Türkiye tarihinin her zaman kritik süreçleri olmuştur. Ancak biz de biliyoruz ki Türkiye tarihinin en kritik ve tehlikeli zaman dilimi, birinci dünya paylaşım savaşı ardından geliştirilen devletlerarası konferanslar süreçleridir.
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalanmış ve ardından ise adım adım Türkiye teslim alınmaya çalışılmıştır. Bu teslim alma girişiminin en belirgin adımı 10 Ağustos 1920’de gerçekleştirilen Sevr konferansı olmuştur. Sevr’i emperyalist güçler Türkiye’yi teslim almak için özenle büyük bir komplo temelinde hazırlarken, Ermeni ve Kürt halkları başta olmak üzere birçok farklı toplum ve halkı ise komplonun yürütüldüğü süreç boyunca kontrolde tuttuklarını ise bizler yine yaşananlardan biliyoruz.
Sonraki süreç iyi biliniyor. Sevr’den kurtulmak için Misak-i Milli sınırları içerisinde bulunan Kerkük ve Musul’u İngiltere’ye bırakarak ama bu kez Kürtler başta olmak üzere birçok farklı renge yönelerek kendince Sevr’i aştığını sanmıştır. Halbuki bizde biliyoruz ki bu politikalarla bağlantılı olarak Kürtler büyük acılar yaşarken, Türkiye Cumhuriyeti devleti hep zor durumda kalmıştır ve bu zorlanmaların ne derece derin yaşandığını en çok bugünlerde herkes görmektedir.
Öyle görülüyor ki, Türkiye yeniden çok kritik tarihi bir parçalanma sürecinden geçmektedir. Türkiye gerçek manada yeni yeni tarihi yaralarını tartışırken, aşmaya dönük görüşler ortaya çıkmaya başlamışken, Türkiye halkları ise gerçekten de kardeşleşme temelinde ilk kez Türkiye parlamentosuna her renkten insanı göndermişken, Türkiye’yi yeniden bir savaşın eşiğine getirmek, savaşa sürüklemek gerçek manada tam da bir felakete işaret etmektedir.
Unutulmasın ki, konjonktür çok önemlidir. Türkiye Devleti ilk kez uzun yıllardan sonra dünyada tek başına kalmıştır. Batı güçleri Erdoğanlı bir Türkiye’ye sıcak bakmadıkları gibi tüm Ortadoğu için tehlikeleri görmektedirler. Yine Türkiye’nin Ortadoğu’da ilişkisi sağlıklı olan tek bir devlet ve halk yoktur. Herhalde Erdoğan’a yakın duran sadece iki kişi vardır. Birisi Katar meliğidir. Bir diğeri ise Kürdistan’ın Güneyinde başkanlık mevkiini bırakmak istemeyen Mesut Barzani’dir. Başka da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu Türkiye Cumhuriyetine yakın duranı yoktur.
Ve yine unutulmasın ki, Erdoğan’ı 2002 yılında iktidara Ecevit ve Erbakan’a karşı getirenler batılı güçlerdi. Bunun içindir ki, uzun yıllardır birlikte çalıştıkları Kemalist kadroların giderek batılı güçler için tehlike oluşturduklarından dolayı, bu kez kendi devletlerarası özelde de kapitalist ekonomik politikalarını uygulatmak için Erdoğan’ı iktidara taşımışlardı. Ve yine bunun için de ABD her dönemeçte AKP ve Erdoğan’ın yanında yerini alarak, Kemalist devleti kendilerine daha uygun hale getirerek dizayn ettiler.
Ancak görülen o ki, Erdoğanlı Türkiye artık kontrolden çıkmıştır. Tümden kendi diktatöryel hırslarını geliştirmek için Ortadoğu için bile tehlike oluşturmaktadır. Ruhen çok ileri düzeyde bir megalomanlığı yaşayan bir kişilik, aslında tüm insanlık için bir tehlikeyi oluştururken, en çokta Türkiye ve Türkiye toplumu için bir tehlikeyi oluşturmaktadır.
Dikkat edelim, Erdoğan ismindeki kişi artık tüm insanlık için bir tehlikeyi oluşturuyor. Kendi bireysel hırsı için gözü karaca insanlığın kanını içmeye hazır olan bir kişi, gerçekten de tüm insanlık için bir tehlikedir. Yukarıda ifade edildiği gibi en çokta Türkiye ve Türkiye halkları için bu tip bir kişilik bir tehlikedir.
Türkiye için ne kadar tehlike olduğunu, 24 Temmuz günü yüzlerce uçakla yapılan hava saldırılarıyla görülmüştür. Yüzlerce uçakla yapılan hava saldırılarına karşı gerillaların misli ile misilleme eylemiyle cevap vereceği açık iken, böyle bir saldırıyı gerçekleştirmek, tam bir çılgınlık olduğu, şimdi Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de yaşananlardan görülmektedir.
Barış barış diye haykıran Kürtlere, “Kürt sorunu yoktur, Dolmabahçe yoktur, Newroz yoktur” ve bunların karşısında var olanın sadece ve sadece, faşist teklerin olması ile yoğun bombardımanlı hava saldırısı olunca, olacaklar açıktı; Kürtlerin kendi hakları olan Demokratik Özerkliklerini ilan etmeleri.
Bir kez daha belirtelim, Kürt sorunu ya devletin duyarlı demokratik yaklaşımıyla demokratik siyaset temelinde çözülecekti ya da devlet demokratik siyasete kendini kapattığında –bugün ki gibi-Kürtlerin kendi yollarını çizmesiyle olacaktı. Ve olan da bu olmuştur.
Kürtler Demokratik Özerkliklerini tek taraflı ilan etmeye başlamışken, dünya ekonomik olarak krizi yaşarken, Türkiye giderek ekonomik olarak bir dar boğaza girmişken, batılı güçler Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye girişmişlerken, bölge devletlerinin TC ile olan çelişki ve tepkileri de göz önüne getirildiğinde Türkiye cumhuriyeti devletinin ne düzeyde büyük bir tehlikeyle yüz yüze getirildiği açıktır.
Türkiye’yi bu düzeyde büyük tehlikenin içine atan politikalar nelerdir diye sorulabilir. Yine Türkiye’yi bu düzeyde büyük bir tehlikeyle yüz yüze bırakan ideolojik yaklaşımlar neler diye de sorulabilir. Hatta buna yol açan kişi ve kişilikler kimler diye de sorulabilir.
Sorular ne olursa olsun ancak verilecek tek bir cevap vardır, o da; diktatöryel politikalar, tekçi faşist yapılar ve de Erdoğan olacaktır.
Haklı olarak, Silvan’da Kürtlerin kendi Demokratik Özerk yapılarını ilan ederken, orada görev yürüten üst düzeyi TSK komutanının söyledikleri anlamlıdır. “Ben askerimi Erdoğan için çatışmalara sürmem” mealindeki sözler gerçekten de anlamlıdır. Bu sözler aynı zamanda; “Ben Türkiye’yi tehlikeye atmam, ben Türkiye’yi parçalatmam“ da demek olduğuna göre, o zaman yapılması gerekli olan ilk iş, gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurtarmak isteyen insanların ilk elden Türkiye’nin büyük risklerle karşı karşıya gelmeden, Erdoğan’dan kurtulmanın yollarını bulmalarıdır.
Türkiye, yeniden bir Sevr ile karşı karşıya bırakılmak istenmiyorsa, bunun için yapılması ilk iş gerçekten de önce Erdoğan’dan kurtulunmalı ve ardından da tüm Türkiye çapında halkların daha özgürce ve ortakça yaşayabilmelerinin yolunu açacak olan Demokratik Özerkliklerini anayasaya girecek şekilde garanti altına almaktır.
Aksi taktirde gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin büyük tehlikelerle karşı karşıya geleceği, hatta parçalanmaya kadar gideceği bir sürecin yaşanacak olacağı iyi bilinmelidir. Bunun da tüm Türkiye halkları için büyük acı, keder demek olduğunu dile getirmeye gerek bile yoktur.
KASIM ENGİN