzer bir konumu yaşamak-tadır. Dogmatizm adeta can çekişirken, ütopyaların içine düştüğü durumda da hayaller yıkılmakta, sığ bir pragmatizmin etkisi in-sanlığı heyecansız ve biraz da çaresiz bırakmaktadır. Adeta "vur patlasın, çal oynasın" felsefesi yaşanmaktadır. Kapitalizmin yeni hayaller yaratması olası görünmemektedir. Bu hayalleri ancak ABD, Hollywood film dünyasında yaratabiliyor ki, bununla insanlığı uzun süre oyalamak ve uyuşturmak pek mümkün değildir. Tüketim toplumuyla yürüyen pragmatizmin köklü bir felsefi gelenek oluşturması ve hayal yaratması özüne aykırıdır. Her şeyi günü-birlik yaşamak geçerlidir. Bu, bunalım dönemlerinin tipik günü gün etme anlayışıdır. Komünizm ütopyacılığının temelindeki sakatlık, idealize ettiği amaçlara ters pratik sergilemesi, reel sosyalizmin kötü örneğinde sosyalizmin çekiciliğine büyük kuşku duyulmasına yol açmıştır. Sosyalizm kendini yenileme ve köklü dönüşüm çabalarına ihtiyaç duymaktadır.

Çağımızın insanı bu gerçeklik karşısında yeniden büyük bir arayış içine girmek durumundadır. Eldekiyle güncelliği kurtarabilir, ama geleceğin köklü inşasını gerçekleştiremez. Dogmatizmden fazla medet umacak durumda olmadığının bilincine erişmiştir. bilimsel teknik temeli yeterli olmayan ütopyaların peşine takılmanın da dogmatizmden pek farklı sonuçlara yol açmadığını görmüş ve denemiştir. Bunlarla birlikte tarihin en büyük bilimsel teknik devrimler çağını yaşamaktadır. Bu temelin mümkün kıldığı demokratik uygarlık dünyayı sarmaktadır. Fakat demokratik uy-garlığın kendisi de zıt uçların vahşet aşamasını bile geride bırakan varlığını yumuşatma ve uygun uzlaşı platformlarıyla çözümü kolaylaştırmaktan öteye köklü olma, kalıcılığı uzun süreli ve temelli kılma zaaflarını tümüyle aşmış olmaktan uzaktır. Mevcut aşama aslında tipik bir araştırma, arayışları derinleştirme, daha köklü çözümler bulma anlamında yaşanması zorunlu ve oldukça uzun sürmesi gereken bir tarih aşamasıdır. Yaşamadan atlanamaz. Aksi halde Paris Komünü’nden reel sosyalizmin birçok felaketli örneklerine kadar olgunlaşmayan çözümlerin tahripkar sonuçları önlenemez.

Birçok yüce amaçlı ve kutsal çabalı devrimci pratiklerin karşılaştığı acı sonuçlar, bu gerçeklikle bağlantılıdır. Demokratik uy-garlık döneminde yeni insanlık sentezi, çok yönlü ve karmaşık birçok tez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda doğacaktır. Çağımız, dünyanın birçok önemli merkezinde bu yönlü gelişmelerin birikimine sahip olmakla birlikte, sen-tezi doğurmaktan uzak bir durumdadır. Anlayış ve gözlem gücümüzü yeniden uygarlığın beşiği olmuş, gençliğini yaratmış Orta-doğu kültür geleneğine çevirmek, olası sentezi ortaya çıkarmaktaki potansiyel gücünü ve ufkunu değerlendirmek çözümleyici bir nitelik taşımaktadır.