Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 - 10 Şubat günleri saat 00:00 - 05:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Haftanin bölgesi sınır hattı üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şengal de direniş güçlerimizce süren özgürleştirme hamlesi çerçevesinde 8 Şubat günü akşam saat 21.45'te Gerillalarımız tarafından bir suikast eylemi yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk ordusunun askeri hareketlilikleri ve özellikle sınır bölgeleri üzerinde artan bombardımanları yoğunlaşarak devam etmektedir. Bu bağlamda;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Şubat günü saat 18:00 – 20:00 arasında Şengal merkeze bağlı Nasr mahallesinde gerilla güçlerimiz tarafından suikast eylemleri yapılmış bu eylemler sonucunda 1 çete öldürülürken 1 çete de yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
5 Şubat günü saat 18:00 - 18:30 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke alanı üzerinde işgalci TC ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği gözlemlenmiştir.
- Ayrıntılar
Demokratik kültür ve siyaset yollarının açılması sadece bir çözüm seçeneği değil, Önderliğimizin temel ve stratejik bir yaklaşımını içermektedir. Kültürel soykırım faaliyetlerine son verilmesi, asimilasyon politikalarından vazgeçilmesi kadar koruculuğun kaldırılması, karakol inşaatlarının ve baraj yapımlarının durdurulması da serhildan düzeyinde bir katılımı gerektirmektedir. Siyasi, kültürel, diplomatik tüm saldırılara cevap olmak ancak serhildan tarzında bir mücadele ile mümkündür. Bu mücadele aynı zamanda devletçi sistem içi Kürt’le, özgür Kürt’ün aynı potada eritilmek istenmesine karşı da derinlikli bir ideolojik mücadele zeminidir. Kaba inkârın yerini alan yeni bir inkarcılık tarzı olarak eritme, entegre etme ve başkalaştırma politikalarına karşı bu dönemde toplumsal inşayı yükseltmek, bunun kurumsallaşmasını sağlamak can alıcı önemli bir konu olacaktır. Yeni dönemde hem Kürdistan'ın her parçasında hem de tüm toplumsal mücadele alanlarında, demokratik ulus esasına dayalı olarak demokratik kültür ve siyaset anlayışını geliştirerek, güçlü bir çıkışın toplumun içinden yaratılma ihtiyacı kendini dayatırken, Ortadoğu'da ki güncel gelişmeleri de yakından takip ederek, hassas ve dikkatli bir şekilde sürece yüklenmek gerektiği ortadadır.
Önderliğimizin başlattığı yeni sürecin, kırk yılık mücadelemizin sonucunda ortaya çıkan tüm kazanımlar üzerinden oluştuğu bilinci ile hamleye doğru bir katılım, doğru bir çalışma tarzı ile toplumsal, siyasi ve özelikle de ideolojik alan çalışmalarında önemli gelişmeler yaratacaktır. Demokratik kültürel mücadelenin zemininin daha da gelişeceği bu dönemde, geçmiş dönemde yürütülen soykırımın, asimilasyonun, katliamların, faili meçhullerin bir bütün özel ve kirli savaşın maskesi düşürülmeden demokratikleşmenin sağlanamayacağı ortadadır. Bu konularda herkes üzerine düşen tüm görevleri hakkıyla yerine getirerek, devletin yaklaşımları iyi gözlemlenmeli, her yanlış teşhir edilebilmelidir.
Hareketimizi etkisizleştirme üzerine kendi siyasetini kuran Türkiye, artık tam anlamıyla bir çıkmazdadır. Bu çıkmaz sadece AKP hükümetinin çıkmazı değil, bir bütün Cumhuriyetin çıkmazı olmuştur. Kürt sorununun çözümüne yanaşmadığı için Ortadoğu'da adım atamaz hale gelmiştir. Önderliğimiz bu durumu değerlendirmiş ve sürece müdahale ederek Türk devletini demokratik çözüm temelli adım atmaya zorlamıştır. Önderliğimiz bununla aynı zamanda ‘yurtseverlik savaşı, siyasi savaş, toprağa ve tarihe sahip çıkma savaşı’ şiarı ile mücadelemizi tamamen toplumsallaştırarak ideolojik ve kültürel olarak tam bir kalıcılık yaratmak istemektedir. Başlatılan hamle bu anlamda toplumsal bir hamledir. Ancak toplumsal alanlarda ciddi bir inşa ile başarıya ulaşabilir.
Son Kongra Gel genel kurulu bu toplumsal inşanın önündeki engelleri tek tek tartışmış, politik ve örgütsel olarak yeni döneme kendini hazırlamıştır. Hem süreci tartışmış, hem de sürecin sorunlarını masaya yatırmıştır. Sürecin nasıl ilerleyeceğini değerlendirmiştir. Bu temelde sistemsel değişikliklerini de yapan Kongre her alandaki siyasal gelişmeleri ele almış ve bu temelde yeni döneme daha güçlü katılım kararını pekiştirmiştir.
Kültürel Hamle
Toplumsal mücadele alanları içerisinde öncelikle ideolojik alan çalışmaları olmak üzere, Tev-Çand çalışmaları da sürecin inşasında önemli bir rolün sahibi olacaktır. Kültür ve sanat alanında sürece güçlü katılmanın örgütsel hazırlığı da geliştirilmiştir. İyi bir yoğunlaşma ve planlama ile sürece önemli bir katkı yapılacağı inancındayız.
Bu dönem herkes kadar biz demokratik kültür inşacıları için de hayati bir dönemdir, sürece katılımda beklentili bir ruh içinde olmak sadece kendi demokratik yaşam inşamızın durdurulması anlamına gelmez, aynı zamanda ideolojik ve politik boşluk yaratmak demek olur. Bu ideolojik ve politik boşluklar egemenlerin kurnazlıkları ile dolar. Böylelikle oluşan her gecikme mücadele içerisindeki başarımızı daha geciktirir ve zorlaştırır. 7o'ler devrimciliğinin bir sloganı vardı HEMEN ŞİMDİ, hemen şimdi yapmak-hemen şimdi inşa etmektir. Bizim için bunun dışındaki tüm yaklaşımlar süreci boşa çıkarma yaklaşımları olur. Kültür ve sanat alanı içinse kültürel bir hamle içerisine giriş ancak süreci doğru anlamakla olanaklı olur. Bilmeliyiz ki sürece doğru temelde katılım gösteremeyenler süreci anlamayanlar olacaktır. Biz bir politika belirliyoruz. Bu politikamızın başarılı olması için harekete geçiyoruz. Politikaya girmekten, süreci kurmaktan bahsediyoruz. Sürece katılmak süreci kurmak oluyor bu anlamıyla, süreci kurma işini biz mi yapıyoruz, yoksa var olanı mı izliyoruz? Belki de kültür ve sanat alanında çalışma yürütenlerin en temel sorunlarından biri budur. Sürüklenen pozisyonda bulunmak akışa yön verememek, bu konu üzerine gerçekten düşünmeli, kafa yormalıyız.
Kültür Politikasına Girmek
Önderlik, son görüşmesinde kültür siyasettir dedi. Siyaseti geri plana bırakıp kültür-sanatla ilgileneceğim diyenlere, kültürle siyasetin bağını doğru temelde ortaya koyarak yanıt oldu. Demokratik siyaset bir bakıma kültürü kalıcı kılma alanıdır. Biz toplumun işlerini yaparken, aynı zamanda bir örgütlülük içinde yaparız. Örgütlülük tarzdır. Tarz yaşam tarzıdır. Yaşamı inşa etmek demek, toplumun işlerine yani politika girmek demektir. Demokratik siyaset, barajlar sorunu, ekonomik sorunlar, kadın özgürlüğü ve erkeğin dönüşümü, ekoloji ve güvenlik sorunlarının hepsi kültür sorunudur. Kürt sorunu da özünde bir kültür sorunudur. Kültür, toplumsal doğanın kendisi olduğu için bugün Kürt halkını kendi toplumsallığından çıkarmak istemek bir sorun olmaktadır. Kültürel soykırım ve asimilasyon politikalarıyla bir toplumsal zihniyeti yıkma telaşına düşmek, herkesi birbirine benzetmek toplumsal doğanın, kültürel kimliğin varlığına bir saldırı anlamına gelmektedir. İnsan için fark, oldukça doğal bir durumdur. İnsan kültür ve toplumsallığı ile diğer canlı türlerinden bir farklılık yaratır. İnsan olur. İnsanın kültür oluşturma ihtiyacı vardır. Yaşamın hakikati bunu gerektirir. Kültür yaratamayanlar insan olamaz. Her toplum kendine özgü bir kültür yaratır. Coğrafya bu konuda oldukça etkili bir belirleyicidir. Tüm halklar için bu böyledir. Mesela Akdeniz insanı derler, denizin ve denizciliğin getirdiği bir kültür vardır. Ermeniler genellikle zanaatkârdır, şehir kültürü vardır. Kürt halkı dağlıdır, köylüdür. Halklar arasında farklılıklar doğaldır. Hem tüm canlılarla insan arasında hem de toplumsallıkların oluştuğu coğrafya göre insanların kendi arasında fark vardır. Farkları ortadan kaldırmak için çaba içerisinde olmak, Kürt sorununda olduğu gibi toplumsallık kültürüne terstir. Türkiye'de birçok kesim asimile olmuş, egemen politikalarına yatmıştır. Balkanlılar, Kafkasyalılar, Lazlar, hatta Türkmenler dahil bir çok kesim ulus-devlet anlayışı çerçevesinde farksız kılınmıştır. Ama Kürtler sorun olmuştur. Kürt sorunu kültürel sorunu kabul etmeyerek direnmeleridir. Toplumsal doğaya ters düşmek istememeleri ve buna karşı gösterdikleri dirençtir. Kürtler kültürünü, yani toplumsal doğalarını terk etmek istemiyor. Farklılığımızı koruyarak, özgünlüğümüzü kaybetmemiz egemenleri çılgına çevirmektedir. Herkes asimile oldu, bu Kürtler nerden çıktı deniyor, Kürtlere haklarını verirsek herkes hakkını ister deniyor. Biz Kürt halkı olarak üzerimizdeki kültürel asimilasyonu yıktıkça diğer topluluklar üzerindeki yıkımı da deşifre etmekteyiz. Kürt kültürünün evrenselliği doğuşunda olduğu gibi dirilişinde de tüm halklara örnek oluyor. İlk başta toplumsallığın oluşumunda Kürdistan halkına düşen rol, bu sefer yıkımla karşı karşıya kalan toplumsallığın yeniden inşasında oynanıyor.
Sanatın Marifeti ve Hakikati
Kültür ve sanat çalışmalarımız daha anlamlı olmalıdır. Kültürel çürümeye karşı kimlikli olmak ve kültür ülkesinde kültürlü olmak zorundadır. Kürdistan suya hasret çorak topraklar gibi kültür ve sanatta bu hakikate hasrettir. Bu hasreti nasıl gidereceğiz. Nasıl bir yoğunlaşma düzeyi bu hasreti giderebilir. Kültürün endüstrileşmesine, sanatın bu hakikatten kopuk yaşamasını kesinlikle yüreğimiz kabul etmemelidir. Günlük kültür ve sanat etkinliklerini izlediğimizde halk kültürümüzün nasıl egemenlerce pop-üleştirildiğini görebiliriz. Kültür ve sanatı basit bir eğlencelik olarak ele alanlar, yoz ilişkilerin merkezi olurlar. Ama sanatı ölçülü ve ilkeli ilişkilerin merkezinde olanlar ise kültür ve sanatı devrimci ve özgür yaşamın bir değeri olarak görür. Alevilikte 'hakikat hırkasını giymek' deyimi vardır, sanatı hakikatiyle ele almak, ona hakikatiyle yaklaşmak, sanat ve toplum hırsızı olmamak gerçek sanat emekçisi olmaktır. Sanata kutsallık kazandırmaktır. Marifet kapısından geçmeden hakikat kapısına ulaşılmaz. Gönül işçisi olmadan, sırra ermeden, bir Arif olarak onun edebini taşımadan, bencillikten vazgeçmeden, topluma karşı yüksek bir duyarlılıkla yaklaşıp toplumu vicdanı olmadan bu kutsallığın hakikatine eremeyiz. İnsan yanakları kızaran bir varlıktır, denir. Yanakları kızarmak utanmayı konuşmadan dile getirir, sanatçı toplum karşında bir yanlışa düştüğünde yanakları kızarır. Ama iyi gözlemleyelim egemenlerin kültür ve sanat alanlarında çalışanlarda büyük bir utanmazlık hâkimdir. Yanaklar kösele gibi olmuş, varlıkları topluma eziyet halini almıştır. Toplumun ayıp ettiği tüm davranışlar ve uygunsuz işlerden bu tipler hiç sıkılmaz. Çünkü sıkılma ve utanma toplumlu insanda olur. Toplumsuzluk işte bu zatları böyle insanlıktan düşürüyor. Gerçek halk sanatçıları ise; cömert ve paylaşımcıdır. Mülksüzdürler, varlığa da sevinmezler yokluğa da yerinmezler. Halk Ozanı Perişan Ali'nin 'hırsız neyimi çalacak' dediği gibi gerçek halk sanatçılarının çalınacak hiçbir şeyleri yoktur.
İnsan hakta, hak insanda
Çok marifet var insanda
Ne ararsan var insanda
Mademki ben bir insanım; diyerek küçük evrenden, büyük evreni anlamak sanatçının hakikate ermesinde son marifeti olmaktadır.
Kamil Sanat
Kültür ve sanatın dar bir faaliyet olarak ele alınışı, şahsi bir iş olarak görülmesi kültür ve sanat hareketimizin temel bir sorunu olmaktadır. Bağlama, def çalmakta kültür-sanatın bir parçası, küçümsenemez fakat sadece bir parçası olması gerçeğin tamamını ifade etmeye yetmez. Kültür çalışanları olarak; kültür ülkesinde kültürsüz bırakılmışız, anadilimizden yoksunuz, halklar arasındaki ilişki dahi alt-üst bir toplumsallığa bağlanmış, halk olarak geri bile sayılmıyoruz, yok sayılıyoruz. Ülkenin dört bir yanında karakol inşaatları son sürat devam ediyor, bazı zindanların MÜZE olarak tabelası hazırlanırken diğer yandan tipsiz F'lere yenileri ekleniyor. Çocuk zindanlarının sayısının artırılması hedefleniyor. Koruculuk azaltılıp ortadan kaldırılacağını, yerden biten otlar misali çoğalıyor.
Biz kültür sanat emekçisiyiz? Hangi hakikatin hırkası sırtımızdadır, bunu kendimize sormadan hangi yola çıkacağız? Tam sanatçı olmak, kültür ve sanatı dar bir faaliyet olarak ele almamak, insan-ı kâmil olmaktan geçiyor. Anlayarak Kemal'e erendir kültürlü sanatçı. Sonrası burjuva sanata öykünmeden, o sanatçılığa iltifat etmeden inançlı bir bilge olarak yaşamaktır. Biz sahneye esir, albüm peşinde sanal bir dünyaya hapis olmaktansa, toplumla özgürlük için (de) yaşayan, hakikatli bir dünyayı inşa etmek isteyen sanatçılar olmalıyız. Sanatçıların 'beka-laşması' böyle gerçekleşir. Bu olmazsa 'beko-laşmak' kaçınılmaz olur. Hakikat ilhamını içmeyenler, onunla gönlünü ferahlatmayanlar hep yanılırlar. Bu ilhamdan nasibini alanlar ise, tüm kültürel soykırım, baskı ve asimilasyona karşı tutum sahibi olma gücünü bulurlar. Cesur ve açık sözlülükleriyle kurulu bozuk düzenin çarklarını kıran, özgür bir yaşamı kuran ve kurtaran olurlar. 'Ayaklara turab benim' demeli sanatçı, halkın toprağı olmalı, yurtseverlik kokmalıdır. Ayaklara toprak olmak, kâinatın aynası olmaktır aynı zamanda, mütevaziliğin nişanesidir. Hz. İsa'nın mütevazılığı gibi, en yoksulun ayaklarını yıkamanın alçak gönüllülüğüne sahip olmaktır. Bir peygamber bir yoksulun ayağını yıkıyor. Gerçek sanatçı bir peygamber gibi tüm insanlığı, toplumu sınıfsız ve bir gören, toplumun kültürel farklılığını esas alan bir eşitlik ferasetini taşımalıdır. Yararlı, üretici olduğu kadar verme yanlısı olan insanlara sanatçı diyebiliriz. Bugün işler biraz tersine dönmüş Newroz'lara dahi almak için gidiliyor. Sahne alıyor, para alıyor, her şeyi almak istiyor. Vermek bir gün aklına gelmiyor. Bu sahte sanatçılara karşı duyarlı olmak boynumuzun borcudur gerçekten.
Kültür ve sanat hareketi olarak ciddi sorunlar önümüzde ve çözülmeyi bekliyor. Kültürü, anlamı içeriği bilme, kültür ve sanatın, sözün sırrını öğrenme çalışmaları önümüzde duruyor. Halk bizde hakikati arıyor. Halk gerçeğiyle gerçek olmak bir ödev olarak sanat camiamızın önündedir. Kamil insandan, kâmil bir topluma yolculuk zamanıdır artık, kendimizi görmek, toplumsal kimliğin öncüsü olarak demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşayı büyütmek durumundayız.
Ekin Roni
- Ayrıntılar
Mecazi anlamda Pişkinlik sözcüğünü sözlükler: “Saygısızca davranarak işini yürüten” kişi için kullanıyor. Biz kendi yerel dilimizle buna çoğu zaman lümpenizm diyoruz. Lümpenliği ise bir arkadaşımız:
“Lümpenliği nasıl tarif etmek gerekiyor. Örneğin Karl Marx “lümpen proleter” kavramını, sarf ettiği emeğinin değerini bilmeyen kişilere kesimlere ki bunlara “lump” diyor, kullanıyor. “Lump” sözcüğü muhtemelen Türkçe dilimizden buradan geçerek lümpen olmuştur.
Lump yani lümpen emeğinin değerini bilmeyen, emek karşısında saygısı olmayan, har vurup harman savurmak gibi, haydan gelir huya gider misali insana ve onun emeğine saygısı az, bu bağlamda kendisine saygısı az olan kişi mi diyelim?
Lümpenliği bir yere kadar böyle tanımlamak belki yanlış olmaz. Ancak yetersiz kalacağı muhakkaktır. Toplumumuzda lümpen derken ilk akla gelen ahlaki manada toplumun değer yargılarını tanımayan, bu değer yargılarını çiğneyen, alay eden, ciddiye almayan, hatta kollarına alarak gırgırını ve şamatasını geçene de deniliyor.
Başka bir manası ise toplumun örf adetlerini, örf adabını takmayan, kendi şişirilmiş egosuyla toplumun bu değerlerine tepeden bakan, dediğimiz gibi alay eden kişi içinde kullanılıyor.
Ve birde toplumumuz lümpen derken herhalde en çokta sokak kültürünü yaşayan tipler için kullanıyor lümpenliği ya da lümpenizmi. Sokak kültürüne amiyane tabirle kabadayılık diyoruz. Nedir bu kabadayılık dedikleri kültür? Hödleyen, naralar atarak karşısındakilerini ürküten, kestiği kestik olan, herkese posta atan, hani var ya dediğim dedik, çaldığım düdük misali. Sokak kabadayısı ismi üzerinde kaba olan, toplumun nezaket kurallarında ya da toplumsallığında bir şey almayan, tam tersine toplumsallığı çiğneyen kişilik oluyor.
Elbette bununla sınırlı değildir lümpenlik. Birde toplumumuz elin namusuna göz diken, el atan tiplerine de lümpen diyor. İşi gücü kız ya da erkek peşinde olan, bu bağlamda toplumda alışılmış, kabul görmüş makul ilişkiler dışında adeta toplumu dinamitleyecek ilişki biçimine de dediğimiz gibi lümpenlikle değerlendiriyor.
Şimdi yukarıda farklı farklı tanımlamalarla lümpenliği ya da lümpen kişiliği açmaya çalıştık. Toplumumuzda adeta değer tanımayan, başkalarının değerlerine saldıran, küçümseyen, horlayan, hödleyen, dediğim dedik ve kestiğim kestik diyen, sokak kabadayısı gibi herkese saldıran, toplumun nezdinde insanların haysiyetiyle alay eden, onurlarını rencide eden, bir soytarı gibi el alemin taklidini yaparak küçük düşüren, bunu yaparken adeta etrafında onu dinleyen tüm insanları bu yozlaşmaya ortak eden, alaycı, tepeden inmeci, başkalarının dini inançlarına karşı saygısızca konuşan… İnsanlığın en güzel meziyeti olan hoşgörü kültüründe nasibini almamış, pespaye, kibar olmayan, banal, bayağı olan böylesi bir tipe herhalde lümpen demek yanlış olmaz.”
Lümpenlik herhalde yukarıda tanımlandığı gibidir. Bu tanım zaten bir bireyin yeterince saygısızlığı da içeriyor. Buna birde daha pervasız yani pişkin halini eklersek orada özü itibariyle belki de tüm insani özelliklerinden kopmuş bir tiplemenin ortaya çıkacağı açıktır.
26 Ocak günü Kürtler Kobanê’de Ortadoğu’da halkların başına musallat olmuş özelde de Kürtlerin başına bela haline gelmiş olan faşizan çete yapılarını attılar. Sadece Kobanê’de tam 134 gündün yüzlerce Kürt’ün ve dostunun ölümüne yol açan, yüzlerce köyü yakıp yıkan, bir kenti yaşanmaz haline getirmiş olan böyle bir yapının sökülüp atılmasını-hem de birçok devlet bu faşist yapının önünde çaresizlikleri gözler önündeyken-Kürtlerin ve dostlarının bir bayram havasıyla karşılamalarından daha doğal ne olabilir ki?
Ama dikkat edersek kardeşlik edebiyatı yapanların sözde kendilerine kardeş gördükleri insanların bu bayram havası ve coşkusuna, “çifte telli oynuyorlar, peki ya bu yıkılmış olan bu kenti nasıl yeninden kuracaksınız” manasında sözler sarf eden bir TC cumhurbaşkanına ne demeliyiz? Hangi adı takmalıyız? Ya da bu sözleri kullanan bir kişiye en yakışacak tanım ne olabilir?
Pişkin diyeceğiz ama yetmiyor. Lümpen diyeceğiz ama bu da yetmiyor. Pervasızlıkta sınır tanımayan böylesine bir kişiyi halkımızın ve halklarımızın vicdanına havale ederek, en iyi tanımı onların yapacağına olan inancımızla…
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 4 Şubat günü saat 05:00 - 06:00 arasında Hakkari'nin Şemdinli ilçesine bağlı ve TC ordusu denetiminde olan Mamreş tepesinden Şehit Ronahi tepesi'ne yönelik Tanklarla bir bombardıman gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 3 Şubat günü saat 11:00 - 11:30 arasında Zap Bölgesi sınır hattında bulunan ve işgalci TC ordusu denetiminde olan Bilican karakolu çevresindeki alanları obüs ve havanlarla rastgele bombalamıştır.
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da üçüncü destansı çalışmam, kadın özgürlüğüne ilişkin olanıdır. Bana göre anayurtların ve emeğin kurtuluş çalışmalarından daha öncelikli olması gereken bu çalışma en zor alanıydı. Kadın, gericiliğin ve köleciliğin ilk ve köklü ezilen sınıfı, ulusu ve cinsiydi. Görünüştü cins farklılığı, eşitsizlik ve baskı için gerekçe yapılır. Tarih derinliğine araştırıldığında anlaşılacaktır ki, kadınlar tamamen sosyal ve siyasal egemenliğin ilk kurbanlarıdır. İnsanlığa dayatılan her tür eşitsizliğin ve köleleştirmenin ilk sınıfıdır. Kadın köleleştirildikten, evin uysal ve evcil bir nesnesi (özne değil) haline getirildikten sonra, sıra sınıflı toplumu ve devleti yaratmaya gelmiştir. Zalim ve yalancı erkek kadını düşürdükten sonra, bundan aldığı cesaretle diğer insanları ve kendi cinsini de ezmeye ve tutsak kılmaya yeltenmiş; en büyük yalancı düşünce sistemleri olan mitolojileri ve dinleri yaratmıştır. Tabii halklar için doğruya yaklaştıran mitoloji ve dinler de vardır. Biz egemenler ve sömürücülerin yalancılık ve zorbalık üreten din ve mitolojilerinden bahsediyoruz. Bu din ve mitolojilere bakıldığında, kadın bin bir hile ve zorbalıkla görkemli tanrıça tahtından adım adım düşürülmekte, önemsiz kılınmakta ve en son yok edilmektedir. Özgürlük savaşçısı olup da bunu görmemem mümkün olamazdı. Ana tanrıça dinini yaratmış ve ilk aşk tanrıçalarına mekan olmuş bu toprakların özgürlük çocuğu olarak, ilk büyüklerimizi ve tutku kaynaklarımızı anlamaya çalışacak, araştıracak ve varlık gerekçelerini bulacaktım. Kadın sorununa yüklenmem bir kişisel onur sorunu olmanın ötesindedir. Basit cinsellik ihtiyaçlarının ise tam karşısındadır. Cinslerin buluşmasını mutlaka hayvani cinsel güdünün üstüne, büyük dostluğun ve yoldaşlığın seviyesine çıkarmak, bana gerçek bir yiğitlik gibi geldi ve kadına uzanmaktan çekinmenin korkaklık olduğunu fark ettim. Korkuyu egemen erkek yaratmıştı. Namus adı altında bu oyunu oynuyordu. ‘Seviyorum’ derken bile, ikinci seferinde bıçaklıyordu. Haksızlığı dehşet vericiydi. Cins olarak kadını hırpalamış, fiziğini, zekasını ve duygularını mahvetmişti. Kadını inanılmaz derinliklere düşürmüştü. En benim diyen sosyalist erkek ve hatta kadın bile bu oyunun basit figüranları olmaktan kendilerini kurtaramıyorlardı. Özgürlüğe büyük susamışlığın verdiği güçle soruna yüklendim. Çok sayıda çözümlemeler, diyaloglar, derinlikli konuşmalar yaptım. Bir sahipleri olarak değil de, bir sanatkar olarak, güzel bir fiziki duruştan zeka kıvılcımı olmalarına ve dillerinin sesiyle hiçbir maddenin veremeyeceği tadı verebilecek düzeye ulaşmalarına kadar her şeylerine müdahale ettim. Yetiştiler, büyük yetiştiler, ama toydular. Lanetli yaşam ve erkek efendileri yanı başlarındaydılar. Onlara karşı ve onlarla birlikte büyük öz cins savaşımını verecek tecrübe ve ustalıktan yoksundular. Bu acıyla kendilerini uçurumlardan attılar. Ateşlerde yaktılar, bombalarla parçaladılar. Onlar kahramanlık adına her şeyi yaptılar. Ama yalnızdılar. Karşılarındaki erkeklik, kaba yaklaşımından başka tür bir yaklaşımı, eşitlerin büyük dostluğunu ve yoldaşlığını aklına getirmek istemiyordu. Çiçekler gibi solup gidiyorlardı. Tanrıça kültüne içten inanacak kadar saygı ve sevgi gücüne ulaştım. Büyük kadın savaşımımı ne kadar gözden düşürmeye çalışsalar da hakkını verdim. Hem bir kadın için en kutsal görevlere ihanet edeceksin ve protestocu yaşayacaksın, hem de soylu kadın yoldaşlığı için üzerine düşeni yapmayacaksın! Başta PKK olmak üzere, tüm ilgili çevrelere kadın savaşımının basite alınacak bir yönü olmadığını göstermeye çalıştım. En az zorba ve yalancı erkek tanrıları kadar, doğrunun ve aşkın gücü olan tanrıça dünyasının da tanınmasını, gerekli saygı ve sevginin içten gösterilmesini ilkelice ve ciddiyetle sonuna kadar göstermeye ve dayatmaya çalıştım.
Hainleri ve işbirlikçileri çıksa da, bu çabalara candan katılanlarını unutmak asla mümkün değildir. Hele şehitleri, bu toprakların halklarımızın en kutsal azizeleri olarak her zaman anılacaklardır. Onlar gerçek birer yiğit tanrıça durumundadırlar. Kalanların birliklerini, partileşmelerini saygıyla karşıladım, yardımcı oldum. Özgür ve güzel yaşamın garantisi olmaları gerektiğini hep söyledim. Bir gün mutlaka gerici, yalancı ve zorba erkeği hizaya getirecek güçlü kadına ulaşacaklarına dair duyduğum inançla çabalarımı sonuna kadar sürdürdüm. İnsan sadece mülkü olan kadınıyla büyümez, erkek olmaz. Ben böyle ne büyümek, ne de erkek olmak istedim; hatta böyle olmayı onur kırıcı buldum. Kadını zor duruma düşürdüğümü biliyorum. Onları ateşten bir parça haline getirdiğimi de biliyorum. İçlerin büyük düşmanlık edenlerin ve çok haksızlık yapanların olduğunu da biliyorum. Onları yalnız kıldığımı da biliyorum. Ama bilmelerini istediğim önemli bir hakikat, onların savaşın da, barışın da kaderini belirleyecek kadar güçlü olmaları gerektiğidir. Bu olmadan yaşam haramdır. Bu olmadan aşk olmaz. Bu olmadan hiçbir özlem giderilemez. Yalnız ve ayrılık bu büyüklüklerin elde edilmesi ve egemenlik kazanması için, geçilmesi gereken yol ve ödenmesi gereken borç faturalarıdır. Ana tanrıça ve aşk tanrıçalarının diyarında bin yılların kaybettirdiği özgürlük ve eşitlik gücüyle, kadın merkezli çalışma ve savaşımında güzellik ve zekanın yeniden yaratılacağına, varolanın yeni toplumsal sözleşmeyi hayata geçirecek kadar özgüce kavuşacağına dair umut ve inancımı belirtirim. Tüm sevgi ve saygı dolu kadın yoldaşlığında iddia kadar, çabalarıma bir aşk işçisi olarak son nefesime değin devam edeceğim kesindir. Anlam verecekleri ve ihtiyaç duydukları kadar kadın yoldaşların olduğum ve hep öyle kalacağım kuşkusuzdur.
Yaşam tarzı, sevgi ve saygı gibi moral ve estetik ilkeye yer verdiğimi belirtmeliyim. “Yaşam ya özgür olacak, ya hiç olmayacak” ilkesine bağlılığım doğuştan ölüme veya sonsuzluğa kadardır. Sevgi ve saygı, estetik ve özgür ahlakla mümkündür. Unun merkezine kadını oturtmam doğrudur. Özgürlük eylemiyle doğan özgür kadının ve etrafında gelişen yaşamın en güzelce ve dostça olacağından kuşku duymadım. Komplekse düşmedim. Erkek egemenlikli din ve toplum yerine, kadının en azından eşitliğini gözeten tanrıça ağırlıklı din ve toplum anlayışına büyük anlam verdim. Bunun oluşması için büyük bir kadın özgürlüğü ve aşkının işçiliğini yürüttüm. Hiçbir kadına, dolayısıyla insana mülk gözüyle bakmadım, baktırmadım. Bu yolumda da doğruluğundan, ahlaki ve estetik değerinden hiç taviz vermeden sonsuza kadar yürümem, karakter oluşumumun doğal bir sonucudur.
Eleştiri-özeleştiri olayını fazla çözümlemek yerine, ilgili konularda pratik çözümlere yansıtmak daha önemlidir. Buna her zaman özen gösterdiğim bilinmelidir. Özellikle İmralı süreciyle birlikte derinliğine kendimi yokladım; öz bilince ve özgür duygulara ulaşmaya ve bunları paylaştırmak için yansıtmaya ilişkin çabalarımı sürdürdüm. Mevcut gelişmeler, sözümüzün pratik olduğuna ilişkin belirlemeye bağlı kalındığını kanıtlamaktadır.
Rêber APO
- Ayrıntılar