Yeni bir komplo yıldönümüne doğru gidiyoruz. Uluslararası güçlerin ortak bir cehpe temelinde RêberAPO’ya karış giriştikleri uluslararası komployu tüm boyutlarıyla anlayarak bir yaklaşım içerisinde olmak dönemin bizde istediği devrimci duruşun olmazsa olmaz görevleridir.
Unutmayalalım ki RêberApo’ya karşı 9 Ekim 1998 yılında geliştirilen uluslararası komplonun aynı günü ama tam ondan 31 yıl önce büyük direnişçi, büyük insan, büyük adalet arayışçısı, büyük romantik gerilla komutanı ve de büyük enternasyonalist devrimci Che Guevara(nın katliamının da yıl dönümüdür. Che Guevera 9 Ekim 1967 yılında Bolivya’da yerel Bolivya işbirlikçileri ve Amerikan emperyalistlerin Yankee’lerin eline 8 Ekim 1967 günü ağır yaralı esir düştükten sonra hemen ertesinde bir gün geçmeden katledilişinin yıldonönümü… Halkların umudu olan Che’nin katledildiği günde aynı tarzda ama daha kalleşçe bir tarzda RêberApo daha havadayken katledilmek istenmesi bu bağlmada üzerinde ciddi durulması gereken bir durumdur.
Kimdi Che?
Arjantinli bir romantik, insan sevdalısı, adalet arayışçısı… 1928 yılında doğan ardından tıp okuyan ve okulunu bitirdikten sonra ise Güney Amerika turuna bir arkadaşıyla çıkan büyük bir hayalci ve ütopyacı. Birçok şeyi gördükten sonra Venezülla’da devrimcilerle tanışan az da olsa sosyalist öğretiyi öğrenen, Meksika’ya geçtikten sonra ise Küba devrimcileriyle tanışan, onlara katıldıktan sonra ise Küba devriminde en ön cephede büyük bir gerilla komutanı olarak savaşan. Küba Devrimi sonrası ise en zor işlere hem talip olan hem de verilen, halkın içinde iyi bir emekçi, askerlerin içerisinde iyi bir komutan ve savaşçı, çiftçilerin içinde iyi bir çiftçi, gençlerin içerisinde iyi bir genç ve özcesi nerede ona ihtiyaç duyulmuş ise oraya müdahale eden bir Joker. “Rosinante’nin kaburgaları yeniden bana batıyor” diyerek Afrika’da başka halklar için mücadele etmeye giden, savaşan ve de 1966 yılında yeniden Küba’ya döndükten sonra Güney Amerika devrimi için Bolivya’ya gerillayı örgütlemek için yola çıkıp giden bir müddet gerilla mücadelesi için hazırlık yaparken kalleşçe katledilen…
1967 yılında Bolivya’da bir 9 Ekim günü La Higuera katledildi. 8 Ekim günü ağır yaralı bir şekilde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin eline geçtikten sonra hiç bekletilmeden merkezi olarak CIA’nin talimatıyla katledilmişti. Hem de panik içerisinde bunu yapmışlardı. Ürkerek, korkarak, sinerek, haince yaptılar bunu. O kadar Che’nin naaşından korktular gibi cenazesini yıllar yılı kimse bulamamıştı. Ta ki sonraları tesadüflerle naşı bulunana kadar…-
Che’nin kendisini infaz eden cellada: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” diyecek ve onunla mücadelenin en sertine baş koyan dava yoldaşı Castro’ya ise: ”Castro’ya söyleyin; benimle devrim bitmedi, devrim sürecektir” sözlerini de tereddütsüz sarf edecektir. İşte bu bir ruhtur, bu bir duruştur, bu bir davranıştır, bu bir boyun bükülmezliktir ki bu da bir karakterdir. Hem de Che’nin yoldaşları olan tüm devrimcilere ekilen bir karakter.
RêberApo 10 Kasım 1997 tarihinde yaptığı bir çözümlemede: “Geçenlerde biraz inceleme de değil, anlamaya çalıştım. Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümü dolayısıyla biraz kişiliği tanıtılmaya çalışılıyor. Sanırım tam istediğimize yakın bir yaşam, yeni insan anlayışı var mı? Bizden üstün yanları da olabilir ama birleştiren yanı çok çarpıcıdır. Türkiyeli devrimciler de vardı, büyük özgürlüğe kalkan, bizim de kendilerini yakinen gördüğümüz, tanıdığımız ve derin bir sempatisi olmaktan zevk duyduğumuz kişiliklerdi, halen anılarına da bağlıyız. Burada gözüken ve halen dünya halklarının büyük saygıyla andığı bunların ödünsüz ve ilkelerine göre -ki insan için, halklar için özgürlüktür bunların ilkesi- bugün insanın başını gerçekten kırıp geçiren bir tarzda kendini yükleyen, her şeyi metalaştıran, her şeyi korkunç bireysel çıkara bağlı götüren sistemin tam zıddı olan bir kişiliktir. Yeni insan söylediğim gibi, sanırım uygulamaya çalıştığımız gibidir. Bunlar önemlidir. Dünyanın öbür ucunda böyle birisi bizim için günceldir ve en yakın arkadaşımızdır. Biz de onun tipik bir gerilla arkadaşı gibiyiz burada. Aynı ruh, aynı özgürlük anlayışı, aynı savaşım, aynı yeni insan peşinde koşma” diyerek nasıl Che’nin bir takipçisi ve yol arkadaşı olduğunu gösteriyor.
Ve tutsak olarak Yankeelerin işbirlikçilerinin eline yaralı düştüğünde: “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın” derken bile, “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” sözlerine nasıl bağlı kaldığını da göstermektedir.
Evet, işte Che yaralı olarak esir düştüğünde neden alelacele hemen katledildiğini yukarıda sıralanan birkaç cümleden görebiliyoruz. Ve neden korkakça cenazesinin yıllarca saklandığını da görebiliyoruz. Tek bir nedeni vardır tüm bu anti insani, anti hukuki ve korkakça katledilişin; emperyalistler Che’nin temsil ettiği ruhtan ve temsil ettiği çizgiden korkmuşlardır. Çünkü bu ruhta asla ama asla teslim olmak yoktur. Bu ruhta asla ama asla geri adım atmak yoktur. Burnunun dikine yürümek diye bir kavram vardır. Che doğrular için, adalet için, halklar ve haklar için tek bir milim geri adım atmayan bir kişilik olarak, bulunduğu her yerde bu ruh ve kişilik emperyalizm için tehlike olduğu için kalleşçe katlettiler.
Che katledilirken bile Yankeeler ondan korkmuşlardır. Onun cenazesinden bile korkmuşlardır. RêberApo, Che’nin bu durumu için: “Halbuki Che Guevara’ya bakın, her hareketi gurur verici. Bir gerillacıya benzer. Ölüsüne bile bakın, insan ilham alıyor. Onurlu, gururlu bir insanın bütün özellikleri cesedinde bile gözüküyor çağımızın bu savaşçısında. Her büyük savaşçı böyledir aslında.
Che Guevara’yı boşuna söylemedim. İnanmış bir gerillacıydı veya gerillanın, emparyalizmin uşağına karşı en büyük özgürlük savaşçısı olduğunu veya böyle bir insanın ancak anti-emperyalist veya bir özgürlük savaşçısı olacağının derin bilinciyle hareket ediyordu. Bu çağda devrimci gerillacıdır aslında. O yüksek yaşamı –ki devleti kurmuştu Küba’da bıraktı- beni çekmiyor dedi bu. Beni başka devrimler bekliyor. Şimdi bizim mutlak başarmamız gereken bir devrim var.
Che Guevara’nın 30. Ölüm yıldönümünde veya katledilişinin tabi hangi devrimcilerin anısından bahsedeyim ki, aslında değerli Latin Amerikalılar daha iyi kutluyorlar. Biricik değeri, tanımı, ifadesi, özgürlük savaşçılarının çağımızdaki bir alana böyle en anlamlı yürüyüşü, gerilla yürüyüşüdür. Şimdi onun coşkusu, heyecanı, yüceliği tartışmasızdır. Anıya verilecek en anlamlı cevap bir gerilla yürüyüşünün çarpıcılığını temsil etmektir” demektedir.
Che’nin emperyalistlere karşı duruşunu en iyi ifade eden sözleri: “Ölümüne olan bu mücadelede hiçbir sınır yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde meydana gelen olaylara kayıtsız kalamayız. Bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi bizim zaferimizdir, aynı şekilde yenilgisi de bizim yenilgimizdir. Sosyalist ülkelerin, Batı’nın sömürgeci ülkeleriyle üstü kapalı işbirliğini tasfiye etmeleri ahlaki görevleridir.” Yine; “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye yapılan herhangi bir haksızlığa daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” diyerek kendi cephesini çok net bir şekilde ortaya koyarak emperyalistlerin hışmını üzerine çekmiştir. Ve nasıl bir 9 Ekim günü yılında hunharca katledildiğini ise yukarıda ifade ettik.
9 Ekim gününün ise RêberApo’ya karşı uluslararası komplonun başlangıcı olduğunu da ifade ettik. Ortadoğu’da yapılacak uluslararası emperyalist saldırıya karşı duracak en güçlü irade RêberApo olduğu için önce RêberApo’ya yöneldiler. Bu gerçeklik iyi görülmeden komplo anlaşılamaz. Komplo her şeyden önce özgürlük mücadelesine ve onun devrimci duruşuna karşı yapılan bir ideolojik saldırıdır. Kapitalist modernist kültürün; bireycileştiren, toplumdan uzaklaştıran, maddiyatçılaştıran, manevi dünyayı yıkan, işgal ve sömürgeciliğe sonuna kadar kapıyı aralayan, Ortadoğu toplumlarını birbirine bırakan, didiştiren, parçalayan, bölen ve nitekim bu oluşturduğu yapı üzerinde ise yürüten ve yöneten politikalarına karşı panzehir olarak RêberApo’nun karşı duracağı iyi bilindiği için kapsamlı bir saldırı ile katledilmek istenmiştir.
Emperyalizme karşı en ön cephede sert ideolojik mücadelesiyle duran RêberApo ne var ki bu mücadelesinde tek bırakıldı. Uzun yıllar hep sosyalizmin güçlü bir temsilcisi olarak tek kaldı, tek bırakıldı. Onun yoldaşları olan bizler onun yürüttüğü ideolojik mücadeleyi sahiplenmediğimiz için, üstlenmediğimiz için, emperyalistlere karşı duruşta RêberApo tek bırakıldı. Halbuki doğru devrimci duruş ve yoldaşlık, emperyalizme karşı mücadelede RêberApo’nun yanında güçlü bir ideolojik donanımla yer almalıydı. Halbuki, “Kadro örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir ve bütündür.” Kadro PKK’nun maketidir, kadro PKK’nin bireyde örgütleniş halidir, bireyde cisimlenmesidir. Örgütlenme nedir? Örgütlenme dar anlamda bir gurubun en üstte örgütlenmesi değildir, bütün kadroların birbirini tamamlayacak tarzda ağ biçiminde örgütlenmesidir. Her kadro bu ağın içinde yer almalı ve birbirine bağlı olmalı, birbirini etkilemeli yani bir organizma olmalı, hücreleri olmalı, birbirinden kopuk halde değil. Bu bağlamda kadro öncü olandır. Öncü anlayan insandır, bilinçli insandır, bilinçli insan anlam gücünde derinleşmiş insandır. Bunun için ne kadar bilinçlenirseniz, ne kadar aydınlanırsanız başkasını da o kadar aydınlatırsınız.
Şimdi RêberApo emperyalizme karşı mücadelenin en sertini göğüslerken bizler bu bilinçlenme ve aydınlanmayı yaşadık mı? RêberApo’nun; “Fikir, zikir ve eylem birliği” gerçeğini kişiliklerimize yedirerek; düşüncelerimizi, sözlerimizi ve eylemlerimizi bir uyum ve ahenk içerisinde bütünlüklü kılabiliyor muyuz? Bunun böyle olması için büyük bir ahlak ve vicdana sahip olmak gerekiyor. Ahlak devrimi, pratikteki başarı ve başarıyı kesinleştirme devrimidir. Vicdanı eğer “ Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç” ise o zaman bunun yekser toplumsal özgürlük ile özgürlük ahlakı ile bağı vardır. Yani bizimle bağı vardır.
Bu gerçekliği iyi görerek, doğru tahlil ederek yaklaşan16’ıncı uluslararası komplo gerçeğini iyi görmemiz gerekmektedir. Yine böyle bir yıl dönümüne doğru giderken daracık bir ortamda bile tüm uluslararası kirli komplocu güçleri kahrettirecek kadar güçlü bir çıkışla boşa çıkaran RêberApo’nun aydınlatıcı felsefesi, ideolojisi, politikası temelinde kendimizi yeniden yeniden gözden geçirerek ne eskisi gibi yaşamalıyız ne de eskisi gibi savaşmalıyız. Bunu yapabilmemiz için ise sandığınızdan daha çok gerilik ve dogmatizm durumumuzu aşarak RêberApo’ya karşı yoldaşlık görevlerimizi yerine getirmeliyiz.
Sonuç itibariyle:
9 Ekimleri anlamak istiyorsak Che’lerde bugünlere uzanan direniş halkasını böyle ele alacağız. Latin Amerika’da Yankee’lerin başına “bela” olan Che’lere karşın bu kez Ortadoğu’da Yankeelerin ve onların yani Emperyalistlerin tekerleklerine çomak sokacak olan bir RêberApo vardı. İşte bunun için cümle cemaat bu dünyanın tüm iblisleri ve bu iblislerin hizmetçi tayfası bir araya gelerek yeni dönemin Che’sine yüklendiler. Önderliğimiz deyimiyle “çarmıha germek için her şeyi yaptılar.”
İşte biz bir yeni 9 Ekim gününü anlamaya çalışırken ve de lanetlerken tarihin arka perdesini böyle ele alıp değerlendireceğiz. Tarihe daha fazla anlam vermek istiyorsak, Che’nin gerilla yoldaşları olarak RêberApo’nun bizi aydınlatıcı devrimci yolunda daha da kararlı adımlarla ilerleyeceğiz. Daha fazla devrime ve zafere olan inancımızı pekiştireceğiz.
Daha fazla devrim, daha fazla zafer derken de:
Hasta La Siempre Victoria ve Devrimci Savaş Halkların Bayramıdır diyerek yeni dönemin tüm görevlerine en ileri düzeyde doğru bir yoldaşlık temelinde katılalım.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
“Elbet bir bildiği var dağların
Varsın aman vermez
Yol vermez olsun
Yaşamaya başladın mı öğrenirsin
Dağlar hep dosttur”(A. Hicri İZGÖREN)
Parçalı bulutlar arasından henüz çıkan dolunaya derin bakışlar fırlatıyordu. Bir dahası olmayacakmış gibi tüm içtenliğiyle tebessümler fırlatıyordu. Tüm durma hallerine inat O; ayın yürek coşturan akışkanlığında akıp gidiyordu dolunayın aydınlığında aydınlanan gecenin koynuna. Ay kokulu nice anısı gelip önüne duruyordu. Her bir anıda başka bir güzellik, sonsuz mutluluk…
Derin bir nefes çekti. “Dağlarda olmak, dağ rüzgârlarıyla dost olmak, dağların doruklarında yüzünü dolunayla ıslatmak… İşte benim cennetim, Gılgameş’in arayıp da bulamadığı sonsuz yaşam iksirim.” diye mırıldanıyordu kendi kendine. Ama hayır! Karşısında biri varmış gibi konuşuyordu. Oysa karşısında bir tek ay vardı…
Dağların yolunu tuttuğu gece dolunaylı bir geceydi. Pusular atlatmış, ölümlerden kıl payı kurtulmuştu. İlk fırsatta ise ayın kucaklayıcı bakışlarına sığınmıştı. Usul usul inen gözyaşlarını dindiren ve ıslak gözlerine tebessüm yerleştiren ayın kendisiydi. Uzun ve yorucu bir yolculuğun sonunda, henüz ay gökyüzündeyken yüreğindeki kutsal mekânlara vardığında söz vermişti kendisine. “Her dolunaylı gecede burada, seninle olacağım.”
Tüm yoldaşları O’nun ay ile olan arkadaşlığını bilirdi. Bundan böylesi zamanlarda çok aranmazdı. Herkes O’nun, şimdi bir kayanın üzerinde oturmuş ya da toprağın serin kucağına uzanmış olduğunu biliyordu.
Genç yaşına rağmen acıyla bezenmişti yaşamı. Gözlerinin kenarında belirmiş kırışıklıklar kader diye kabul ettikleri değildi. Yüzyılların ağır sancısı sonucu bir dövme gibi işlenmişti bakışlarına. Sonra diğer Kürt çocuklarını düşündü. Kendilerine yaşanılanları kadermiş gibi dayatılan, oyunları elinden alınıp, gözyaşına mahkûm edilen çocuklar… Ağır ve zorlu bir hayatın ezgisini dillendiren kavallar değildi. Ne de bir resim karesiydi yaşadıkları. Çocukların bakışları her şeyi anlatıyordu zaten. Islanmış gözlerin derinliklerinde görünen, karabasan bir sistemin dayattıklarıydı.
Bir rüzgâr gelip saçlarında dolandı. O an daha derin bir tebessüm yerleşti bakışlarına. Dolunayın bakışlarıyla buluşan dağ rüzgârı içini daha da ferahlatıyor. Rüzgâr oturduğu taşın etrafında dolanıp, saçlarını dalgalandırıyordu. Yüzüne, gözlerine hafif dokunuşlarda bulunup hemen yanında olan ağaçla dans edercesine yaprakları sallıyordu. Rüzgârın ağaçla olan bu etkileşimi ve gecenin melodisi olarak çıkarttığı ses yüzündeki bakışı daha da yumuşatıyor. Dağlara ulaştığı ilk anda arkadaşların onu karşıladığı an geldi aklına. “Her şey farklıydı. Bakışlarda gördüğüm şefkat değil, sonsuz ve yürekten sevgiydi. Öyle içten gülümseyip kucakladılar ki, üzerimdeki tüm yorgunluğumu atmama yetti.”
Dağlarla buluştuğu ilk andan itibaren dağlar ona kucak açmış, dost, yoldaş olmayı kabul etmişti. Hem yaşadıkça gördü, gördükçe daha çok sevdi ve yürekten, kopmamacasına bağlandı. Zalim tanrılar Ana’nın tüm güzelliklerini çaldığında, kötülüğü ve her türden hastalığı da insanlığa salmışlardı. Bir umut kalmıştı insanın elinde.
Kendine baktı, aya baktı, etrafını yoklayıp dağların tüm güzelliklerini bir bir gözlerinin önüne getirdi. Sonra “Burada umuttan öte şeyler var. Burada Ana’nın bin bir emekle, alın teri ve gözyaşıyla oluşturduğu tüm güzellikler var. Dağlar zalim tanrıların ulaşamadığı ve nefesleriyle kirletemediği mekânlardı. Bundan işte Kürtler hep dağların yolunu tutmuştu ve Kürt çocukları dağların doruklarında özgürlük türküleri dillendirmişti. Çünkü her şeye rağmen dağlar dosttur, arkadaştır, yoldaştır…” deyip ellerine göğsüne koydu.
Gözleri yine ayın dolgun yüzüne kaydı. Aya baktıkça su olup akıyor gecenin koynuna. Kalp atışlarını duyar gibi oldu. Yüreği ferahlıyor. Burada olmanın coşkunluğu sarıyor bakışlarını. Bakışları ayın aydınlığıyla bir olup sınırlar aşıyor. Uzaklara, çok uzaklara gidip geliyor. Uzadıkça mesafeler dolunay daha çok yer ediniyor yüreğine. “Zamansız gidenlerin anısına” deyip amaçlarının kutsallığında her an daha da büyüyen özlemlerini avucuna alıp aya sunuyor.
Bu dağlar nice can bağrına basmıştı. Yürekleri ve gülüşleri amaçları kadar güzel canlar… Dağlarla bir olmuş, dağların asiliğini ve sonsuz güzelliğini almış canlar… O canlar ki yolda onurlu bir yolcu olmanın sevinci ve gururuyla patikalar arşınlayan ve düşmanın üzerine yürüyen canlar… Kimisi körpe fidan, kimisi asırlık çınar kimisi ise… “Dağların bir diğer anlamı da budur işte. Dağlar, kendini özgürlüğe adamış bu canların yerleşkesidir. Budur bizi dağlara ölesiye bağlayan, dağların doruklarında bir n olsun durmaksızın celladın üzerine yürüten. Tarihten böyle geldi, bugün böyle yaşanıyor ve yarın da bu böyle olacak. Dağlar her zaman özgür yaşamanın kutsal mekânları olacak. Dağlar, dünün, bu günün ve yarınların hep beraber yer edindiği en saf resmi olacak…”
Arkasından birinin seslendiğini fark etti. “Heval yola koyuluyoruz. Biraz acele etsen iyi olur…” Gözlerindeki tebessüm gülmeye döndü. Elinden destek alıp kalktı. Bir kez daha aya baktı ve dağlarda olmanın coşkunluğuyla arkadaşlarına doğru hızlı adımlarla yürüdü…
Diren RONAHİ
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1.6 Ekim günü akşam saat 20.00'de Şengal ile Cudalê köyü arasındaki ana yolda çetelere ait bir devriye aracına yönelik gerillarımız tarafından bir pusulama eylemi gerçekleşmiştir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
2014 Yılı Kürdistan halkına karşı yeni katliamlarla imha saldırılarının geliştirilerek sürdürülmek istendiği bir yıl olmuştur.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Ekim günü saat 18:00'da gerillalarımız Şengal'e bağlı Heyalê köyünde bir grup Daiş çetelerini vurmuştur.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 4 Ekim günü saat 13:00'te gerillalarımız Kerkük'e bağlı Vahde köyünde daiş çetelerine yönelik ağır silahlarla bir eylem gerçekleştirmiştir. Burada 2 Daiş çetesi öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 3 Ekim günü sabah saatlerinde Daiş çeteleri tarafından Şengal'in Gabare köyüne bir saldırı gerçekleştirilmek istenmiştir.
- Ayrıntılar
Ne olduysa oldu TC devleti DAİŞ meselesinde çark mı etti(?) diye herkes sorular üzerine sorular soruyor.
DAİŞ ya da IŞİD ile en ileri düzeyde ilişki içerisinde olan devletlerin başında TC devleti gelmektedir. Daha da somutlaştırırsak AKP ve onların çizgisinde duranlardır. Suriye devletini parçalamak için ilk günden başlayarak, ne kadar ipe sapa gelmez güç varsa, hepsiyle bir bir ilişkilenerek, birinci elden yanına çekerek destek sunmuştur. Kimisini ise bizatihi TC devleti birçok farklı ad altında kurarak piyasalara sürmüştür. DAİŞ bunlardan sadece bir tanesidir.
Suriye’de savaşan birçok örgütün yanı sıra Irak’ta bizatihi DAİŞ’in esas lideri olduğu söylenen Haşim Haşimi ise uluslararası İnterpol arama listelerine rağmen bizatihi Türkiye’de en ileri düzeyde ağırlayarak, kendi cephelerini belirgin kılmıştır.
Uluslararası toplama çeteleri bizatihi eğiten, para veren, silah veren, lojistik alt yapısını sunan, savaşmaya motive eden devletlerin başında dediğimiz gibi TC devleti ve onun hükümeti olan AKP gelmektedir. Tank verdiği, silah verdiği, tedavi ettiği, kolladığı derken ortaklaşmanın ne kadar çok belgesi bulunduğu, hem resmi basından hem de özgür basından alınabilir. “DAİŞ elemanlarının sosyal yapısını da anlamalı, yaşadıklarını bilmeli” diyen bu faşizan zihniyet Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmekten bir saniye bile geri durmamıştır.
Bugün Ortadoğu kan gölü. Bu kan gölünde en çok katledilenler Kürtler. Kürtler ile birlikte bu toprakların tarihte en çok kırımlarında geçirilenleri. Kan gölünün oluşmasına en çok katkı sunan, yolunu döşeyen güçlerin başında ise TC devletinin geldiğini vicdan sahibi olan her insan, her örgüt, her yapı ve devlet bilir.
Gerçeklik bu iken, bugün hangi saiklerle yapıldığı tam bilinmezse bile TC devleti, onun hükümeti ve de Cumhurbaşkanı olacak kişi ve etrafındakiler, birden bire DAİŞ düşmanı kesildiler. DAİŞ’i terörist ilan ettiler, hem de elli kanlı terör örgütü olduğunu söylemeye başladılar. Ve de ilk günden beri kendilerinin DAİŞ’e karşı durduklarını söylemeyi de ihmal etmeden...
DAİŞ’ten güya tutsak düşmüş olan elçilik ve personelini diplomatik bir zaferle çok kısa bir zaman önce aldıklarını hemen unutuverdiler. Kimisi silahsız operasyon derken kimisi takas demiş, her hâlükârda ise diplomatik zafer demişlerdi. Bir parantez açarak; konu farklı olduğu için değinme gereği duymuyoruz ama yarın bu sözde rehinelerin hiçbir gün bile rehin olmadıkları, tam tersine DAİŞ’in Süleyman Şah Türbesindeki misafirleri olduğu ya açığa çıkarsa ve parantezi kapatıyoruz…
Ama bir iki gün önce ise birden bire dediğimiz gibi DAİŞ elli kanlı terör örgütü oldu. DAİŞ terör örgütü oldu ancak bu terör örgütüne karşı ise bugüne kadar savaşanlar TC devleti, AKP ve Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Tabi bunlar böyle iken tam iki yıldır aralıksız tüm cephelerde uluslararası toplama çete örgütü DAİŞ’e karşı savaşan, direnen YPG ve YPJ ya da PYD bir gün bile DAİŞ’e karşı mücadele etmediğini ise yine yukarıda dile getirdiğimiz TC devleti, onun hükümeti ve de cumhurbaşkanı olan Erdoğan güruhları söylüyorlar.
Ne yapalım: “Yalancının cezası, kendisine inanılmaması değil, onun kimseye inanmamasıdır” derler. Başka bir deyişle, yalancı kimseye inanmayan, güvenmeyen esasta kendisine güveni ve inancı olmayan insan olduğu söylenir. “Yalan söyleyen herkes mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır” deyip devam edelim.
TC devleti tarihi boyunca böyle bir nefsinin düşüklüğünü hep yaşamıştır. Bu nefs düşkünlüğünü ise en ileri düzeyde AKP hükümeti ve onun liderliğini yıllarca yapan Erdoğan yaşamaktadır. Yukarıda ifade edilen yalan sözcüğünü sözlükler: “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır. Gerçek olmayan, asılsız, uydurma” olarak tanımlıyor.
Gerçekler böyle olmasına rağmen herkesin gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam eden bir hastalıklı kuşakla, karşı karşıya olduğumuzu hemen ifade edelim. Öyle ki bu hastalıklı kuşak yalan söylerken renk bile atmıyor. Kızarmıyor. Ses tonu titremiyor. Gözleri kaçmıyor. Saç telleri titremiyor. Sarsılmıyor. Hiç sanki bir şey yokmuş gibi yaşamlarını sürdürdükleri gibi kendi yaptıklarını başkalarına mal etme çabaları ise eksilmiyor.
Bizler özel savaş diye bilinen tümde yalanlara dayalı olan savaş biçiminin taktiklerini az çok biliyoruz. Ve bu taktiklerin en önemlilerinden birinin ise yalan olduğunu da biliyoruz. Hatta “yirmi yalanın bir doğru ettiği” tespitini de biliyoruz. Ancak teknolojik olarak bunca gelişmiş ve her şeyin tüm insanların gözleri önünde cereyan ettiği bir dünyada, bu kadar açık yalan söylemeye devam etmek, vicdanlarının da yalan üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Normal insanlar içleriyle dışları bir olmadıklarında renk atarlar ya da renk değişimleriyle kendilerini ele verirler. Bu durumda yalan söylemeleri eleştirilse de, kabul edilmese de yine de yalan söyleyenin yüreğinde, vicdanında halen insanlığın değerlerinin var olduğunu, yaşadığını söylemek yine de gereklidir.
Lakin yalan söylerlerken bu durumu bile yaşamamak, tek kelimeyle artık insanlık değerlerinden tümden kopma demektir ki, buna ise biz vicdanların kararması diyerek insanlıktan kaymak diye ifade etmenin dışında bir tanımlamayı getiremiyoruz. Bu duruma düşmüş olanlar ise gerçekten de lanetli olmakla eş değerlerdir. Lanet ise, yalancı ve zorbanın saldırısıdır. Yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam ise kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. İhanete uğramış yaşam kapitalizmin ortaya çıkardığı yaşamdır. Kapitalizmin temel özelliği ise insanı insan olmaktan çıkarmaktır. Ve bu kadar yalanı hem sıkılmadan hem de kızarmadan dile getirenlerin; insanlıklarından, insan oluşlarından şüphe duymak ise kendine insanım diyen her onurlu varlığının olmazsa olmaz insan refleksidir.
Ataol Behramoğlu’nun dizeleriyle başka bir şekilde söyleyecek olursak:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.”
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Ekim günü saat 21:30 ile 21:50 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Zap bölgesi üzerinde uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar