Basına ve Kamuoyuna
1. 15 Haziran günü saat 07:00 ile 10:00 arası ve 20:00 ile 22:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Hakkari'nin Çukurca ilçesi ile Medya Savunma Alanlarımız sınır hattında yoğunca keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 13 Haziran tarihinde işgalci TC ordusuna ait birlikler Mardin'in Kerboran ilçesi kırsalında bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 14 Haziran tarihinde (bugün) saat 7.00 ile 7.30 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Kandil bölgesi üzerinde keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Son zamanların bir solukta okunan ve her arkadaşın olduğu gibi benimde kalbimi fethedip yaşam ve mücadeleye bağlılığımı daha da derinleştiren cesaret tanrıçamız Sara arkadaşın ‘’Hep Kavgaydı yaşamım’’ kitabını okurken nedense Sema arkadaşın silueti hiç kaybolmadı gözlerimin önünden. Özellikle baştan sona zindan direnişini anlatan bu kitabın ikinci cildinde hep Sema’yla gezindim durdum kitabın içinde. Neden mi? Hem tanıdığım zindanda direnen ilk yoldaştı heval Sema. Ve hem de o zindan da ben dışarıda iken o koşulları bilmeden tanımadan başlayan arkadaşlığın özünü ve Sema’yı Sema yapan yüceliği tanıyamamanın acısından olsa gerek. Çok hissettim bunu, çok derinden yaşadım bu kitapta. Bana göre birçok insandan farklı olarak hatta dünyanın en büyük şanslarından biri olarak bir tanrıçayı tanıma şerefine nail olmuş ender insanlardanım. Dün gibi anımsıyorum bu tanışmayı.
Devrimciliğimin acemi yıllarında Gökhan Erhan (Ş. Ferhan) yoldaşım, hakiki devrimcilerle tanışmam için beni Çanakkale zindanına, yoldaşları ziyarete götürmüştü. Ziyaretine gittiğim kişi kendisini hiç tanımadığım Sema yüce idi. Mühim değildi kimi görmeye gittiğim, hele isim sadece şekliydi. Bizim için, zindanda davaları için yaşayan erdemli insanlar vardı, onları görmek onlarla tanışıp, mücadelelerinin gerekçelerini öğrenmek, imkanlarımız ölçüsünde onlara bazı ihtiyaçlarını götürmek büyük bir onurdu, devrimci bir görevdi. Velhasıl bu ilk ziyarette tesadüf Sema arkadaşın adını ve tanıdığımı söyleyerek girmiştim o insanlık suçunun işlendiği, parmaklıklar arasında kıran kıra direnen yoldaşların ortamına. Oysa ki bu isimde bir insanı duymamıştım bile. Cezaevi görüşmeleri o direnen, iradeleri çelikleşmiş insanlar için çok ayrı bir öneme sahiptir. İçeri girer girmez o buz gibi duvarların ve soğuk parmaklıkların arasından sızan yaşam coşkulu ses ve umut dolu bakışların arasında bir anda unuttum bir zindana gittiğimi. O kadar çabuk geçmişti ki saatler her birinin görüşme kabinlerinden yükselen sesleri, sıcacık karşılamaları, dolu dolu bilinç saçan tartışmaları ve ‘heval’’deyişleri arasında dolan ziyaret süresinin nasıl geçtiğini anlayamamıştım bile. Tam çıkmak üzere iken Ş. Ferhan bari adına gittiğim Sema arkadaşla tanışmamı söyledi, kendisi gitmiş onunla epey tartışmıştı. Benim için hiç fark etmiyordu hepsi hevaldi ve aynı davanın kadınları ve erkekleri olarak onlarla geçirdiğim her an belleğime yeni şeyler kaydediyor, kafamda şimşekleri çaktırıyordu. Ve işte nihayet adına gittiğim o müthiş kadınla selamlaşmanın ardından küçük bir tanışma oldu. Kısa bir sohbetle başlayan yeni bir arkadaşlık cazibesini o kadar büyüttü ve hacmini o kadar genişletti ki yepyeni bir yaşamın startını verecek kadar etkiledi işte. Tam 20 yıl geçiyor bu tanışmanın üzerinden. Bu tanımış olmanın onuru ve kendimi borçlu saymanın gereği olarak her yıl şahadet yıldönümünde bir şeyler yazarım o tanrıçama dair. 16. Yıldönümünde yazdırdıkları…
Yazılmayan kadın tarihinde yaşamı doğru tanımlamak için müthiş bir çaba vermiş sayısız tanrıça, sayısız kahraman vardır adı belli olmayan. Küllenmiş bu tarihin üstü temizlendikçe niceleri çıkacaktır bilinmez. İşte onlardan biri Sema Yüce. Kadında bilincin ne kadar sancılı geliştiğini kendi şahsında yaşamış, bu sancının ardından zihninde yaşanan yeni doğumun ismini özgürlük koymayı başarmış bir kadın o. Kendini ateş topu yapıp, erkek aklının ve sisteminin kadına bahşettiği statüyü, psikolojiyi, itaat kodlarını, ona tapınma saflığını, düşünememeyi ve başkalarının onun yerine karar vermesini, aşk sahteliklerine kanmayı, zavallılık ve masumiyet edebiyatını, lallığı, körlüğü, sağırlığı bu ateş topunda yakarak, küllerinden kendini yeniden yaratmayı başarmış bir kadın o. Evet Ararat’ın yücelerindeki semanın enginliğindeki derinliği, büyüleyici, etrafındakileri kendine hayran bıraktıran adeta bir mıknatıs gibi kendine doğru çekmeyi becerebilen üslubuyla tanıdım bildim onu. Özgürlük felsefesinde kendini dirhem dirhem yıkamış bir hakikat arayışçısı olarak, bakışlarıyla konuşan senide bu özgürlük denizinin sihrine çekerek yüzmeye davet eden etkileyiciyle, türkü tadında ki aşklı, tutkulu yaşamın ismi Sema Yüce. 20 . yy’ın son yıllarına adını altın harflerle yazdırarak özgürlük tarihine düşülen unutulmaz bir kişilik.
Her çağın unutulmaz kahramanları vardır. Kahramanlar salt kendi halklarının kendi ülkelerinin yada kendi köklerinin değil, insanlığı etkileyip yeni bir şeyler katmak uğruna kendini inandığı değerler uğruna feda edebiliyorsa dilden dile dolaşarak efsaneleşir, destanileşir, adeta ibadet edilir cinsinden inanılarak, ruhların dehlizlerinde ki imanla kendine niyaz edilir. Aslında inananları için bir ibadetgah, aşkgah, kıblegahtır artık ona dönülen. İşte bizim gibi kitapsız, salt dengbejleriyle varlığını korumaya çalışan elinde hiçbir şeyi kalmamış olan bir halkı mucizevi bir biçimde yeniden dirilten Önder Apo’ nun kitaplarını en iyi ve en doğru okumayı başarıp kendini bu öğretiye göre yapılandıran Kürt yurtseverliğinin özünü özüne yediren bir Kürt. Salt etnik anlamdaki varlık bilinci değil, ayrıca varlık olarak bile tartışmalık bir haldeki kadın olmanın acısını derinden yaşadığından yüreği sınır tanımaz bir tay gibi sonsuzluğa koşan bir çağlayan gibi akışkan bir biçimde kadının kurtuluş müjdesi olan özgür kadın mücadelesine atılan bir kavgacı. Özgür yaşamın, aşklı yaşamın hakikatin arayışçısı o.
Kişiliğindeki sistemin kadına dayattığı tüm kodları muazzam bir biçimde çözüp gerileten ve köleleştirenle, amansız mücadele ederek, bağımsız ve özgür bir ruh, bir zihniyet yaratan SEMA YÜCE 1990’ lı yılların Kürt ulusal mücadelesinin tırmanışından etkilenip gerilla saflarına katılmış, bu mücadelenin salt Kürt ulusal mücadelesi olmadığını anlayarak bu mücadelenin özü olan özgür kadın mücadelesi ile özgür bir toplum yaratma mücadelesinde en aktif bir biçimde rol oynamıştı. Önder Apo’nun yanında gördüğü eğitimin sayesinde büyüyen ufku ile Kürt kadının tarihi misyonunu iliklerine kadar hissettiğinden Sema yoldaş, bu yönlü bir mücadeleyi hem kendi kişiliğine karşı hem de yanı başındaki kadın geriliklerine karşı amansız bir mücadele verdi. Kendisini tanıdığımda belki Çanakkale cezaevinde özgürlük davası adına tutuklanmış bir özgürlük mahkumuydu. Ama ne mahkumu, orada kurdukları sistem ve yaşam tarzı ile bedenleri tutsak alınsa da ruhların ve yüreklerin asla tutuklanamayacağını derinden yaşadığından o koşullara inat ideolojik teorik düzeyde kendini yetkinleştirme bunu ajiteye dökme ve yazı şiir, tiyatro ve edebi yazılarla dışarıya karanlık zihinleri aydınlatmanın mücadelesini veren özgürlük mahkumu. İnandığı değerler uğruna yaşayan Sema yoldaşın öngörülü oluşu, zeka kıvraklığı ve kapasitesi karşısında gerçekten hayran olmamak mümkün değildi. Uslubunda ki ikna ediliciliği ile tüm çelişkilerimizi çözdüğünden Sema arkadaş bizim da yaşam öğretmenimizdi.
Önder Apo, henüz kadın partileşmesinden bahsetmeden önce bile böyle bir fikir yürütüp tartışmalarda bunu dile getiren Sema arkadaş, zamanın çok ilerisinde yaşıyordu. İşte Önder Apo, 8 Mart 1998 yılında Kadın Kurtuluş İdeolojisini ilan ettiğinde bu ideolojinin anlamına vararak bu esaslar üzerinden özgür kadın kimliğinin partileşmesini en çabuk anlayan kişi olmuştu. İçimizde yaşanan tasfiyeci, özgürlüğün kazanamayacağına olan inançsız, ruhu teslim olmuş herkese eylemiyle bu ideolojinin yaşamsallaşması gerektiğini bedeninde 21 Mart gecesi ördüğü kızıl köprü ile cevap vermişti. Yurtsever duygularla ülkesine bağlı, onurlu yaşamaktan yana tercih koymuş her kadın, özgür iradesi ile örgütlenirse müthiş bir güç olabilirdi ve bunun için ideolojik bir kimlik olan bir parti olarak örgütlenme, partileşme kadın için şarttı. Evet Sema arkadaş bunları mesaj olarak vermiş ve tüm kadınları harekete geçiren eylemiyle özgür kadın mücadelesinin katalizör gücü olmuştu. Eğer bugün salt parti biçiminde değil, büyük bir yaşam ordusu, askeri orduları, siyasal ve sosyal anlamda iradeye kavuşmuş özgür iradesinde ısrarlı ve kadının yaşamın her alanda özneleşmesi için müthiş örgütlü bir kadın kitlesi varsa, bunu Sema Yüce arkadaş gibi mücadele eden kadın yoldaşlarımıza borçluyuz. Sema arkadaşın koyduğu fark Önder APO’yu erkenden fark edip, bu özgürlük savaşımını yeni bir aşamaya taşımasıydı. Çünkü Sema yoldaş amacında netti ve amaçlarına göre yaşamak ve yaşatmak onda her koşul altında bir ilkeydi. Ve bunu başardı Sema yoldaş, anlamlı, güzel ve büyük yaşamanın, sevginin kanunlarını koyan baş tanrıça ZİLAN’IN takipçisiydi. Yaşarken de büyük yaşadı, yaşama veda ederken de. Tam 87 gün yanık bedenin ağrılarıyla yaşadı ama her yanına gidene Önder Apo’yu yalnız bırakmayın demişti. Onun için birey olarak yaşamak değil eyleminin amacına ulaşması hedefti. Son gören yoldaşlar böyle diyordu onun için. Yaşamını bilinçli yaşayanlar yaşamın anlamına varırlar. Ve nasıl bir ölümü seçeceğine de. Tıpkı Sema, tıpkı Zilan gibi.
Neyin kadını olmak? İşte bu soruya cevap aramıştı Sema yoldaş. Tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Cins kimliğini nasıl kodlamak? Neye göre ve nasıl yaşamak? Bu sorulara cevap bulmuştu Sema yoldaş, tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Zilan…
Evet Zilan yoldaş neyin kadını olmalı sorusuna en çarpıcı cevap olmayı başarmış zafer tanrıçamız. Ufkunu özgürlük bilinciyle büyütmüş başka bir Star. Ve inandığı değerler uğruna ölüme koşarak gidip ölümde yaşamı dirilten yaşam kanunumuz. Çok uzun uzadıya yıllarca saflarda kalarak kendini yaratmış biri değil Zilan yoldaş. Çok kısa bir sürede cephecilik ve gerillacılık süreçlerinde militanlaşmak için özgürleşmek için her geçen zamanı, anı anlam gücüne ulaştırarak derinliğine özümseyip kendinde davranış ve eyleme dönüştürmenin mümkün olduğunu kanıtlayan bir yoldaş. Devrimciliğin yıllarla ölçülemeyeceğinin en çarpıcı örneği. Özgür kadının nasıl yaşaması gerektiğinin yol haritası olan mektuplarında ifade ettiği gibi büyük ve anlamlı yaşam için muazzam inancın, muazzam tutkunun sembolü olmayı başarmış tanrıçamız.
‘’Zilan bir kişi değil, bir çizgidir, bir yaşam tarzıdır, bir savaş tarzıdır, bir zafer tarzıdır. Eğer bu gerçeklik bile kavranılır ve YAJK buna öncülük ederse, aslında zaferin en sağlam güvencesini de kendi şahsında somutlaştırmış ve gerçekleştirmiş olacaktır. Bu temelde eksiklikleriniz olabilir, her düzeyde bazı yanlışlıklar içinde de olabilirsiniz; ama eğer Zilan çizgisi bir gerçekse –ki, bundan kuşku duyulamaz- ve düşmanı en çok korkutan bir gerçeklik olarak gelişmeye devam ediyorsa, o zaman YAJK’ın yürüyüşü hem yaşamda büyük bir özgürlük yürüyüşüdür, hem de savaşta zafer yürüyüşüdür.’’(REBER APO) Gerçektende böyle bir yürüyüşün adı oldu o ve bu yürüyüşün bitmeyen enerjisi bitmeyen ruhu heval Zilan.
Eril paradigmanın alıştırdığı gönüllü köleliğe başkaldırmanın, dengesiz kadın erkek ilişkilerin ağında debelenen kadını bu ağdan kurtarmanın yolunu gösteren ışık. Adeta denizde yolunu bulamayan gemilere, yol gösteren bir deniz feneri gibi kadınlar için.
Hele kürt halkı için müthiş bir moral ve kendine özgücüne güvenle yaşamak demektir Zilan. Varlığı bile tartışmada olan bir halkın yeniden dirilmeye başladığı, kimliğine, kültürüne kavuşmak için büyük bedeller ödeyerek acı çeken Kürt halkının çıkış kapısı olmuş Önder Apo’ya karşı geliştirilen saldırıyı fark ederek, bu saldırıya karşı kendini siper etmiş tek kişilik bir ordu. Özgürlük hareketinin karşı karşıya olduğu tehlikeleri görmeyi başarmış, '96 yılı içerisinde gelişen operasyonların bilincine varmış ve bunun karşısında PKK militanının geliştirmesi gereken eylem tarzının nasıl olması gerektiğini tespit etmiş bir komutan aynı zamanda. Önderlik öğretisinden ulaştığı sonuçların bir gereği olarak da kaynağını ideolojik derinleşmeden alan bir inanç ve mücadelenin yenilmezliğine duyduğu güvenle devrim tarihimizde ilk kez bedenini patlatacak düzeyde yüce bir kahramanlık eylemini gerçekleştirmiş müthiş bir taktisyen. Ve başarmanın emridir Zilan.
Zilanı da Sema’yı da Gulan’ı da büyüten, ölümsüz kılan, yüreklerinde ki davaya olan inançları ve önderlik felsefesiyle büyüyen ufuklarıydı. O büyüyen ufukla ölüme meydan okuyan bu kadınlar haziran sıcaklığında haziran da ölmek zor değil, haziranda ölümde yaşamı yaratmak için ölümü bayram havasında karşılamanın sembolü olmak güzel, dediler. Alçakca katledilen Gulan arkadaş fedai kişilşiğiyle zaten ölümle alay ederek yaşardı. Zilan ve Sema içinse bir tercih oldu fedaice bir ölüm. Sara’nın yoldaşları yeniden yazılan kadın tarihini Sakine’nin Mücadelesi tarzında örmeyi bir şeref saydılar. ‘’Ölüme güle oynaya gitmek! Ama ona inat yaşama ait ne varsa onların değerini bilerek onları incitmeden hırpalamadan özünü zedelemeden korumasını da bilmek. Bu herhalde ölmesini de bilmektir. Yoksa ölüm sıradan, yaşam sıradan olur. Aynı şeyleri duyumsamak ortak ruh güzelliğinde buluşmak amaca güçlü bağlanmayla direkt bağlantılıdır. İnanç derinliği kavga aşkındaki akıcılık zorlukları ortak göğüsleme gücü, morali de sağlar.’’ Diye kitabında bu ifadelerle direnişi ve inanç uğruna ölümün anlamını ifadelendiren Sara yoldaş, tüm mücadele yaşamı boyunca bu 3 özgürlük çiçeği ve tüm kızıl çiçeklerimizi en iyi biçimde nasıl temsil edeceğimizin mücadele yol ve yöntemlerini gösterdi. Bize düşen bu yolu takip edip hakikate doğru ilerlemek mutlaka ve mutlaka onların hayal ve umutlarının yaşanılır kılabilmektir.
Zilan, Sema ve Gulan yoldaşlar ile Haziran ayı şehitlerimiz şahsında tüm yüce şehitlerimizi saygıyla anarken bu çizgiye göre yaşamanın onuruyla, mutlaka zaferi getirme aşkıyla, tutkusuyla yaşamak bizim için onlardan gelen bir emirdir, böyle anlamamız gerektiğine inanıyorum, yoksa hepimiz münafık oluruz.
Aze Malazgirt
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 10 Haziran tarihinde saat 13:00 ile 22:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke Bölgesi üzerinde keşif uçuşu gerçekleşmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. Hakkari'nin Şemzinan ilçesine bağlı Bezele karakolunda bulunan işgalci TC ordusuna ait birlikler bir süredir Tepe Sivri ile Tepe Leylek arasında yol yapmak istemektedirler.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Haziran tarihinde saat 15:30 ile 00.00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi ile Çukurca sınır hattı üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 8 Haziran tarihinde saat 00:00'da Amed'in Lice ve Hani ilçeleri yolu arasında İşgalci TC ordusuna ait içinde Özel harekat timlerin bulunduğu bir panzere Türk devletinin gerçekleştirdiği Lice katliama karşı yerel bir gerilla birliğimiz misilleme eylemi gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Halkımızın bir deyimi vardır, “eğri otur, doğru konuş” diye. Eğri oturulsa da doğru konuşulduğunda toplumun ahlaki ölçülerine denk yaklaşım gösterilmiş olur. Yok, eğer doğru oturulmuş olsa da yanlış konuşmak ise toplumun ahlaki değerlerine ters düşmek olduğu gibi ahlaksızlık olur.
“Söz ve anlam birbirine bağlıdır ama anlam sözden daha güçlüdür. Anlam söz ile dillendirilir ama söz onu yeterince izah etmeyebilir. Çirkinliğin olduğu yerde güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Çünkü çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir.”
Mevcut olan gerçekten çok kötü olduğu için kin duymak yanlış değildir. Tersine kötü olana karşı kin beslememek, bu kötüyü olduğu gibi kabul etmek tek kelimeyle insan olmaktan çıkmaktır.
Yuhanna İncilinin ilk cümlelerinden birinde bir belirleme var. “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve tanrı sözdü” deniliyor. Sözün ise yalansız olması, doğruluktan şaşılmaması gerektiği de ortadadır.
“Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.” Bugünlerde yapılan tek kelimeyle budur.
“Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar” derler, yine “Korku, yalan doğurur” derler. Bunun için de: “Az yalan söylenemez, yalan söyleyen her yalanı söyler” dememiz de gerekiyor. Başka bir deyimle: “Dünya tükenir, yalan tükenmez” misali Türkiye cumhuriyeti devleti yalan söylemekten bir türlü vaz geçmiyor.
Yalan, özel savaş rejimlerin en etkili silahlarından birisidir. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
“Özel Savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Toplumla ilgili olana karşı savaşı, özel savaşla en çok yalanla yürütüyor faşizan devletler. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi TC devleti direnişçi, özgürlükçü, devrimci güçlere karşı en çok kullandığı silah, yalan silahıdır. TC devletini birkaç adım aşan bir güç ise bu konuda AKP’dir. AKP Şili’de uygulanan “yirmi yalan bir doğru eder”i çok daha ileriye taşırmıştır. AKP artık “bin yalan bir doğru etmese bile, yine de bu yalan söylenmelidir” diyerek kendisine karşı olanlara karşı müthiş bir yalan kampanyasını yürütüyor.
Örneğin en son “dağlara çocuklar kaçırıldı” yalanını günde bin kere söyleyerek kendilerince bir doğru çıkarabilecek umuduna kaptırdılar. Bir doğru etmeyeceğini bilseler de yine de bu yalana devam ediyorlar.
Öyle görülüyor ki bu yetmedi, dağa çocukları gönderenlerin kendi çocuklarını Amerika’da Harvard’larda ve İngiltere’nin Oxford’unda okuttuklarını dillendirmeye başladılar. Bu yalan öyle tutmuş olmalıdır ki, Kürdistan'da polisler bile Toma ve Panzerlerinin içerisinde megafonla konuşurken; “siz burada eylem yaparken, sizi buraya gönderenlerin çocukları yurtdışında okuyor” demekten kendilerini alamıyorlar.
Ve birde sözde Amed’de çocukları kaçırılanlar ise, “neden benim çocuğum dağa gidiyor sizin çocuğunuz Amerika ve İngiltere’ye okul okumaya gidiyor” diye tempo tutturuyorlar.
Bu da yetmiyor benzer söylemleri RTE’da kullanıyor. Haydi, biz yukarıda yalanlara çanak tutarak katılanları anlıyoruz da, peki sana ne oluyor RTE?
Senin çocukların nerede okul okudular acaba?
Örneğin Türkiye’nin gündeminde bir türlü düşmeyen Oğlun nerede okudu?
Ya Kızların nerede okudu? Hani birde muhafazakâr olduğunu söylüyor ancak kızları ise yurtdışında, kapitalizmin merkezinde okumadılar mı?
“Tencere dibin kara seninki benden kara” mı demeli? Yoksa “Tencere yuvarlanmış kapağını mı bulmuş” demeli?
Halbuki hafıza kaybı ve balık hafızalı olmayan biri bilir ki daha birkaç gün önce Türkiye devletinin cumhurbaşkanı Amerika’ya –hem de Harvard üniversitesinde- oğlunun mezuniyet törenine katılmak için gitti. Biz sadece bu birkaç örneği verelim, diğer örnekleri ise dibi birbirine benzeyenler sıralasınlar.
Yukarıda ifade etmiştik, “eğri oturun ama lütfen az da olsa doğru konuşun” diye. Tüm dinlerde yalan kesinlikle yasaktır. Suçtur. Dini tabirle günahtır.
Haydi, insanlardan korkmuyorsunuz onu anladık, bari Allah’tan korkun ve artık sunturlu ve kuyruklu yalanları söylemekten vazgeçin, yalan atmayı bırakın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Toplumsallığın kendisi bir ruhtur” denilir. Bu bağlamda toplum bir ruhsal birlik anlatımıdır, ifadesidir demek en doğru yaklaşımdır. Ne var ki yabancılaşmış bir toplum ise bu anlamda ruhsal birliğinden kopmuş demektir ki, bu da toplum olmaktan çıkmaktır.
Bizde biliyoruz ki “toplumsallık insansal yaşamın varoluş koşuludur, toplumsallık olmadan yaşam olmaz.” Çünkü yaşamın kendisi toplumsallıkla anlam kazanır, toplumsallıkla var oluşunu sürdürebilir.
Topluma ait olan bir insan bu gerçekliği bildiği için yaşama saygısı olan insan hassas olur ve böyle de yaşar. Büyük yaşam davaları olanların büyük korkuları vardır. Doğru yaşamak isteyenin temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı doğru anlamak ise yaşamın özünü yani hakikatinin peşine düşer. Bu bağlamda da hakikat arayışı yaşamı anlama arayışıdır ve bu arayışı yapan bireydir. Sensin ve benim, tüm insanlıktır. Yani, hakikat sendedir dolayısıyla yaşam sendedir.
Sömürgecilik bu yaşam hakikatini yitirilmesini esas alan kirli bir politik yönelimdir. Çünkü sömürgecilik öncelikli olarak bir toplumu ayakta tutan en temel var oluş gerekçelerine saldırarak onu yıkımı esas alır.
Özcesi sömürgecilik kirleticidir. Çirkinliğin olduğu yerde ise güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Yani doğal olan, olması gereken bastırılsa, özünden kopartılırsa orada güzellik değil çirkinlik gelişir.
Herkeste bilir ki çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir. Bununla bir olan, bununla bir araya gelen, buna ses çıkarmayan ise özü itibariyle insan olma duyarlılığını yitiren bir kişiliktir. Yani Uzlaşmacı kişilik kinsiz kişiliktir, bu da toplumların yaptığı tespit olarak tamamen bir kendinden uzaklaşma, kendi olmaktan çıkma, kendi değerlerine ters düşmedir ki buna da “namussuzluk” kategorisine girme deniliyor. Halbuki doğru olan kötülükle, çirkinlikle bir araya gelme değil, tersine iyi olanla bir araya gelmek olmalıdır. Bir ustanın dediği gibi: “İnsan iyide birleşir kötüde uzlaşır.”
Uzlaşma ise özü itibariyle-ahlaki değerleri dikkate alarak-yapılmıyorsa, ilkelere göre yapılma yerine ürkmekten, korkudan yani boyun eğmeden dolayı yapılıyorsa orada kesinlikle kirli bir uzlaşma var demektir. Şikâyetçilik bir tür uzlaşmaya çağrıdır. Şikâyet dilinin anlamı özü itibariyle “benim üzerime bu kadar geliyorsunuz” demektir, özü budur. “Bana daha az bir baskı uygula, köleliği biraz daha yumuşat ben yumuşatılmış kölelik koşullarında seninle yaşamaya varım” demektir. Bu da uzlaşma dilidir. Şikayetçi dilidir. “Şikâyetçi dil köle dilidir,” hatta köle dilidir ve uzlaşmanın altında insan yoğunlaşınca, köleliği yıkmamanın olduğu görülür, yani kölelikte çakılıp kalma ve kölelik ruhu vardır, bu da özgürlük tutkusu zayıf bir kişiliğin ve toplumun duruşudur. Bunun da insan olmaktan çıkma olarak ele almak yanlış olmayacaktır.
Neden bu böyledir?
“Sömürgecilik kişilikte tahribatı derinleştirir, sömürgecilik toplumu dağıtır, toplumun dağıtılması köksüzlüğe mahkum edilmesi anlamına gelir.” Hele bu Türkiye'de uygulanan biçimiyle bu kültürel kıyımı esas alan bir sömürgecilik biçimiyse ona dayanıyorsa, bu kültürel kıyımın, soykırımın sonucu, hasta bir toplumsal yapının ortaya çıkışıdır. Böylesi bir ortamda ancak Patolojik kişilikler doğar.
Tüm sömürgeci yapıların ortaya çıkardıkları yapılar patolojiktir. TC devleti de Kürdistan’ı sömürgeleştirdiği bugünden yana Kürt insanını hasta kılmak için elinden ne gelmiş ise yapmıştır.
Dikkat edelim, TC devleti ve sömürgeciliği kesinlikle Kürt’ü düşürmek için tüm gücünü bugüne kadar aralıksız olarak uygulamaya koymuştur. Eğer bugün sömürgeciliğin okullarına, ordusuna ve tüm kurum ve kuruluşlarına Kürt insanı özelde de gençliği gönüllü gidiyorsa orada kesinlikle kişilik olarak bir patolojik durum söz konusudur. Böyle hareket eden bir kişilik ise hasta bir kişiliktir. Hastalığın ise ruhsallıkla ilgili olduğunu dile getirmeye gerek var mı?
Kürdistan Özgürlük Devriminde üzerinde en çok durulan hususun kişilik sorunu olması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Kişilik bozukluklarını çözmeyle ilgilidir. Neden buna gereksinim duyuldu? Çünkü Kürdistan'da muazzam bir kişilik tahribatı varda ondan, gerçek olan budur. Kendi gerçekliğinde bu kadar kaçmak, düşmanı düşman olarak görmemek, çocuğunu TC askerine sanki bir şey yokmuş gibi göndermek, kendi dilini unutturan hatta kendi diline karşı bu kadar hakaret eden, kültürünü hem eriten hem de bitiren böylesine bir eğitim sistemine aksi taktirde neden aileler çocuklarını gönüllü gönderir? Ya da giyim ve kuşamıyla neden ısrarla katledene benzemek için çaba içerisine girilir?
Nedeni açıktır, sömürgeciliğin yarattığı kişiliğin ortaya çıkardığı gerçeklik budur. Ve daha tuhaf olanı ise hasta olanın bunun için farkında olmamasıdır. Hastalığın en önemli belirtisi, kendisini sağlıklı hissetmek duygusudur. Halbuki “tedavi olmamın kendini tedavi etmenin en önemli yollarından biri hasta olduğunu bilmek, hastalığı bilmek, hastalığı teşhis edebilmektir” denilir.
Bu durumu insanın ruhsal duruşuna aktarırsak bireyin kendisini tanıması yani kendisini bilmesi gerektiğidir. Buna ustalar “kendiliğinden bilinç“ diyorlar. Yani kendisi için bilinç…
“Varlık olmak kimlik kazanmaktır, farkında olmak bile kendi kimliğinin farkında olmaktır. Birey olarak bile kendi farkın kimliğindir, onun için kimliksiz olunamaz. Kimliksizlik, insan olmaktan çıkıştır.
Tarih bilinci aynı zamanda kimlik bilincidir. Tarih bilinci nedir? kendini tanımaktır, kendini tanımakta kimliğini tanımaktır.”
Kendi kimliğini tanıyan bir birey ise sömürgeciliğin kararttığı gerçeklikten çıkmış birey demektir. Kendisi olmak demektir. Kendisi olabilmenin yolu ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sömürgeciliğe karşı durmaktan geçer. Bunun da yolu açıktır, bellidir.
“Kürt halkının içine düşürülmüş olduğu korkunç aşağılanmadan duyduğumuz büyük utancı en büyük güç kaynağımıza dönüştüreceğiz” diyerek, bize bu düşürülmüşlüğü reva görenlere karşı dik durarak, özgürlük kavgasına her şart altında katılmaktır.
Aksi taktirde Ahmet Arif’in şiirlerinde dile getirdiği gibi sadece ve sadece “yaşamak sadece yaşamak yosun solucan harcıdır” gerçekliğini aşmayacağı gibi, yaşamın katledilmesi olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar