HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da İnsan hakları haftası kutlanmaktadır. Ancak Türk devletinin oluşum mantığı, zihniyeti, felsefesi ve özellikle Kürt ulusunu yok etme, soykırıma uğratma ve Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının doğal genişleme alanı görme zihniyeti yeterince tartışılmadan, anlaşılır kılınmadan yapılan insan hakları ihlalleri gündemleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun da ciddi yetersizlikler taşıdığı çok açıktır. Hatta sanki Kürdistan’da gerçekten insanın, insan olmaktan kaynaklı, tartışılamayan, kısıtlanamayan, gasp edilemeyen, baskı altına alınamayan hakları varmışta, ancak bunun yanı sıra, bazı ihlaller yaşanıyormuş gibi bir yanılsamaya veya böyle bir algının oluşmasına da götürebilir. Kaldı ki, böyle bir yanlış yaklaşım ve algı da, sömürgeci Türk devletinin algı yapıcıları ve Gülen’in faşist Cemaati tarafından da kendi medyaları aracılığıyla yeterince oluşturulmuştur.

Sömürgeci Türk devletinin soykırım zihniyeti, politikası ve uygulamaları en çok Kürt Önderlerine karşı yaklaşımlarında kendilerini ele vermektedirler. Kürt halkı, ulusunun varlığı, hakları kabul edilmediği için, Önderlikleri de kabul edilmemiş, sömürgeci cumhuriyet tarihi boyunca sürekli idamlarla imha edilmişlerdir ya da suikastlerle ortadan kaldırılmışlardır. Önder Apo’ya karşı daha önce geliştirilen suikast girişimi, ardından idam cezası ve sonra geliştirilen ağırlaştırılmış müebbet ve son beş aydan bu yana uygulanan işkenceye dönüşen tecrit bu zihniyetin güncel ifadesidir. Sömürgeci AKP siyasetinin önemli isimlerinden birisi olan Bülent Arıncın, Kürt halk Önderi üzerindeki tecritin ağırlaştırılmasından ve avukatlarının tutuklanmasından sonra, “ gövdeyi baştan ayırdık” demesinin anlamı açıktır. Baş gövdeden neden ayrılmaktadır? Gövdeyi parçalamak için değil mi? Parçalanmak istenen gövde ise Kürt halkıdır, onun örgütlü mücadelesidir. Tüm bu nedenlerden dolayı Kürdistanlı kadınlarının başlattığı, “ Önderliğimizi Özgürleştirelim, soykırıma son verelim” hamle yerinde bir çıkış olmaktadır.

Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan, son olarak kaleme aldığı kitabının adını, soykırım kıskacında Kürtler olarak belirlemiştir. Gerçekten de tüm verilere bakıldığında, Kürt ulusu kelimenin gerçek anlamıyla bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Hem fiziki olarak, hem kültürel olarak bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Ekonomi, eğitim, siyaset, istihbarat, kültür, sanat, hukuk, idare vb. her şey bu amaçla düzenlenmişlerdir.

1925’te, şeyh Sait isyanından sonra yapılan fiziki Kürt soykırımından sonra, yürürlüğe giren Şark Islahat planının kendisi aslında bir soykırım suçunun belgesidir. Tam bir sömürge politikasını ifade etmektedir. Bu amaçla da eritme-yok etme planı yürürlüktedir. Özel bir devlet mekanizması, özel bir hukuk sistemi kurumlaştırılmıştır. Oradaki maddelere bakıldığında, Türk ulus devletini oluşturmak için Kürdün yok edilmesi hedeflenmiştir. Kürdü Türkleştirme amacıyla, Kürdistan’dan Kürtleri zorla göçertme, Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde Türkleşmelerini sağlama, Kürt dilini yasaklama, kültürünü yasaklama, konuşanları cezalandırma, Kürt çocuklarını, oğullarını-kızlarını ailelerinden uzaklaştırarak Türkleştirmek amacıyla okullara yerleştirme, ticaretin, ekonominin Kürtlerin elinde yoğunlaşmasına izin vermeme, demografyayı bozma da dahil hemen hemen BM de kabul edilen soykırım ölçülerine birebir uymaktadır.

Aslında İttihat terakki döneminden başlatılan bu soykırım süreci, 25 ten sonra kapsamlı bir planlama dahilinde, daha sistematik bir biçimde yürürlüğe girmiştir. Şark Islahat planının hazırlanma sürecinde ve sonrasında hazırlanan öyle belgeler vardır ki, insanın tüylerini diken diken eden cinsten belgelerdir. Örneğin bir belgede, yatılı okullara alınacak çocukların, evlerinde yapılan yemeklerden uzak tutulmaları gerektiğini bile maddeleştiren bir zihniyet vardır. Çerçiliğin yasaklanmasını savunan maddeler bile vardır. Öylesine ince ince bir soykırım planlanmış ki… eğer Kürtlerden çerçilik yapan olursa, Kürtçe konuşur ve elinde sermaye birikir, denilmektedir. Adeta işi şansa bırakmama, Kürtlüğün nefes alabileceği tüm delikleri tıkayarak mutlaka Kürtlüğü bitirmeyi amaçlayan cinsinden bir uygulama… Hitlerin gaz odalarının amacı neydi ki? O da işi şansa bırakmamak ve kestirmeden sonuca gitmek için gaz odalarını tercih etmemiş miydi? Türk devletinin bir suç devleti, bir soykırım suçunu işlemiş devlet olarak kurulduğunu belirtmemizin anlamı da böylelikle yerine oturmaktadır.

Bir tür mankurtlaştırma veya yeniçerileştirme gibi canavarca bir uygulamayı Kürt birey ve toplumuna dayatarak, belleklerini silerek, kendi anne-babalarından, kardeşlerinden, kendi tarihlerinden, uluslarından, kültürlerinden, dillerinden, topraklarından kopararak, köle bir birey-toplum yaratmak amaçlanmıştır. Zaten dönemin Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, bu topraklarda sadece Türkler yaşar, başkaları ancak onlara hizmetçi olabilir demesi boşuna değildir. Ve rastgele söylenmiş bir söz değildir. Soykırımı amaçlayan, pratikleştiren bir soykırımcının gönül rahatlığı ve kendisine olan güven duygusu içinde bu sözleri sarf etmiştir.

Peki Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın söylediği şu sözlere ne demeli? “Geri Kürtler, yaşam kavgasında kendisinden daha üstün Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de, ya ülkeyi terk etmeli, ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmesi gerekir” bu bir soykırımı açıkça itiraf etmek değil mi? Bu kadar soğukkanlı celatlık!…

Zaten İsmet İnönü’nün hazırladığı rapor tam anlamıyla şark ıslahat planının uygulanmasında ortaya çıkan sorunları giderme ve tümüyle Kürtlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir rapor niteliğindedir. Dersimin “yitik kızları”nın durumu bilinebilen en acı soykırım örneklerinden birisidir.

Kendisine Kürdüm diyenin suratına tükürmeyi pankart yapacak kadar, ırkçı-faşist ve soykırımcı bir cumhurbaşkanının olduğu bir devlettir Türkiye cumhuriyeti devleti.

Son günlerde 1996 yılında MGK’nin Kürtlerin nüfus olarak artmaması için, hazırladıkları bir rapora dikkat çekilmektedir. Burada Kürt soyunu kurutmaya yönelik bir hazırlığın olduğu anlaşılmaktadır.

Soykırım politikası bitti mi? Hayır! Aksine daha da derinleştirilerek sürdürülmektedir. Sömürgeci Türk devletinin Başbakanı Tayyip Erdoğan, 2006 yılında, halkımızın yükselen serhıldanları karşısında aynen şunu söylemişti: “kadında olsa çocukta olsa güvenlik kuvvetleri gerekenleri yapacaktır” demiş ve ardından Amed serhıldanında 14 Kürt katledilmiş ve bunun yarısından çoğu çocuktur. Asimilasyon politikasına devam edilmiştir. İnkar politikası sürdürülmüştür. Tek devlet, tek ulus, tek vatan, tek dil, tek bayrak tekerlemesini sürdürmüş, bunu kabul etmeyenlerin çekip gitmeleri gerektiğini söylemiştir. 2009 yerel yönetim seçimlerinden sonra başlatılan siyasi soykırım operasyonları sonucu binlerce Kürdün rehin alınması böyle bir soykırım politikasının devamıdır.

AKP-F.Gülen faşizminin diğer bir uygulaması da, özel valiler, polis amirleri, özel ordu, özel öğretmenler, imamlar, doktorlar vb. uygulamalar gündemdedir.

Ancak en açık soykırım talimatını Fethullah Gülen hem de, müritlerinin amin nidaları eşliğinde vermiştir. Ancak bu açık fiziki katliam, soykırım fetvasına kimse bir şey dememiştir. Savcılar, hakimler bir şey dememiştir. Uluslar arası mahkemeler, insan hakları kuruluşları bir şey deme gereğini duymamıştır. Demelerini de beklemiyoruz zaten.

“30 senedir, ayıptır yani ardır bu. Dağdaki bir avuç mevcudiyetleri ne kadar onların? Diyorlar ki dağda her zaman 500-600 tane insan var. Haydi, o kadar olmasın, beş bin tane olsun, hayır 50 bin tane olsun. Canım, bir milyona yakın şeyiniz var sizin. Bu kadar da Emniyet teşkilatınız var yani. İstihbaratınız var. Ayrı ayrı birbirinden farklı üç dört tane İstihbarat var Türkiye’de. İsimlerini söylemeyeceğim ben onların. Sonra dünya istihbaratı ile müşterek şeyleriniz oluyor sizin, projeleriniz oluyor. Bunları yerli yerinde tespit edin, o projeleri. O bir avuç eşkıyanın hakkından gelin. Kuşatın onları, lokalize edin... Allah’ım birliğimizi sağla. Lütfeyle, aramızı telif buyur, bizi ittifaka muvaffak kıl. O hakkı kötektir olan bunlar. Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz (Amin!), evlerine ateş sal (Amin!), feryatlarını figan sar (Amin!), köklerini kes (Amin!), kurut ve işlerini bitir (Amin!).”

Tabi Fethullah Gülen böyle bir soykırım fetvası verdikten sonra, Diyarbakır Valisinin, Adana valisinin Kürt çocuklarını mankurtlaştırmak üzere, el koymak emrini vermekten daha doğal ne olabilir.

BM genel kurulunda 9 aralık 1948 de kabul edilip 12 ocak 1951 de yürürlüğe giren soykırım sözleşmesine göre, “bir başka grubun mensuplarını katletmek, grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zararlar vermek, grubun bedensel varlığını kısmen veya tamamen yokalmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak, grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler almak, grubun çocuklarını bir başka gruba nakletmek”

Tüm burada belirtilenler, birebir belki de daha ağır bir biçimde Kürdistan da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır. Bunları tek tek verileriyle ortaya koymak ayrı bir değerlendirme konusudur ve bu yazı kapsamını aşmaktadır.

Kürdistan öyle bir ülke ve Kürt ulusu öyle bir ulus ki, varlığı inkar edilmekte, onuru çiğnenmekte, insan olma hakkı bile elinden zorla alınmış bir ulustur.

İnsan toplumuyla insandır. Toplumsuz, ulussuz birey yoktur. Düşünülemez de. Eğer ulusun hakları, yani varolma, kendi iradesiyle özgür geleceğini belirleme hakkı yoksa tek tek insan haklarının olduğunu iddia etmek, tam bir aldatma politikasıdır. Birey hakkı ve toplum hakkı birbirinden ayırt edilemez bir gerçekliktir. Onun için Kürt ulusu ve bireyleri başta Türk sömürgecileri tarafından Ulusu inkar edilen, ülkesi sömürgeleştirilen Kürdistan’da, soykırım kıskacındaki Kürt gerçeğini görerek, idam sehpasına çıkarılmış ve altından sandalyesi cellat tarafından çekilmekle yüzyüze olan bir gerçeklik temelinde ulusal varlık ve onun diri reflekslerini göstererek özgürlük çığlığını serhıldan temelinde haykırmalıdır.

Bunun için de sıkı örgütlenmeli, ulusal-demokratik birliğini güçlendirmelidir. Serhıldan soykırımcı Türk sömürgeciliğinin tüm saldırılarına karşı direnebilen, ayakta kalabilen bir sıkı örgütlenme işidir. Bunun için bu halkın ve ülkenin karşı karşıya kaldığı soykırım tehlikesi ve gerçeğini görme, hissetme ve bunu halkımıza en iyi bir biçimde anlatmak gerekmektedir. Gece gündüz, yaz-kış demeden yapılması gereken bir kutsal var olma ve özgür olma savaşıdır bu. En önemlisi bunun başarılmasıdır. Gerisi daha derli-toplu pratikleşmedir.

Herdem Serhıldan