Demokratikleşmenin özünü teşkil etmekle birlikte, kendi başına ele alınması gereken olguların başında kadın ve etrafında oluşan ilişki ve çelişkiler düzeni gelmektedir. Komünal ve demokratik duruş dengeleri sosyal bilimlerin alanına ne kadar geç ve yetersiz girmişse, ondan daha fazlasını kadın olgusuna yaklaşımda görmekteyiz. Sanki kadının yaşadıkları doğallığın gerekleriymiş gibi bir anlayış tüm bilimsel yaklaşımlarda, ahlaki ve siyasi tutumlarda ön varsayım olarak kabul görür. Daha hazin olanı, kadının kendisi de bu paradigmayı doğal kabul etmeye alışmıştır. Binlerce yıllık halklara dayatılan statülerin doğallığı, kutsallığı, birkaç kat fazlalığıyla kadının tüm zihniyet ve davranışlarına da adeta kazınmıştır. Halklar kadınlaştırıldığı oranda, kadın da halklaştırılmıştır. Hitler “Halklar kadın gibidir” derken bu gerçeği kast eder. Kadın olgusuna daha derinlikli yaklaşıldığında, biyolojik bir cins olmanın ötesinde adeta bir soy, sınıf, ulus muamelesi gördüğü anlaşılacaktır. Ama en çok ezilen soy, sınıf veya ulus olarak. Hiçbir soy, sınıf veya ulusun kadınlık kadar sistemli bir köleliğe tabi tutulmadığını iyi bilmek gerekir.
Kadınlığın kölelik tarihi daha yazılmamıştır. Özgürlük tarihi ise yazılmayı bekliyor. Kadın köleliğinin derinliği kadar karanlıkta bırakılması, toplumda yükselen hiyerarşik ve devletçi iktidarla yakından bağlantılıdır. Kadının köleliğe alıştırılmasıyla hiyerarşiler -ayrıcalıklı kutsal yönetimler- kurulmuş, toplumun diğer kesimlerinin kölelik yolu açılmıştır. Erkeklerin köle olması kadının köleliğinden sonradır. Cins köleliğinin sınıf ve ulus köleliğinden farklı yönleri de vardır. Meşrulaştırılması ince ve yoğun baskılarla birlikte duygu yüklü yalanlarla sağlanır. Biyolojik farklılığı sanki köleliği için gerekçeymiş gibi kullanılır. Yaptığı tüm işler değeri olmayan ‘kadınca işler’ diye hafife alınır. Toplumun kamusal alanında bulunması dince yasak, ahlaken ayıp olarak sunulur. Giderek tüm önemli toplumsal etkinliklerden uzaklaştırılır. Siyasal, toplumsal, ekonomik etkinliklerin hakim gücü erkeğin eline geçtikçe kadının zayıflığı daha da kurumlaşır. ‘Zayıf cins’ bir inanç olarak paylaştırılır.
Tüm maddi ve manevi güç olanakları erkeğin elinde biriktikten sonra kadın artık erkek eline bakan, bazen yalvaran, bazen tüm onurunu çiğneyerek kaderine razı olan ve sıkça yaşama küserek derin bir sessizliğe bürünen bir varlık haline gelir. Bir anlamda yaşayan ölü demek de mümkündür. Birkaç benzetmeyle olguyu daha da belirgin kılabiliriz. Birinci benzetme kafeste kuştur. Kuş bazen kanarya gibi süslü kılınır. Bazen bülbül gibi güzel sesli kılınır. Herkes kendine göre bir kuşa benzetir. Çokça serçe denilir. Diğer benzetme, dipsiz bir kuyuya bırakılan kedi gibi sürekli miyavlatıldığıdır. Yiyecek artıklarıyla beslenerek sahibi için iyice ehlileştirilebilir. Belki biraz kaba görülebilir, ama köleliğin derinliğini yakalamak için bilimsel, edebi çok yönlü çabaların gereği açıktır. Muazzam cinsiyetçi bir toplum oluşturulmuştur. Gerçek kabalık şuradadır ki, erkeğin tek taraflı kadın tecavüzü bir kahramanlık gibi görülürken, erkek bundan son derece keyif ve gurur alırken, kadın taşlanarak öldürülmekten geneleve kapatılmaya, toplum içine bir daha çıkmamaya kadar her tür acımasızlıklarla karşı karşıyadır. Yine en kabasından erkek cinsel organıyla gururlanırken, kadın için cinsiyet organları bir utanç kaynağıdır. En basit fiziki farklılıkları bile kadın aleyhine kullanılmaktan çekinilmemiştir. Kadın olmanın kendisi bir utanç konusu haline getirilmiştir. Sözde kutsal bir duygu olan aşkta bile kadının yaşadığı gözü kara bir erkek dayatmasıdır. Kız çocuklar her zaman hor görülmüştür.
Sorulması gereken soru, neden bu kadar derin bir kölelik? Cevabı kesinlikle iktidar olgusu ile bağlantılıdır. İktidarın doğası kölelik ister. Eğer iktidar sistemi erkeğin elindeyse, sadece insan türünün bir kısmı değil, bir cinsin tümü bu iktidara göre şekillenmelidir. İktidar sahipleri devlet sınırlarını nasıl hane sınırları gibi görüp her uygulamayı bu sınırlar dahilinde bir hak olarak görürlerse, onun mikro modeli olan ailede de erkek iktidarının sahibi olarak her uygulamaya –gerekli görürse öldürme dahil- kendini hak sahibi görür. Evdeki kadın o kadar eski ve derinlikli bir mülktür ki, sınırsız bir mülkiyet duygusuyla erkek ‘kadın benimdir’ der. Kadın için -evlilik bağı adı altında bağlı bulunulan- erkek üzerinde en ufak bir hak iddiasında bulunulamaz. Ama erkeğin kadın ve çocuklar üzerindeki hak sahipliği sınırsızdır. Mülkiyetin en temel kaynağı yine ailede, kadın üzerindeki kölece tasarrufta aranmalıdır. Mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın yatar. Kadın üzerine yayılmış kölelik ve mülkiyet dalga dalga tüm toplumsal düzeye yayılır. Böylelikle de toplum ve bireyin zihniyet ve davranış yapısına mülkiyetçi ve köleci her duygu ve düşünceyi yerleştirir. Toplum her tür hiyerarşik ve devletçi yapılanmalara uygun hale getirilir. Bu ise, uygarlık denen sınıflı her tür yapılanmanın rahatça ve meşruiyet kazanmış olarak sürdürülmesi demektir. Böylece kaybeden sadece kadın olmuyor. Bir avuç hiyerarşik ve devletçi güç dışında tüm toplum oluyor.
Kadın için özel kriz dönemleri pek önemli değildir. Zaten sürekli bir krizi yaşamaktadır. Kadın demek krizli bir kimlik demektir. Günümüzde yaşanan kapitalist sistem kaosunda tek umut vaat eden, kadın olgusunun sınırlı da olsa aydınlatılmış olmasıdır. Feminizm yetersiz de olsa kadınlık gerçeğini son çeyrek yüzyılda oldukça görünür kılmıştır. Kaosta her olgunun değişme şansı yüksek bir aydınlanmayla daha da arttığı için, özgürlük lehinde atılacak adımlar niteliksel sıçramalara yol açabilir. Güncel krizden kadın özgürlüğü büyük kazanarak çıkabilir.
Kadın özgürlüğü olgu tanımlamasına uygun olarak kapsam bulmak durumundadır. Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik kadın için de direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir. Fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir. Kadına içerilmiş bulunan köleliği karşılayacak bir özgürlük tanımına öncelikle ihtiyaç vardır. Kapitalist sistemin muazzam vizyon geliştirme ve sanallığı gerçeğin yerine koyma gücü o denli gelişmiştir ki, kadını en çok alçaltan bir etkinliği (örneğin pornografi) bile özgürlükle özdeşleştirebilir.
Feministlerin çabalarında birçok önemli öğe varsa da, hala Batı merkezli demokrasilerin ufkunu aşmaktan uzaktır. Temelinde kapitalizmin oluşturduğu yaşam biçimini değil aşma, tam kavramasını bile sağladığı söylenemez. Durum Lenin’in sosyalist devrim anlayışını çağrıştırıyor. Onca büyük çabaya rağmen ve kazanılan birçok mevzi savaşına karşılık, sonuçta kapitalizme soldan en değerli katkıyı sunmaktan kurtulamamıştır. Feminizmin başına da benzer sonuçlar gelebilir. Güçlü örgütsel temelden yoksunluk, felsefesini tam geliştirememe, kadın militanlığına ilişkin zorluklar iddiasını zayıflatmaktadır. Kadınlar cephesinin ‘reel sosyalizmini’ bile sağlamayabilir. Fakat soruna dikkat çekmek açısından ciddi bir adım olarak değerlendirmek en doğrusudur.
Şüphesiz her cinsiyet türünün olduğu gibi kadının da bir doğası vardır. Toplumsallıktan öte biyolojik cins olarak kadının daha merkezi öğe olduğunu, biyoloji bilimi her geçen gün artan kanıtlarla desteklemektedir. Özcesi kadın fiziği erkeği kapsamakla birlikte, erkek fiziği kadını kapsayamamaktadır. Kutsal kitapların tersine, kadının erkekten değil, erkeğin kadından türediği anlaşılmaktadır. Kadının kromozomları erkekten fazladır. Kadın için dezavantaj olarak düşünülen aylık kanamalar bile kadının doğayla daha nazik bağının göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Rahim kanaması bitmemiş, devam eden doğal bir yaşam akıntısı olarak görülmelidir. Yaşamın kök damarı bitmemiştir, devam etmesi iradesinin bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Kadın hastalıkları denilen hususlar aslında yaşam olgularıdır. Kadının yaşam merkezini temsil etmesinden kaynaklanmaktadır. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında cereyan etmektedir. Kendinden doğan çocuk ve göbek bağı yaşam zincirinin son halkası gibidir. Bu gerçeklik karşısında erkek sanki kadının bir eki, bir uzantısı gibi görünmektedir. Bu olguyu doğrulayan bir husus da erkekteki aşırı ve anlamsız kıskançlık duygusudur. Kadın doğası kendine karşı daha güvenli dururken, erkek adeta yerinde duramaz. Kadın etrafında dönen bir bela gibidir. Tüm bu gözlemler kadın fiziğinin zaaf yüklü değil, daha merkezi olduğunu kanıtlıyor. Bu nedenle kadın öncelikle erkek egemen kültürün dayattığı ‘eksikli, hastalıklı’ tanımını derhal reddetmelidir. Tersinin doğru olabileceğini erkeğe hissettirebilmelidir. Kadın fiziğine ilişkin kendine güvenmeli derken bu önemli gerçeği kast ediyoruz.
Bu fiziksel oluşumun doğal sonucu kadındaki duygusal zekânın daha güçlü olmasıdır. Duygusal zekâ yaşamdan kop-mayan zekâdır. Empati ve sempatiyi güçlü taşıyan zekâdır. Kadında analitik zekâ geliştiğinde bile güçlü duygusal zekâsından dolayı daha dengeli, yaşamla bağlantılı ve tahripkâr olmaktan uzak durmaya daha yeteneklidir. Erkek kadın kadar yaşamın ne olduğunu anlamaz. Yaşamın kendisi olan (Aryen dil grubundan olan Kürtçe’de Jîn, yaşam demektir. Aynı zamanda kadın anlamına gelir) kadın, yaşamın bütün yönlerini riyakârlıktan uzak, saf ve yalın haliyle görme yeteneğidir. Bu yeteneği güçlüdür. Bunu şahsi yaşamımızda da çok iyi bilmekteyiz.
Entrikacı, yozlaştırıcı, fahişe vs. sıfatlı kadın gerçeğinin acımasız sorumlusu erkektir. Hiçbir kadın kendi halinde kal-dıkça entrikacılık, fahişelik yapma gereği duymaz. Fiziği, biyolojik varlığı buna uygun da değildir. Entrikacılığın ve fahişeliğin gerçek yaratıcısı erkektir. Bilinen ilk genelevi Sümer başkenti Nippur’da M.Ö 2.500’lerde ‘musakkatin’ adıyla açanın erkek iktidarı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen utanmadan sanki fahişelik kadın yaratımıymış gibi bir yaklaşımı sürekli canlı tutar. Kendi eserini, doğurduğu suçluluğu kadına mal ederek, sahte bir namus anlayışı geliştirerek olmadık lanetlenme ve dayağı, katliamı kadından eksik etmez. Bu ilave tanımlamadan çıkarabileceğimiz sonuç, erkeğin öncelikle ideolojik saldırısına karşı yetkin durmadır. Erkek egemen ideolojiye karşı kadın özgürlük ideolojisiyle, feminizmi ve kaynaklandığı kapitalizmi aşarak silahlanıp mücadele edilmelidir. Erkek egemen iktidarcı zihniyete karşı kadının özgürlükçü doğasal zihniyetini yetkin kılıp öncelikle ideolojik alanda kazanmayı iyi bilmek, tam sağlamak gerekir. Unutmamak gerekir ki, geleneksel kadınsı teslimiyet fiziki değil toplumsaldır. İçerilmiş kölelikten gelir. O halde öncelikle ideolojik alanda teslimiyet düşünce ve duygularını yenmek gerekir.
Kadın özgürlüğü politik alana yönelirken, savaşımın en çetin yanıyla karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Politik alanda kazanmayı bilmeden, hiçbir kazanım kalıcı olamaz. Politik alanda kazanmak demek, kadının devletleşmesi hareketi değildir. Tersine, devletçi ve hiyerarşik yapılarla mücadele, devlet odaklı olmayan, demokratik, cins özgürlüğünü ve ekolojik toplumu hedef alan siyasal oluşumları yaratmak demektir. Hiyerarşi ve devletçilik en çok kadın doğasıyla uyuşmazdır. Dolayısıyla anti-hiyerarşik ve devlet dışı siyasal oluşumlar uğruna kadın özgürlük hareketi öncü rol oynamak durumundadır. Köleliğinin politik alanda yıkılması özünde bu alanda kazanmayı bilmesiyle mümkündür. Bu alan mücadelesi kapsamlı demokratik kadın örgütlenmesini ve mücadelesini gerektirir. Her tür sivil toplum, insan hakları, yerel yönetimler demokratik mücadelenin örgütlenip geliştirileceği alanlardır. Tıpkı sosyalizmde olduğu gibi, kadın özgürlüğü ve eşitliğine giden yol en kapsamlı ve başarılı demokratik mücadeleden geçer. Demokrasiyi kazanmayan kadın hareketi özgürlüğü ve eşitliği kazanamaz.
Sosyal alanda özgürlük açısından en önemli sorun aile ve evlilik gerçeğidir. Bunlar dipsiz bir kuyu gibi durum arz eder-ler. Kadın için kurtuluş gibi gelen bu kurumlar, mevcut toplum zihniyetiyle bir kafesten diğerine geçmekten başka anlam içermez. Üstelik diri gençliğini de bir kasap zihniyetine terk etmek zorunda kalarak. Aileyi üst toplumun -iktidar toplumu- halk içindeki yansıması, ajan kurumu olarak görmek gerekir. Erkek toplumdaki iktidarın aile içindeki temsilcisi, yoğunlaşmış ifadesidir. Kadın evlenirken aslında köleleşiyor. Evlilik kadar köleleştiren başka kurum tasavvur etmek zordur. Gerçek anlamda en kapsamlı kölelikler bu kurumla kurulur ve ailede kökleşerek sürer. Genel anlamda eş olarak beraberliklerden, ortak yaşamdan bahsetmiyoruz. Bu herkesin özgür ve eşitlik anlayışına göre anlam kazanabilecek bir husustur. Yerleşmiş klasik anlamıyla evlilik ve aileden bahsediyoruz. Kadın aleyhine kesin mülkleşme, tüm siyasal, zihni, sosyal, ekonomik alandan çekilme, bir daha kolay kolay kendine gelememe anlamını taşır. Radikal bir sorgulamadan geçirilerek demokratik, özgür, cins eşitliğini hedefleyen ortak yaşama esasları sağlanmadan bireysel, güdüsel sıkıntılardan ve geleneksel aile anlayışından kaynaklanan evlilikler, ilişkiler özgür yaşam yolunda en tehlikeli sapmalar olarak rol oynayabilir. İhtiyaç bu tür birliklerde değil, zihniyet, demokratik ve politik alanı çözerek cinsiyet özgürlüğünü tam sağlamak ve buna uygun ortak yaşam iradelerini gerçekleştirmektir.
Günümüz dünyasının en çok ağızlarda sakız edilen aşk konusu tarihin en rezil, içeriksiz dönemini yaşamaktadır. Tarihin hiçbir döneminde aşk bu denli ayağa düşmedi. Anlık aşklardan tutalım, açık cinayet yaklaşımlarına kadar en yavan ve tehlikeli ilişki tarzlarına bile aşk deniliyor. Bundan daha iyi kapitalist sistemin yaşam anlayışını sergileyecek ilişki düşünülemez. Dönemimizin aşkları hakim sistemin insan ve topluma dayattığı zihniyetin en kutsal alanda bile ne hallere düştüğünün açık bir itirafıdır. Aşkı canlandırmak en zor devrimci görevlerden biridir. Büyük emek, zihniyet aydınlığı, insanlık sevgisi ister. Aşkın en önemli şartlarından biri, çağın bilgeliği sınırlarında seyretmeyi gerektirir. İkincisi, sistemin çılgınlıklarına karşı büyük duruşu dayatır. Üçüncüsü, kurtuluşsuz, özgürlüksüz birbirlerinin yüzüne bile bakılamayacağını bir ahlaki tutum olarak benimsemeyi gerektirir. Dördüncüsü, cinsel güdüyü üç hususun gereklerine tutsak etmeyi gerektirir. Yani cinsel güdü bilgeliğe, özgürlük ahlakına ve politik-askeri mücadele gerçekliğine bağlanmadan, atılacak her adımın aşkın inkârı olduğunu bilmeyi gerektirir. Bir kuş kadar bile özgür yuva kurma olanağı olamayanların aşktan, ilişkiden, evliliklerden bahsetmeleri, aslında sosyal düzen köleliğine teslimiyeti ve özgürlük mücadelesinin soylulaştırıcı değerini bilmediklerini gösterir.
Eğer çağımızın aşk gerçeğinden bahsedilecekse, bu her-halde Leyla ile Mecnun’ları çok geride bırakan, nice tasavvuf ehlini aşan, bilim adamı titizliğini gerektiren, güncel kaostan toplumsal özgürlüğe yol açan, yiğitliği, fedakârlığı, başarıyı yakalamakla kanıtlayan kişilikleri kazanmakla mümkündür.
Kadının ekonomik, sosyal eşitlik sorunları da öncelikle politik iktidarın çözümlenmesiyle, demokratikleşmede başarıyla cevap bulabilir. Demokratik siyaset yapılmadan, özgürlükte ilerleme olmadan, kuru hukuki bir eşitliğin fazla anlam kazanamayacağı açıktır.
Kadına yaklaşımı bir kültürel devrim gibi ele almak en doğrusudur. Mevcut kültürle ne kadar iyi niyetli de olunsa, çaba da harcansa, olgudaki sorun ve ilişki yapısından ötürü anlamlı özgürlükçü bir çözüm sağlanamaz. En radikal özgürlükçü kimlik, kadına yaklaşımla veya bir bütün olarak kadın-erkek ilişkilerindeki düzeni kavrayıp aşmakla mümkündür. Bir yandan baş bağlamayı gelenekle, pornoyu çağdaşlıkla karıştırarak zırnık kadar yol alınamayacağını iyi bilmek gerekir. Alandaki kölelik derinliği kadar özgürlük derinliğini de kavrayıp iradeleştirmek gereği vardır. Kadın özgürlüğünde, dolayısıyla kendini özgürleştirmede mesafe alamayanların hiçbir toplumsal ve siyasal özgürlük alanında çözümleyici ve dönüştürücü olamayacaklarını anlamaları gerekir. Erkek egemen-köle kadın ikilemini aşamayan hiçbir özgürlük çabasının gerçek bir özgür kimlik sağlamayacağını da en temel özgürlük kriteri olarak almak gerekir. Kadın üzerindeki mülkiyet ve iktidar ilişkisi yıkılmadan, özgür kadın-erkek ilişkisi gerçekleştirilemez.
Yüzyılımızı da özgür kadın iradesinin yükseleceği bir toplumsal zaman olarak görmek gerçekçidir. Kadınlar için belki de yüzyıl gerekebilecek kalıcı kurumlar düşünüp oluşturmak gerekir. Kadın Özgürlük Partilerine ihtiyaç olabilir. Özgürlüğün temel ideolojik ve politik ilkelerini sağlayıp pratikleşmesini yürütmek, denetlemek, bu partilerin hem gerekçeleri hem temel görevleri olmalıdır.
Kadın kitleleri için özellikle kentlerde düşünülen sığınma evleri değil özgürlük alanları oluşturmak gerekir. En uygun bir biçim de özgür Kadın Kültür Parkları olabilir. Ailelerin kız çocuklarını eğitemedikleri, düzen okullarının da bilinen yapıları nedeniyle Özgür Kadın Kültür parkları ihtiyaç duyulan, uygun kız çocuklar ve kadınlar için temelinde eğitim, üretim ve hizmet birimlerini kapsayacak alanlar olarak çağdaş kadın tapınakları rolünü de oynayabilir.
Kadınsız yaşanamaz denilir. Ama mevcut kadınla da yaşanamaz. Gırtlağına kadar köleliğe batmış bir kadınlı-erkekli ilişki herhalde en çok batıran ilişkidir. O halde kapitalist sistemin sonul kaos ’undan gerçek aşklardan beklenen büyük gücü özgür kadın etrafında yaratarak çıkış yapmak, aşka gönül vermiş ve baş koymuş gerçek kahramanların en soylu ve kutsal işlerinden olsa gerek!
Rêber APO
- Ayrıntılar
Siyasal gelişmelerde hızlanma, mevcut değişimin netleşmeye doğru gitmesi söz konusudur. Diğer yandan Kürdistan üzerinde ağırlaşan etkileri, devrimci hareketin yeniden örgütlenmesi ve eylem hattına bu temelde yüklenme gündemimizdedir.
Uluslararası gelişmelerde ortaya çıkan son gelişmeler ve değişimlerde kendini en çok ele veren, hatta bir aynası durumuna gelen; Basra Körfezi, iki süper askeri yoğunlaşma ve gerginliktir. Her ne kadar bir yanda Araplar arası iç sorun olarak görülüyorsa da, özellikle Arap milliyetçiliği bu temelde yaklaşmak istiyorsa da, buna güç getiremediği ortadadır. Başta ABD olmak üzere, ortaya çıkan son gelişmelerde kendini en kazanımlı gören güçlerin çıkarları söz konusu olduğunda, eşine rastlanmadık ölçülerde gücünü ortaya çıkarıp bu anlamda uluslararası en önemli bir mesele haline getirme söz konusudur. Uluslararası kuruluşlarda en önemli kararları alabilme, buna öncülük etme ve aynı hızda uygulamaya dönüştürme bir film makinası gibi kendini göstermektedir
Bu gelişmelerle birlikte, özellikle sosyalist ülkelerde reel sosyalizmdeki değişimleri de göz önünde bulundurursak, emperyalizmin nasıl güç sarf ettiğini anlamak, nasıl bir dünyaya yol açtığını ortaya çıkarmak açısından önemli gelişmeler vardır. Bu, şekillenen yenidünyayı ele vermektedir. Gelişmeler, daha düne kadar yerleşmiş bütün politik ölçülerin sistemlere dayalı, sistemlerle bağlantılı birçok küçük devletin ve hatta iç politikaların bile yetmediği, bu anlamda muazzam bir gerginlik kadar yeni politik yaklaşımlar oluşturulmak istendiği, bütün yakıcılığıyla kendini hissettirmekte ve duyurmaktadır.
A Değişen Dünya Düzeni İçinde Kapitalist Emperyalist Sistem ve Reel Sosyalizmin Son Durumu, Sosyalizm Kavramına Yeni Bakış Açısı. Sovyetler Birliği politikasındaki tıkanmanın, sosyalizme yaklaşımın bir çok yönüyle başarısızlığının net olarak ortaya çıktığı 1980'ler ortasında, yeni politika arayışları, geçtiğimiz yıl çeşitli patlamalarda en zayıf kalelerin yıkıldığı, bir yandan yeniden yapılanma derken, daha da ağırlaşan durumların ortaya çıkması, bundan başta Almanya olmak üzere, Batı Avrupa'nın ve Amerika'nın kendi çıkarlarına yönelik hızlı sonuçlar çıkarmak istemeleri, gelişmelerin derinliğinin kavranmasına fazla imkan bırakmıyor. Sovyetler Birliği'nde bizzat gelişmelere öncülük eden partinin, en azından Gorbaçov yönetiminin niteliği üzerinde çok durulmasına ve yine çok şeyler söylenmesine rağmen, halen bunun kesin bir sonuca vardırıldığını söylemek zordur. Gelişmelerin nerede duracağı kestirilememektedir.
Klasik Sovyet politikacılığındaki emperyalizme karşı ortaya çıkan her harekete destek olma şimdi söz konusu değildir. Tamamen değişik bir politika, daha çok da eski politikadan vazgeçme, yeni politikayı oluşturamama, ya da çok gönülsüz, adına "politika" diyemeyeceğimiz, hatta ABD'nin yaklaşımlarına destek olmaktan öteye gidememe, bir tutum olarak kendini ele vermektedir. Bununla kurtarılmak istenen hiç şüphesiz bazı özel durumlar var. Özellikle ekonomideki tıkanma giderilmek isteniliyor. "Yeniden yapılanma" dedikleri, siyasal demokrasi oturtulmak isteniliyor. Fakat bundaki samimiyet tatmin edici olmaktan uzak kalıyor. Bu durum emperyalist ülkelerin geleneksel politikalarında da bir yandan açgözlüce yaklaşım, diğer yandan "acaba gerçekten böyle midir" endişesiyle birlikte yürümektedir. En önemlisi de, tamamen reel sosyalizmin tıkanıklığına dayalı bir NATO sisteminin mevcut gelişmeler karşısında işleyememesi, anlamını yitirmesi de kendini hissettirmekte ve gittikçe açıklığa kavuşturmaktadır. Özellikle bu anlamda Sovyetler ‘in konumu, sadece kendi politikalarında değil, emperyalizmin temel politikalarında bir açmazı ifade etmektedir.
NATO'nun yeni roller bulma durumu ortaya çıkmaktadır.
"NATO neye karşı olmalıdır, hangi değer yeniden gündemleştirilmelidir" soruları gündemdedir. ABD ve Avrupa'nın yakıcı bir biçimde yaşadığı sorunlar bunlar oluyor. Bu durum bir yandan emperyalizme "acaba eskisi gibi tek başına yönlendirilen bir dünya konumuna ulaşabilir miyiz" sorusunu düşündürmekte ve biraz da umut vermektedir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, bu yönlü bir uluslararası politikaya işlerlik kazandırma hayali, başta çeşitli devletlere tavır aldırmaya götürüyor. Örneğin Türkiye, mevcut gelişmelerden önemli bir güç olarak ortaya çıkacak. Almanya'yı tekrar kendileriyle uyumlu olmaya ikna etme, zorlama, artan bir etkinlikte sürdürülen çabalarındandır. Daha büyük bir anlam kazanan az gelişmiş ülkeler, bu süreçten kendilerini, özellikle Sovyetler Birliği tarafından yalnız bırakılmış olarak hissederken, ağırlaşan sorunlarının patlamalara ulaşabileceğini göstermekte, eskimiş siyasal dengeler bozulmakta, yeni güçlerin kendini duyuracağı, bu anlamda Doğu Batı diye tabir edilen veya ABD Sovyet yumuşamasının buradaki etkilerinin pek gelişemeyeceğini ve hatta çelişkinin bu mevcut uzlaşmaya karşı gelişebileceğini göstermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, dünyadaki gelişmelerin yönü bir yandan ABD Sovyet uzlaşmasıyla ve bunun yol açtığı Doğu ve Batı Avrupa'nın iç içe geçmesiyle, bir anlamda bir Kuzey zenginler topluluğunun doğmasıyla ki, bunlara Kanada ve Japonya da dahil bunların dışında geniş bir yoksul dünya topluluğu da oluşmaktadır. Daha da somutlaştırılırsa, Batı uygarlığıyla çıkarları geniş ölçüde zedelenen dünya halkları ikilemi yaşamaktadır. Ve bu çelişkinin kendini açığa vuracağı eskiye kıyasla daha fazla gözükmektedir. Bu yönlü gelişmeler, doğal sonuçlarına daha henüz varmamış da olsalar, eskiden yaptığımız değerlendirmeleri yaptırmamıza imkan vermeyen gelişmelerin de olduğu açıkça bilinmektedir.
Eskiden değerlendirmelerin temelinde, kapitalizm ve emperyalizm; ona karşı sosyalist sistem, ulusal kurtuluş hareketleri ve Batı ülkelerinin işçi sınıfı hareketi cephesinden bahsedilirdi. Şimdi bu cephe yaklaşımı değişmek durumundadır. Artık bu tip klasik yaklaşımın geçerli olamayacağı vurgulanmalıdır. Ona dayalı düşünce yapısı, politika tespiti ve tutum belirlemeler aşılmalıdır. Bunun temelinde yer alması gereken Sovyetler Birliği bile, artık çoktan modası geçmiş düşünce ve politikalar demekte ve hatta hemen hemen bütün dünyayı şaşırtan ilgilenmeme, bilakis güçlerini özellikle ulusal kurtuluş güçlerinden çekme, onların yıkılışına göz yumma ve hatta gerekirse ABD'yi onaylama çok açıkça görülen bir tutum oluyor. Eskiden var olan işçi sınıfı hareketi, hatta komünist hareketi destekleme tutumu da tamamen değişmiş bulunmaktadır. Artık bu hareketlerin adını bile ağızına almamakta, destek verme şurada kalsın, tasfiye olmalarına bizzat önayak olmaktadır. Böyle olunca, bu temelde bir kutuplaşmayı ileri sürmek "dünya bu temelde değişiyor, herkes bu temelde safını belirlemelidir" tezine sarılmak boşunadır, fazla gerçekçi sonuçlara da götürmez.
Peki yerine konulan yeni değerlendirmelerin temel özellikleri nedir?
Fazla açığa çıkmış yaklaşımlardan burada bahsedemeyiz. Özellikle Sovyetler ‘in deyimlendirdiği gibi, "bundan sonra Frank Sinatra doktrini geçerlidir" diyorlar, yani adı geçen bir şarkıcının söylediği gibi herkes kendi yolunda mı yürümelidir? Bu anlama gelen bir tutumdan bahsediliyorsa da, buna da dar milliyetçiliğe düşen Sovyetler'in durumuna bakılarak belki bir açıklık getirebilir. Ama karmaşık durumları yaşayan, çok çeşitli konumları bulunan ülkelere, halklara, onların siyasal yaklaşımlarına yardımcı olamaz. Bütün bunlar için "acaba taktik midir" diye bir değerlendirmede bulunulabilir mi? Yani gelişmelerin bu yönlü olması, bir taktik midir, yoksa uzun vadeli süreçleri bütünüyle etkileyecek bir stratejik gelişme midir? Bunları da hemen cevaplandırmak zor olmaktadır. Taktik yanı ağır basan gelişmeler demek mümkün olduğu kadar, buna yol açan kültürel gelişmelerin ip uçlarının bol olduğu ve stratejik yönlü olabileceğine dair ipuçlarının da o denli fazla olduğu açıktır. Dolayısıyla yapılması gereken, esasta ne kadar özlü rol oynayacak, süreklilik kazanacak gelişme olduğunu görmek ve buna artan bir ilgiyle yaklaşmak büyük önem kazanmaktadır. Diğer yandan geçicidir de, karakter değiştirebilir de. Buna göre yer vermek, tutum belirlemek, bu konuda en az diğeri kadar doğru yaklaşım ve fazla yanılgıya yer vermeyen tutuma ihtiyaç göstermektedir. Yapılması gereken hiç şüphesiz çoklarının içine düştüğü klasik sol şartlanma ve hatta ulusal kurtuluşçuluk saplantısı içinde bir moral bozukluğu, hayal kırıklığı olamaz.
Baştan beri sosyalizme ve ulusal kurtuluş uçuğa, reel sosyalizmin ölçüleri dışında yaklaşamayanlar, onun bürokratik aygıtlanmasını çeşitli düzeylerde yaşamaktan ve memuru olmaktan öteye gidemeyenler, bizim çoktan açığa çıkarttığımız ve hiçbir zaman bu tutuma inanmadığımız gibi, bırakalım devrimci gelişmelere yol açmalarını, ciddi bir engel olduklarını çok genç bir Parti olmamıza rağmen biliyorduk. Denilebilinir ki, sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinde kaynağını Sovyetler Birliği'ndieki bürokratik yapılanmada bulan, ordaki sağcı gelişmeleri daha tehlikeli bir biçimde Türkiye somutuna yansıtan ve bu anlamda da sosyalizm adına, sosyalizmi en gerici ve tutucu ideolojik tutum haline getiren, yine buna dayalı olarak ulusal kurtuluşçuluğu Türk Solu nezdinde asla Kemalizm'i aşmayan, onun sol kuyrukçusu olmaktan kurtulamayan bir tutuma geldiği; Kürdistan söz konusu olduğunda da reformist bile diyemeyeceğimiz, son derece pasif ve gerçek bir ulusal kurtuluşçuluğun önündeki en ciddi engel olma tutuma indirgendiği ve reelsosyalizmin yansımasının bu zeminlerde bu tarzda ortaya çıktığını açıkça belirttik. Biz, buna karşı mücadele ediyorduk. Bizi bugünkü duruma getiren de bu mücadeledir ve bizim için çok önemlidir.
Mevcut tüm sosyalist grupların tasfiyesi edilmesi Türkiye'de ilkesel bir yaklaşımla bağlantılıdır. Bu, 1920'lerde Türkiye'de, özellikle de dünya çapında kendini ele veren ilkedir. Sosyalizmin deformasyonunun daha sonra bir çok ülkede görüleceği, sağ tasfiyeyi yaşaması, Kürt hareketi söz konusu olduğunda da Kemalizm'den daha saldırgan olması, yine Türkiye'de demokrasi söz konusu olduğunda da buna en ufak bir katkısının olmayışı ve bu anlamda da Kemalist devletin ideolojik örtüsü olmaktan öteye işlev görmemesi büyük anlam taşır. Bu mahalli bir gelişme değildir. Daha sonraki Sovyet politikalarının gelişimini anlamak ve onun ulusal kurtuluş sürecindeki ülkelere nasıl yansıdığını görmek açısından, bu Türk örneği hayli ibret vericidir. Etkili olan da bu Türk örneğindeki gelişmedir.
Denilebilir ki 1920'lerdeki Türk örneği, günümüzde çok ilginçtir ve aslında anlaşılırdır. Evren, Özal faşizminin bile, Sovyetler ‘de yansıma bulması söz konusudur. Sovyetler ‘in Evren'le çok ilgilendiği, onun için diploman ter bir film hazırladıklarını öğreniyoruz. Burjuva basının da ilgi çekici bir lider olduğu, 1920'lerdeki Atatürk'ü hatırlattığı ve ülkesinde çok sevildiği, aynı biçimde Atatürk dönemi ile kıyaslanacak ölçülerde ve hatta mevcut son siyasal gelişmelerden en çok yarar gören ilişkilerin Türk. Sovyet ilişkileri olduğu, eşi görülmemiş bir ekonomik ilişkinin ardından iyi komşuluk ilişkilerinin ancak 1925'lerdeki durumla kıyaslanabilin ir bir dostluğa doğru yol aldığını izleyebilmekteyiz. Öyle ki, Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi, Türkler'le çok samimi görüşmeler yapmakta, Karadeniz'de bir ortak pazar kurma girişimlerinde bulunmaktadır. Yine Sovyet Türkler'ine karşı benzer yaklaşımlar içerisinde olma ve birbirlerinden oldukça memnun olduklarını söyleyebilecek kadar sözüm ona yeniliklerden bahsetmektedirler. Bütün bunlar taktik olabilir, bunun yanında mevcut siyasal gelişmelerin yönlerini de kestirmeye bu örnekte ipucu bulunmaktadır. Nereye gidilebileceği sorusuna cevabı bu ipuçlarından çıkarmak mümkün olabilir. Mühim olan burada eskiden yaptığımız klasik değerlendirmeleri yapamayacağımızdır. "Sosyalizme dayalı ulusal kurtuluş hareketinin ittifakları" belirlemeleri de, gerçek dışı bir anlama büründüğü kadar tehlikelidir. Böylesine değerlendirmelere yönelmek, kendini kandırmak kadar aleyhine işleyebilecek ve çoktan tutum alınması gereken bir tavıra kendini mahkûm etmek, dolayısıyla tehlikeli bir gelişmeye kendisini itmek demek oluyor.
Biz bunun biraz daha anlaşılır kılınması için, 1920'lerde nasıl bir hastalık olduğunu gösterdik. Kemalizm, 1920'lerin başında çok sınırlı olarak bir taktik ittifak konusu olabilirdi. Daha Cumhuriyet'in kuruluşuna varmadan, bununla sınırlı bir taktik uzlaşma olabilirdi. Lenin'in yaklaşımının bu olduğunu, bu konuda hem bilinçli olduğu, hem de ilişkiye bu temelde geçtiğini söyledik. 1925'lerdeki ittifakın bazı haklı yönleri olsa bile, daha sonra uzatılması ve hatta benzer ittifakın neredeyse dünyanın her tarafında sınır tanımaksızın, "faşizm midir, ilerici midir" demeksizin geliştirilmesi ki, buna Hitler'le yapılan ittifak da dahildir ve tümüyle dış politakayı buna dayandırmasının, bir anlamda devrimci politika yerine, "Sovyetler'e ne kadar yarıyor, ne kadar ayakta tutabilir" tutumuna hızla yönelmesinin, günümüze doğru reelsosyalizmin bu duruma düşmesinin en önemli bir nedeni olarak gösterdik. Baştaki tespitimiz günümüzde oldukça doğurlanmışa benzemektedir. Stalin'in bugünkü mahkûmiyeti bile daha çok da bu noktadan yola çıkılarak sağlanabilmektedir. Ortaya çıkardığı DoğuAvrupa ve Sovyetler Birliği, kendini burada açığa vurabilmektedir. Gerçek bir sosyalist enternasyonalin uygulanmadığını, bunun devletçi ve milliyetçi bir politika olduğunu, bunun da ürününün, mevcut sosyalizmin olumlu yanlarının bile tasfiyesinden kaçınamayacakları bir noktaya gelindiğini göstererek anlamaktayız. Lenin'de göstermesi gerekenin bir taktik olduğu, ama daha sonraki gelişmelerin, bu taktiği bir stratejik ilkeye dönüştürdüğü, bunun en son gelişmesini Gorbaçov örneğinde tümüyle bir teslimiyet politikasına dönüştürerek sergilendiğini görerek anlam verebilmekteyiz.
Uygulanan, bu anlamda sosyalizm veya enternasyonalizm değil, devlet çıkarıdır. Bu da tekelci devlet çıkarıdır. Uygulanan tekelci devlet kapitalizmi, onun dış politikası da Sovyet milliyetçiliği olmaktadır. Bu günümüzde Yeltsinler ‘de uç noktaya varmıştır. Fakat kaynağını kesinlikle bu tarihsel gelişmelerde bulduğu da çok açıktır. Bu tutum bugün Lenin'e saldıracak kadar ilerliyorsa, nedeninin milliyetçilik olduğunu, bunu sosyalizm sananlara ne kadar inanmak istemeseler de kulakları tırmalaya tırmalaya, o eski düşmüş beyinlerine vura vura anlatmak istemektedir. Çin örneği bile, bu dönemlerde bu politikayla uyuşmuyordu. Mao, 1925'lerden sonra hemen tutum aldı ve bu tutum doğruydu. Mao, aynı tutumu 1960'larda da aldı, bu tutum da doğruydu. Mao'da yaşanan saplantılar, Sovyet saplantılarının bir örneğiydi. Bu ortaya çıktı.
Bütün bunlara rağmen, sosyalist kazanımların tümü yıkıldı mı?
Hayır! Dolayısıyla tahlillerimizde "sosyalizm" kelimesi geçmeyecek mi? Tabii ki geçecektir. Günümüz içinde yapılan değerlendirmelerde, sosyalizm, önemli bir güç ve kuvvet dengesi olarak yer alabilmelidir. Ama nasıl bir sosyalizm? Yaşayan sosyalizm nedir, ne değildir? Hiç şüphesiz buna doğru yaklaşım büyük önem taşır. Adına reelsosyalizm dediğimiz ve hatta sosyalist sistem dediğimizin, gerçekten geliştirmek durumunda olduğumuz türden olmadığını bilerek, biraz da Batı sosyalizm türleri olduğunu belirleyerek geçmişte yaptığımız gibi değerlendireceğiz.
Ayrıca "sosyalizmin toprak parçası, yani I. Dünya Savaşı'nda altıda bir, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da üçte bire yükseldi" şeklindeki yaklaşım çok tehlikelidir. Dünyayı böyle parçalara ayırma temelindeki bir gelişme son derece şematiktir. Bugün çok daha yanlı ortaya çıkıyor ki, sosyalizmi dünya çapında böyle görmek yerine, bireye indirgemek, bireyin ne kadar sosyalistleştiğine bakmak ve bunu da sayılarla ifade etmek değil de, daha çok ahlaki anlamda, bireyin sosyalizmi yaşayıp yaşamaması konusunda değerlendirmek gerekecektir. Sosyalizmin de daha çok bir ahlaki değer taşıması gerektiğini, bu anlamda bir moral değer, bir dünya bakış açısı, tümüyle kapitalist değer yargılarından farklı gelişmesi gerektiği ayırımını yapacaksak; kapitalizmin yarattığı tipten farklı olması gerektiği açık olur. "Kapitalizme ekonomik bakımdan ne kadar ulaştık? Dünyanın kaçta kaçını etkileyebilecek güç dengesine ulaştık?" gibi tartışmaların sosyalist tartışma olmaması gerektiği ortaya çıkıyor. Başlangıçta bize de fazla inandırıcı gelmiyordu. Biz genel tabirleri söylüyorduk. "Dünyanın bu kadarında sosyalizm var, bu kadarını etkiliyor, kapitalist ekonomi ile bu kadar yarışıyor, hatta dengeyi bozuyor ve yöntemleriyle aşmıştır" diyorduk. Artık iyi anlamalıyız ki, bu tip yaklaşımların sosyalist tartışmaya herhangi bir katkısı olamayacağı gibi, gerçeğinin anlaşılmasına da fazla hizmet etmeyecektir.
Yeni sosyalist tartışmaların özü, kapitalizmin hangi ölçülerinden farklıdır? Kapitalizmin uygarlığını aşacak sosyalist ilişkiler sistematiği, adım adım nasıl geliştirilmek isteniliyor? Bugün kapitalizmin harap ettiği bir dünya ve bunu tasfiyeye kadar indirgemesi vardır. Eğer sosyalizmden bahsedeceksek, ki bizim sosyalizme katkımız budur "kapitalizmin tarihi, bireyi ve dünyayı, yine toplum ve hatta devletini nasıl ele alacağız" sorularına cevap verebilirsek ve özellikle bireyden başlayıp giderek çevre sorunlarına kadar götürebilen bir yaklaşımın sahibi olursak, sosyalizm kavramına da bir yenilik getirebiliriz. Hatta salt sınıf temeline, "işçi sınıfı, proleter sınıf" deyip tahliller geliştirmek de fazla gerçekçi değil. Çünkü bu kavramlar, 19. yüzyılın kavramlarıdır. Yine sınıflar vardır, fakat özellikle Türkiye'de sınıf diye tabir edilen, ayağa düşmüş, nefes alamaz halde, en zor işlerde çalışabilen ve bir anlamda da ekonomik düzeye indirgenmişliği ele vermektedir. Türkiye insanı bu biçimde değerlendirmeye konu edilemeyecek kadar kapsamlıdır ve çok farklıdır. Dünyada da bu böyledir.
Rêber APO
- Ayrıntılar

- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Ocak gününden itibaren Hakkari'nin Şemdinli ilçesine bağlı ve eskiden işgalci TC ordusunun boşalttığı Bêrox karakoluna askerler yeniden mevzilendirme yapmakta ve karakolun inşasını yeniden aktif hale getirmeye çalışmışlardır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Kürdistan özgürlük hareketimizin Önderliğimizin çağrısı üzerine aldığı karar doğrultusunda 2014 yılında HPG ve YJ-Star gerilla güçleri olarak ateşkes koşullarına riayet ederek uyulmuş, gerekli sorumlu yaklaşım tüm HPG Saha ve Eyaletler Komutanlıklarımızca göstermiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Aralık günü Şırnak'ın Silopi ilçesine bağlı Herbol, Bêsbin ve Kirya Reş alanlarında TC ordusuna ait Kobra ve Skorsky tipi helikopterlerin yoğun hareketliliği gözlemlenirken, Silopi taburuna da askeri (özellikle tank) sevkiyatlar gerçekleştirilmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Ocak günü Şırnak'ın Silopi ilçesine bağlı Herbol, Bêsbin ve Kirya Reş alanlarında TC ordusuna ait Kobra ve Skorsky tipi helikopterlerin yoğun hareketliliği gözlemlenirken, Silopi taburuna da askeri (özellikle tank) sevkiyatlar gerçekleştirilmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Ocak günü saat 14:00 - 14:40 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Gare alanı üzerinde işgalci TC ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği gözlemlenmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şengal’i Özgürleştirme Hamlesi devam etmektedir. Bu bağlamda;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1.31 Aralık günü saat 20:00 ile 22:30 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Kandil bölgesinde İran ordusuna ait insansız hava araçları alan üzerinde keşif uçuşları gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar