HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

gerilla yuruyorBir çift namlu gözlerin

Tam yüreğime doğrult her ikisini de

Bu yürek cehennem şimdi

Ustaların tabiriyle topraklara düşüyor

en sevdiğim oğullarım ve kızlarım

Gez göz ve arpacık kesilsin bütün bedenin

Bak yine zulümlerde

Bütün coğrafyasıyla tek sevgilim

Çocuk cehennemi şimdi yüreğim

Eziliyorlar tankların altında

Zebaniler halayında coplanmakta yüreğim

Taş atan kolları kırılıyor gözlerimin önünde

Ve toprağa düşüyorlar

Zamansız, hiç zamansız

Çocuk cehennemi şimdi yüreğim

Derelerin kıyısında ateş kesiyor bedenleri

Hiçbir denizin, hiçbir serin derenin

Söndüremeyeceği bir cehennem şimdi yüreğim

Doğrult gözlerini yüreğime

Ve tetiğine asıl yüreğinin

Hadi vur beni

Göğüs kafesimin çatal yerinden

Durmadan bak yüreğime

Sadece şarjörü değil, bütün mermilerini boşalt

Bütün bombalarını savur

Saldırıya giden bir gerillanın

Dopdolu raxt’ı gibi olan yüreğinin

Yürü üstüme üstüme

Bir namlu gibi dayanıp şakağıma

Asıl yüreğinin tetiğine

Her tarafa bulaşsın bu zulümlerde yitmiş beynim

Hadi bir çift namlu gibi bak

Toprak olsun gözlerin

Bugünlerde teşneyim zaten

Her şeyiyle toprağa düşmenin

Toprak toprak bak bana

Gözlerine düşeyim

Ve bir yazıcı

Yıldızlara astığım bütün sözlerimi derleyip

Düşürecek bembeyaz bir zemine

Hadi toprak toprak olsun yüreğin

Kar  beyaz kesilsin emek ellerin

En çok  oraya ekeceğim kendimi

Üzerine üzerine yürüyeceğim bütün namluların

Açıp göğsümü vurulmayı isteyeceğim

Ve toprağa düşeceğim

Ta yüreğimden vurulmayı isteyeceğim

Çünkü vurulmuş çocuklarım

Çünkü vurulmuş çocuklarımız

Ve görüyorum her şeyimle

 gergin bir tetik gibi yüreğin

Alev saçan bir çift namlu gibi gözlerin

Asıl tetiğe şimdi, vur beni göğsümün çatal yerinden

Paramparça olsun yüreğim

Ve savrulsun dört bir yana

Cehennem çocukları

Her biri ne dünyalar yıkma gücündeler bir bilsen

vur beni ta yüreğimden

ki yıkılsın bütün zulüm dünyaları

hadi en çok

şimdi en çok

bir çift namlu olan gözlerinle

vurulma vaktindeyim

asıl tetiğe

azalıyor zaman ve yaklaşıyor bahar

toprağa düşmenin keyfindeyim

bu bahar yeşermenin sevincindeyim

her şeyimle teşneyim cehennemlere gitmenin

ve baharda yeşermenin

bahar geliyor, acele et

en çok da gözlerine yürümenin hasretindeyim…

Eğer okumuşsanız bu satırları, alışık olmadığınız bana ait bir yönümlesiniz şimdi. Sohbet ettiğim herkes, yazıya döktüğüm şeylere dair bir çift söz söyleyen herkes, en çok şaşırtıcılığından bahsediyor yazıların. Kendini yazar her yazıcı, hakikat olmasını istiyorsa yazdıklarının. Çünkü hep kendinden başlar hakikat yürüyüşleri. Kendinden başlayıp kendine gitmeyen bütün hakikat yürüyüşleri kaybolmaya mahkûm şehir labirentlerindeki avare avare dolaşmaları çağrıştırıyor bana. Şaşırtıyor ve şaşırtmalı yazdıklarım. Emin olun bu yürüme ustalarıyla yaptığım yürüyüşlerde tam da şaşkın bir çocuk hallerindeyim çoğu zaman. Yürüdükleri yolların götürdüğü yerler değil, yürüme istemleri, sevinçleri ve yorulmak bilmez yürüme halleri şaşırtıyor beni en çok.

Çok uzun yürüyorlar. Ne kadar uzun yürüseler, ‘az kaldı yolumuz, biraz daha yürüyeceğiz’ diyorlar. Şimdi şaşkın bir yürüyüş halindeyim. Çünkü hangisi beni nereye götürse, hangi patikaya, hangi yokuşa, hangi ‘ewraz’a vursam kendimi hep kendimi buluyorum. Nereye yürüsem hep kendime geliyorum. Bütün yollar kendilerini yitik hissedenlerin kendilerine götürüyor buralarda. Sevinçli yürümeleri. Keyifli. Ve yorgunluk nedir bilmez.

Hep yürüyorlar. Ben de yürüyorum onlarla. Biraz acemi, çok şaşkın. Çünkü yürüdüğüm yollarda hep kendimle karşılaşıyorum. Şaşkınlık hallerim en çok kendime dair öğrendiklerim içindir. Ben beni böyle bilmezdim bu yol yürüyüşleri öncesi. Baktıkça ewraz’lara, çıkamam sanıyordum. Nefesim kesilir yarı yolda sanıyordum. Ne zaman bir berwar’a baksam, keşke hep yamaçlarda olsa patikalar diye geçiriyordum içimden. Ne zaman serjêrî’lere baksam, bir uçuruma düşecekmiş gibi hissediyordum. İnişlerde tutmaz dizlerim diyordum. Titrer de düşerim diye korkuyordum dizlerime bakıp.

Bütün patikalar vadilerden ve düzlüklerden geçseydi ne güzel olurdu bu dağ yürüyüşleri diye düşündüğüm zamanları hatırladıkça, şaşkın şaşkın gülüyorum kendime. Hep düz olsun istesen yürüdüğün yerler, o zaman ne işin var bu dağlarda. Düz, dümdüz şehir yolları ve yürüyüş keyfinde o yapay parkların labirentlerinde tükenirdin. Yol gösteren tabela ormanlarının, tenekelerinin istediği yerlere yürüyebilirdin. Oysa teneke kalmasın diye yüreğim ve paslanmış çöplüklerdeki bir teneke parçası gibi beton yığınlarına gömülmesin diye bedenim vurdum kendimi dağlara. Şimdi bir çocuk kadar şaşkın, bir kelebek kadar bilge ve yol yürüyüşçülerinin huzurlu bin yaşındaki bir kaplumbağa gibi adımlıyorum ömrümü. Ve çıkıp patikalardan araziye vursam da, kaybolmuyorum kolay kolay. Çünkü en çok da kendimi taşıyorum bu dağlarda, en çok kendime yürüyorum yürüme ustalarından öğrendiğim gibi.

Kendinden gidenler hangi yola vursalar kendilerini, kaçınılmaz olarak kaybolurlar. Hiç yürümeseler bile, oturdukları yerde kaybolurlar kendinden gidenler. Çünkü bütün bilmelerin temelindedir kendini bilmek. Yitikler için ise kendini bulmakla başlar kendini bilmek. Sadece ayaklarıyla yürüyenler, gidemezler hiçbir yere. Sadece yürümek için yürüyenler, asla bulamazlar yönlerini. En anlamsız yürümektir yürüyüş olsun diye yürümek. En gereksiz yürümelerdir, sonu kendi yüreği olmayan yürümeler.

Özellikle kış yürümelerinde kurulamak için çıkardıklarında ayakkabılarını ve çoraplarını, nasıl bu kadar yıpranmış ayaklarla yürüyebildiklerine hayret ediyorum. Ateşte yürümüş gibi ayak derileri. ‘Zorlamıyor mu?’ diyorum tutamayıp kendimi bazen. İstisnasız gülümsüyorlar hepsi de tenimde gezinerek gözleri. ‘Bu kadar yanık bir adamsın. Sen zorlanmıyor musun?’ diyorlar. ‘Ama ben…’ diye başlayıp, beni yürütenin ayaklarım değil, yüreğim olduğunu söyleyeceğim ki cevabını hemen buluyorum kendimde. Kanatlıysa yüreğiniz, en çaresiz ayakları bile yürütür yıldızlara dahi. Ve anlıyorum yürümelerde neden bu kadar keyifli olduklarını. Kelebek yurdu değil mi yürekleri! Ve tepeden tırnağa kelebek kanadı güzelliğinde değil mi ki her şeyleri! Uçmaktan yorulur mu kelebekler? Her şeyiyle kelebek kanadı kesilmişlere, yürümenin zorluğunu sorma gafletinde mahcup oluyorum hep.

Işıktan hızlı ve yıldızlardan bile uzak uzunluklarda yürüyorlar. Mesafeleri hep yürüyüşlerinde ölçüyorlar, eskilik ve yenilik zamanlarını ayakkabılarında ve ayak derilerinde ölçüyorlar. Eskitmemişsen birkaç mekap ve nasır tutmamışsa tabanı ayaklarının, yenilik zamanındasın dağların. En çok nasır tutan ayak tabanları ve mekaplarıyla eskiyorlar. Zaten tek eskimedir bu dağlarda, geri kalan her şey hep yeni ve yenilenme yürüyüşünde.   

Eskiyip parçalanınca mekaplar ve nasır tutunca ayak tabanları, daha bir ışıl ışıl sevinçlere kesiliyorlar. Kendilerine yaklaşmış olmanın ve en eski kendilerini görmenin heyecanına kapılıyorlar. Yürüme zamanlarının mesafesi en çok da bu toprakları ve bu toprakların üzerindeki her şeyi yaratan ata analara uzanıyor hep. Ve bir parçasını bulunca bu dağlarda en çok dağlı olan ana atalarının, en çok o zaman bilge ve ana kesiliyorlar. En çok analarına ait anılarda buluyorlar kendilerini. Harabeye çevrilmiş yurtlarında, şehirler kuruluyor ovalarda toprağa gömülü analarına ait şeylerin üzerine.

Soykırım kıskacında yok ediliyor analarının yurdu. Bayram sevincinde filizlenen tohuma ve ekmeğe dönüşen buğday tanelerine bakıp, toprağa şükreden analarının toprağı sulara gömülüyor . Bir ana rahmi huzurunda yerleşmeye çalıştıkları dağ oyukları, en yıkıcı bombardımanlara maruz bırakılıyor. Ve börtü böceğin, en güzel kelebeklerin yurdu olan dağları ve ormanları ateşe veriliyor ‘en ileri teknolojilerle’. Ateşe verilmiş analarının bedenine bakar gibi bakıyorlar her gün ateş yağan dağlarına ve ormanlarına. Ve o bereketli ovalar, o en büyük ab-ı hayatların aktığı ovalara bakıp bakıp o kepçelerle kazınan ve suya boğulan topraklar gibi boğuluyor yürekleri. Oysa yürüyüşlerinde biliyorlar ne ateşler, ne tufanlar gördü bu diyarlar. Ne zalimler, ne kellehaneler kurdular bu vadilerde. Çekirge sürüsü gibi dalıp bu güzel ananın tenine, ne kadar da çok ateşe verildi bu topraklar. Ve ne tufanlar yağdı gökyüzünden. Ne sular fışkırdı bu toprağın bağrından. Ne tufanlar gördü bu insanlar, bu ağaçlar, bu ormanlar, bu börtü böcek, bu dost hayvanlar. Oysa kâr etmedi hiç biri, onlar kurulup Cûdî’ye yerleştiler, en yücelere.

Şimdi Cûdî’ye yürüyor hepsinin yürekleri. Ve nerede vurulsalar, bir denizin ortasında bir ADA’da, en kahpesinden vurulsalar bile, Cûdî’ye gömülsün istiyorlar bedenleri. Yerleştikleri Cûdî’de gözlerine bakıp tufan getiren yalancı ve zalim tanrıların ve tepeden bakıp işgal sürülerinin. Tükürüyorlar oradan bütün acılarını, bütün zalimlerin suratının tam orta yerine. Oradan izliyorlar parçalanan, boğulan yangınlardaki analarının bedenini. Bir tarafları hüzün deryası, bir tarafları acı tufanı, bir tarafları isyan yangını. Oysa en güzel tarafları umutlu bir gökyüzü gibi pırıl pırıl, bir tarafları berekete inançlı anaların gözleri gibi hep ışıl ışıl, bir tarafları analarının bereketine ve doğurganlığına iman etmede şefkatli kalıyor hep. Orman yangınlarında korkup kaçmak yerine, kelebekler gibi yürüyorlar en yakıcı ateşlere. Ve yandıkça bu yangınlarda, kıvılcım olup semalara saplanıyorlar en karanlık zamanlarda karanlıklara inat. Hep karanlıkta ve karanlıklara uğruyor yolları ama karanlıklarda yürümenin ustaları kesilmişler. Sadece geçip gitmiyorlar karanlıklardan, sadece karanlıklardan istifade edip kaybolmuyorlar karanlıklarda. Kıvılcıma kesmiş birer kelebek gibi dalıyorlar karanlıklara. Karanlıklarda yitmiyorlar. Dalsalar hangi karanlığa o an ve o an bitiyor karanlık.    

Şimdi daha iyi anlıyorum hem onları, hem karanlıkları, hem de bütün karanlık korkularını. Çünkü kararmışsa insanın yüreği, göremez gözleri hiçbir şeyi ve karanlıktaki hiçbir yürek, hiçbir aydınlıkta en stabilize, en işaretlerle donanmış yollarda, en hızlı jetlerde bile bir adım dahi ilerleyemez kendine. Hangi şehir lambasının altında adımlasa, hangi hızlı makinede süzülse de hep kaybeder yolunu kendinden giden yolcu. Ve yüreği bilincindeyse bunun, kaybolmamak için karanlıklarda ateşlere verir tenini ve yüreğini. ‘Sen yanmasan, ben yanmasam, o yanmasa, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ derken komşu kardeşimizin o sarı saçlı, mavi gözlü devinin, neden en çok yangınlarda ve talanlarda olan yurdumu ve kardeşlerimi göremediğini daha iyi biliyor yüreğim. Hangi diyara güzellikler taşıma sevincinde de olsa insanın yüreği, göremiyorsa çepeçevre kendisini kuşatmış yangını, ışıktan kamaştığı için değil, yürek gözüyle bakamadığı için göremez en yakın kardeşini.

Ve şimdi nereden bulup bildim bunları diye sorunca kendime, en çok ayaklarım gülümsüyor bana. Ateşlerde yanan tenim en çok yüreğimi aydınlatmıştı. Karartılmak istenen yurdumun göklerinde bir yıldız, yanan yangınlardaki ormanlarda bir kıvılcım kelebek olmayı istemiştim en çok. Varsın kül olayım demiştim en beton, en demir yığını şehirlerin asfaltlarında. Şimdi biliyorum, karanlıklardan kaçmak için ateşten bir çift kanat yapmıştı tenimi kendime. Ayaklarım anlattı bana, hafif nasır tutmuş ayaklarım. Ayağımdaki mekapların dilleri konuştu benimle.

Hayıflanmıyorum, kelimelerini ceplerinde taşıyan yurdumun yitik evlatlarının komşu dilinin kelime oyunlarında anlamsızlıklar üretmesine.

Hayıflanmıyorum, İskandinav memleketlerinde niçin aldığını en iyi kendisinin bildiği maaşlarla en güzel ayakkabılarda yumuşacık ayaklarıyla siyaset pazarlarında anasının tenini ve oğullarını pazarlama koşuşturmacısındaki o ak saçlı, solgun yüzlü, ‘bir kedisi bile olmayan’ adamın yaptıklarına.

Hayıflanmıyorum, en güzel sesinde, en güzel dengbêj nameleriyle, en güzel isyan türküleri haykıran o solmuş dudakların, unutup kendi ana yurdunu, ışıklı sahnelerden halkının en güzel oğullarının ve kızlarının katliam fermanları düzenleyen sinsi gözlerine bakıp işkencelerin fon müziği olan ‘memleketim’ türküsünü çığırmalarına. Oysa nasıl da unutmuşum, hiç sevmemiştim ha bire ağarma güzelliğindeki o gür sakallarını fabrika boyalarında ha bire karartma telaşını. Şimdi daha iyi anlıyorum karalara boyamak istediği, boyayıp saklamak istediği sadece aklar düşen sakalları değil, bir zamanlar bir isyan kıvılcımı düşmüş yüreğiydi. Haklıydı. Hem de çok haklıydı kendince. Gizlese aklarını, oynaş bulamayacaktı sübyancılığına. Ve karartmasa yüreğini, kabul etmeyecekti onu karanlık siyaset ‘üstatları’.

Anlıyorum ve şaşırmıyorum. Çünkü ayaklarım en çok şaşkınlıklarıma basıp geçiyor yollarda. Eski şaşkınlıklarımı ezerek yürüyorum anamın teninde. Yeni şaşkınlıklara yürüyorum beni ışıtan. Şaşırmayınca artık insan, bırakıyor hayıflanmayı.

Yürüyorum ulaşılmaz yüceliklere usta yürüyüşçülerle. En uygun zamanda, en gerekli yerlere, en uygun hızda kendime götürüyor beni kuryelerim. İleride, çok ileride belki en yakın ileride anlatacağım zaten size kuryelik marifetlerini. Kimden neyi alıp kime neyi vereceklerinin ustası kuryeler. Kimi nerden alıp, kimi nereye götüreceklerini erbabı olan kuryeleri. İş bölümünde hangi yolcuyu yolun neresinde, hangi yeni kuryeye emanet edeceklerinin uzmanı kuryeleri. Anlatacağım bir gün belki de bugün, bu yol yürüyüşlerinde bana yol olan kuryeleri.

Uzadı diyorsanız yazı ve tam da bırakmak üzereyseniz okumayı, uzun geliyorsa cümleler ve kesiliyorsa nefesiniz, çok karmaşık bulup içinde kaybolma korkusuna kapıldıysanız, şimdi, hemen, şu son noktada bırakın okumayı. Orada öylece kalacaksınız yorgun, nefessiz ve kaybolmuş yollarda. Oysa ben bırakamam bu yazıyı. Çünkü en uzun, en karmaşık, en karanlık, en yokuşlu, en uçurumlu yol ustalarının hiç bitmeyen yolculuklarını anlatma derdindeyim. Hiç yarı yolda kalmıyorlar. Hiç yarı yolda bırakmıyorlar. Yorgunluğunuzda sırtlayıp sizi, bırakmıyorlar orada. Götürüyorlar gitmeniz gereken yere. Sevmiyorlar yarım kalmış yolculukları ve nefret ediyorlar yarı yolda kalmalardan, kalanlardan ve bırakanlardan. Yolcusuyum şimdi ben de bu uzun yolculuğun. Bırakamam hiçbir şeyi yarıda. Çünkü en çok da yarımlıklarıma yürüyorum. Yarımlıkların biliyorum acısını. Bu sefer hiçbir şeyin yarım kalmasına izin veremem.

Yürüyorum. Her adımda çoğalıyor bir parçam. Ne kadar yürüsem, o kadar tamamlanacağım. Ben devam edeceğim yazıya. Tamamlanmasını istiyorsanız siz de, bütün uzun yolculuklarda olduğu gibi, kısa bir mola verin. Bir yudum su, bir parça kuru ekmek yiyin. Sigara molası değil bu, tiryakisiyseniz de bu meretin, zamanı değil bu molada tellendirmenin. Sonrası yokuş olacak bu yazının. Bir yokuşun patikasına gireceğim. Dinlenin siz. Ben de bir mola vereceğim. Tünelin ucundan sinsi bir sis gibi sızıyor mangaya dün vurulan ve şimdi tencerede olan av etinin o baştan çıkarıcı kokusu. Siz molada, ben molada.

Bizi kuru ekmeğe talim etti ama kendisi kebaplarda diye kızmayın bana. Yol yürüdüm. Yol yürüyenlere sunuyorlar en güzel yemeklerini. Ama hala okumaya devam ediyorsanız ve edecekseniz, belki şu harflerin ve kelimelerin arasına bir dürüm yapıp getirmek isteyeceğim size. Öyle de nefis kokuyor ki bu tünelden sızan hava. Gitmesem isyan edecek midem. Her şeyi insanın, kendi ihtiyacına yürür neticede. Midem gurulduyor. İhtiyacını haykıran her sese kulak verilmeli. Nedir sizin ihtiyacınız? Bir dağ yazısı mı okumak istiyorsunuz? Dağa dair bir şeylere mi değmek istedi gözleriniz? Dağların sesine mi hasret kesilmiş kulaklarınız? Ve burnunuz, o belki de her işe soktuğunuz uzun burnunuz, belki de yüzünüzde minnacık bir nokta gibi duran burnunuz, belki de her aynaya bakışta gurur duyduğunuz burnunuz, dağ kokularının hasretindeyse ve yüreğiniz yitiklerde kaybettiği yollarını dağlarda, dağ yollarında bulmanın umudundaysa hala, bekleyin.

Birazdan bitecek mola. Devam etmek için, geleceğim. Emin olun, tıka basa dolmanın sessizliğinde olacak midem. Ve kekik kokan parmaklarımla yazacağım bu sefer. Hep ‘cahter’ diyorum ya her sohbette, kekik doldurmuşlar kebabı. Sinecek parmaklarıma. Birazdan kokusunu getireceğim size. Mola öncesi son bir söz söyleyeyim: ister uzun, ister kısa, ister kemerli, ister yamuk olsun burnunuz güzel kokular alıyorsa ve güzelliklere çekebiliyorsa sizi, emin olun gurur duyabilirsiniz burnunuzla. Koklayın bu yazıyı. Kekik kokusu almadınız mı? O zaman sokmayın burnunuzu bu işe, neden uzadı diye.

Yolcu yolunda gerek. Yazıcı yazısının başında. Nasıl yazdığımdan çok, neyi ve nerede yazdığıma bakıyorum hep. O yüzden bilinsin isterim eğer nefesiniz yettiyse ve hala okuma zahmetindeyseniz, bulunduğum yeri bir bütün olarak anlatma istemindeyim. Hep kendinden başlamalı diyorum ya, mola sonrası kekik kokan parmaklarım tembel tembel yürüyor tuşların üzerinde. Av etinde tıka basa doygun midem. Dağda dağ rüyaları görmekten ve dağlıların eğitimde olması fırsatından yararlanıp bir mağaranın derininde bir de uyku çekmişim temiz tarafından. Yemekbaşı sohbetlerinde iyice keyiflenmiş yüreğim, en güzel şakaların en samimi seslerin doygunluğunda. Denetimini gevşettiğim parmaklarım, burnum ve midemle koparmadan iletişimini, aygın baygın yürüyor tuşların üzerinde. Hani bu yürümeler öyle yürümeler işte. Bir yürümeye başladı mı insan, her şeyiyle yürüme hallerine geçiyor. Ve keyfindeyseniz yolculukların ve bırakmışsanız her şeyinizi, yol ustalarının emanetine neyinizi bıraksanız yollara, emin olun yerli yerine oturup birbirini tamamlayacaktır size ait her şeyiniz.

Biraz kaygısına düşse nereye gideceğim diyerek yolların sonuna dair. Hemencecik sıkışır yüreğiniz. Biraz şüphe ile kirlense aklınız ve derdine düşseniz yürüme yorgunluğunun hemencecik çözülüverecektir dizlerinizin bağı. Biraz kuşkuya düşse kuryelerinizden aklınız, en bilindik yollarda bile çıkarsınız yoldan. Taşımaz sizi bu yollar, taşınmazsınız bu yollardan, tek çaresi var bu yolculukların, bırakacaksınız her şeyle kendinizi yol arkadaşlarınızın maharetli yüreklerine. Ustasıdır onlar, yorgunluk gidermenin acemi yolcuları en sarp yollardan gidilecek yere götürmenin.

Yolculuklarda yaratıyorlar kendilerini. Acıkan bir bebenin el yordamıyla annesinin süt veren memesini araması gibi tırmanıyorlar bütün bilinmezliklere. Ve her seferinde anasının memesinden süt emen bir bebenin huzurluluğunda sona eriyor yolculukları. Çünkü ne kadar çocuk olsa onlar, bir o kadar ana oluyor bu dağlar onlara. Hani biraz erken kesilmek istense biri, bir görev için, bir zorunluluktan, zorunda bırakılmak istense dağlardan ayrılmanın, hemencecik bir bebek, daha dün doğmuş bir bebek, anasının sütüne hemen susamış bir bebek gibi hırçınlaşıyor. Ve ne kadar uzak tutulsalar da annelerinden, aç bir bebek gibi dönüyorlar dağlarına. Sonra tırmanıp gövdelerine dağların, açlıklarını gidermenin telaşı, hazzı ve huzurunda yürüyorlar dağları. İhmal edilmiş bir bebenin açlığında soğuruyorlar analarının sımsıcak ve bereketli memelerini. Ne kadar istekle doyurmak isteseler açlıklarını, bir o kadar sevecen ve mahcup oluyor anaları. Şimdi daha iyi anlıyorum yurdundan koparılmış o sürgün, o mülteci kelebeklerin hırçınlığını. Daha bir anlıyorum her şeye susamış ve acıkmış olarak sözde refah diyarlarında yaşamanın nedenlerini. Doğdukları yerde ve yaşta kalmış bir halkın bütün evlatları gibi doyuramıyor onları bu dünyanın hiçbir nimeti.

Dağdan uzak günlerimi hatırlayıp ne kadar iştahsız ama bir o kadar aç olduğum günleri daha iyi anlıyorum şimdi. Hepsi de markalı ve steril olan o yemeklerin hiç biri kabartmıyordu iştahımı. Neden bu kadar hırçın hallerde olduğuma şaşırıyordu herkes. Hırçınlaşıp kırıp dökme istemlerimin sebebini anlıyorum şimdi büyük bir huzurla. Ne ağaran saçlar yaşlandırıyordu beni, ne de kör hücreler uslandırıyordu beni. İlerledikçe ölçülebilir zaman takvimleri, ben anlam zamanlarımda hep anama yürüyordum. Beni emdireceğinden emin el yordamıyla arıyordum bereketli memelerini. Doygunsam her şeyimle şimdi ve huzurdaysam, sebebi iki lokma atıştırdığım kekikli av eti değildir, ne yesem bu dağlarda anasının sütüne doymuş bir bebeyim eninde sonunda. Ve ne kadar acıksam hep sebebi emeceğim süt değil, huzur bulduğum sıcacık bağrıdır dağ anamın. Bir an uzaklaştırılacağımı hissetsem, üşüme korkusunda hırçınlaşıyor yüreğim. Ondandır bu bitimsiz yürümelerde sadece burada ve yürümede olmak yetiyor bana. 

Nereye gidecek, ne zaman bitecek bu yolculuk, hiç mi hiç bilmek istemiyorum. En usta yürüyücülerle, en güzel oyunlarımı oynuyorum bu yolculuklarda. Dilsiz bırakılmak istenmelerine inat, şiir konuşuyorlar hep. Her kelimesi çağrışım deryası bir imge oluyor ve her cümlesi şiir tınısında kuruluyor dillerinde, şiir gibi yaşıyorlar. Şair değilim ben ama ne zaman bahsetsem yolculuklarımdan, uzun cümleler ve paragraflı metinler tınısını bulup kısacık mısralara dönüşüyor. Daha çok yürüyeceğim bu yolculuklarda. Daha çok şey taşırmak isteyeceğim sizlere. Siz de bu kar beyazı zeminlerde karınca izleri bırakan kapkara harflerde daha çok katılabilesiniz diye gözlerinizle ve yüreğinizle, bu yolculuklara bazen kalem mürekkeplerine bulaşmayı sevmeyen ama hep kulaklarıma fısıldanan sözlerini getireceğim size. O yüzden şiirle başlamak ve şiirle bitmek zorunda şiir yaşayanların yol yazıları.

Hangi formatta yazılmış diye sorgulamayın bu yazıları. Yürek formatında yaşanıyor her şey bu dağlarda. Ve gerilla diye adlandırmak keyif verse de bana, sihirli kelimeler rast gele savrulmamalı ortalıklara. Yüreğimizi en çok ısıtan bu kelime yerleşti mi bir kere yüreğinize, zaten gerilla kesiliyor yüreğiniz. Ve öyle bir şey ki bu gerilla, ne söylense ona dair, ne kadar farklı sesle ve kelimeyle dile gelse de onların rengini alıyor. Kim düşse hangi sesle, hangi renkle bu dağlara, gerilla şimdi. Bütün sesler, bütün renkler, bütün yürekler kendini arayan, aldırmadan sözcüklere gerilladır hepsi yurdumda.    

Özgür bırakmışlar her şeyi. Biçimlere takılmıyor yürekleri. Gerilla yüreğindeyim. Uçuşuyor her şey orada başı boş kelebekler ve yörüngesiz yıldızlar gibi. Ne zaman başlasam buralarda bir yazıya, serbest bırakıyorum parmaklarımı. Şu kelime eksik oldu, şu cümle uzun oldu, makale formatından çıktı yazı, zayıf oldu kurgusu, siyasi denge hassasiyetlerine uymuyor vurgular, şu kesim ne mesaj alacak, şu kişi ne tepki verecek, velhasıl bildiğiniz yazarların kumkumalığından sıyrılıyorum büsbütün. Yazar değilim çünkü. Yazıcıyım sadece. Ne görsem ve hangi izi bıraksa aklımda ve yüreğimde onu yazmanın peşindeyim. Ekmek kapısı değil yazılarım, bir mecburiyet hiç değil, sadece bana ulaşmış sesleri yüreğimde yankılandırmanın, parmaklarımda uçuşturmanın ve bir de gözlerimde görmenin keyfindeyim. ‘Yazsan iyi olur’ dedikleri için çiziktiriliyor bu yazı. Ötesi yolculuk keyiflerindeyim. Hani anlatsam her şeyi, yurdumun komşusu kardeşlerimin dilinde usta çocuğuna. Ötesi ‘iyilik, güzellik’ diye bitireceğim anlattığım güzelliklerin.

Her şey bu dağlarda yeniden yaratılıyor her şeyiyle. Ve benzeşmek istemiyorlar hiç bir şeyleriyle bu tepeden baktıkları ve içine tükürdükleri dünyalara. Farklılıklarda uyum yaratmanın zenginliğindeler, sonuna kadar esnek ve ucu açık yüreklerinin ve akıllarının. Doğa analarının yaratıcılığında yaratıyorlar her şeylerini. Nasıl ki kilometreler ölçemiyorsa onların yol uzunluklarını, nasıl ki en modern saatler ve en hassas takvimler son teknoloji ürünü, ölçemiyorsa zamanlarını onların, onlara dair yazıların da olamıyor bir türlü bilinen biçimleri. Zorlasam, şu formatta olsun desem yazı, içinde boğulacaklar biliyorum bu kelimelerin.

Bilinen dünyalara ait her şeyi reddediyorlar. Hani bir makale sıkışmışlığında anlatsam onları bir yazıda, gözleriyle okusalar, ağızlarıyla tükürecekler biliyorum yazılarımı. Güveniyorum yolculuk yazılarında usta kuryelerin yol göstericiliğine. Ne kadar üst üste yığılsa da kelimeler, gerillaya kesmiş yediden yetmişe halkımın yüreğinde yerli yerini bulacaktır, biliyorum. Güveniyorum kendime bütün mütevazılığımla. Çünkü dünyanın karşısında kendisinden başka, dağlarından başka hiçbir şeye ve hiç kimseye güvenmiyor onlar. Tükürüp içine bilindik dünyaların, nasıl güvenle bakıyorlarsa yıldızlara ve üzerinde yıllarca çalışılmış bir şiir kesinliğinde, keskinliğinde ve tamamlanmışlığında söylüyorlarsa sözlerini, en mütevazı kendine güvenleriyle öyle anlatmak zorundayım onları kendi dillerinde.  

Devam edeceğim yazıcılık görevimden azledilmedikçe onlar tarafından. Bir yazar olarak değil, biçimi belli yazı formatları belli, söyleyecekleri kelimeler belirlenmiş olarak değil, onları kendi seslerinden ulaştırmaya çalışacağım sizlere. Ve en çok şiir onların dilleri. Bir şiir molası vereceğim şimdi yolculuklara dair devam edecek bu yazıya. Yolculuklara dair bir şiir molasına davet ediyorum sizi. Nefeslenin ve keyfini çıkarın alışık olmadığınız bu uzun yazının mola yerinde. Bir dağlıdan, bütün dağlılardan bir şiir sunuyorum size. Her şeyiyle anonim, her şeyiyle yolculara…

Gidilecekse bir gün yola

Zaman yitirmemeli insan

Yönünü yıldızlara ayarlamalı

Toprağa ayağını sağlam basmalı

Ve hayallerini suya salmalıdır

Gidilecekse bir yola, illa

Hemen çıkılmalı yola

Yolcu yolunda gerek

Yolun zamanına ve kuralına titizce uyulmalı…

Yürürken toprağı incitmemeli insan

Suyu kirletmemeli, yıldızları ürkütmemelidir

Yolu yapan değildir iyi yolcu

Kendini yola verendir

Bütün yollarda ve yolculuklarda

Toprağa, suya ve yıldızlara erendir.

Yolları sahiplenmemeli yolcu

Yolculuğun bir misafirlik hali olduğunu iyi bilmelidir

Yıldızlarla çizmeli ve karıncalarla paylaşabilmelidir yollarını

Dikenlere basmamayı, çiçekleri koparmadan koklamayı

Ve öğrenmelidir sevgiyle bütün kertenkeleleri selamlamayı

Yolların tozuna bulanmayı

Taşlarına yaslanmayı

Ve ufkunda kaybolmayı sevmelidir

Usta yolcusu yolların

Yol olmayı becerenlerdir

Basılınca üzerine toprak olmayı bilendir

Hep içilebilen temiz bir su ve yön gösteren yıldız olmuşsa

Orada durmalı ve yolu uzatmamalıdır yolcu…

 JÊHAT BÊRTÎ