HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

dersim isyani_kasim_negin_arkadaKürdistan’da her direniş ve isyanın bastırılışı ardından gelişen süreç, bir teslimiyet ve ihanet durumudur. Bu bakımdan ele alındığında direnişler, ne kadar görkemli olursa olsun ortaya çıkan tablo; eğer direnişler başarıyla taçlandırılmamış ise içe büzülmedir, içe kapanmadır ve çoğu zaman da içine sinerek kişilik olarak erozyona uğramadır.

Dersim’de bastırılan son kaleyle Türk devleti, Osmanlı politikalarının tümünü terk etmiştir. Her ne kadar bu durum 1924’lerden sonra aşamalı, planlı ve gizlilik içinde yürütülse de, asıl olarak son direnişin bastırılmasıyla birlikte imha ve inkâr açık ve sistematik bir politika haline getirilmiştir. Kendi deyimleriyle “Muhayyel Kürdistan” Ağrı Dağı’nın yedi kat derinliklerinde meftundur. Kürt ve Kürdistan yoktur. Türkiye Başbakanı Tayip Erdoğan’ın yıllar sonra bile gizlemeden açık bir şekilde ifade ettiği gibi ”düşünmüyorsan yoktur” cümlesi, özünde Kürdistan’ın üzeri betonlanmıştır anlamına gelir.

Kürdistan’ın yüzyıllarca süren otonom, yarı bağımsız ve yerel otoriteleri zapturapt altına alınarak merkezi devlet pekiştirilmiştir. Çıkardıkları kanunlarla Kürt toplumsal yapısı tamamen parçalanacaktır.

Kanunları ilerici ve devrimci retoriklerle süsleseler de hakikat öyle değildir. Tersi doğrudur. Irkçıdır, faşizandır, insanlık dışıdır! Kürt toplumunun varlık göstergelerinden en önemlisi aşiret yapılanmasıdır. Aşiret gibi kurumları dağıtıldığında dumura uğramış ve beyni-belleği teslim alınmış bir yapı ortaya çıkar. Sosyal gelişmişlik çıkmaz. Ortaya, kendinden kaçan, ne idüğü belirsiz, kime nasıl hizmet edeceği bile açık olmayan bir ucube yaratılmış olur. Devlet bununla sınırlı kalmaz. “Anadili Türkçe olmayanlar, toplu olmak üzere kıyı, mahalle işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya sanatı kendi soydaşlarına inhisar etmeleri yasaklanmıştır.“ Mecburi iskân kararnamelerinden alınan bu alıntılar, Kürdün nasıl yok edildiğini ve nasıl Türkleştirilmeye çalışıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. Bu politikalar ışığında, Kürdistan’da kışlalar gölgesinde yatılı okullarla zorla asimile edilerek dejenere etme ortaya çıkan tablodur. Böylece Kürdistan’ın en ücra köşesine ve en küçük zerresine Kemalizm diye tabir edilecek olan zehir aşılanmış olacaktır.

Albert Memmi yıllar önce “Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi” adlı çalışmasında sömürgecilerin yaratmak istediklerini çarpıcı birkaç cümleyle şöyle dile getirmektedir: “Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” der.

“Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.”

Ancak sömürgeciler her zaman: “Her şey kusursuz olurdu… Yerliler olmasaydı” der. Bunun için: “Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır.” Daha çarpıcı bir şekilde ise: “Kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir. Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır. Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur. Kısacası, sömürge iki dilliliği ne bir yerli dilinin bir püristin diliyle yan yana yaşadığı (ikisi de aynı hissetme dünyasına ait) iki dillilik durumudur, ne de fazladan ama görece yeni bir alfabeden yararlanan yalın birçok-dillilik zenginliğidir: bir dilbilim dramıdır” diye ifade eder.

Frantz Fanon, “Siyah Deri, Beyaz Maske” adlı yapıtında yukarıda dile getirilmiş olan sömürgeciliğe ilişkin olarak: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” hale getirilme durumu olarak tanımlamaktadır. Ve bunun aşılması için de “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” demektedir.

Yeni işbirlikçi ekipleşme, bu zemin üzerinden şekillenecektir. Kendisini reddederek katiline âşık olurcasına, ona benzeyerek büyüyecektir. Kraldan daha kralcı misali her tarafa Kemaller ve İsmetler yayılacaktır. Kışla okullarında yetişenler yeni edinilmiş kültürü -hem de çok isteyerek, gönüllüce- ülkenin en ücra köşelerine taşıyacaklardır. Bilindiği üzere en tehlikeli işgal, beyinlerin işgal edilmesidir.

Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir Türk kadın misyonerinin yazdığı “Dağ Çiçeklerim” adlı anı çalışmasında, Dersim’in bastırılması ve katliamdan geçirilmesi ardından yapılmak istenenler net bir şekilde anlatılır.

Atatürk genç misyoner kıza parmağını uzatıp “Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” der. Atatürk’ün söylediklerini yerinde denetlemek için bu kez İsmet İnönü, bir gün Elazığ’da Kürt çocuklarının asimile edildiği merkezi ziyaret eder. Bir kız İsmet İnönü’ye selam vermez. İnönü, Türklüğün misyonerliğini yapan kadına bu durumun nedenlerini sorar. Kadın misyoner: “Çünkü "Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam" diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, - Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli "hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, - İşte eser bu ;" KÜRT" dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas'ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, - Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! - Kalem tutar, iğne tutar... diye bir nutuk çekti.” (Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim)

Özcesi Dersim’den sonra hedef bir daha silah tutmayacak bir el ve de “Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” hedefidir. Yani Türkleştirmedir! Eritmedir! Asimile etmedir! Kendinden uzaklaştırmadır! Ve bunu kızıl katliamdan sonra beyaz katliamla nasıl başardıklarını da bu meseleyle ilgili olan herkes az çok bilmektedir.

Amin Maolouf, “Afrikalı Leo” romanında dile getirdiği gibi “kim annemle evlenirse, benim üvey babam olur” misali kim işgal ederse onunla olunmaktadır. Hem de “başı dik ve gururluca!” Başka halkların tarihinde bu durum onursuzluk ve alçaklık sayılırken, Kürdün alışılagelmiş ihanetini marifet bilen tarihinde bu kavramların tersi geçerlidir. Bugün dahi direnişlerde katledilenlerin evlatlarının ve torunlarının devletçi tutumları ibretle izlenmekte ve insanı hayretlere düşürmektedir. Katiline âşık olmak bir hastalık düzeyinde ancak bu kadar olabilir. Kürt katliamını gerçekleştiren partinin adı CHP’dir. Katliamın planlayıcısı, CHP’nin Milli Şefi olan İsmet İnönü’dür. Dersim’i adeta yerle bir eden yine bu parti ve Milli Şefleridir. Ne var ki aradan yıllar geçtikten sonra, CHP denilen sosyal faşist partinin başına Dersimli, Alevi ve bir Kürt olan bir kılıç artığı getirilir. Hem katledecek hem de katlettiği insanları kendisine âşık hale getirecektir. Katiline hayranlık ancak bu kadar olur dediğimiz ve tıbbi bilimlerin de Stockholm Sendromu olarak teşhis ettiği gerçekliğin kendisi budur.

Türk devleti sadece bununla da sınırlı kalmamaktadır. Sert ezme ve kendi tipini yaratmanın ardından, arta kalan kılıç artıklarını da kullanmasını bilmiştir. Direnişlerde rol almış ailelerin çocuklarını, nasıl ki Osmanlı Babıâli’ye alıp yetiştirmiş ve zamanı geldiğinde kullanmış ise aynısının daha profesyonelcesini TC de yapmıştır.

Bugün karşımıza çok pervasızca çıkan birçok isim bilindiği için buraya isimlerini alma gereği bile duymuyoruz. Osmanlı sıkıştığında nasıl ki aşiretleri, Hamidiye Alayları biçiminde örgütleyerek hem olası bir Kürt kalkışmasını hem de Ermeni, Süryani ve diğer halkların kalkışmalarını engellemek için kullanmışsa, benzer bir yaklaşımı daha derin biçimde 1940’lardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti de uygulamıştır. Kürdistan’ın tümüne hâkim olduktan sonra, aşiret ağaları ve kompradorları adım adım Türk devletinin içerisine çekerek katmerli bir işbirlikçi tabakanın oluşmasına yol açmış ve olası bir Kürt hareketlenmesine karşı kullanmak üzere hazırlamıştır. Nitekim sonra da göreceğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketine karşı, aşiretleri korucu ve çete biçiminde kullanmıştır.

Sonuç olarak, Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilerek tüm yaşam emareleri durdurulmaya çalışılmıştır. Arta kalmış olan yaşam emarelerini de ezmek için 1943’te sınır kaçakçılığı yaptıkları için Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın talimatıyla 33 Kürt köylüsünün katledilmesi olayında görüldüğü gibi sudan gerekçelerle, son direnişleri de ezmeyi ve dilsiz, hatta kendinden kaçan bir toplum yaratmayı amaçlamışlardır. Ve bu sinsi planlarını önemli ölçüde de başarmışlardır.

Ahmet Arif’in 33 kurşun adlı şiirinin bir yerinde Kürt halkının yaşadığı çaresizlik şöyle ifade edilmektedir:

“…Baktı otuz üçten biri

Karnında açlığın ağır boşluğu

Saç, sakal bir karış

Yakasında bit,

Baktı kolları vurulu,

Cehennem yürekli bir yiğit,

Bir garip tavşana,

Bir gerilere.

Düştü nazlı filintası aklına,

Yastığı altında küsmüş,

Düştü, Harran ovasından getirdiği tay

Perçemi mavi boncuklu,

Alnında akıtma

Üç topuğu ak,

Eşkini, hovarda, kıvrak,

Doru, seglavi kısrağı.

Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

 

Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,

Böyle arkasında bir soğuk namlu

Bulunmayaydı,

Sığınabilirdi yüceltilere...

Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,

Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,

Yanan cıgaranın külünü,

Güneşlerde çatal kıvılcımlanan

Engereğin dilini,

İlk atımda uçuran

Usta elleri...

Bu gözler, bir kere bile faka basmadı

Çığ bekleyen boğazların kıyametini

Karlı, yumuşacık hıyanetini

Uçurumların,

Önceden bilen gözleri...

Çaresiz

Vurulacaktı,

Buyruk kesindi,

Gayrı gözlerini kör sürüngenler

Yüreğini leş kuşları yesindi...”

Bu olaydan sonra, geride kalan yurtsever duygulara da ipotek konulmuştur. Halk sindirilmiştir. Bu seçim de herhalde tesadüf olmamalıdır. Yıl 1943’tür. Doğu Kürdistan’da Kürt halkının bir kalkışması söz konusudur. İlk defa modern bir Kürt partisinin kurulma aşamalarıdır. J. K yani Komalaye Jiyanavey Kurdistan kurulmuş (Kürdistan Diriliş Topluluğu) ve giderek Mahabad’ta Komala ve Kürdistan Demokrat Partisinin kuruluş yıllarıdır. Kurulan örgütler de vardır. Kürtler adım adım kendilerini örgütlemektedir. Bunun bir şekilde önü alınmalıdır. Kürtlere öyle bir ders verilmelidir ki, bir daha kendine gelemesinler. Ve 33 kurşun olayı, böyle tezgâhlanmıştır. Ortaya yıllarca yurtsever mücadeleden uzak duran bir Özalp ve çevresi çıkmıştır! Oysa ki, bu çevre yurtsever olmadığından değil, tersine yurtseverliği çok güçlü olduğu için bu olay tertiplenmiştir. Ve uzun bir süre oralarda yaprak kıpırdamamıştır. Kürdistan Özgürlük Hareketi şaha kalktığında ilk katılması gereken yerlerin başında buraların gelmesi gerekirken, böyle olmamıştır. Ancak devrimin ileri safhalarında korku duvarı yıkıldıkça ve beyinlerindeki karakollar sarsıldıkça buranın gençleri dağlara koşacak ve geçmişin hesabını sormaya cesaret edeceklerdir.

Ve “Engereğin dilini,

İlk atımda uçuran

Usta elleri...

Bu gözler, bir kere bile faka basmadı

Çığ bekleyen boğazların kıyametini

Karlı, yumuşacık hıyanetini

Uçurumların,

Önceden bilen gözleri...” olanlar yeniden şaha kalkacaklardır.

Kürt İhanet Dokusunu daha derin anlamak için bir daha ele alarak yorumlayalım. Kürde özgü olan bu dokuyu ele almakta yarar vardır. Kürt tarihinin en derinlerinde bir olayı ele alıp getirmek yararlı olacaktır.

Gılgameş Destanı’nda Enkidu ve Gılgameş ilişkisi çok kutsanarak ele alınır. Mitoloji öyle ele alır, ancak mitolojinin dili anlaşılıp çözüldüğü vakit salt söylence olmadığı ve önemli gerçekleri barındırdığı anlaşılacaktır. Destanda öncelikle Enkidu, ormanlardan bir kadının eliyle “hayvan aleminden” bajara (şehre) getirilir. Eğitilip ehlileştirildikten sonra büyüdüğü yerlere işgalcinin kılıcı ve dostu olarak tekrar geri döner. Ormanların sahibi olarak destanda dile gelen Huvava'yı yaralayıp ele geçirir. Affını isteyen Huvava'yı Gılgameş af etme niyetinde olsa da, Enkidu vurulmasını ister.

Sonuç Huvava’nın katledilişidir. Enkidu'nun tutumu, kraldan daha kralcı bir tutumdur. Ormana girmeden önce Enkidu’nun titreme ve ürkme emareleri göstermesi, onun ihanetçi tutumunun bilincinde olduğunu göstermektedir. Ne var ki; bu ihanetçi-işbirlikçi tutum ve davranış tarihten süzülerek bugüne geldiğinde, ihanetin kanıksandığının işareti olarak utanma ve ürküntü duygusu da ortadan kalkmıştır. İhanete karşı ar perdesi yırtılmış ya da delinmiştir. İhanet daha çok derinleşmiş ve katmerleşmiştir.

Bugüne göz atmak ve karşılaştırmak da yararlı olacaktır. O kadar derinlere işleyen çetecilik, Botan’da ve Bucak’larda görüldüğü gibi kendi özüne saldırırken, ne kadar Enkidu geleneğinden geldiklerini gösterir. Çoğu kez işgalcilerin dilini dahi konuşamayan bu işbirlikçiler, onlara olan sadakatlerini her gün göstermekten geri durmamaktadırlar. “İdris-i Bitlisi Burada! Yavuz Sultan Selim Nerede?” sözleri, katmerlice işlemiş olan işbirlikçilik ve ihanetten öteye başka ne anlama gelir ki?

Benzer bir örneği, Kürtlerin atalarından olan Mitanniler’de görüyoruz. Mattizawa İhaneti olarak tarihe geçen bu olay da, tarihin derinliklerine nüfus etmesi bakımından önemlidir. Mitanniler’in çok zorlandıkları bu süreçte -M.Ö. 1400’ler civarı- fiilen ikiye bölünmüşlerdir. Kuzeyde merkezi krallığı temsil eden ve Mısırlılarca desteklenmekte Tuşratta, güneyde ise II. Artatama etkindir. Hititler ve Asurlar ise II. Artatama’ya arka çıkmaktadırlar. Her güç kendisine göre Mitannileri zayıflatmanın ve kendilerini etkin yapmanın yollarını aramaktadır. Hatta II. Artatama sırtını Hititlere dayayarak kendini Horrit Kralı ilan eder. Ardından da dış güçlerin kışkırtmasıyla kuzeyde bulunan Mitanni merkezine saldırmaya başlar. M.Ö. 1360’lardan itibaren Mitanniler, fiilen dağılma sürecine girerler. Aynı dönemde Tuşratta’nın oğlu olan Mattiwaza, babasına karşı gizliden Hititlerle görüşür ve bir anlaşma imzalar. Bu belgeli anlaşma Kadeş’te Mısır ve Hititler arasında yapıldığı söylenen tarihin ilk diplomatik antlaşması belgesinden çok daha eskidir. Bu belge Hattuşaş’taki kazılardan gün yüzüne çıkmıştır. Kadeş belgesinden daha eski olan bu belge 1380 ile 1350’ler arasına arkeologlar tarafından tarihlenmektedir. Mattizawa, Hititlerin bir nevi piyonu rolünü üstlenir.

Hititler, Mitannilere saldıracak ve Mattizawa’yı kral yapacaklardır! Mattizawa ise Hititlere bağlı bir kral olarak çalışacaktır. Hesap budur! İhanet bu derece derindir. Gerektiğinde babasına karşı dahi gözü kara ihanet bıçağını saplamaktan çekinmeyen bir egemenin iktidar için yapacakları akıllara zarar verecek türdendir. Tuhaf olan ise II. Artatama’yı, aynı Hititler Mitanni kralı olan Tuşratta’ya karşı zaten harekete geçirmiş durumda olmalarıdır. Hititler tesadüfe yer bırakmayacak tarzda ince çalışmaktadırlar. II. Artatama, saldırılarını yoğunlaştırdığı süreçte Mattizawa Kassitlere sığınma talebinde bulunur. Ancak Aryen kökenli proto-Kürt olan Kassitler Mattizawa’nın ihanetini bildiklerinden dolayı bu sığınma talebini kabul etmezler. Mattizawa bunun üzerine Hititlere sığınır. Hitit kralı Suppiluliuma, Mattizawa’yı ihanetinin daha da katmerleşmesi için kızıyla evlendirir. İhanetçi böylece daha sağlam kazığa bağlanmıştır. Giderek parçalanmış olan Mitanniler, çok sayıda devletçiğe dönüşecektir. Bu devletçiklerinden birinin başına-ki en küçüğüne-Mattizawa’yı verirler. “Böl-yönet politikasının” en ilkel hali herhalde bu olmalıdır. II. Artatama öncülüğünde Mitannilere karşı saldırılarla zayıflatılacak, dağılan parçalanmış ülkeye de kendi istediklerini atayarak tuzak tamamlanmış olacaktır. Nitekim 1340’lara geldiğimizde Mitanniler zayıflamış ve tarihin ileri aşamasında ise tümden dağılmıştır. Dağıtılıp bölük-pörçük hale getirilmiş yapının gerisinde kalanlara çok farklı adlar takılacaktır. Tarihte Kürtlerin ve onların atalarının birlikteliğinden korkan güçler, her zaman öncelikle Kürtleri parçalamayı düşünmüşlerdir. Zira Kürdün bir olması demek, kendiliğinden büyük bir gücün ortaya çıkması demektir. Bunun için parçalayarak bölmek gerekir. Ve ne tuhaftır ki halen de aynı oyun, aynı doku üzerinden yeniden yeniden ısıtılıp Kürt halkının önüne çıkarılabilmektedir. Üstelik bu modern oyun kapitalizm döneminin en korkunç ve en insanlık dışı uygulamalarını çok rahat göze alırcasına planlanabilmektedir. “Kürt Teşisi dönmeye devam ediyor” derken kastettiğimiz bu gerçekliktir.

Son olarak ünlü Kürt edebiyatçı Mehmet Uzun’un, “Bîra Kaderê (Kader Kuyusu)” ve “Yitik bir Aşkın Gölgesinde” isimli kitaplarında işlediği Kürt karakterlerini ele alıp değerlendirerek, Kürdün aynı dokudan oluşan, özgüvensiz, ihanet dolu ve egemenlere ait silik tiplemelerini daha iyi görebiliriz.

Mehmet Uzun “Kader Kuyusu’nda” Bedirxan'nın torunlarından Mir Emin Bedirxan’nın oğlu Celadet Bedirxan’ın biyografisini ele alır. Tabi bunu yaparken Bedirxanları da çok güzel ifadelerle ve duygu yüklü anlatımlarla nakşeder. İsyanın ardından, İstanbul’daki ve diğer sahalardaki sürgünün acılarını detaylarıyla işler. Ülkeden uzak ve ülke aşkıyla yetişen Mir Bedirxan’nın aile fertleri belirgin olarak göze çarparlar. Onların en belirgin özellikleri, duygu yüklü Kürt ve Kürdistan aşklarıdır. Yetişen torunlar, Kürdistan için bir şey yapma çabasındadırlar. Mithat Bey, Kahire’de 1898 yılında ilk Kürt gazetesini çıkarır. İstanbul‘da dernek kurmak gibi çalışmalarda öncülük düzeyindeki çabaları eksik olmaz.

Ancak şu gerçek de, belirgin olarak görülür. Kürt aşkıyla yanan Bedirxanların, tek bir eyleme girişmeleri söz konusu bile değildir. Kamuran ve Saffet Avrupa’da yaşarlar. Saffet orada evlenerek yaşamını sürdürür. Celadet Şam’da yaşar. İçki alemleri hiç eksik olmaz. Ne kadar zor şartlarda yaşadığını ve Kürt ozanlarından nasıl “Ağıt” dinlediğini hep okuruz. Ancak örgütlenme yoktur! Eyleme girişme yoktur! Ülkenin kurtarılması ile yaşamlarını ülke ve halk için feda etmeyi göze alma duruşları söz konusu bile değildir! Aydındırlar, yurtseverdirler, duygusaldırlar. Ama politik eylem yoktur. Kendi yaşamını bir ülke için feda edecek tutum ve davranışları yoktur. Sertlik geliştiğinde sinme vardır, geri çekilme vardır, meydanı bırakma vardır. Bu bir trajedidir. Kürt halkına öncülük yapmaya çalışan ya da onun için yetiştirilen kesimin içler acısı durumu böyledir. Aslında milliyetçilik çağının en kızgın döneminde ve ulusal kurtuluş örgütlenmelerinin objektif koşullarının en müsait olduğu zamanlarda, aristokratik Kürt elitlerinden arta kalan korkunç bir sindirilmişlik ve ölümcül mukaderatın ayan beyan kabulüdür.

Daha net ve çarpıcı bir diğer örnek ise “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” işlenen Memduh Selim karakteridir. Kendisi İkinci Meşrutiyet’ten sonra Kürt Hareketi içerisinde saygın olan bir isimdir. Celadet’in de yakın dostudur. 1927’lerde kurulan Xoybun Hareketi’ne de katılmış. Ülke hasretini gidermek için Suriye’de Antakya’ya yakın bir yere yerleşir. İyi, temiz, dürüst ve yurtsever bir aydındır. 1930'larda Xoybun örgütü, İhsan Nuri Paşa’ya destek sunacak bir Xoybun yöneticisi ya da aydınını Ağrı’ya göndermek ister. Halep’te toplantı yapılır. Celadet de hazırdır. Tartışmanın sonucunda bekâr olduğu için Memduh Selim Bey, Ağrı’ya İhsan Nuri Paşa’nın yanına destek amaçlı gönderilir. Birkaç ay için gidip gelecektir. Ne var ki Memduh Selim Bey bir Çerkez kızına âşıktır ve gizlice sözlenmişlerdir. Xoybuncular tüm bunlardan habersizdir…

Memduh Selim Bey, Ağrı’ya gider. Bir ay, iki ay derken, birkaç yıl kalmak zorunda kalır. Ne de olsa Kürt namusu ve gururuna sahip bir aydındır. Birkaç yıl sonra yenik bir halde geri döndüğünde, Çerkez güzeli de gitmiştir. Sonuç yıkılan bir Memduh Selim Bey’dir.

Bir halkın kaderini değiştirmeye çalışan temiz ve yurtsever aydınların acınası gerçekliği böyledir. Objektif olarak bu kişiliklere ihanetçi mi denilecek, yoksa kilitlenmiş kişilikler mi denilecektir!? Bu oldukça zorlayıcı bir sorudur. Hâlbuki o tertemiz duygular, böyle yetersiz bir eylemi ya da eylemsizliği hak etmemektedir…

Zira bu gerçeklik bir dokudan kaynaklanmaktadır. İşgalcilerce eğitilerek çaptan düşürülmüş bir Kürt egemen sınıfını anlatır. Diğer halklarda ülkeleri işgal edilmişse, her gün halka tecavüz ediliyorsa, en azından onuru kurtarmak için kendini ortaya atma durumu vardır. Daha düzenli ve güç haline gelerek, kendini örgütleyerek, her şeyini ortaya koyarak kendini feda etme hali vardır. Bu insan olmanın da bir gereğidir. Ülke işgal edilmiş, halkın onuru ve namusu her gün çiğneniyorsa, buna karşı direnişe geçmeme ve mücadeleye atılmama, tek kelimeyle onursuzluktur. İnsanlıktan çıkmadır. Başka bir anlamlandırma ve kavramlaştırma sadece ve sadece gerçekleri yozlaştırma olacaktır. “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek, insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” der Jean Jacques Rousseau. Kürt egemen dokusunda olan tam da budur: Yapılanı sineye çekmedir, içki masalarında nara atmadır ve de derin derin Kürt dengbejlerini dinleyerek sahte bir milli romantizm ile kendini avutmadır!

En iyileri böyleyken bir kesimi vardır ki; Kürt halkının her şeyini kendi statüleri, kendi yaşamları için kullanma, pazarlama ve peşkeş çekme hareketleri kendileri için son derece olağandır. Çünkü böyle şekillenmişlerdir. Bu yüzden bu gerçekliklerini teşhir eden ve gerçeklerini açığa çıkaran herkese karşı hiçbir utanma ve sıkılma hissetmeden gözü karaca saldırmaktan da geri durmazlar.

Ülkesi için hiçbir karşılık beklemeksizin canını malını ortaya koyan ülke fedailerine karşı böyle kişiliklerin saldırmaları, Kürt Özgürlük Hareketinin tarihinde artık sıradanlaşmış bulunmaktadır.

Avrupa’da seyrü sefa içinde yaşayıp tek bir evladını ülkeye göndermeyen bu sahte “yurtseverlere” ne demeli? Ve Kürt Özgürlük Hareketinin bir numaralı düşmanlığını yürüten bu kişilikler nasıl adlandırılmalı? Bunlara söylenecek olan şu olabilir: “Tanrım affet onları, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” (İncil’de geçen, İsa’nın Golgatha’da çarmıhtayken Yahudilerin onu taşlamasına verdiği tarihi cevap). Zira ihanet ve işbirlikçilik bir kere onların genlerine işlemiştir. Ve bu düşürülmüşlük ile bu ihanet hali, bu tiplerden gelen kişiliklerde karakter haline gelmiştir.

Karakter haline gelmesinin yanı sıra, bir de, her gün bir şekilde bu halkı için hiçbir şeyi yapmaktan esirgemeyenlere dil uzatabiliyorlar. Halkımız çok ciddi bir soykırım cenderesine alınmasına rağmen, ekran ekran dolaşarak “halen erkendir” diyenler özü itibariyle bu soykırımcı politikaların sadece ortakları değil bizatihi maşa olarak kullananları oldukları için tarihe-Kürdistan özgürlük tarihinde- birer kara leke olarak her zaman anılacaklardır.

Kasım Engin