HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Parti ve ulusal kurtuluş mücadelesi tarihimizde '91 yılının bu son devresini tamamlarken her bakımdan önemli bir süreçten geçmekteyiz. Bir yandan düşman, kendini yenileme, birincil sırada mücadelemizi gündemine koyup özel savaşını eskisi kadar inanmasa da ama yine de ısrarla sürdürme gibi bir konuma ulaşmaya çalışırken, diğer yandan parti ve ulusal kurtuluş mücadelemiz de kendini hem yenileme ve hem de güçlü bir tecrübe temelinde geleceği kesin kazanma biçiminde günde­mine koyma ve bu sefer bir daha yıkılmaya, gerilemeye meydan vermeyecek bir gelişmeyi kesinlikle sağlama gibi bir durumla yüz yüzedir. Biz burada bu çalışmayı geliştirirken, sadece standart bir çalışma dönemini gerçekleştirmedik. Her bakımdan derinleşmiş çizgi ve ayrıntılı uygulama esasları üzerinde çok yönlü durduk ve hatta geleceğin üzerine yürürken engel teşkil edecek tutumlara, anlayış ve çaba düzeyinde artık hiçbir bahaneyle girilemeyeceğini kesinleştirdik.

Gün öyle bir gün, dönem öyle bir dönem ki, artık kendini aldatmanın hiçbir anlamının olmadığı, ne bunun nedenlerine ve ne de sonuçlarına bir anlam verilemeyeceği, belki eski yaşamın çıkarları açısından böyle bir yaklaşımın anlamı olsa bile, artık günümüzde bunun hiç imkânının kalmadığı göz önüne getirildiğinde, ulaşılması gereken yaşama çok yaklaşılması, artık bir bütün olarak partinin, sizlerin doğru ve kesin yürümesini emretmektedir. Bunun gereklerini yerine getiremeyenler, hiç­bir af, hiçbir lütuf beklemesinler, kendilerini açındırmasınlar, ortaya koy­dukları davranışlara hiçbir gerekçeyle saygı ve sabırla karşılık görmeyi beklemesinler. Böylesine güç bir dönemde, böyle tutumları sergileyenler aslında lanetle anılmaktan öteye, ölseler de kabaca böyle değerlendi­rilmekten kurtulamayacaklardır. Bu her zamankinden fazla şimdiki çalış­malarımızda kesinleşmiş, kararlaştırılmıştır. Geçmişin dolaylı-direkt düşman etkisi altında oluşan ve oldukça yanılgılı gaflet türü yaşamı, parti tarafından aşılmıştır. Ama ıs­rarla yine de yaparız diyenler olursa, onlar kendi ettikleriyle kendi ölüm fermanlarını yazmış olacaklardır. Bu­nu artık tartışamayız, affetme gibi bir müessese bile artık burada işlemez. Bu kısa belirlemeden sonra tek­rar da olsa kısa bir durum değer­lendirmesi yapmakta yarar var. Dün­ya düzeninde yeni gelişmelerin ya­şandığı özellikle yüzyılın başından itibaren sosyalizmin kapitalist-emperyalist sistemi zorlayarak Ekim Devrimi'yle gedik açması, Sovyet sosya­list sistemine ulaşması, Birinci Dün­ya Savaşı'nın zayıf düşürdüğü sis­temden böyle bir sonuç çıkartma­sı, ikinci Dünya Savaşı'ndan daha da güçlenerek çıkması, yüzyılın ilk yarısının en önemli gelişmesidir. Bu gelişme dünyayı iki kutuplu, iki sis­temli bir gelişmenin içine aldı. Ama gerçekten geçmiş yüzyıllarla kıyas­lanmayacak kadar halkların-emek-çilerin lehine olan bu büyük geliş­me, günümüze doğru geldiğimizde, Sovyet sistemi içindeki gerileme ve restorasyon çıkışlarıyla bugün için değişik tarzda da olsa dünyayı yeni bir düzenle karşı karşıya bırakmıştır. Hiç şüphesiz eski klasik sömürgeci emperyalist sistem söz konusu değil yine kapitalizmin eski türü önem­li oranda aşınmış, kurulmak istenen yeni düzen kendini çeşitli biçimler­de ele vermektedir. Yeni düzenin belli başlı özellikleri, kapitalizmin yasalarını evrenselleştirme, ulusal sınırları biraz daha zorlama, uluslararacılığı geliştirme, ama bunu daha çok ABD'nin hâkimiyetine götürme, ABD'nin bu anlamda bir zorlaması biçiminde kendini ortaya koymakta­dır. Bunalımı bu biçimde evrenselleşerek aşmak istemektedir. Eski sosyalist ülkelere kapitalizmi taşırarak çıkış yollarını bulmaya çalışıyor. Bunu yaparken gerçekten oldukça bağımsızlaşmış uluslar gerçeği için­de olduğunu biliyor, uluslara klasik ve yeni sömürgeciliği dayatmanın ko­şullarının olmadığının da bilincinde­dir, ama yine de belli bir bağımsızlık türünü, egemenlik statüsünü derece derece, bölgeler biçiminde olsun, uluslar bazında olsun uygulamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, de­mokrasi bayrağı altında ve insan haklarına dayalı olma temelinde yap­tığı iddiasına sarılmaktadır. Açık ki hem insan hakları ve hem de demok­rasi, kapitalizmin yaygınlaşması açı­sından da anlam ifade eder. Özellik­le emperyalist ülkelerin içindeki dik­tatörlüklerin aşınması -ki her ülke­nin somut koşullarına göre değişik anlamları vardır, ama ağırlıklı olarak aşınmışlardır- ileri bir adımdır. Son çözülüşler, yıkılışlar birçok devrimci değeri de kendisiyle birlikte götür­mesine karşın, kapitalizmin köhnemiş birçok yaklaşım ve uygulamala­rını da tasfiye etmek zorunda kal­mıştır. Özellikle dengelere dayalı diktatörlüklerin son elli yıldır halklar üzerinde anlamsız bir ağırlık teşkil etmeleri ve gelişmeden çok daral­maya ve insanı engellemeye yönelik yanlarının daha bir göze battığı bir gerçektir ve bu anlamda diktatörlüklerin yıkılması, bütün yetersizlikleri­ne ve devrim alternatifinin güçlü ol­mamasına karşın daha elverişli bir ortama da yol açıyor. Her ne kadar bu yıkılışlar fazla çatışmalarla olmu­yorsa da -ki, bu daha çok Sovyet sis­temindeki gelişmeyle bağlantılıdır-yine de çatışma olasılıkları sık sık gündeme geliyor, gerçekleşiyor ve tam belirgin olmayan bir duruma yol açılıyor.

Yenidünya düzeni aslında düzen olmaktan öteye bir belirsizliktir. Dü­zen biraz belirginleşmeyi ifade eder, bu anlamda düzen değil, biraz düzensizlik gelişiyor. Bu düzensiz­liğin, belirsizliğin daha nasıl ge­lişeceği, nasıl karmaşık hale gele­ceği tam kestirilemiyor. Sosyalist ülkelerin içine girdiği durum aslında tam bir belirsizliktir. Geçmiş siste­min aşılması kötü değil, lakin yenisi kurulamıyor. Adına demokrasi deni­liyorsa da henüz bunun nemenem bir demokrasi olduğu netleşme­miştir. Diktatörlükler yıkıldı deniliyor ama bunların yerine ne denli bağım­sız ve özgür eğilimlerin geliştiği netleşmemektedir. Dolayısıyla em­peryalizmin, özellikle ABD emper­yalizminin, başardım demesinin hiç­bir anlamı yoktur. Dikkat edilirse bu yıkılışlar ABD'nin saldırılarıyla olma­dı, kendi içindeki olumsuz öğelerin, çözümsüzlüğün bir sonucu olarak yıkılış oldu. Değişik bir yıkılış türü­dür, dıştan ağır baskı altında ge­lişen değil, kendi içinde bir hatalar sisteminin, bir yanlışlar sisteminin, bir sosyalizmin özüne ters düşme­nin yol açtığı kokuşmanın, kendi içinde oldukça bağlanmanın so­nuçta bünyeyi kemirip çürütmesi biçiminde bir yıkılıştır, çözülüştür. Bunun yerine ABD emperyalizmi ne getirebilir? Köhnemiş sömürü yöntemlerini dayatmakla bu halklar tat­min olamazlar: Emperyalizm kendi köhnemişliğiyle gerçekten inandırıcı olmaktan son derece uzak. De­mokratik kurumlar olsun, kapitaliz­min ekonomik yöntemleri olsun bu halklara fazla bir şey veremez. İşte çekilen sancı buradadır; kendileri­ne yakışmayanı reddetmişlerdir ye bu iyi bir şeydir, ama yakışan nedir? Kabul edebilecekleri nedir? Kapita­lizmden bu konuda alacakları çok azdır, kendilerinin bir şeyler ortaya çıkartması gerekiyor, işte belirsizlik bu anlamdadır ve bunu gidermeleri için de epey çaba harcayacaklardır. Kendi içlerinde kendi sistemlerini yenileyip ortaya çıkaracaklardır. Bu­nu buluncaya, bunu yaratıncaya, bu­nun savaşımını verinceye kadar da, bu içinde bulundukları bunalım dö­nemi, daha da artarak devam edecektir. Nitekim günlük gelişmeler de bunun böyle olduğunu ortaya koy­maktadır.

Öyle sanıyoruz ki, kapitalizmin zorlukları da artmıştır. Reel sosya­lizm uzun süre kapitalizme dayanak teşkil etti. Onun yıkılışı emperyalist-kapitalizmin sorunları anlamına da gelir. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist cephede de bunalım krizleri daha köklü ve yine bir aşama biçi­minde gelişebilir. Eskiden bağımlı, uydu ülkelere kadar diktatörlükler dayatarak götürmek istiyordu duru­mu, yine kendi içinde sürekli tekelcilik ve anti-demokratik yöntemlerle götürüyordu, fakat şimdi bunlar yıkı­lıyor. Dolayısıyla yakın dönemde kapitalist-emperyalist sistemin için­deki bunalımın da yeni biçimler altında daha köklü, daha derin ge­lişmesi kaçınılmazdır. Bütün bunlar, önümüzdeki dönem açısından yeni düzen çalışmaları biçiminde kendini dile getirmekteyse de biz buna yeni düzenden ziyade, düzensizliğin gelişmesi, iki sisteme, iki bloğa dayalı düzenin aşılması, ama henüz yeni dünya düzeninin nasıl gelişe­ceğinin de kestirilememesi diyebili­riz ve bu ancak yine halkların ve daha çok da emeğe dayalı çözüm­lerin devreye girmesiyle çözüm bu­lacaktır. Bu da sosyalizmin kendini yenilemesi anlamına geliyor. Sosya­lizmin bir döneminin kapanıp yeni bir döneminin açılmasıyla, sosyaliz­min mevcut gelişmelere karşılık ve­recek bir aşamaya kendisini ulaş­tırmasıyla ancak, çözüm sağlana­bilecektir. Yani önümüzdeki döne­min düzeninin sağlanmasında sos­yalist yenilenme kesin bir çözüm­leyici güç olarak kendisini dayata­caktır.

Sosyalizmsiz bir dünya düşünü­lemez. Ama şimdi böyle bir sosyaliz­min nasıl gelişmesi gerektiği de tam bir kargaşa içindedir, eski biçimler kesinlikle çözüm değildir. Eski bi­çimlere, o neredeyse yüz yılı aşan biçimlere sarılmak, özellikle kalıpçı yönlerine sarılmak beyhudedir. Bu­nun sonuç getiremeyeceği zaten anlaşılmıştır, ama yeni biçimleniş, yeni bir muhtevayla birlikte nasıl kendisini gösterecektir? Yeni teorik perspektif kadar, yeni program ve perspektif kadar, yeni program ve örgütlenme biçimleri de kesinlikle önümüzdeki dönemin sosyalizmini bekleyen çalışmalar olacak, bu yön­lü görevlerin yerine getirilmesi söz konusu olacaktır. Dolayısıyla yeni düzenlemenin kapitalizmin gücüyle değil, sosyalizmin gücüyle gelişim göstereceği kesindir.

Sosyalizme inançsızlığın özellik­le körüklenmek istendiği günümüz­de asıl yapılması gereken sosyalizm uğruna daha kapsamlı bir teorik çalışma ve onun öncü pratik çabala­rını sergilemektir. Mevcut yeni dü­zen diye tabir edilen gelişmeye verilecek en doğru yaklaşım budur. Kapitalist emperyalizmin daha iyi incelenmesi ve yeni dönemde al­dığı biçimlerinin -sömürü olsun, bas­kı sistemleri olsun, yine onun kül-türel-sosyal boyutları olsun-gelişiminin nasıl olduğunun dikkatle incelenmesi gerekmektedir ki, bu yaratıcı yaklaşımlara ihtiyaç göste­rir. Ulusların bağımsızlık hareketleri­nin yeni biçimleri, klasik sömürgeci­liğe ve yeni sömürgeciliğe karşı kazanılan ulusal kurtuluşların, ba­ğımsızlıkların önümüzdeki dönem­de nasıl evrim göstereceği, yeni bağımsızlık türlerine sosyalizmin öncülüğü altında ve onun bağlaşık-lığıyla nasıl ilerleme kaydedeceği üzerinde durmak önem taşıyacaktır. Bu yönlü gelişmeler şüphesiz ki içinde bulunduğumuz dönemin önem­li sorunlarını teşkil eder. Basmakalıpçı yaklaşımla bu sorunlar çözüm­lenemez. Sosyalizm herhangi bir ideolojiden daha fazla bilimsel bir özelliğe sahiptir, dolayısıyla bilimsel özelliğine daha çok sarılarak ve fakat geçmişindeki muazzam yet­mezlikleri ve yanlışlıkları da göre­rek, aşarak, insana en yararlı sistem olmayı bir kez daha kanıtlayacak ve insanın kurtuluşunda hayati rolünü mutlaka oynayacaktır.

İşte böylesi bir dünya düzenlemesi içerisinde belki de tarihin ve günümüzün en kadük, en kemik­leşmiş, en başa bela bir sistemi olan Türkiye Cumhuriyeti gerçeği karşı­mızda durmaktadır. Biz bu gerçek üzerine çok şeyler söyledik. Şu açık ki bu, bir yandan köhnemiş Osmanlı yıkıntıları üzerine, fakat bir o denli de onun içinden gelmiş değerler tarafından inşa edilirken, kendisi için en elverişli bir uluslararası du­rumdan güç aldı. Yani 1920'lerdeki kapitalizm-sosyalizm çatışmasının den­ge politikasına en çok imkan ver­diği, böylesine bir politikaya daya­narak rahatlıkla sonuç alınabilecek bir aşamanın da ürünüdür. Bir yan­dan son derece elverişli bir Os­manlı kalıntıları sistemi, diğer yan­dan buna oldukça imkan sunan bir yeni uluslararası kapitalist-sosyalist çelişkisinin yanı başında boy verme­si, TC'yi TC yapan gerçek neden­lerdir. Ve o yetmiş yıldır aşağı yukarı bu dengenin bir ürünü olarak yaşa­ma imkanı bulabilmiştir. Bir gerçeği kavramak için ona hayatiyet kazan­dıran ortamı, etkenleri iyi görmek gerekir. Dolayısıyla yetmiş yıldır ulu­sal imhamızı neredeyse sonuç ala­cak aşamaya getiren bu gerçeği, neden ve sonuçlarını iyi görmek zorundayız. 1920'lerin başında böy­le şekillenirken her türlü feodal ent­rika baskı ve sindirme yöntemleri kadar dengeciliğin de her türlü po­litik kurnazlığını sergiledi. Karşı­sındaki Anadolu emekçileri zaten çağlar ötesinin uykusu içindeydiler. Çok sınırlı bir Osmanlı eliti ve yaşamlarını mutlak anlamda ancak böylesi bir devlet kalıntısına ve onun yeni uluslararası alanı değer­lendirmesine dayalı olarak gören paşalar, her türlü çılgınlığı elbette yapacaklar, kural-kaide tanımayan, ahlak tanımayan, baskı ve sömürü­de sınır tanımayan bir gerçekliğe ulaşacaklardı. İşte TC budur. Buna karşın yüzyılların çokça yenilmiş, alabildiğine işbirlikçi ve hep aleyhte yer almış bir aşiret, kabile sistemi içinde bulunan toplumumuzun ha­kim öğeleri (aşiretçi-feodal önderlik elbette ki biraz çıkarlarını kollama amaçlı) TC gerçekliği karşısında kendini kollama girişimlerinde bü­yük bir felaketle karşı karşıya gele­cek ve sadece kendileri açısından bu felaket bu kadar derin kalmayıp halk açısından çok daha derin so­nuçlara yol açacak, bu dönemin ha­kim eğilimi olan ulusal gelişme açı­sından, ulusal kurtuluş açısından en büyük handikaplardan birisi haline gelecekti. Yeni düzene kolay bağ­lanma, işbirliğine yönelme aşiretçi-feodal önderliğin tarihi bir özel­liğidir. Onlar kısa bir isyan döne­minden sonra hızla işbirliğine yö­nelmiş ve ulusal değerlerin ölümcül darbeler yemesine yol açmışlardır. Biliyoruz ki isyan dönemlerinde, çok kötü bir işbirlikçilik türü boy vermiştir. Her türlü ulusal imhayı, inkarı birlikte getiren ve muazzam örgüt­süz, uluslaşmamış, vatan ve özgür­lük değerlerinin yanından bile geç­memiş, yüzyılların o aşiret, kabile, feodal din, mezhep çelişkileri için­de boğulmuş bir toplum gerçeği içerisinde tabii ki gerisin geriye gi­dilecek, her şey tartışmalı hale gelecek, nefes alınamaz bir duruma gelinecek ve bu bizlerin de içinde şekillendiği bir dönemin oluşması­na yol açacak; ulusallık adına, öz­gürlük adına, her türlü insani değer adına bir şeylerin neredeyse kalma­dığı bir durumla yüz yüze bırakacak, son derece inkarcı bir neslin, örgüt­lenme tanımayan, toplumu tanıma­yan, temel insani değerleri tanı­mayan bir inkarcı neslin doğmasına ve işte bu nesle dayalı çok tehlikeli bir yaşamın boy vermesine yol aça­caktı! Biz kendimizi dünyayla yüz yüze bulduğumuzda, aslında bize biçilen kaftan budur, önümüze seri­len yaşam budur. 1950'ler sonrası, bu anlamda yenilmeden de öteye, eski yaşam kalıntılarının da ötesin­de, ne yeni adına TC'nin bizzat ken­di değerlerini sunabildiği, ne de es­ki adına bize bir şeyin kaldığı, aksine her şeyin alınıp-götürüldüğü, en yoksullaşmış bir dönemin nesli olarak büyüme ve bu anlamda çok zayıf bir kişilikle, çarpık, zayıf, inkarcı bir ki­şilikle vücut bulma gibi bir yakla­şımla kuşatılmak ve onun içinde şe­killenmekten başka bir çaremiz yok­tu. Bu kölelik, dünyanın belki de hiçbir toplumunda, ulusunda, halk gerçeğinde ortaya çıkmayan bir kö­lelik biçimidir. Dolayısıyla üzerinde halen durmakta yarar görüyoruz.

PKK'nin 1970'lerdeki çıkışını de­ğerlendirirken, dayandığı sosyal ze­minin ne kadar ulusallıktan ve halklaşmaktan uzaklaştırılmış olduğunu, ne kadar ulusal inkarcılık ve ihane­tin geliştirildiğini, hatta insani de­ğerlerin ne kadar yerle bir edilmiş olduğunu, bunun nasıl, kimler eliyle ve ne kadar başarılmış olduğunu de­ğerlendirirsek ancak çıkışın anlamı­nı hakkıyla kavrayabiliriz. Başlangıç­taki sınırlı bilinçlenme bugün daha da gelişmişse, bu gerçeğe bizi 'mut­laka daha iyi ulaştırmak içindir. Ulaştırdığı oranda da biz temel insani değerler, ulusal özgürlük değerleri ve bunun yaşamsal ifadesi biçimin­de kişilikleşmelerden bahsedebili­riz. Bu yeni yeni tanıdığımız, bu temelde güçlenme denilen bir olayı gerçekleştirmemiz anlamına da geliyor. TC'nin günümüze doğru evrimi nedir? Aslında, belirtildiği gibi, anti­demokratik, oldukça feodal kalıntı­lar içeren ve çağdaş cumhuriyetler­le bağdaşmayan bu cumhuriyet, esas gücünü sosyalizm-kapitalizm çelişkisinde buldu. Dengeye daya­nıyordu, bu temelde doğdu, 1950'lere gelindiğinde NATO'nun kanadı altına girerek, biraz daha gelişme imkanı bulabildi. Kendini NATO'ya adapte ederek, uluslararası kapita­lizmin ve tekellerin gelişmesine uyarlayarak yüzyılımızın bu son çey­reğine kadar getirebildi. Ama yine de her zaman olduğu gibi, sert bir askeri yönetim olmadan yürüyemeyecek kadar zayıftı. Esas itibariyle TC bir askeri cumhuriyettir, sivil yan maskedir, siviller figüran rolünü oy­narlar, ama asıl yönlendirme ordudadır. Dolayısıyla sivil otorite veya bir sınıfın siyasal otoritesi batılı anlamda gerçekleşmiş değildir, bu anlamda ister egemen sınıfların ko­alisyonu ister tek bir kesimin dikta­törlüğünden ziyade, hepsini kendi içerisinde özümseyen ve esas itiba­riyle siyasi otoriteye damgasını vu­ran diyoruz ki, ordudur. Sivil görü­nümler zaman zaman tehlikeli ol­maya başladığında bu maskesini derhal atıp gerçek kimliğiyle ortaya çıkıyordu. 12 Mart, 12 Eylül bu konuda çok öğreticidir. Böylesine bir askeri cumhuriyet, çıkışını, ge­lişmesini ve görüntülerini böyle ser­gilerken, acaba bu yenidünya dü­zenlemesi gelişirken ne kadar ayak­ta kalma şansına sahiptir? 12 Eylül, özellikle de onun ANAP-Özal icrası, bir anlamda en pragmatik bir biçim­de ve gerçekten öyle fazla yaratıcı falan da değil, telaşla yeni düzen­den yararlanmayı da içerir. Yani eski klasik biçimiyle TC'nin sürdürülemeyeceğini bunlar kavrıyor. 12 Ey­lül bir anlamıyla çok şiddetli bir askeri rejim iken, diğer yandan bu uluslararası gelişmeleri Özal eliyle kapatmak isteyen bir rejimdir. Özel­likle iki dengeye dayalı uluslararası sistemin yıkılışı, bunun yerine çok kutupluluğun doğuşu TC'nin duru­munu belirsizleştirmiştir. Bu anlam­da politikasız bırakmıştır. Batı, özel­likle Avrupa bir öğe olmak istiyor, ABD'ye karşı olsun Japonya'ya kar­şı olsun bir kutup olmak istiyor, ama kendi değer yargılarını da berabe­rinde getiriyor. Bunlar insan hakları­dır, demokrasidir, belli ölçülerde ulusal haklardır. TC kendi kaderini buraya bağlamak istiyor ama siste­min insan haklarına karşıt konumu, yine anti-demokratik karakteri, ulu­sal haklar düşmanlığı, bu haliyle artık bu rolünü oynayamaz; çünkü ne Sovyetlere karşı artık karakol teşkil edeceği bir uluslararası du­rum söz konusudur, ne de Orta­doğu'ya karşı böyle bir durum söz konusudur. Her ne kadar Saddam'a karşı biz yine rol oynayacağız diyor­sa da, bunlar da az çok aşılmış durumdadır. Belki İsrail'in iyi bir müttefiki olarak Yahudi lobisi tara­fından destek görebilir ama kendi­ni kurtarmaya yetmeyecek bir des­tektir bu. Dolayısıyla acaba Batıyla bütünleşebilir mi diyoruz? Ama ken­dini insan haklarına, demokrasiye, ulusal sorunun çözümüne tamamen vermesi gerekiyor. Bunu başarması demek, büyük ihtimalle kemalizmin ve ona dayalı cumhuriyetin yıkılması demektir. Yeni bir cumhuriyetin ku­ruluşuna cesaret edebilir mi, mev­cut düzen orduyla, resmi-sivil ku­rumlarıyla, anayasası ve partileriyle bu duruma henüz hazır değil. Do­layısıyla tam bir bunalımın sıkışık­lığını yaşıyor. Alel acele bazı iç ve dış politikalar oluşturulmak isteni­yor, işte Sovyetlerin çözülüşünden sonra Ortaasya Türkleri, Azerbay­can ortaya çıktı. Bunların ortaya çıkması Türk sisteminin, Türkiye'de­ki TC sisteminin kurtuluşu anlamına gelmez. Tam tersine, daha da karı­şık bir sürecin içine girmesine yol açar. İsrail'le geliştireceği ilişkiler Ortadoğu'da daha da tecridine yol acar. Nitekim şimdiden bu durum gelişme gösteriyor. İran'la, Arap ül­keleriyle, Batı'yla bir türlü barışamıyor sistem nedeniyle, dolayısıyla orta yerde sallanıp duruyor. Yani sağlam bir dış politika, dolayısıyla yenidünya düzeniyle bu politikalar temelinde bütünleşme başarılmak surda kalsın, ağır sorunlarla ve be­lirsizliklerle doludur. İç politik dü­zenlemeleri de zaten bu düzenle­melerle bağlantılıdır. Şiddetle etki­lenmektedir ama iç politikada insan haklarını esas alma, demokrasiyi esas alma, ulusal sorunu çözme gibi yaklaşımları, sahtekarca bir-iki sözü söylemekten öteye gitmemektedir, bu konularda sistemin özü gereği, yapısı gereği, bir türlü ilerleme sağlamadığını çok iyi biliyoruz. Nite­kim bu konuda en iddialı, sözüm ona liberal gibi gözüken ANAP-Özal'ın son Ekim seçimleriyle yıkılışı da bu­nun kanıtıdır. En iddialı ekipti, yeni ekipti, liberal ekipti, ama aşılmaktan kurtulamadı, her ne kadar yakında yine geliriz diyorlarsa da fazla gü­ven verici bir konumda olmadıkları açıktır. Ancak yeni bir askeri darbe ile bu düşünülebilir ki, o da bu koşullarda zordur veya mevcut or­du etkinliği nedeniyle gereksizdir. Ekim seçimlerinin ortaya çıkarttığı gerçek özünde nedir? Gerek ulu­sal, gerekse uluslararası alana yö­nelik, 12 Eylül rejiminin politikaları­nın bitmesidir. Fakat bir o denli yeni politikalara açılmama, tam bir eskiyi tekrarlama, yani halkı eskiden nasıl uyuşturmuşlarsa tekrar öyle eskiye dönme durumu söz konusudur. As­lında eski-yeni nedir sorusu da so­rulabilir. Yeni eskiyi aratır, eski yeniyi aratır gibi bir durumdur, yaşanan çözümsüzlüktür, daha da gelişen bir bunalım anlamına gelmektedir.

Demirel hükümetinin kuruluşun­dan bahsedilmektedir, büyük olası­lıkla böyle bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümetin karşı karşıya bulun­duğu vahim durum örtbas edilemez biçimde gözler önündedir ve biz­zat Demirel sözleriyle bunu açığa vurmaktadır: "Koşullar çok zor" diyor Demirel. "Eskiden yaşadığımız sorunlardan daha zor sorunlar karşımızdadır, herkesin çözüm için katkısına ihtiyaç vardır." Peki, ama herkesin katkısını neyle isteyecek? Çok dar bir tekelci kesim için toplumu soyup soğana çevirdiler. Emekçilerin, Kürt halkının iliklerini kuruttular, bunlardan daha fazla ne isteyebilirler? Uyguladıkları baskı ve zulümdü, katkı beklemeleri çok zor. 12 Eylül gelirken uluslararası alandan, NATO'dan yardım istiyor­du. Niçin? Komünizm tehlikesi var, devrim tehlikesi var, diye. Peki, şim­di hangi komünizm tehlikesinden bahsederek yardım alacaklar NATO'dan? NATO'nun en son yaptığı zirvesinde NATO'nun daha çok siyasi bir kurum haline gelmesi, siyasi görevlerinin ön plana çıkarıl­ması kararına varıldı. Bu Türkiye'nin aleyhine bir durumdur. NATO, yeni stratejisi gereği demokrasiyi, insan haklarını gözetmek durumunda ka­lacağından eski köhnemiş askeri yöntemler, askeri stratejik yak­laşımlar artık temel stratejisi olmak­tan çıkacaktır. Dolayısıyla NATO, bün­yesindeki durum değişikliği gereği Türkiye için fazla destek vaat etmiyor. Eskisi kadar NATO desteği, yar­dımı söz konusu olamaz. Buna or­tam elverişli değil. Tam tersine, Tür­kiye'den bir şeyler istenecek; "Siya­sal sistemini düzenle, demokrasiyi geliştir. İnsan haklarına bağlı ol, ulusal soruna belli oranda çözüm getir" denilecektir. Batı bu yönlü baskıları habire geliştirecektir. Do­layısıyla 12 Eylül'ün başında olduğu gibi yeni dönemin hükümet çalış­maları destek göremeyecektir. İç po­litikada yeni hükümet daha fazla bas­kıya yönelemez, çünkü baskı uygu­lanacağı kadar uygulandı. Yani ör­gütlerin tasfiye edilmesiyle, tutuk­lamalarla, işkenceyle alınacak so­nuçlar alınmıştır. Dolayısıyla yeni hü­kümetin içerde baskıyı geliştirerek kendisini güçlendirmesi düşünüle­mez. Hatta bu konuda tersini yap­mak zorundadır. İnsan haklarını, de­mokrasiyi belli ölçülerde geliştirirse belki yaşama şansına kavuşabilir. ANAP'ın yıkılmasının en önemli iç nedeni buydu. Dış nedeni de dedi­ğimiz gibidir, yani yeni düzenin artık ANAP türü, 12 Eylül türü bir rejime destek vermemesi rol oynamıştır.

Emekçilerin daha fazla sömürül­mesi de artık mümkün değildir. Gerçekten geçen on yıl içinde sö­mürü yöntemleri alabildiğine gelişti ve ancak bu kadar sömürüyle dış ticaretin geliştirilmesi, döviz girdi-çıktısı sorununun halledilmesi gibi sonuçlara ulaştılar. Bunu da daha fazla geliştirmeleri düşünülemez. Emeğe daha fazla pay düşecek bundan sonra. Yeni hükümet bu temelde emeğe daha fazla pay, halka daha fazla demokrasi tanıya­bilir mi? Yine içerde bu yönlü baskı­lara olumlu cevap verilebilir mi? Görünüşe bakılırsa mevcut koalis­yon hükümeti, Demirel'in önder­liğindeki koalisyon hükümeti bunla­ra öncelik vereceğini söylüyor. Ön­celikli sorun demokrasidir, emekçi­lerin konumlarına biraz daha dikkat etmedir; onları daha fazla sömürme değil. Geçmiş on yılda kaybettikleri­ni biraz kazandırmadır. Ama hangi kaynakla? İç ve dış kaynaklar artık elvermiyor. Sermayeye yönelmeleri gerekir, tekelciliğe yönelmeleri ge­rekir. Ama tekelciliğe ne kadar yö­nelebilirler? Sermayeye karşıt bir konuma yönelme güçleri olabilir mi? Bu çok zordur; dolayısıyla eko­nomik sorunların çözülmesi biraz zor. Biraz daha fazla demokrasi; burada daha fazla demokrasi bir defa halkın mücadelesini hızlandı­racaktır, daha fazla örgütlenme ve eylemliliğe yol açacaktır. Bu, kay­bettiklerini hem ekonomik hem si­yasi düzeyde kazanmak, yine sos­yal-kültürel tahribatları gidermek i-cin halkın çok yönlü bir ayağa kal­kışı gerçekleştirmesi ve bu yılların hesabını sorması anlamına gele­cektir.

O halde bu hükümet bir yandan sermayenin hem demokrasi hem de emekçilerin haklarını vermeme dayat­ması, ama diğer yandan da halkın daha fazla demokrasi ve emeğe kar­şılık istemesi gibi bir çifte baskı altında kalma ve böyle iki çelişkili güç arasında yol alma gibi bir geliş­me çizgisiyle kendisini karşı karşıya bulacaktır. Uluslararası alandan da artan bir biçimde, demokrasi ölçü­lerine uyması, eski şoven politika­lardan uzaklaşması için bir baskıyla karşı karşıya bulunacaktır. Bütün dün­yadan bu yönlü baskılar karşısına dikilecektir.

Böylesine güçlü bir baskı altında bu hükümet ne kadar yaşayabilir ve­ya bu baskılara bu hükümet ne ka­dar karşılık verebilir? Gerçekten dik­katle değerlendirilmesi gereken bir süreç olacağı daha şimdiden açık­tır. Dolayısıyla bu bir darboğazdır, artan bunalımdır; fakat halkın lehine, halk demokrasisinin lehine gelişme imkanlarının fazla olduğu, bunalımın halk lehine, emek lehine, ulusal kur­tuluş lehine çözüme zorlayacağı bir süreçtir de. Yani '80'lerin başındaki durumun tersine bir durum '90'lar-da yaşanıyor, daha da hızlı yaşa­nacaktır. Bir anlamda '80'lerin ba­şından itibaren geliştirilen dıştan des­tekli muazzam baskı ve sömürü, '90'ların başından itibaren yine dıştan bir destekle de demokrasinin, sömürüye karşıt olmanın hamlesine dönüşecektir. Demire! önderliğin­deki koalisyon, bunu fazla kavgaya dökmeden, iki tarafı da idare eden bir mantıkla frenlemek ve böylece ciddi bir devrim seçeneğinin gün­deme gelmemesi için tüm gücünü ortaya koymak isteyecektir.

Bu konuda sosyal demokratları da -ki, Türkiye'de anlamı içeriği ne­dir biliniyor- kullanarak gidişatı kur­tarmaya çalışacaktır. Gelişecek de­mokrasi, devrimci demokrasi ham­lesi altından, özellikle de baş sıra­daki ulusal kurtuluş hamlemizin etki­si altından TC'yi, onun yeni durumu­nu kurtarmaya çalışacaktır. Hükü­met bu nedenle tamı tamına olası bir devrimsel gelişmeye karşı düzeni sigortalama, hükümetidir. Egemen sınıflar koalisyonu içindeki durum gerçekten karmaşık; çok şeyin he­sabının sorulabileceği, buna karşı kendilerini ne kadar savunabilecek­leri, savunma için nelere başvura­bilecekleri gibi konularda tartışma­lar gelişmektedir.

Dikkat edilirse yeni partiler, yeni koalisyonlar, yeni seçimler çok kısa süreler içerisinde boy verebilir. Yine Anayasa değişiklikleri, parti seçim yasalarının değişikliği hukuki alan­da hızla gündeme gelebilir. Veya emeğin kendisini örgütlendirmesi hız kazanabilir. Burada asıl anlaşıl­ması gereken, egemen düzenin or­dusu ve sivilleriyle aslında ne 12 Mart'larda, ne 12 Eylül'lerde olduğu gibi bir müdahale gücünde olduğu; asker ve sivilin birbirlerini idare etmeleri döneminin de artık geçtiği, bunların kaynaştıkları, içice eridikle­ridir. Ne sivil kliğin ve ne de askeri kliğin artık durumu kurtarmasının, bir on yılı, bir beş yılı kazandırması­nın mümkün olmadığı bir durum ya­şanıyor. Daha fazla bütünleşecekler ama bu bunalımın daha da genel­leşmesi ve kliklerle de artık idare edilemeyeceğinin anlaşılması, bu an­lamda çözümsüzlüğün netleşmesi, ya tam tutarlı bir demokrasi ve bu anlamda yeni bir TC gerçekliği ve TC'nin bir halk demokrasisine dönüş­mesi gerçeği; demokratik bir cum­huriyete dönüşmesi gerçeği ya da bunalım içinde çökmesi anlamına gelir. Bu açıdan bir devrimci geliş­me ile mi dönem kapanır, yoksa bir reformlar paketiyle mi kapanır, şim­dilik kesin bir şey söylenemez.

Düzen kendini reformizme etmek istiyor; başarırsa cumhuriyeti re­formlarla biraz allayıp-pullayıp yeni­leyecek, başaramazsa devrim seçe­neği ağır basacaktır. Devrim seçe­neğinin ağır basması, özellikte her şeyden önce buna önderlik eden ve bu durumların ortaya çıkmasında baş rolü oynayan Kürdistan ulusal kurtu­luş mücadelesinin ve onun PKK ön­derliğinin kendini bu hükümet dö­neminde de güçlendirerek geliştirmesine bağlıdır. Özellikle de özel savaşın kendini daha da yetkinleştirerek sürdürmek iddiasında ol­duğunu iyi görmek gerekir. Olağan­üstü hal kalkar mı kalkmaz mı, bu hiç önemli değil. Sıkıyönetim mi gelir, o da önemli değil. Zaten Kürdistan'daki mevcut yönetim ta­mamen askeri-faşist sömürgeci ni­teliktedir. Bu her zaman için böyle­dir. Zaman zaman bazı Kürt işbir­likçilerine dayanması fazla bir şey değiştirmiyor. Bu tip işbirlikçiler za­ten aşıldı. Sivil maskeli idare edil­mesi askeri hakimiyeti fazla örtbas edemez bizde, dolayısıyla olağan­üstü hal olmuş, sıkıyönetim olmuş; bu ayrımları fazla ciddiye almak mümkün olmadığı gibi, olsa da ay­rıntıdır. Ordu ağırlığı, ordu denetimi -ki, günümüzde çok iyi tanıdığımız özel savaş, dikkatle değerlendirme­yi gerektirecek bir biçimde hüküm icra edecektir. Aslında hükümetin idaresinden ziyade, Kürdistan'da özel savaşın idaresi diyeceğiz. Hü­kümet yine onun ekonomik, siyasi, diplomatik ihtiyaçlarını gidermekle mükelleftir. Esas karar, esas uygula­ma özel savaş subaylarınca geliş­tirilecektir. Özel savaş aslında ba­şından beri uygulanıyor; önce gizli uygulanıyordu, şimdi açığa çıkıyor. Unutmayalım ki, gerçekten dikkatli bir göz, Türk basınını bile incelediğinde milimi milimine bize yönelik, Kürdistan'a yönelik bir özel savaşın uygulandığını görecektir. Camiler­deki hutbeyi okuyan resmi maaşlı müftüsünden tutalım hocasına, o-kuldaki öğretmenine kadar hepsi özel savaşın hizmetindedir. Belediyesidir, partileridir, hatta her türlü ekonomik, sosyal içerikli kuruluş­lardır; hepsine özel savaşın eleman­ları sızdırılmıştır. Onların direktifleri doğrultusunda çalıştırılmaktadırlar. Maddi-manevi bütün resmi-gayri res­mi düzeydeki kuruluşlar bunların kont­rolü altındadır. Biz biraz üzerine yü­rüdük gerilettik, bazılarını açığa çıkardık ve fakat tümünü açığa çıkar­mak, geriletmek, büyük savaşım is­ter. O halde özel savaşın karakterini, özelliklerini daha iyi görmek ge­rekir. Şimdiye kadarki kavrayışımı­zın sınırlı olduğu, ona karşı geliş­tirdiğimiz savaşın bu nedenle zayıf kaldığı göz önüne getirilerek, bu hükümetin de aslında özel savaşı kaldırması surda kalsın ona daha iyi hizmet etme gibi bir çaba içinde olacağını göz ardı etmeden ve fakat özel savaşın da hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar gerileme içine girdiğini, deşifre edildiğini, bir anlamda küçümsenmeyecek oran­da etkisizleştirildiğini iyi görerek ve nihai olarak özel savaşımın direkt ve dolaylı anlayış ve kurumlaşmalarını ve şiddete yönelik yanlarını dikkate alan kapsamlı bir devrimci savaş tak­tiğiyle karşılamayı bilmek gerekir.

Demek ki önümüzdeki dönemin devrimin lehine gelişmesi için her şeyden önce birincil planda ağırlıklı rol gerilla savaşında olmak üzere özel savaşın şiddete dayalı bütün uygulamalarını aynı şiddetle kar­şılamak, bunun için gerillayı derin­liğine ve genişliğine iyi oturtmak büyük önem taşıyor. Biz şimdiye kadar gerillanın çocukluk aşamasını yaşadık. Gerillanın toyluk, amatör­lük aşamasında kaldık. Olgun bir gerilladan bahsetmek zordur. Hatta ağırlıklı olarak silahlı propaganday­dı bizim yaptığımız. Gerillanın bazı temelleri atıldı şimdi, ama gerçek­ten bir gerillacılık yaptığımıza inanıp kendimizi kandırmamalıyız. Gerilla­nın alt yapısı biraz oluşturuldu ve gerillaya benzer bazı eylemler, ça­balar içine girildi ama çok yetersiz. Her kim ki, iyi gerillacılık yaptık, hem de nerdeyse en iyisini veya işte ancak bu kadar yapılabilir diyorsa, o kendini aldatıyor; o gerilladan, onun ordulaşma aşamasından bir şey an­lamamıştır. Biz çok iyi biliyoruz ki, bu konumda olan birçok öğe var. Bun­lar hiç şüphesiz önümüzdeki döne­min özel savaşına sağlam bir karşı­lık veremezler. Zaten dikkat edilirse şu anda en çok üzerinde durduğu­muz da gerilla çalışmalarını engel­leyen böylesi çabaların önünde dur­maktır. Bir türlü gerillayı geliştirme­me, gerillaya rolünü oynatmama, gerillanın emrettiği eğitim, örgütle­me, lojistik, üslenme ve hareket tarzını geliştirmeme, bunları bir türlü ordu esaslarına, onun yönetmeliğine bağlayamama ve bu konuda objektif olarak gerçekten bir tas­fiyeci rol içinde bulunma durumu eğer asılmazsa gerillanın yozlaşma­sı ve kendi kendini tasfiye etmesi göz ardı edilemez. Gerçek bir tehli­kedir bu. Çoğunun iyi niyetli olması, köylü usulü savaşması bu durumu daha da tehlikeli hale getiriyor. Bu­rada şunu çok iyi bilmek gerekiyor ve özellikle sizlerin çok iyi bilmesi gerekiyor, halihazırda savaşa varım diyenlerin müthiş anlaması gere­kiyor: Mevcut düzeyin her ne ka­dar bir gelişme düzeyi olarak alsak da son derece zor bela ayakta tutulan bir düzey olduğunu, bizim, özellikle önderliğin çabalarının ardı arkası gelmez katkılarıyla ayakta tutulduğunu göz ardı edemezsiniz. Birlik savaşçılarının, komutanlarının konumu eğer her gün ihtimamla, sağdan-soldan destekle yönlendirilmezse düşmeleri kaçınılmazdır, diyoruz. Yani savaşçı ve komutan rolünü oynamaktan uzaktır.

Bu anlamda bu devrenin veya bu devrenin şahsında bütün partinin gerilla savaşı içine giren savaşçı ve kadrosunun üzerinde durulmasının en temel nedeni de bu durumu aştırmak, salt önderlik çabalarıyla veya alışılmış silahlı mücadele biçimleriyle bizim bu durumu artık daha fazla ilerletemeyeceğimizi, kurtaramayacağımızı iyi bildirmektir. Ve eğer gerekenler yapılmazsa, özellikle bizim çabalarımızın şu veya bu nedenle arkası kesilirse, değil gelişme, tasfiyenin kaçınılmaz oldu­ğunu size göstermek içindir. Bura­da özel savaşı karşılayacak, ona göre gerillayı geliştirecek pozisyo­nu, gerilla savaşçılığını, gerilla ör­gütlendirmesini, ordulaşmasını sağ­lamak gibi ertelenemez, üzerinden, altından, sağından, solundan geçi­lemez, mutlaka gereği yapılması ge­reken emredici bir görevle karşı karşıyayız. Önümüzdeki dönemde özel savaş eğer iyi bir gerillayla karşılık bulmazsa, başarı kaydeder. Mevcut gelişmelere, bizim çabaları­mıza, partinin dışta-içte yürüttüğü siyasal çabalarına güvenerek sahte bir gerilla yaşamına kimse kendini kaptırmasın. İçinizde özellikle bu yön­lü tehlikeli eğilimler, yaklaşımlar var. Partinin büyük tecrübesine dayanan gelişmenin üzerinde ucuz yaşanmak isteniyor. Gelen bütün raporlar, hiç çaba harcamadan, ucuz komutanlık talepleriyle dolu. Bir Türk teğmeni dört yıl genelkurmaylık okur, staj dönemi vardır, askeri liseden geçer, daha öncesinde ilkokulu, ortaokulu okur. Bu kadar kapsamlı bir eğitim­den geçen kişi teğmen, yani bir ta­kımın komutanı olur. Bizimki ise da­ha doğru dürüst iki kelime konuşa­mıyor ama bir günde bir takım da değil, bölük komutanlığını istiyor, biz­den. Artık bu gaflete bir son verme­liyiz. Böyle ucuz komutanlık olmaz! Böyle komutanlık anlayışını yerle bir edeceğiz. İki keçi gütmesini bilme­yen, ben komutanlık istiyorum diye kendisini hangi cesaretle dayatabi­lir? Bizim bir ordulaşma imkanı yarattığımız doğrudur. Savaşçı der­lediğimiz doğrudur. Fakat bunlar­dan komuta teşkil etmek, takım ko­mutanlığı teşkil etmek, doğru dürüst bir-iki kelimeyi konuşamayan, doğru dürüst bir nizamı bile kendine yedirmeyen adamın tasarrufuna bunları bırakmak kendimize yapılabilecek en büyük kötülüktür. Biz kendimize bu kötülüğü yapıyoruz şimdi. Yapmaya­lım; edebinizi bulacaksınız, terbiye­nizi, nizamınızı bulacaksınız. Bu işe gönüllü geliyorsunuz, 'Varım" diyor­sunuz, talep üstüne talepte bulu­nuyorsunuz ve fakat özüne, nizamı­na gelmezseniz sizden daha alçağı yoktur. Ordulaşma en oynanmaya­cak savaş biçimidir, örgüt biçimidir. Ülkedeki birimlerin durumuna bakı­yoruz; gerçekten, eğer birlik komu­tanı olursam yaşadım, diye düşünü­lüyor. Biz bu partiyi bu aşamaya ge­tirmek için kendimizi lime lime eder­ken yaşama diye bir şey aklımıza gel­di mi? Bir takım insanı yiyeceğin­den giyeceğine, ruhuna kadar biz donatacağız. O adam da gidecek üzerine oturacak! Böyle gözü kara adamlar şimdi peydan olmuş. Bir defa tepeden tırnağa kadar disiplin kesilmezsen, muazzam bir çalışma gücüne ulaşmazsan, teori kadar işin pratiğini bilmezsen bunun cesaret ve fedakârlığı sende olmazsa, nasıl komutan olmak istiyorsun! Ama ne yazık ki, parti adına önderlik eden, parti adına bu çalışmaları gözet­mekten sorumlu olanlar da bir o denli sorumsuz. Ve hiç de ölçülere uygun olmadığını bildikleri halde, bu iş böyle yürümez, böyle komutan olunmaz, böyle savaşçı bile olun­maz diyemiyorlar. Bu konuda görev­lerini maalesef yerine getiremiyor­lar. Gerillayı geliştirmek, sorunları böyle kavramak ve çözüm gücü ol­makla mümkündür. Son yıllarımızı ve bu son devremizi çok büyük bir ça­bayla biz bu sorunların çözümüne boşuna hasretmedik. Şimdi tekrar söylüyorum: Gönüllü geliyorsunuz, an­lam ifade etmesi için çelikten bir disiplini, ordu çalışmasına dayatma­lıyız. Bir komutan kimdir, bir savaşçı kimdir, görevi nedir? Bu sorulara cevap vermeden yaklaşmayın diyo­rum size. Söz veriyorsunuz, hiç ol­mazsa biraz namuslu bir biçimde bu sözün adamı olun, ama bu da bu yönlü görevlerin başarılmasına bağ­lı. Bu gücü kendinizde oluşturun. Hiç şüphesiz biz burjuva okulların­da olduğu gibi, harp okullarında ol­duğu gibi uzun süreli bir eğitim gör­meyeceğiz. Halkın okulları bunlar­dır. Halkın askeri okulları bunlardır. Halkın evlatları bu okullarda gerilla için, kadro ordulaşmaları için gere­keni alırlar ve biz de gerekeni veri­yoruz. Fazlası var, eksiği yok aslın­da. O zaman layık olalım. Verileni alalım. Halk savaşçılarına, halk ordulaşmasına ne lazımsa onu kendi­mizde üretelim. İmkansız değil bu, koşullar çok olgun hale gelmiştir.

Reber APO

1991 Aralık Çözümlemelerinden Derlenmiştir