Tekrar geçmişe gitmek o acıyı tüm tazeliğiyle yeniden yaşamak bizler açısından çok zordur. Dünyada ve tarihte hiç görülmemiş böyle bir trajediyi yaşamak ve onunla mücadele etmek bizler açısından acıdır. Ve bunları çoğu zaman bilinçsizce yaşayan ve onun anlam mücadelesini vermeye çalışan yine bizleriz? Gafleti içinde yaşatan bilinçsizlik, gözümüze perde çekmişti. Dünyadan ve kendimizden habersizdik. Dünyada ne oyunlar oynandığını bilmiyorduk.
Sonbahar yağmurları hiç dinmeden devam ediyordu. Gece karanlığında yol almaya devam ettik. Sabaha kadar yürüdük, zar zor kendi yerimize ulaştık. Kamuflajlı bir yerde kaldık. Küçük bir ateş yaktık ve kendimizi kurutmaya çalıştık. Bu nokta çok güzeldi. Mitolojide anlatılan sedir ormanlarını anımsatıyordu. Ormanın içine daldıkça kayboluyorsun. Gece yürümek burada zorlayıcıydı. Bu güzelim ormanlarda insan huzur buluyordu. Bugün huzursuzdum. Naylon çadır altında közün etrafında oturuyorduk. Radyoyu dinledik. İlk haberde Abdullah Öcalan Suriye’den çıktı ve sınır dışı edildi denilince kafamız allak bullak oldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. İnanamadık, düşman hep yalan haber veriyor diye arkadaşları yatıştırmaya çalıştım. Mücadele yaşamımdaki en zor anlardan bir tanesini yaşıyordum. Ve ciddi bir soru karşısında duruyorduk. Hepsi de o gün cevapsız kaldı. Arkadaşlardan biraz uzaklaştım ve ileri doğru gittim.
Ormanda kimsenin göremeyeceği bir yerde sırtımı ağaca dayayarak yağmurun altında düşündüm ve doyasıya ağladım. Geri geldiğimde arkadaşlar oturuyorlardı. Nereye gittin diye sorduklarında ormanda kayboldum dedim. Düşman bizim alana operasyon yaptı ve o gece o noktayı terk etmek zorunda kaldık. Başka bir alana geçtik. Arkadaşların sadece bir radyosu vardı ve sadece düşmanın kanallarını dinliyorduk. Büyük cihazımız da yoktu. Bu noktada merakımızı giderecek kimseler de yoktu. Kendi kendimizi avutup duruyorduk; Önderlik güçlüdür, neyi nasıl yaptığını bilir, Önderlik hep doğru yapmıştır. Düşmanın kanallarında Önderliğin Suriye’den çıkışı gündemdi. Niçin Ortadoğu’dan çıktığını da bilmiyorduk. Bu halimizle gece karın altında yürüdük, tam kıyamet, her yeri sis kaplamıştı. Uçurumlu vadilerden ilerledik, bazen de yolumuzu kaybediyorduk, sulara vuruyorduk. Çantalarımız ıslanmıştı, ağırlıkları iki katına çıkmıştı. Sorun çantanın ağırlığı değil, acı, hüzün yükümüzü ağırlaştırıyordu. Her adımda Önderliği hayal ediyorduk ve Önderliği düşünüyorduk.
Sabah noktaya vardık, noktamızda çok güzel mağaralar vardı. İçeride kuru odun da vardı. Yorgunluk bizi bitkin düşürmüştü. Bazı arkadaşlar yemek yemeden ıslak halleriyle uzandılar. Tüm arkadaşların ayakları, elleri şişmişti, çok kötü bir yol yürüyüşüydü. Bir hafta dinlendik ve kendi esas kış kampımıza gittik. Tüm hazırlıklarımızı yaptık. Bizi bekleyen tehlikelerden habersizdik. Erzak sıkıntımız vardı. Bir gün yönetim toplantısı oldu, planlama yaptık ve kırk arkadaş göreve gittik. On üç Şubat’ta kar çok yağıyordu, rüzgar esiyordu. Gündüz göreve gittik ve S. B.’ye vurduk kendimizi, kendimizi uzay boşluğunda hissediyorduk. Bu coğrafya parçası bize korkunç geliyordu. Korku filmlerindeki gibi insanı korkutuyordu. Bu coğrafyayı küreklerle aşmaya çalıştık, her on dakikada bir öncümüzü değiştiriyorduk. Yarım gün yürüdük zirveye ulaşmak için ve zirvenin hemen altında üzerimize çığ düştü. Orada üç yaralı ve bir şehit verdik. Ve bu nedenle gömmeye ulaşamadan geri döndük. Çığ insanı ürkütüyordu, dağ kar yığının dönmüştü. Ve şehit Ciwan’ı karın içine gömdük, kampa geri dönmek zorunda kaldık. Erzak getiremedik. Ancak yaralıları getirebildik. Bu koşullarda mücadele etmemiz gerekiyordu, her saatimiz, dakikamız bir irade savaşıydı. Akşam karanlığın çökmesiyle kampa döndük. Tüm arkadaşların moralleri bozuktu, bir şehit vermiştik.
Önderliğin durumundan haberdar değildik. Düşmanın haberlerinden durumları takip ediyorduk. Olanlar ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorduk. Arkadaşların kafası bu sorularla doluydu ve biz bunlara cevap olamıyorduk. Çünkü bizim de hiçbir şeyden haberimiz yoktu.
Kar çok yağıyordu, bir takım odunlara gittik, odundan döndüğümüzde bazı arkadaşlar sobanın önünde oturmuşlardı. Saat birdi, radyoyu açtık ve Önderliğin Türkiye’ye getirildiğini duyduk. İşte o an yüreğimizde, beynimizde kıyamet koptu,. Tüm arkadaşlar ağlamaya başladılar. Kamp yasa boğulmuştu. Tüyleri ürperten bir manzara vardı, kimse tek kelime konuşmadı. Anlatılmayacak kadar zordu o an ki manzara ve beynimden bir daha silinmez.
Sanki gaflet uykusundaydık. Gaflet insana büyük acılar yaşatıyormuş demek ki. Tüm arkadaşlar silah ve bombalarını kuşanıp karakola gitme planlamasını yapıyorlardı. Yapıyı yatıştırmak zordu. Biz de yönetimde aynı duyguları yaşıyorduk. Dünya içimizde karanlığa bürünmüştü. Gülmelere, konuşmalar ket vuruldu. Karanlık bir dünyaya kapıyı açmıştık. Yönetim sabahtan akşama kadar arkadaşların nöbetlerini tutuyordu, kimse kendine bir şey yapmasın diye. Yönetim diğer akşam bir toplantı yaptı ve diğer gün yapıya bir toplantı yapalım dedik. Bu kimsenin cesaret edemediği bir işti. Bir arkadaşı seçtik ve arkadaşlara toplantı yaptı. Toplantı sırasında bütün arkadaşlar ağlıyorlardı, gidip Önderliğin intikamını alalım diyorlardı. Düşmana yaşama hakkını tanımayalım diyorlardı. Toplantı bitti, gece ben subay olmuştum. Mağaranın önünde arkadaşlar köz yapmışlardı. Közün önüne gelip oturdum ve kendimi yapa yalnız hissediyordum. Tüm doğa bana yabancılaşmıştı ve ben kendime yabancılaşmıştım. Gözyaşlarımı hiç tutamıyordum. Önderlikle ilk görüştüğüm yıllar gözlerimin önüne gidip geliyordu. Beynimde ve yüreğimde duyguların karmaşasını yaşıyordum. Önderlikle geçirdiğim sürecin hayalini kuruyordum. O günleri bir geri getirebilseydim. Sorularım cevapsız kalıyordu. Beynimdeki sorular yüreğimi, beynimi acıtıyordu. Olmaması gerekiyordu. Bu yaşananlar hep rüya olsaydı ne olacaktı diye kendime sordum, inanmak istemiyordum. Önderliğin esaretini kabullenemiyordum ve sindiremiyordum. Bu yalan olamaz mı, ben bir rüya mı görüyorum? Rüyalar dünyasındayım birden irkilip kendime geldim, tam dört saat kendimle diyalog kurmuştum. Saatin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Hemen dışarı fırladım, dışarısı karanlık, fırtına sesi geliyordu. Rüzgâr karı her tarafa savuruyordu. Kıyamet böyle kopar demek ki. Doğa da sanki benimle ağlıyordu. Kayanın dibinde durdum, doğanın sesini dinlemeye koyuldum. Doğayla diyalog kurdum, sen de mi ağlıyorsun kutsal toprak, senin de ağlaman ve hüzünlenmen gerekir. Çünkü seni seven ve sana ölümüne bağlı olan büyük insan esir alındı. Bundan büyük acı var mı acaba? Kutsal, bereketli toprak, seni koruyan ve sömürüden kurtaran o büyük insandı. Sen de mi acıma ortak oluyorsun? Acımasız bir kutsal toprak… Bir hafta boyunca dışarı çıkamıyorduk. Her tarafta çığlar düşüyordu. Korkunç bir rüzgâr esiyordu. Kara kış bizi tutsak kılmıştı. Çünkü bizler cellâtlardan intikam almak istiyorduk. Tüm arkadaşlar hasta düştü. Kimse yemek yemez oldu. Tam anlamıyla bölüğün hepsi hasta düşmüştü, yerdeydiler. Kimsenin takati kalmamıştı. Bir hastalık mıydı, yoksa başka bir şey miydi kimse anlayamadı. Hemen kendimizi toparlamamız gerekiyordu.
Bahar geliyordu ve güçlü bir yoğunlaşma yapmamız gerekiyordu. Düşmandan intikam almamız gerekiyor. Düşman karşısında elimizi kolumuzu bağlayamayız. Bunu Önderlikten öğrendik. Bahar düşmana karşı hazırlanmanın ve onu can evinden vurmanın zamanıdır. Kinimizi büyüdükçe önümüzde engel tanımıyorduk. Bu temelde kendimizi toparladık. Sürece kendimizi nasıl hazırlamamız gerekir diye her gün toplantılar yapıyorduk. 25 Mart günü bir yönetim toplantısı yaptık ve toplantıda süreci, Önderliğin durumunu ele aldık. Buna karşı katılımımızı ve eylem düzeyimizi değerlendirdik. Ondan sonra bir eylem planlamasına gittik. Sonra da eyleme gidecek olanlar kimlerdir diye tartıştık. Ben ve Ş. Şivan başta önerimizi yaptık. Bu düzenleme krizli oldu. Bütün arkadaşlar gitmek istiyordu, nasıl olacaktı? En son da dayatmamla ben kazandım ve Ş. Şivan da kazandı. Ve toplantıda söylenenleri pratikleştirme zamanıydı. Gücümüzü hazırladık, 28 Mart Agit arkadaşın şahadet yıl dönümünde eylem gurubu olarak çıktık. Heyecan, intikam duygusu, acı, hüzün hepsi iç içe yaşanıyordu. Akşam gurubumuz yerine ulaştı. Sabah eylem yerine gittik ve düşman cemseleri geldi. İntikam zamanı geldi. Munzur vadisi kana bulanmalıydı. Ben bir mevzide, Şivan ve Tekoşin bir mevzideydi. Düşmanın cemselerini içimize aldık, tüm silahlar bir anda çalıştı, hepsini imha ettik. Asfalt kan gölüne dönmüştü. Düşman şaşırmıştı, nereye ateş edeceğini bilemiyordu. Attığımız hiçbir mermi boşa gitmemeliydi. Her mermiyi Önderliğin intikamı için atıyorduk. İçimizdeki kini iyi kusmalıydık, tüm imkânlar bizim elimizdeydi. Geri çekilmeyi sağlam yaptık. Ş. Tekoşin bana sarılarak Önderliğin intikamını aldık derken sevinçten uçmak üzereydi. Son yıllarda 15 Şubat’ın ne anlama geldiğini daha iyi anladım. Sadece düşmanı vurmak yetmez, yetersiz yoldaşlığımızın da özeleştirisini vermemiz gerekir. Önderliği esarete sürükleyenin bizim yetersiz yoldaşlığımız olduğunu savunmaları okuduktan sonra anladım. Yine 15 Şubat geliyor. Kendi kendimizi sorgulamalı ve kendimizi vicdan devrimi yapmalıyız. Yıllar geçse de Önderliğin esaretini yaratan uluslararası komplonun amacı, hedefi nedir sorularını Önderliğin savunmalarını okuduktan sonra az da olsa bilince çıkardık. Önderlikle yaşamak tüm geriliklerden arınmak anlamına gelir. Bu yıl ki 15 Şubat’ta hedefimiz Önderliğin özgürleştirilmesidir. Şubat ayını sevmiyorum. Çünkü bu ayın acısını yüreğimizde derinden hissediyoruz. Yıllar geçse de bu acı dinmiyor, tam tersi her an acısı daha da büyüyor. Hiçbir zaman da bu acı dinmeyecek. Bugün karşısında kadrolaşma, militanlaşma ve partileşme gibi bir görevimiz vardır. Bu komployu boşa çıkarmak için Önderliğin iyi bir militanı olabilmeliyiz. Ancak 15 Şubat’a böyle bir cevap verebiliriz. Vicdan, zihniyet devrimi ve yenilenme yaratamazsak kendimizde bugünü asla aydınlığa kavuşturamayız. 15 Şubat insanlık tarihinde kara bir leke gibidir. Bu temelde 15 Şubatı yaratan zihniyetleri lanetliyoruz.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 13 Şubat gecesi saat 23:00’da başlayıp sabah saatlerine kadar TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarının Zagros alanına bağlı Navçela, Stunê, Satê ve Dê köylerine yönelik olarak obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
2. 13 Şubat günü 14:00-16:00 saatleri arasında TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Çemço, Mazi ve Horê köyleri ile Horê Köprüsüne yönelik olarak obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
14 Şubat 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Ortadoğu’nun ezilen halklarından Kürdistan’ın gençleri!
Kürdistan dağlarından size seslenebilmek, bir şeyler yazabilmek anlatabilmek heyecan veriyor. Ortadoğu’nun bunca sorun yaşadığı bu süreçte Ortadoğu’da Kürdistan’da Türkiye’de Avrupa’da Kürdistan gençliğinin bu sorunları aşmada tavrı belirleyici olacaktır; yeni özgür Ortadoğu kimliğinin öncüsü olan Kürt gençliğinin tavrı önemlidir. Bu ancak gençliğin sürece doğru cevap vermesiyle sağlanır. Sürece doğru cevap vermek süreci iyi okumakla mümkündür. Ortadoğu halkına, özelde Kürt halkına dayatılan çok yönlü imha inkar saldırıları yaşanmaktadır. Bu kapitalist güçlerle birlikte bölgenin statükocu faşist devletlerinin gah ortak gah tek başlarına politikalarının öncelikli hedefi gençliği kendi özünden koparıp ilkesiz köle lümpen bir yaşama mahkum etmektir. Cinsel güdüleri kışkırtılarak, eroinle, içkiyle toplumsallıktan koparılmaktadır. Bu politikalara karşı tüm gençleri bu politikalara karşı uyarmak, buna karşı bir örgütlenmeye girmek ve bu politikaların uygulayıcısı tüm devlet kurumlarını hedef almak gençliğin süreç görevlerindendir. Bu iyi bilinmelidir ki bu sistemin her çarkına vurulan bir darbe bu sistemin dağılmasına hizmet edecektir.
Önder APO’nun Siyonist-emperyalist-faşist güçlerce esir edilişinin 11. Yılında bu sisteme vurulacak en büyük darbe, en önemli darbe bu sistemi artık kabul etmeyip bu sisteme karşı en büyük kavganın verileceği Kürdistan dağlarına gelmektir. Bu iyi bilinmeli ki Kürdistan dağları Kürdün özgürleşme yurdu, Ortadoğu’nun düşürülemeyecek direniş kalesidir. Bu kaleye güç katmak kendine insanım diyen her gencin öncelikli görevidir.
Agitlerin, Erdalların, Beritanların, Serxwebunların, Diclelerin ardılları! Ardılı olmak onların yolunu takip etmekle mümkündür. Onların eylemi onların vasiyeti Kürdistan’ın, Kürt halkının özgürlüğüdür. Onların eylemi Önder APO’nun fedailiğidir. Bunun için Kürdistan halklarının gençleri, sizlere sesleniyoruz.
Haydi eylem için barikatlara, eylem için dağlara!
- Ayrıntılar
15 Şubat, mücadele tarihimizin en önemli dönüm noktası olduğu gibi, Kürdistan Halk tarihimizin en trajik, ulusal düzeyde bütün halkımızın ölümüne başkaldırmasını sağlayan en kabul edilmez olayıdır. Uluslararası Komplo karşısında hem Kürdistan’ın bütün parçaları hem de dünyanın her yerindeki Kürtler yekvücut olarak isyan haline geçmişlerdir. Hiçbir acı halkımızın bu düzeyde başkaldırmasını sağlamamıştı. Bu anlamda Önderliğimize karşı gelişen Uluslararası Komplo ve bunun sonucu olan esaret altına alınması durumu tarihimizin en büyük komplosudur, halk özgürlük gerçekliğimize geliştirilen en büyük saldırıdır. Diğer taraftan komplonun uluslararası düzeyde gerçekleştirilmesi Önderliğimizin dünya halklarının özgürlüğüne öncülük etmesi anlamında egemen sistem yürütücüleri tarafından uluslararası bir sorun olarak görüldüğünü göstermiştir. Özgürlüğün yaşam ve mücadele alanlarında somutlaşıyor olması, toplumları dejenere eden, ahlaki ve ruhsal boşluk yaratıp, her türlü bireysel çıkarcı ve maddiyatçı anlayışı kutsallaştıran sistem zehirlenmesi karşısında insanlığa nefes alma alanı yaratıyorken, egemenlikli sistem bunu en ciddi tehdit olarak ele alıyordu. Siyaset ve askeri zeminde de farklı bir sonuç çıkmıyordu. Önderliğin özgürlük mücadelemizi bütün iç ve dış saldırılara karşı ayakta tutup bir özgürlük kalesi haline getirmesi, halk serhıldanlar geleneğini süreklileştirmesi, Ortadoğu’nun gelişim dinamiklerini özgürlük eğilimi doğrultusunda işler kılmıştır. Önderliğimiz öncülüğündeki Kürt halk mücadelesi Ortadoğu’daki diğer halkların esin, cesaret ve moral kaynağı oluyordu. Öyle ki, bölgenin mevcut devlet ileri gelenleri bile batının vahşi yönelimi karşısında PKK duruşunu Ortadoğu açısından bir direniş kalesi olarak değerlendiriyorlardı. Bu anlamda halk düşmanı olan ABD, İsrail, İngiltere ve Yunanistan ulus devleri için Önderliğin varlığı, Ortadoğu’nun denetim altına alınamaması demekti, Büyük Ortadoğu Projesinin uygulanamaması demekti, Kürt halkı üzerinde oynanan oyunların gerçekleşememesi demekti. Yani Önderlik mücadelenin aktif yönlendiricisi olarak var olduğu sürece Ortadoğu ve Kürt halkı özgür ve bağımsız duruştan yana büyük bir avantaja sahip olacak ve bölgenin kader haline gelen köleliği aşılmakla yüz yüze olacaktı. Önderliğimiz, halkımız ve halklarımız için peygambervari bir özgürlük rehberi, egemenler için ise hayati boyutta ki bir tehdit olmayı ifade ediyordu. Bu durumda komplo hemen hemen bütün ulus devletlerin pasif ve aktif katılımıyla, yani Kapitalist devletlerin el birliğiyle gerçekleştirildi.
Açıktır ki, Önderliğimiz uygarlığın yutamadığı bir güçtü. Önderliğimizin esaret altına alınmasından sonra sistemin ömrünü uzatacak olan konseptleri uygulamaya başladılar. Uluslararası Komplo’nun gerçekleştirilmesinden bu yana Ortadoğu’nun kan gölüne dönmesi bu anlamda tesadüf değildir. Bu doğrudan yola çıkarak şunu söylemek mümkündür, Önderliğin özgürlüğü, halkımızın ve halklarımızın özgür duruşunu koruyup geliştirebilmesi, onurlu ve özgünlüğüne uygun bir yaşamı yaratabilmesi için temel bir gereklilik olmuştur. Bunun tersi olarak Önderliğimize karşı gelişen her saldırı ve esaretin derinleştirilerek sürdürülmesi durumu, Kürt Halkına ve Ortadoğu halklarına dönük uluslar arası komplonun devam etmesi anlamına gelmektedir.
Halkımızın 15 Şubat’ı bu kadar büyük bir öfke ve intikam duygularıyla karşılaması Önderliğimizle kurduğu bu derin özgürlük bağlarından dolayıdır. Önderliğimizin açtığı özgür yaşam zemini toplumsal değerlere büyük bir sahiplenme duygusuyla dahil edilmiş ve bunlara gelen ve gelebilecek olan her saldırı direk kendilerine yapılmış olarak ele alınmıştır. Yapılan saldırılar toplumun özgürlük değerlerine saldırıdır. Halk bu değerleri ölümüne korumaktadır ve korumaya devam da edecektir. Hep yenilgili bir gerçeklikle yüz yüze kalmış olan halkımız, tarihinde ilk kez ideolojik, askeri, siyasal ve örgütsel olarak bu kadar donanımlı ve başarı çizgisinde yürüyen bir Önderliğe sahip olmuşken bu doğrultuda özgür yaşam umudunun gerçekleşmesine bu kadar yaklaşmışken kaybetmek istememektedir. Önderliğine sıkı sıkıya sarılan halk bilmektedir ki Önderliğe sarılmak, özgür Kürdistan’a sarılmaktır, Önderliğe sarılmak bütün kültürel değerlerine sarılmaktır, önderliğe sarılmak özgür yarınlara sarılmaktır. Kürt halkı ile Önderlik arasındaki bağlar bu sebeple dönemsel değil, köklü gerekçeleri olan stratejik bağlardır. Hiçbir güç ve dönemsel politika da bu bağları koparamayacaktır.
Önderliğimiz ile halkımız arasındaki bağların çok güçlü olduğunu anlayan İmralı sistem yürütücüleri bunu halkımızın ve örgütümüzün zaafına çevirmeye çalışmaktadır. Buna göre Önderliğimize karşı geliştirilen saldırılarla “Önderliğiniz elimizde, istediğimiz uygulamayı, istediğimiz zaman yaparız” mesajı vermektedirler. Buna göre Önderliğimizin denetim altında savunmasız ve güçsüz olduğu mesajı verilerek halkımızın da güçsüzleştirilmesi ve teslimiyet çizgisine getirilmesi amaçlanmıştır. Ancak halkın verdiği yanıt, ne Önderliğin ne de kendilerinin savunmasız olmadığı biçiminde olmuştur. Önderliğimiz hem büyük zihinsel devrimiyle dört duvar arasında bile özgür insan duruşunu yaratarak öz savunma mekanizmasını oluşturmuş hem de halkımızın ve gerillanın büyük direnişiyle askeri ve demokratik zeminde meşru savunma gücü yaratılmıştır. Önderliğimize yönelik her saldırı Türkiye’nin alt üst olmasını getirmektedir. İmralı sisteminin gardiyanlığını yapan Türk hükümet ve ordu uşaklarının Önderliğimize saldırılarını fiziki işkence boyutuna getirmeleri ardından Türkiye’de yer yerinden oynamıştır. Özgür insan duruşunun karşısında ki acizliği ifade eden bu saldırı ardından yaşananlar halkımızın ve örgütümüzün Önderliğimiz konusunda sınanmaması gerektiğini, bedellerinin ağır olduğunu çok net olarak ortaya koymuştur.
Önderliğimizin bulunduğu koşullar kuşkusuz fiziki işkenceyi aşan koşullardır. 10 yıldır hiçbir insanla temas kurmadan ve en ağır tutukluların kullanabildiği bazı haklardan bile faydalanmadan yaşamak hiçbir işkence yöntemiyle kıyaslanamayacak denli ağırdır. Bunlara ek olarak uygarlığın vahşi karakterini ortaya koyan tecridi sudan bahanelerle derinleştirme politikaları elbette ki, fiziki işkence uygulandığı zaman gösterilen tepkiye denk ve hatta ötesi ve sürekli eylemlilikleri gerektirmektedir. Tecrit ve hücre cezaları Önderliğimizi siyasetten ve yaşamdan koparmak için yapılan sistemli işkencelerdir. Sistemli işkence uzun vadeli uygulandığı gibi sonuçları da uzun vadelidir.
Önderliğimizin sürekli olarak hücre cezalarına alınması son derece hukuksuz bir durumdur. Uluslararası Komplo’nun başından beri Önderliğimizin karşısında hukuk durmuştur, işlemez hale getirilmiştir. Ya keyfi uygulamalarla hukuksuzluk dayatılmış ya da dünyanın hiçbir yerinde geçerli olmayan bir biçimde sadece Önderliğimiz için geçerli olan yasalar çıkarılarak tam bir hukuki skandal yaşatılmaktadır. Hukukun üstünlüğü demokratik devlet yapılanması gibi sözlerin ne kadar sahte olduğunu bu örneklerden daha iyi ne ortaya koyabilir ki? Bu anlamda Önderliğimizin mahkemeleri de başından beri hukuki davalar değil, siyasi davalar olmuştur. Kuşkusuz Önderliğimiz bir siyasi dava tutuklusudur. Önderliğimizin geliştirdiği bütün savunmaları da siyasal savunma olduğu kadar, ideolojik, felsefik ve olması gerektiği kadar ve hassasiyetle hukuki boyutlu olmuştur. Ancak bu siyasi karakterli davanın komplocu güçler tarafından hukuksuzluk zemini olarak kullanılması söz konusudur ki, bu durum asla kabul edilemeyecek büyük bir adaletsizliktir. Sistemden adalet beklememek gerekir ama kendi yasal düzenine uygun bir adaleti bile çiğniyor olması elbette ki bizim en temel mücadele konumuzdur.
Savunmalar, hem Kürt sorununun siyasal çözümü açısından hem de tüm insanlık için geçerli olan özgür yaşam sorunu açısından çığır açacak niteliktedir. Her ne kadar resmi ağızlarda kabul edilmese de Önderliğin kullandığı argümanlar siyaset zeminin temel literatürü haline gelmiştir. Önderliğin sorunların çözümüne ilişkin ortaya koyduğu birçok önerme başta AKP hükümeti olmak üzere çeşitli örgüt ve kurumlar tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmaktadır. Mevcut durumda hem güncel siyasal sorunlara hem de daha uzun vadeli sorunların çözümüne ilişkin tek kapsamlı formül savunmalarda ortaya konulmuştur. İmralı’da gerçekleşen zihinsel devrime hiçbir güç kayıtsız kalamamaktadır. Ancak bir taraftan Önderliğin argümanlarını kendilerine mal ederek kullanmakta diğer taraftan da Önderliğin siyaset zeminiyle bağlantılarını kopartmaya çalışmaktadırlar. Halbuki bu politika, sonuç alması mümkün olamayan bir çabadır. Önderlik siyasal zeminde zaten kurumlaşmış bir gerçekliğe sahiptir. Kuşkusuz radyonun verilmemesi, gazetelerin işe yaramaz hale getirildikten sonra verilmesi, tecrit ve izolasyon koşullarında oldukça zorlayıcı durumlardır. Önderliğimizin bu konuda ciddi anlamda bilgi kanallarının daraltıldığı açıktır. Bu durumu bizler işkencenin bir parçası olarak ele alıyoruz ve dönem mücadele gerekçelerimizin başında gelmektedir. Ancak bu zorlayıcı duruma rağmen Önderliğimizin kurumlaşmış, Ortadoğu ve Türkiye de belirleyici konumda olan siyasi konumunu dondurmak, etkisizleştirmek mümkün değildir. Çağın özgürlük ihtiyacını karşılayan yeni paradigma temelli savunmaların varlığı kendi başına bir siyasal mücadele zemini oluştururken, Ortadoğu’nun kalbinde yer alan Kürt halkının Önderliğimizin çevresinde kenetlenmiş olması durumu da buna izin vermemektedir, vermeyecektir de. Kürt sorununda bir çözüm sürecine girilecekse bu asla Önderliksiz olmayacaktır. Siyasal çözümün tek muhatabı Önderliğimizdir.
İçine girdiğimiz 2009 yılında Kürt sorununda barış ve demokratik değerlere dayalı bir çözüm sürecine girebilmek için temel şart olan Önderliğin özgürleştirilmesi mutlak hedefimizdir. Bütün çalışma alanlarımızda bu hedefe kilitlenmiş durumdayız. Yani amacımız sadece tecrit ve hücre cezalarını durdurmak değil, Önderliğimizi Amed surlarına çıkarabilmek ve halkla buluşmasını Kürdistan tarihinde özgürlük günü olarak ilan edebilmektir. 2009 yılı bu anlamda kesin başarı çizgisinde yer almamız gereken bir yıldır. Toplumun bütün kesimleri bütün mücadele araçlarıyla bu amaç etrafında örgütlenmek ve eyleme geçmek durumundadır. Özellikle Önderliğin özgürlük sahasını en fazla açtığı kadınlar olarak anı anına bütün zeminlerde bu amacın gerçekleşebilmesi için canı gönülden çalışmak temel görevimizdir.
Önderliğin kadınlarla kurduğu yoldaşlık, çağlar ötesi doğal yaşam özlemini yaşatan bir yoldaşlıktır. Özgür yaşam paylaşımının ta kendisidir. Sistemin tüm kabadayı erkek karakterleşmesine inat, kadın eksenli özgürlük felsefisini somutlaştırmıştır Başkan APO. Özgür kadın arayışını, özgür insan hedefinin merkezine yerleştirerek erkek egemen sisteme tabandan karşı duruşunu süreklileşen bir mücadeleyle yaşamsallaştırmıştır. Bu anlamda biz kadınlar için Önderlikle yoldaşlık, özgür kadın olmaya, özgür topluma ulaşmaya götüren sevgi ve anlam yüklü bir özgür yaşam ilişkisidir. 2009 yılını Önderliğimizin özgürlüğü yılı yapma hedefine kilitlenirken, bir de bu özlem ve hasret duygularının dayanılmazlığıyla mutlaka gerçekleştirme amacındayız.
Bu temelde 15 Şubat’ın karanlıklarla yüklü gerçekliğini lanetlemek ve bu gerçekliği ortadan kaldırmak için içinde bulunduğumuz bu kader belirleyici mücadele yılını zafere kadar yükselen eylemliliklerle geçirmek temel dönem anlayışımız ve pratiğimiz olmaktadır. Kadın-erkek, genç-yaşlı, çocuk-ergen veya farklı etnik, dini, kültürel ayırımlara girmeden 2009 yılını önderliğimizin özgürlüğü yılı yapmak için aktif mücadeleye katılmak gerekmektedir. Ayrıca özgürlük dağlarında YJA STAR ve HPG öncülüğünde geliştirilen özgürlük mücadelesi de bu amaç, duygu ve düşüncelerle donanarak yükseltilirken, tüm Kürt genç kızları ile erkeklerini de dağlarda yakılan bu özgürlük ateşinin büyütülmesine katılmaya çağırıyoruz. Bu yılın kesin özgürlük yılı olacağı inancıyla 15 Şubat Komplosu’nu tekrar bütün nefretimiz ve öfkemizle kınıyor, Önderlikle buluşma yolunun mücadele değerleri olan şehitlerimizi minnetle anıyor ve Önderliğimizle özgür yaşam zemininde buluşma umuduyla, özgürlük mücadelesini büyük bir inanç ve kararlıkla yükselteceğimizin sözünü veriyoruz.
- Ayrıntılar
Qalleş Fet-ul Münafık yine sahnede.
Kurt dumanlı havayı sever misali Güney Kürdistan’a da dadanmış.
O, Güney Kürdistan’a 1994 yılında werge fehş -kuduz kurt- gibi dumanlı ve sisli bir hali havada sızma yapmıştı Işık Koleji’yle ilk karargahını kurarken.
Paştında -arkasında- ABD, AB, İsrail ile Türk kontra-gerillası vardı.
Kimse zannetmesin ki, bu F-Münafıkizm’in mucidi Werge Fehş -Fetoş- kendi başına bu işleri eyliyor.
O, son imparator ABD’nin kiralık bir katilidir.
O, son imparator ABD’nin Hollywod’luk aktörlerine öykünerek, şırıl şırıl gözyaşlarını akıtarak kültürel hegemonyasını hakim kılmanın son figürüdür.
O, ezelden-ebede Kürt düşmanlığını bir ayet gibi belleyen, Türk kafatasçısı İslamo-faşisttir.
O, Kürt inkarının Serwer’ine soyunmuş lişli -kirli- bir zatı şahanedir.
O, Kürde ve Önder APO’ya ölüm aminini okuyan Azrail misyonunu eylemiş.
Bundandır ki, CIA’nın talimatlıyla tam da bizlerin kara günü olan 15 Şubat’ta Hewler’de konferans düzenliyor.
Bunun manası manidardır.
Bunun manası nedir?
Ey Kurdino!
Bunun manası nedir biliyor musun?
Ey Kurdino!
Bu ne düşmanlıktır ki, bu ne cellatlıktır ki, tam da Uluslararası Komplo’nun gerçekleştiği gün, Güney Kürdistan’ın yüreği Hewler’de konferans düzenleniyor?
Hem de iki gün üst üste.
Wiş babo da Wiş.
Şu werge fehş komplonun devrini üzerine almış.
Diyor ki, “bundan sonra Uluslararası Komplo’yu ABD, AB, İsrail ile Türk faşizmi adına ben yürüteceğim.”
Zira kendi gazetesi Zaman, dergisi Aksiyon ile Sızıntı ve TV’si Samanyolu, Mehtap ile Ebru televizyonları Kürt ile Önder APO’ya düşmanlıkta zirveye oynuyorlar.
Hakikat böyle iken, bu werge fehş kalkmış “Türkiye ile Kürdistan Yönetimi İlişkileri, Ortadoğu Geleceği” adı altında Amed’te, Amed halkının O’na yaptırmadığı toplantıyı Hewler’de yapacak.
Sen kimsin ki, “Türkiye ile Kürdistan Yönetim İlişkileri’ni” düzenlemeyi kendine hak görüyorsun?
Sen kimsin ki,”Ortadoğu Geleceği’ni” belirlemeyi kendine hak görüyorsun?
Sen kimsin ki, son imparator Yankee’ye kendini satarken Ortadoğu’da misyon sahibi olmaya çalışıyorsun?
Deccal Münafık, seni tanımazsak ne yapmak isteğini belki bilemezdik.
Amma ve lakin iyi bil ki, senin nano ruhunu bilecek kadar, nano mikroskobik bir bilince sahibiz.
Amma ve lakin iyi bil ki, belirlendiğin sloganla gerçekleştirmek istediğin konferansla komployu yürüterek, PKK’yi etkisizleştirme hedefine oynadığını iyi biliyoruz Deccal Münafık.
Amma ve lakin iyi bil ki, senin adına konferansı düzenleyecek olan Ali Bulaç, Mümtazer Türköne, Salih Yaylacı, Hüseyin Gülerce gibi zatı şeriflerin hepsinin Türk Gladiosu’nun elemanları olduğunu iyi biliyoruz.
Mümtazer Türköne değil midir ki, Çiller’e danışmanlık yaparken yazdığı konuşma metininde “Bu vatan için kurşun atan da, yiyen de yiğittir” düşüncesini savunan.
Aynı Mümtazer değil midir ki, “Ya sev ya terk et” diyen Qerdoğan’a danışmanlık yapan.
Amma ve lakin iyi bil ki, 1970’lerdeTürk Gladio’sunun bir kolu olan “Yeniden Mücadele Birliği’nin” kurucuları arasında Gülerce ile Bulaç’ın yer aldığını iyi biliyoruz.
Şimdi bu yeminli Kürt ve Kürdistan düşmanları nasıl oluyor da, Hewler’de 15-16 Şubat günlerinde konferans düzenleyebiliyorlar.
Bir de geçen haberlere göre, bu toplantıya Neçirvan Barzani, Mesut Barzani ile Talabani’de katılacakmış.
Dört parça Kürdistan’da Uluslararası Komplo lanetle kınanırken, aynı gün konferans yapmak komployu devam ettirme anlamı dışında hiçbir anlam ifade etmez.
Derler ya “Dinsizin ipiyle kuyuya inilmez.”
Deccal Münafık’ın ipiyle kuyuya inenler bilmelidir ki, o kuyu Kürdü ve Kürdistan’ı bitirmenin dipsiz kuyusudur.
Bizden söylemesi; gerisi, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.”
Şunu da anımsatmak tarihi görevimizdir.
“Her kuşun eti yenmez.”
Her kuşun eti nasıl yenmezse PKK ile de baş edemezsiniz Deccal Münafık.
İyi bil ki, Deccal Münafık u Werge Fehş senin bu girişimin Kürtleri daha da öfkelendirecek.
Lanetlik olacaksın.
15 Şubat’ta Uluslararası Komplo lanetlenirken, adım gibi biliyorum ki, Kürtler şu sloganı atacaklardır:
Kahrolsun Komplocu Fet-ul Münafık!...
Kahrolsun Lanetli Fet-ul Münafık!...
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuıyuna!
10 Şubat 2009 tarihinde 11:00 -15:00 saatleri arasında TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap alanının Horê, Bircela, Reşmê ve Reşperexa köylerine yönelik olarak obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
11 Şubat 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Seçimler gündemde. Pek çoğunun tek gündemi. Yapılan pek çok şey de açıkça söylenmese de bu asıl gündeme hizmet için yapılıyor. Bu konuda yanılsamalar yaşayanlar çoğunlukta. Gap’tan, TRT6 ya, Davos şovuna her şey seçime hizmet için kandırmacalar yığınından ibaret. Bunları görüp teşhir etmek önemlidir. Ancak bu süreçte ön görüşlü olmak ve buna göre hareket etmek önemli. Seçim süreci bir savaştır. Psikolojik savaş, özel savaştır. Bu süreci her gün her an gelişen bu savaşa karşı salt bir seçim propagandasıyla geçirmek sürece yüzeysel yaklaşım olacaktır.
Devlet sosyal devlet adıyla yardım dağıtıyor. İnsanlara ev eşyası, kömür veriyor. Dilencileşmenin halka dayatılmasına karşı yalnızca bu adaletsiz bir seçimdir demek ne kadar yeterlidir. Bu durumun bitmesi için oyunuzu bize verin demek ne kadar yeterlidir. Yeterli değildir. Bu süreçte dayatılan onursuzluğa yeterli cevabı, doğru cevabı vermemek kabul edilmemelidir.
Doğru cevap nedir?
Uluslararası Komplo’yla esir edilen Önderliğimizin esaretinin onuncu yıldönümüdür. Bu komployla şimdi Ortadoğu’da yaşanan katliamlar, savaşların önü açılmıştır. bu komplo halen devam etmektedir. Bu komplonun yıl dönümünde bu komployu boşa çıkarmak için Örgütlenme ve Serhıldan bu sürece verilecek yegane yanıttır. Diğer şeyler talidir. Asıl hedef unutulmamalıdır.
10. Kongre’de alınan Önderliğimizin özgürlüğü hedefi kadrolarımızın ve halkımızın temel gündemi olmalıdır. Asıl hedefe giderken diğer hedeflere ulaşacağımız unutulmamalıdır.
Serhıldan ve Örgütlenme
Bu sürece doğru yaklaşmakla birlikte Serhıldan ve Örgütlenmeye de doğru yaklaşmak gerekir. Seçim sürecidir diye pasif mitinglerle yetinmek doğru değildir. Sistem tüm gücüyle halkımızı imha etmeyi, inkar etmeyi örgütlüyorken salt bir seçim şovuyla yetinilebilir mi?
Peki ne yapmalı?
Sistem bir savaş açmışsa buna karşı direnip bu savaş kurumlarının saldırılarını boşa çıkaracak bir aktif savunma hamlesi başlatmak gereklidir. Bu sistemin tüm kurumları dahil ayrı özel savaş kurumları da etkisizleştirilmeli hedeflenmelidir.
İşbirlikçi ajan sermayedarlardan, Gülen cemaatinin özel harp dairesinin bir kolu gibi çalışan yurtları, dershaneleri, şirketleri her ne yolla olursa olsun Kürdistan’dan sökülmelidir. Bu çevreler sistemin bizimle savaşımında önemli bileşenleridir. Bu çarkın bir dişlisidir. Bu dişleri kırarsak bu sistemi dağıtmamız kolaylaşacaktır.
Bu görev tabi ki gençlerindir. Araçları belli: Molotoflar, barikatlar ve Serhıldan!
- Ayrıntılar
Kürtler Önderlerine karşı gerçekleştirilen uluslar arası komplonun 11. yılını protesto etmeye başladılar. Bu protesto 15 Şubata kadar artarak devam edecektir. Kürt kadını “Önder Apo’nun özgürlüğü kadının özgürlüğüdür” sloganıyla bir kampanya başlattı. PKK Ağustos ayında yaptığı 10.kongrede Kürdistan Halk Önderini özgürleştirmeyi hedeflediğini ilan etti. Nitekim İmralı’da yapılan fiziki saldırıdan sonra Kürt halkı kadın-erkek yediden yetmişe ayağa kalktı. Önderlerine sahip çıktı. Taraflı tarafsız herkes bu halkın PKK önderine sahip çıktığını söyledi. Öyle ki kendi sıcak odalarında Kürdistan halkının neden sahiplendiği sorusuna cevap arama zahmetine katlanmayan birçok aklıevvel yazarlar, neden Abdullah Öcalan’a sahip çıkılıyor diyerek Kürt halkını suçladılar.
Biz 50 yaşını aşmış bazı Kürtlerin neden PKK önderini sevmediğini biliyoruz. Çünkü PKK bu kişilerin Kürdistan’da siyaset yapmalarına son verdi. Daha doğrusu PKK gerçeği karşısında gerçek yüzleri açığa çıkınca siyaset yapamaz hale geldiler. Çünkü PKK ile birlikte Kürdistan’da kolay siyaset yapma imkanı ortadan kalktı. Artık lafla Kürtlerin özgürlük ve demokrasi özlemlerini sömürme dönemi son buldu. Biz bu çevrelerin, daha doğrusu kelaynak durumuna düşmüş kişilerin Apo düşmanlıklarını biliyoruz.
Peki, bazı Türk yazarları, kendine liberal demokrat diyenler neden Apo düşmanlığı yapıyor? Onu da söyleyelim; onlar da PKK çıkana kadar kolay demokratlık yapıyorlardı. Çünkü Kürt ve Kürdistan sorunu kendini Türkiye gerçeğine dayatmadığından Kürt ve Kürdistan’a değinmeden demokratlık yapabiliyorlardı. Ya da Kürtlerden söz etseler de bunun Türkiye açısından siyasi bir değeri yoktu. Ne var ki PKK mücadeleyi geliştirip Kürt ve Kürdistan gerçeği Türkiye siyasetine kendini dayatınca bunların rahatları bozuldu. Önceden ne güzel demokratlık yapıyorlardı! Şimdi birazcık Kürtlerden söz etmek de yetmiyor. Ya Kürtlerin tam özgürlüğünü ve demokratik yaşamını savunacaksın ya da açık ve cesaretli bir biçimde Kürt sorununu savunmayınca ister istemez demokratlık ve liberallik cilaların dökülecektir. İşte bu sözde liberaller ve demokratlar PKK’ye bundan dolayı çok öfkelidirler.
Bu aristokrat demokratlar ya da devlet sevgisi derin liberaller zaman zaman barış diyorlar, silahlar sussun diyorlar, çözüm diyorlar. Bunu da aslında rahatları için istiyorlar. Çünkü gerilla ile ordu çatışınca ekonomik, sosyal sıkıntı yaşadıkları gibi, Türkiye siyaseti de sarsılıyor, Kürt inkarcılığına dayalı al gülüm ver gülüm siyaseti ve yazarlığı yapılamıyor. Bu nedenle PKK silah bıraksın ki, onlar da ekonomik, sosyal ve siyasal alanda rahat etsinler! Kürtler kimliksiz, özgürlüksüz, demokrasisiz kalmış onların umurunda mı? Tam bir orta sınıf bencilliği. Kendisi rahat olsun, onlar için gerisi tufan.
Bu kara Kürtler de bu hoş demokratların rahatlarını bozuyor. Gerilla direniyor, halk serhıldan yapıyor. Onlara göre Kürt kadınları ve çocukları ise kandırılıyor.
Sahte İslamcılar da, hatta İslam’ı çıkarı için kullanıp kirletenler de PKK ve Abdullah Öcalan düşmanı. Çünkü bu Kürtler onların sahte Müslümanlık maskelerini düşürüyor. Çünkü Kürtlerin haklarını ve hukuklarını savunmayınca kendine Müslüman ve kendine demokratlıkları Kürdistan’da etkili olamıyor.
Öte yandan bu sahte İslamcılar devleti ele geçirmek için, devletin asker ve sivil bürokrasisi içinde kabul görmek için Kürtlerin haklarına karşı çıkmaları gerekiyor. Bunu yapsalar yüzleri açığa çıkıyor, yapmasalar devlet içine girmeleri zorlaşıyor. Kürt halkı kendilerini böyle bir tercihe zorladığı için PKK ve liderine düşmanlık yapıyorlar.
İslam’ı ticaret olgusu haline getirenler, Kürt halkının direnişinin onları da diğer hükümetler gibi bitirmesinden korkuyorlar. Çünkü hükümette kalmaları da PKK’ye karşı mücadelelerindeki başarıya bağlıdır. Eğer Kürdistan halkının özgürlük mücadelesi bastırılamaz ve kontrol edilmezse, onlar da tası tarağı toplayıp gidecektir.
Şimdi belirttiğimiz bu güçlerin Kürt halkının duygularını anlamasını beklemiyoruz. Ancak gerçek demokratların, sol ve sosyalistlerin Kürt halkını iyi anlamaları gerekir. Bu konuda yetersizlikler olduğu kesindir.
Niye mi? Kürt halkı her türlü bedeli ödeyip önderliğine sahip çıkmasına rağmen demokratlar, sol ve sosyalistler bu konuda Kürt halkının yanında yer almıyorlar. Bazen İmralı koşullarını eleştiriyorlar, ama bu yeterli değildir.
Kürt halkının en hassas olduğu konu, önder olarak kabul ettikleri sayın Abdullah Öcalan’a yaklaşımdır. Kürt halkıyla bütünleşmeleri, Kürt halkıyla Türkiye demokratlarının, sol ve sosyalistlerinin duygu birliği içinde olmaları ancak İmralı sistemine karşı çıkmak ve devrimci önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü istemekle mümkündür. Yoksa Kürt halkıyla gerçek anlamda bütünleşmek zor olacaktır.
Uluslar arası komplonun 11. yıldönümü bu açıdan bir fırsat olarak görülmelidir. Tüm demokratlar, sol ve sosyalistler Kürt Halk Önderinin özgürleştirilme mücadelesine destek verilmelidir. Bu konuda Kürt kadını ve gençleriyle omuz omuza olmalıdır. Büyük devrimci, demokrat Abdullah Öcalan’a sahip çıkmak, aynı zamanda Türkiye’de halkların demokratik birliğine ve kardeşliğine sahip çıkmaktır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
8 Şubat gecesi saat 23:00 ‘dan başlayarak sabah saatlerine kadar TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Şapana, Bênavok köyleri ile Abdulkovi yamaçlarına yönelik olarak obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
9 Şubat 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
2008 yılının son günlerinden başlayıp halen devam etmekte olan özel bir anti PKK ve anti HPG tabii doğal olarak bir anti APO kampanyası bütün tırşıkçıları kasıp kavurmakta. Tıpkı yaptığımız erzak depolarını bulan ayılar gibi de bu konuya doyumsuz bir şekilde yaklaşmaktalar.
Ortalığı biraz karıştırmak ve bu bağlamda karışıklıklar sayesinde kendilerini bir gün daha yaşatmak isteyen keneleri daha önce yazmıştık. Bu yüzden bu konuya girmeyeceğim.
Çok eskiye gitmeden tartışmalarda başa doğru dönersek; 2008 yılının Kasım ayı başında Sosyolog İsmail Beşikçi’nin bir röportajı yayınlandı. Bilimsel kimi eleştiriler geliştiren Beşikçi röportajın sonlarına doğru adeta bilim adamı ve demokrat kimliğini bir kenara bırakıp, “Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır” demesi ve bunun da üzerine “PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir” talebi ise Kürt kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı.
Her şeyden önce, İmralı Zındanı’nda on yıldır en zor şartlarda direnişini sürdüren Önder APO, kendisi görüşmelerinde PKK’yi yönetmeyeceğini ve böyle bir düşüncesinin olmadığını, örgütün kendi politikalarını belirlemesini ve bu kapsamda faaliyetlerini yürütmesini defalarca dile getirmiştir.
Son derece mütevazi ve demokrat olan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Kendisi için hiçbir şey talep etmeyen bir gerçeklik.
Peki, yıllardır Türk egemenlerinin ve faşistlerin dile getirdiği, “Apo çok konuşuyor, kral gibi yaşıyor, örgütü yönetiyor, vb.” söylemlere hiçbir şekilde ara vermediği politik oyunlarına cuk diye oturan Beşikçi’nin sözlerini nasıl değerlendirmeli? Bilim adamı ve demokratlıkla bu yaklaşım arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
Bu taleplerle, yıllardır TC faşizminin yürüttüğü Apo’suz ve PKK’siz çözüm önerilerinin ne kadar paralellik taşıdığı ortadadır.
Tabi bizleri şu an bu sözlerin söylenmesinden çok, kimlerin bu sözleri kullandığı ilgilendirmektedir. Zira dediğimiz gibi bu sözleri bizlere yıllarca kin ve nefret besleyen kesimler dillendirmektedir. Ancak dönüp baktığımızda yıllarca içimizden biri olarak gördüğümüz “Kürt dostu Beşikçi Hoca”nın bu sözleri sarf etmesi bizleri derinden yaralamıştır. Tabi bahsettiğimiz yaralanma fiziki ya da ideolojik olandan değil.
Bizler ezilen halkların taleplerine her zaman saygı duymasını ve insan hak ve özgürlüklerini her daim savunması gerektiğini bildiğimiz ezen ulus sosyalistlerinin bu kılığa bürünmesinden yaralandık. Ya da daha farklı bir bakış açısıyla: Takke düştü, kel göründü.
Belirttiğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketi açısından değerlendirdiğimizde Önder APO’nun bu belirttikleri çok mütevazi bir yaklaşım. Şahsen, kimliğimi bana kazandıran ve Nasıl Yaşamalı? Sorunsalına yanıt bulmamı sağlayan Önder APO’nun fikirlerini okudukça büyük haz duyuyorum. Kürt Özgürlük Hareketi’nin de böyle düşündüğünü biliyorum. Ancak Beşikçi’nin Önderliğimizin fikirlerine karşı “Kürtlerin önünü kesiyor…” türünde değerlendirmelerde bulunması kendisine olan bakış açımızı da değiştirdi doğal olarak. Bunun üzerine HPG sitesinde ve bazı yayın organlarında bizim görüşlerimizi belirten kimi yazılar da yayınlandı.
Ve sonrasında sanki kıyamet koptu. Yok tehdit edildi, yok çizmeyi aştı denildi.
Önderliğimize ve hareketimize karşı eleştiri sınırlarını aşan ve saldırı boyutlarına varan yaklaşımlara karşı çiçek uzatmamızı kimse beklemiyor herhalde. Şunu düşünüyorum: Acaba bu kişi ve çevreler bizden “Ne güzel dedin İsmail Hoca. Ağzına sağlık.” dememizi mi bekliyorlar?
Biz şunu her zaman belirtiyoruz: Bizler Önder APO’nun ve Kürt halkının fedai ordusuyuz. Bu yüce değerlerimize karşı geliştirilmeye çalışılan her türlü imhacı yaklaşıma karşı tavrımız serttir. Ancak bugüne kadar ne İsmail Beşikçi’ye ne de daha başka bir düşünce insanına karşı böyle bir girişimimiz olmamıştır. Çünkü bizler özgür düşünceden ve ifade özgürlüğünden yanayız. Tabii anlayamadığımız konular da var: Bir tanesi mesela bir yazımızda belirtilen çizmeyi aşmak deyiminin neden bir tehdit olarak algılandığı veya öyleymiş gibi algılatılmaya çalışılması? Bir diğer konu ise bu durumda cevap hakkı doğan kişi İsmail Beşikçi iken kendisi hiçbir görüş belirtmeden tırşıkçıların bu durumu gündemleştirme çabaları.
Her şeyden önce çizmeyi aşmak deyiminin anlamını irdelemek gerekiyor. Çizmeyi aşmak sözü M. Ö. 2. yüzyılda Yunanistan’da yaşayan Apelle (Apel) isimli bir ressamın yapmış olduğu bir resmin kritiğini yapan bir ayakkabıcının eleştiri sınırlarını aşarak ilgisinin ve bilgisinin bulunmadığı konularda da yapmakta olduğu değerlendirmelere karşı söylemiş olduğu “sutor! ne supra crepidam” yani “Ayakkabıcı, ayakkabının daha yukarısı değil!” sözünden gelmektedir. İnsanların bilmedikleri konularda yapmış olduğu eleştirilere karşı söylenen bir sözdür. Pratik kullanım itibariyle baktığımızda aslında yapılmış olan eleştirinin dozajını aştığını vurgulayan farklı bir eleştiridir.
Yaşadığımız dünyada şöyle bir gerçeklik mi var: “Herkes istediği gibi Özgürlük Hareketi’ni eleştirebilir; hatta bunu saldırı boyutuna götürebilir. Ancak buna karşılık Kürt Özgürlük Hareketi’nin hiçbir eleştiri yapma hakkı yoktur. Herkes istediği gibi fikirlerini dile getirebilir ama Kürtlerin buna hakkı yoktur.” Üzgünüz ama bu tavırların sahibi olan bir insan aydın da olamaz.
Bu bağlamda değerlendirdiğimizde bir Türk aydını olarak Beşikçi, Önder APO’ya sus, konuşma diyerek düşünsel anlamda egemen sistemle benzeşmiştir. Zira ezilen halkların özgürlüğünü savunan bir aydının bunun tam tersini, “Öcalan daha fazla konuşmalı ve düşüncelerinden herkes faydalanmalı” demesi gerekmez mi? Ezilen ulusla dayanışma bunu gerektirmez mi? Düşünce özgürlüğünü savunmak bunu gerektirmez mi?
Peki, ya bütün bunları görmezden gelip, bizlerin yapmış olduğu eleştirileri çarpıtarak kamuoyuna farklı yansıtmaya çalışanlara ne demeli? Aslında yayınlamış oldukları deklarasyonlarla bizlere sus diyerek TC oligarşisine ve onun sömürgeci politikalarına ortak olmuyorlar mı?
Önder APO, 21 Ocak tarihli görüşme notunda şunu dile getiriyor: “İsmail Beşikçi bana “Apo PKK’yi cezaevinden yönetmesin, konuşmasın” diyor. Evet, şu açıdan doğru: Cezaevinden karar verilemez. Bu açıdan doğru; PKK cezaevinden zaten yönetilemez… Sayın Beşikçi, ama barış için başka da çaba sarf eden kimse yok ki. Beşikçi ve etrafındaki milliyetçiler iyi bilsin ki barış yapılamıyorsa, sorun çözülemiyorsa sizin gibiler yüzündendir. Çaba sarf edilmiyor. Ben ağır hücre cezası koşullarını da göze alarak on yıldır burada barış için çabaladım. Vicdanlı biri olarak sorumluluk duyduğum için bunca yıl çözüm için çaba gösteriyorum.”
Şimdi bizim sormaya hakkımız yok mu? Sayın Başkaya ve dostları: Yıllardır kanayan bir yara olan bu sorunun çözümü için konuşmaktan başka ne yaptınız? Konuştuklarınız da bu halkın özgürlüğüne ne kadar hizmet etti?
Bizler düşüncelere her zaman saygı gösterdik ve halen de saygı gösteriyoruz. Ancak karalama ve bir halkın imhasını amaç edinen bir görüşü de kabul etmemizi kimse beklemesin. Zira Önder APO tek başına bir kişi değildir. Bir halkı temsil etmektedir ve bunu böyle görmek gerekmektedir. Dolayısıyla PKK’nin Önder APO’ya ilişkin talepleri de bireysel değil toplumsal taleplerdir.
Yayınlamış olduğunuz bildiride bulunan teorik belirlemelerin bir kısmına katılmaktayım. Özellikle “entelektüel“ tespitinize. Ancak belirtmiş olduğunuz entelektüel tanımına uyan kişi günümüz gerçekliğinde Kürt Halk Önderi Sayın Önder APO’dur. Çünkü bu sorun o kadar can yakıcıdır ki dost bildikleri tarafından bile susturulmaya çalışılmaktadır. Ve o tüm bu baskılar içerisinde onur mücadelesini sürdürmektedir. Yine teorik açılımlarına bakıldığında genel kabul gören doğruların çok dışarısına çıktığı aşikardır.
Yine bilimle bağdaşmayan bir tespitiniz ise bizler (yaptığınız kasıt bağlamında bizler diyorum) daha doğmamışken Beşikçi’nin büyük mücadeleler verdiğini belirtmeniz. Yani kısaca diyorsunuz ki eski olan eleştirilemez. (Burada da eleştiri diyorum. Çünkü herhangi bir saldırıya giriştiğimizi savunmuyorum) Peki sormazlar mı eskiyi eleştirmeden yeniyi nasıl kuracaksın? Ya da eskiden kabul gören genel doğrular, bu doğruluklarını her zaman koruyabilirler mi? Nerde kaldı değişim, dönüşüm? Nerede kaldı diyalektik? Kaldı ki Beşikçi’nin geçmişte yürüttüğü faaliyetler ve verdiği mücadeleler konusunda aksi bir şey söyleyen de olmamıştır.
Peki, bütün gerçeklerden arınmış bir şekilde ve bir halkın mücadelesini görmezden gelerek yapılan bu karalama politikalarını sosyalistliğin ve demokratlığın neresine koyacağız.
Bütün bunlar birleştirildiğinde kim kimi tehdit etmekte ve kim kimi susturmaya çalışmaktadır?
Her şey ortadadır. Vicdansa kamuoyundadır.
- Ayrıntılar