Hemen belirtelim ki, dünya halkları için çok geniş bir tecrübe birikimine sahip bulunan ve yaşanan bir gerçeklik olan kendi kaderini belirleme ve kendi kendisinin önderi olma özelliği, halkımızın yoksun bırakıldığı bir olaydır. Kürdistan'da bu olaydan uzak kalmanın ve sürekli bir biçimde ondan şiddetle uzaklaştırılmanın bir gereği yaşanmaktadır. Kürdistan halkı önder taslaklarından olduğu kadar, önderliksizlik derdinden de büyük acı çekmiştir. Hiçbir halk, Kürt halkı kadar işbirlikçi önderlerden çekmemiş, önderliksizlikten gördüğü zararı görmemiştir. Kürdistan üzerinde yaşayan Kürt halkı çeşitli tarihsel, siyasal ve coğrafi nedenlerle köleci toplum düzeninden günümüze gelinceye kadar, kendi kişiliğinden uzaklaşmanın, kendi kendisinin efendisi olamamanın ve kısaca bağımsızlığından uzaklaştırılmanın acılı tarihini yaşamıştır.
Çokça söylendiği gibi, coğrafyasının da bir sonucu olarak daha köleci dönemde, tüm köleci despotların bir savaş alanı olmasından dolayı burada yaşayan halk, bir türlü özgür gelişme ortamına kavuşamaz. Dağlara çekilir, orada küçük aşiret birimleri halinde ve adeta dünyadan izole edilmiş bir biçimde yaşamak zorunda kalır. Boydan boya kölecilik dönemi bir işgal, istila ve yıkım dönemi biçiminde gelişir. Halk dağlara gizlendikçe gizlenir, ve dolayısıyla uygarlıktan uzaklaştıkça uzaklaşır. Feodalizm sadece daha üst bir evrede bunun sürdürülmesi olanağını verir. Feodalizmin baskı ve sömürü yöntemleri, Kürt aşiret birimlerinde giderek daha geniş bir işbirlikçi kesim ortaya çıkarır. Ağalar, şeyhler ve çeşitli mezhepler biçimindeki bölünmelerle toplumun kendisine yabancılaşması, kendi öz yönetimi ve öz önderliğinden uzaklaşması, yabancılar adına hareket eden bir işbirlikçi güruhun eline teslim edilmesi dönemi başlar.
Giderek yetkinleşen uşaklaşmanın neredeyse vazgeçilmez bir uygulama ve temel bir yaşam biçimi haline geldiği, özellikle tutuculuğun ve gericiliğin bu çağdaki güçlü temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu'nun, Kürdistan üzerine yüklediği bir dönem başlayınca, İdrisi Bitlisi'nin şahsında somutlaşan dinle ve ağalıkla karışık bir işbirlikçi yönetici tip sahneye çıkar. Toplumun bu işbirlikçi aşiret reisleri, şeyhler ve ağaların elinde bir yandan toprağa bağlanmasına ve öte yandan uygarlıkla temasının böyle bir işbirlikçi bağımlılık temelinde sağlanmasına, baş aşağıya gidişin hızlanması süreci eşlik eder. Eskinin dağlarda varlığını sürdüren bağımsız ve özgür yaşamı, serfleşmenin gelişmesi ve bunu yabancı sultanlarla ortaklık içinde gerçekleştiren işbirlikçi Kürt beyliklerinin gelişimi ile birlikte, yerini toprağa bağlılığa bırakır.
19. yüzyıla gelindiğinde toplumun özgürleşmesi süreci, günün koşullarında artık nasıl önünde durulmaz bir akım haline gelmişse, Kürdistan'da ve Kürt toplumunda tam tersi bir biçimde bu yüzyıl, feodalleşmenin en işbirlikçi ve en tutucu bir tarzda kök salmasıyla sonuçlanmıştır. Osmanlı sultanları ve onların işbirlikçileri, artık çıkarları elverdiğinde bu yapı üzerinde her türlü uygulamaya girişmekten çekinmez hale gelmişlerdir. 19. yüzyılda burjuva devrimlerinin tüm dünyayı sardığı emperyalist kapitalist yarı sömürge ve sömürge ülkelere yaptığı sermaye ve meta ihracıyla eski toplumu alt üst ettiği bir dönemde, Kürt toplumu özgün bağımsızlığından ötürü bu genel gelişmelerden sonra, giderek daha fazla tecrit edilmiştir.
Osmanlı sultanlarının, Batı Avrupa kapitalizmi karşısında çıkışması ve bu çıkışmanın bir sonucu olarak Kürdistan'dan daha fazla asker ve vergi toplanması talepleriyle ortaya çıkması, bilinen sürtüşmelere, yerel feodaller, aşiret reisleri ve şeyhlerin sultanlıkla çatışmaya girmelerine yol açmıştır. Burada kapitalizmin Osmanlı sultanlığını tercih etmesi, Kürtleri sermaye ve meta dolaşımının bir gaspçı gücü olarak görmesi ve daha çok Hıristiyan kökenli tüccarlar ve kompradorları kendisine temel alması nedeniyle, hem Osmanlıların ve hem de kapitalizmin temsilcilerinin özellikle İngilizler sömürüsünün yayıldığı bu alanlarda daha acılı bir baskı ve sömürü dönemine girilmesi kaçınılmaz olmuştur. 20. yüzyıla böyle girilmiştir.
Türk egemen sınıfları feodal elbiseler giymeye başlar, yüzyıllarca devlete sahip olma ve yönetimin verdiği avantajla, İttihat ve Terakki döneminde kapitalizmi kendi bünyesine aktararak ve bunu Kemalist dönemde yetkinleştirip TC biçiminde iktidarla taçlandırarak, kendi lehine olan en kestirme sonucu alır. Burada Kürdistan üzerinde yeni bir baskı ve sömürü düzeninin ekonomik ve siyasal temeli söz konusudur. Daha önceki yüzyılların muazzam olumsuzlukları yetmiyormuş gibi, bu seferde en gerici bir kapitalist gelişmeyi yukarıdan aşağıya doğru yayan ve en şoven bir ideoloji ile donanmış olan Mustafa Kemal gibi gerçekten despot bir diktatörün, tüm imhacı niyetlerini ensesinde hisseden bir halk gerçekliğimiz söz konusudur. Kürdistan'da sonuna kadar işbirlikçi olan beylikler vardır. Önünü görmeyen, yarınının ne olacağını kestiremeyen, günübirlikçi, yabancı egemenlere boyun eğmeyi bir hüner sayan, yanı başında yükselen her otoriteye kolaylıkla bağlanılan bu yıllarda, toplum en kötü bir biçimde TC'nin egemenliğine bırakılır.
Çıkarları sarsılan yerli egemen güçlerden bazılarının, halkın kin ve öfkesini bir ayaklanma içinde kullanmaları da sonuç vermeyince, Kürt toplumundaki bu geleneksel işbirlikçi güçlerin önderliğinde, Türk ulusal yapısı içinde, adı dahil her şeyi ile erime bir kader gibi kabullenilir. Yerli işbirlikçi kesimler, tam bir ajan şebekesi biçiminde Türk burjuvazisinin tam bir uzantısı haline gelir. Onun tüm ekonomik, siyasal, kültürel ve ulusal yayılmasının bir aracı durumuna dönüşür. Daha önceki işbirlikçilerin konumundan daha tehlikeli bir biçimde, son derece inkarcı, toplumu satmaya hazır, ulusal gerçekliğimizi inkar eden, ulusal kişiliğini reddeden, düşmanın ulusal kişiliğini ve yönetimini meşru gören ve kabul eden, topluma ve halka bunu aşılayan, kendi öz ulusal kişiliğinde ve her türlü ekonomik, siyasal ve kültürel haklarından vazgeçmeyi öneren ve bunun propagandasını yapan basit bir ajanlaşma süreci ortaya çıkar.
1940'lardan günümüze kadar yaşanan, son derece acı ve acı olduğu kadar da tehlikeli baş aşağıya gidiş dönemi, karanlıklar dönemi bu dönemdir. Ulusal inkar ve ihanetin en tehlikelisinin yaşandığı yıllar bu yıllardır. TC gibi uluslararası emperyalizmin en tehlikeli bir işbirlikçi ve uşak gücünün, Türk burjuvazisinin şahsında kendi egemen sınıflarının her türlü barbar, baskıcı ve talancı geleneklerini kendi kişiliğinde somutlaştıran ve kusan, böyle bir sınıfın elinde tarihinde, hem de kendi önderliklerinden tanık olduğu ihaneti en yoğun bir biçimde yaşamış, uygarlıktan sürekli kopartılmış, modern gelişmelerin dışında tutulmuş ve en sonunda da kendi egemenlerinin en tehlikeli bir ajan istilasıyla karşılaşmış olan Kürdistan halkı, dünya halklarının kurtuluş mücadeleleri ve proleterya devrimleri çağında kendisini böylesine yitirmiş, kendisinden, kendi kişiliğinden ve kendi kaderini kendi eliyle çizmekten böylesine uzaklaşmıştır. Onun adına konuşan yoktur. Toplumsal çıkarları ve ulusal bağımsızlık talebi adına konuşan, düşünen ve eylem yapan yoktur. Tam tersine ulusal ve toplumsal çıkarların ağıza bile alınmaması ve tamamen katmerli bir yabancılaşma temelinde ajan güçlerin türetilmesi, ağalardan, şeyhlerden ve aşiret reislerinden böylesine işbirlikçi bir tabakanın en tehlikeli bir biçimde oluşturulması, bazılarına sözüm ona aydın giysileri giydirilerek, yeni bir işbirlikçi tabakanın yalnızca kişisel düzeyde değil, sınıf düzeyinde de ortaya çıkarılması, bunların özellikle kentlerde yoğunlaşmasıyla, toplumda daha derinliğine ve emekçi sınıfların saflarına yönelik bir biçimde dal budak salması söz konudur.
Özellikle "Kürdistan'da Darağaçları, Kışla Kültürü ve Devrimci İntikam Görevimiz" adlı değerlendirmede de dile getirildiği gibi, daha çocukken halkın içinden alınan aydınlar ve gençler, açılan okullarda başkalaşıma uğratılıp kişiliksizleştirilerek, kendi halkının ve sonraları PKK'nin başına bela edilmiş, yabancı bir kültürel temelin ve kişiliğin sızdırılması hareketi de geliştirilmiştir. Üniversitelerde bu giderek daha da yetkinleştirilir. Sözüm ona aydın olan, ama İdrisi Bitlisiler'e taş çıkarırcasına toplumu en kötü bir tarzda karanlığa iten sahteliğe ve yabancılaşmaya sürükleyen bir tip şekillenir. Sosyalizm adına konuşur, ama sahtekarlık ve oportünizm bile diyemeyeceğimiz, iğrenç bir mantık manzarası sergiler. Eylem değil, eylemsizliği savunur. Modern giysilidir, ama kapkara ruhlu birisidir. Bu tipler ortalığı sarar. Sömürgeciliğe karşı direnilemeyeceğini, ulusal kişiliğini aramanın ve toplumsal özgürlüğe ulaşmanın beyhude ve saçma olduğunu, yapılabilecek en önemli şeyin "Gemisini kurtaran kaptan" misali bir maaşa sahip olmakla yetinmek olduğunu, kendini kurtarmanın insanlığın ABC'si olarak kabul edilmesi gerektiğini ögütler. Ne acıdır ki, bütün bunlar kendisinde derin bir bilinçsizlik temelinde gelişir. Neye hizmet ettiğini bilmeden bütün bunları söyler. Bilse bile kendisinin söylediği yalanlara kendisini de inandırarak, bunun propagandasını yapmaya devam eder. Toplum gözeneklerinin hemen hemen tümünde artık böylesine bir yaraya yakalanmıştır. Bu gözenekler bu tür öğeler tarafından deşildikçe deşilen, acıdıkça acıyan, sızladıkça sızlayan bir yaralar toplamına dönüşür.
Belli ki tedavi gereklidir, ama tedavi için neresinden başlamak gerekir? Beyninden tutalım yüreğine kadar her tarafı yara bere içinde kalan, lime lime edilmiş bir toplum için nasıl bir tedavi gerekmektedir? Kendi öz evlatlarının durumu böylesine acılıyken, toplumsal ve ulusal çıkarların gereksizliğine bu denli inanmış olan, toplumun temsilcilerini düşünmeyi siyaset ve marifet sayarken, bu toplumun kendisine gelmesi nasıl olacaktır? Kısacası bu denli kendisi olmaktan çıkmış, kendi kişiliğini bulmaktan uzaklaştırılmış, kendi önderliğinden ve kendi kaderini çizmekten yoksun olan bir halka; her düzeyde kendisini yenileyecek, çağdaş kılacak, ulusal ve toplumsal düzeyde özgürlüğüne kavuşturacak, çağın gerçeklerine uygun bir strateji ve kendi potansiyel gücünü hayata geçirecek bir taktik nasıl sergilenecektir? Bu nasıl kendisine verilecektir? Kendi kitlesel eylemliliği nasıl ortaya çıkarılacaktır? Öncüsü bunları nasıl hayata geçirecektir? Öncünün kendisi nasıl ortaya çıkacaktır? Günümüzde en yakıcı sorunların bizzat hayatın içinden, hemen her gün haykırırcasına ortaya çıkması bu biçimdedir. Biraz dürüst ve insanlığa biraz saygılı bir kişinin rahatlıkla teslim* edeceği ve kabulleneceği sorular bunlardır.
Öteki çağdaş toplumlar ve halklar gibi, Kürdistan toplumuna da bir önderlik gereklidir. Yalnızca askeri alanda değil, sanatsal düzeyden tutalım siyasal düzeye kadar, ideolojik düzeyden tutalım ekonomik yaşantısına kadar her şeye çekidüzen verecek, programlaştıracak, örgütlülüğe ve eylemliliğe kavuşturacak bir komuta merkezine, bir genelkurmaylığa ihtiyaç vardır. Çokça işlediğimiz gibi, PKK'nin tarihsel tanımı, devreye girmesi ve gelişimi bu soruların cevabı biçimindedir. PKK, çağın gerçeklerinin Kürdistan toplumuyla kaynaştırılmasının kendisi olmaya çabalamış ve bu çabanın kendisi olmuştur. Başaşağı giden bir tarihi, tekrar yükseğe ve ileriye doğru çark ettirmek en kötü bir biçimde çağdan kopuşunu sağlam köprülerle yeniden kurmak ve çağdaş kılmak için, bu soruların bir karşılığı olarak, PKK'nin çıkış ve gelişim olayının nasıl ele alınması gerektiğini çeşitli değerlendirmelerle dile getirdik. Yalnız düşmanlarımıza ve dostlarımıza değil, özellikle de bu Partinin yüreği, beyni durumunda olması gereken kadrolarına önder konumundakilerden tutalım sıradan sempatizanlara kadar PKK olgusunu nasıl ele almaları gerektiğini, kendi öz gerçekliklerini nasıl ele almaları gerektiğini vuguladık. Hala yoğun bir biçimde bu dersleri vermeye çalışıyoruz.
Ama tarih, halkımız adına yola çıkan öncülerin biraz daha değişikliğe uğramalarını zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda, o katmerli yabancılaşmanın doğal bir sonucudur. Bir çok ve özellikle direniş şehitlerinin anılarına yazılan değerlendirmelerde, onların direnişinin büyüklük ve kutsallık derecelerinin neden başka ülkelerle aynı biçimde kıyaslanamayacağını belirttik. Ve çağda örneklerle karşılaştırıldığında, düşünceden tutalım eyleme kadar, bizim için en küçük bir başkaldırının Kürdistan'ın özgül koşulları içinde ele alındığında neden çok daha farklı ve daha büyük bir anlama sahip olduğunu işlemeye çalıştık. Yine bütün bunlardan yola çıkarak, neden bizde önderliğin özgün gelişmek zorunda olduğunu, acılı ve işkenceli bir ortamda neden muazzam bir direnme tutkusu, dikkat, öncelik, süreklilik, kesinlik, fedakarlık, ve kar ve olgunluk biçiminde bir gelişim kaydetmesi gerektiğini izah ettik. Bütün bunları ortaya koyarken, kitlemizin kendine has direnmesinin ne olduğunu, dünyadaki bir çok örneğiyle ezbere kıyaslamadan kendi özgünlüğü içinde doğru kavranması gerektiğini söyledik. Örneğin; kitlemizdeki büyük durgunluk ve sessizliğin altında bir volkan gibi bir kin ve öfkenin yattığını, bunun adeta halkımızın ulusal kimliği gibi sistemleştiğini ve somutlaştığını ortaya koyduk.
Evet, Kürdistan halkı yaralıdır, görünüşte durgundur, bilinçsizdir ve örgütsüzdür. Ama daha derinde, hiçbir halkın sahip olamayacağı kadar öfkeli ve kinle dolu bir halktır. Doğaya, topluma ve kendisine bakışı kin ve öfke saçar. Gergindir, kuşkuludur, alaycıdır, şüphecidir, intikamcıdır, saygılıdır, merhametlidir. Yardım dilenir, kendisine sahip çıkılmasını ister, çok eziktir, çok acılı ve işkencelidir, çaresizdir, merhamet dilenir, dua eder. İşte halk gerçekliğimiz budur. Dostluğa bağlıdır, kendisine bir merhaba diyene ölümüne değin dost olarak kalabilir. İyi bir yandaş olabilir. Vefalıdır, tutkuludur. İşte halk gerçekliğimiz budur. Ve yeni bir dönemin içinden geçerken, daha bir çok sayısız özellikleriyle kendisini dışa vuran halk gerçekliğimiz ve bu gerçekliğin kendine has direnmeci kişiliği böyledir. Direnen halk gerçekliğimiz budur. Belki gümbür gümbür ayaklanmıyor, ama alttan alta sürekli bir ayaklanmayı yaşayan, beyninde karışıklığın hüküm sürdüğü kendisini rahatsız etmeyen bir öfke içinde, sürekli yaşamını sürdüren ve dolayısıyla kendisine özgü bir ayaklanmayı tutturan bir halktır bu. İhanete uğramıştır, nefret ediyordur, affetmiyordur, ama intikam da alamamaktadır, ders de verememektedir. Böylesine bir ayaklanmadır bu. Biliyor ve görüyor, ama eli yetmiyor, böylesine bir direnmeci konumda bulunmaktadır. Aldatılıyor, sürekli aldatıldığını da biliyor, işte böylesi bir aldatılmaya karşı direnme içindedir.
Bazı arkadaşlar halk gerçekliğimizi derinliğine kavrayacak, onun pasifliğinin doruğu altındaki büyük isyanı, bir yığın sahte veya görüntüdeki yabancılıklar altında yatan direnmeci ve özkişiliğini göremeyecek kadar yüzeyseldirler. Hayır, halk gerçekliğimize tüm derinliğiyle yaklaşmalı ve bakılmalıdır. O zaman görülecektir ki, orada bir ulusal kişilik ve bir toplumsal isyan olayı vardır. Ve halk öncüsünü aramaktadır. İddia ediyoruz ki, Kürdistan'da yaşayan Kürt halkı, dünyanın en direngen ve en ayaklanmacı düzenini yaşayan halklardan birisidir. Sınıfsız direnme potansiyeline sahip olan ve çok çeşitli gözeneklerinde bunu açığa vurmanın eşiğine gelen bir halk! Bu gerçeklik çok önemlidir. Ve bunu tüm yönleriyle kavramayan bir öncünün başarı şansı yoktur. Dışarıdan görünenle, bu görüntünün altındaki gerçeği birbirinden ayıramayan, pasif olanla direngenlik arzeden tutum arasındaki ilişkiyi ve ayrımı yapamayan bir öncü elbette zavallı bir amatör durumuna düşmekten kurtulamaz.
O halde Kürdistan halkının kendi gerçekliği içindeki yaşamını bir direnme ve ayaklanma yaşamı, ayaklanmanın en basit ve gelişmemiş bir biçimi, yüzyıllardan beri ezilmiş, susturulmuş, işkenceye uğramış, parçalanmış ve örgütsüzlüğe bırakılmış bir biçimi olarak görmek gerekiyor. Onun soğuğa ve açlığa dayanması bir direnmedir. Onun küfüre, zulme ve sömürüye dayanması bir direnmedir. Onun kendisine karşı yapılan ihanete karşı tavrı bir direnmedir. Bu direnme pasif ve örgütsüz olabilir, ama ne kadar karmaşık ve rotasından çıkmış olursa olsun, bu halkın çağımız içinde kendisine has bir yaşamının olması bile, kendine özgü bir direnmedir. Ama acemi, korkakça, çaresiz ve örgütsüz bir direnme!.. Önemli değil! Önemli olan onun dışındaki görüntülerle izah edilemeyecek kadar derinlik, özgünlük ve karmaşıklık arz eden, ama yine de gerçek olan bu ayaklanmacı konumunun kavranmasıdır.
Reber APO - Derlemeler
- Ayrıntılar
Diyarbakır zindan direnişi, Partimizi önemli oranda besledi ve dışarıda yürütülen direniş çabalarının en büyük yardımcısı oldu. Bu, Partimizin zaferi mutlaka kazanması gerektiğine ilişkin yapılan büyük bir davetti. Bu davete karşılık veren Partimiz ve Parti Önderliği, bunun sonucunda son bir kaç yılın direniş aşamasına ulaşmıştır. Ancak, o yılları hiç unutmamak, yaşananları ve gelişmeleri yeniden ve yeniden düşünmek çok öğretici ve geliştirici olacaktır. Bu yıllarda, kim, neye karşı, nasıl ve hangi koşullarda direndi? Bunu özellikle bir türlü örgütlenemeyen, örgütlenme ve eğitim imkânlarını değerlendiremeyenler için sormak gerekiyor. Çünkü bu konuda kendisini açığa vuran birçok yanlış anlayış ve yaklaşım söz konusudur.
Bir yandan "şöyle büyük devrimcilerdi, anılarına şöyle bağlı kalacağız" denilecek, diğer yandan ise, bununla taban tabana zıt bir pratiğin içine girilecek; işte korkunç bir iki yüzlülük, düşkünlük ve kahredilmesinin tam da zamanı olan bir durumdur. Tam bir çelişki olan bir durum, nerede ve nasıl ortaya çıkarsa çıksın, asla kabul edilmemelidir. Çeşitli gerekçeler ve kişisel özellikler ileri sürülerek, bu mazeret kapatılamaz. Ve hiçbir şekilde de kavga arkadaşlığı ve anıların gerçek sahipleri bu biçimde yapılamaz. Gerçek kavga arkadaşları ve anı sahipleri bu kadar yakın olan geçmişi unutamazlar. Yaşanan o zulüm, bu zulme karşı kahramanca direnişleri unutulur mu? Bunu unutanlar, gaflet ve hatta delalet içinde olanlar, hangi gerekçeyle kendilerine "onların yoldaşlarıyız" diyebilirler?
Türk sömürgeci faşizminin kanla, baskı, zulüm ve işkenceyle içini doldurduğu bu yıllarda, kazanılan sadece bir direnişçilik değildir. Bugün daha iyi görülmektedir ki, kazanılan bir halkın sarsılmayan kurtuluş umududur. Umudu da herkes yaratamaz. Umut için çok laf söylenebilir, onun üzerine bol bol edebiyat yapılabilir. Umut üzerine edebiyat yapmak, onun için anlamsız çabalarda bulunmak kolaydır, ama umudun gerçek yaratıcısı olmak zordur. Ancak Partimizde umudun gerçek yaratıcıları, direnişçiler ve direniş şehitleri vardır. Bunların anıları ve mücadelelerini iyi kavranmak ve çağrılarına da gerekli cevaplar mutlaka verilmek zorundadır. Öyle kolay değildir, alacakaranlıkta umudun yaratıcısı olmak. İşte Partimizin ölçüsü, direnme esası budur ve bunu Partiler de, halkımızda böyle görmek ve anlamak durumundadırlar.
O dönemde zindanlarda çok sınırlı eğitim imkânları var. İçerde hiçbir yazı yok. Radyo dinlenemiyor, gazete, kitap okunamıyor, ama buna rağmen kendini eğiten bir devrimcilik var. Yine kendini asla sorun yapmayan, canla başla yoldaşlarını koruyan, onları direnişe çağıran bir önderlik var. Bu gerçeklik karşısında sormak gerekir. Parti içinde ve halkımız saflarında, hangi birey bundan daha zor ve dehşetli koşullar yaşamıştır? O halde, Partimizin esas ölçüsü bu zindan direnişçiliği olacak, Parti halka ve militanlara bunu özümsetecek ve bunu daha sonraki pratiğinde yaşatmayı da temel alacaktır. Bunun dışındaki diğer yol nasıl bir yoldur? Bu da karanlığın altında teslim olma, karanlığın içinde ihaneti seçme yoludur. Bu yolu seçenler de vardır. Bunlar çok veya az ifadelerle kendilerini şöyle tanımladılar; "yoktur böyle bir halk gerçekliği, bu gerçeklik asla kazanılmayacak, var olan gerçeklik Kemalizm’in gerçekliğidir". İşte bu ihanet çeteleri de bayrak altında savaştılar, saldırdılar ve halen de saldırılarını sürdürüyorlar.
O halde, tarihte bu iki ordu arasında; direnenler ve umudun yaratıcılarıyla, sömürgeciler ve ihanetçiler, yani umudu söndürmeye çalışanlar arasında, büyük bir kavga ve meydan muharebesi olmuştur. Bu unutulmaz. Bu kavga halen bütün şiddetiyle sürüyor. Biz Parti ve halk olarak, bu kavganın sıcaklığını duymamazlık edemeyiz. Bu kavganın neresindeyiz; içinde miyiz, dışında mıyız? Tabii ki, içindeyiz. Bu kavga kesin bir kavgadır. Bu kavga, büyük zulüm ve buna karşı varlığını savunanların kavgasıdır. Bu kavga, kendilerine mutlaka yeni bir yol çizenlerin ve bu yolda yürümekte kararlı olanlarla onları bundan alıkoymak için, çağın tüm gerici gücünü ve tarihin bütün vahşetini yedeğine alarak karşı dikilenlerin kavgasıdır. O halde, Parti ve halk olarak kendimizi eğiterek savaştırırken, dayanacağımız zemin ve temel alacağımız değerlerin çok net ve belirgin olduğu açıktır. Bu nedenle, bu konuda şaşırma, oyuna gelme ve karmaşık durumda bulunma, oldukça anlamsız ve kabul edilemeyecek bir durumdur. Karmaşık kalmak, düşmanın etkisi altında yaşamak, bunda da ısrar etmek, bireyin kendisini iki tarafa karşı da idare ettirerek yaşaması, artık mümkün olmayacaktır. Çünkü gerçekler çok yakıcıdır. Ya o tarafta, ya da bu tarafta yer alınacaktır. Ortada kalmak, iki tarafın ateşi altında çok kötü bir sonu kabullenmekten başka bir şey değildir. Bu nedenle geçmişi bir de bu yönüyle yeniden anımsamalıyız.
1997 Nisan
Reber APO
- Ayrıntılar
Sanat etkinliğinden bahsedilebilinir. Sanat dersi, diğer bir toplumsal kategori olarak işlenir. Özellikle sanatın toplumdaki işlevi, tarih boyunca sanat tarihi, temel sanat biçimleri; müzik, folklor, resim, edebiyat tanım düzeyinde ve tarih içinde gelişimleri ile birlikte anlatılabilinir.
Bu genel bilgiler yanında dersin kendi toplumsal gerçekliğimize uyarlanması da sağlanır. Toplumumuzun sanatı veya sanatsızlığı ne düzeydedir? Sanattan uzaklaştırılmışlık, egemen ulusun sanatının özümsetilmesi, bu konuda kendi sanatımızın özünden boşaltılarak sömürgeciliğin hizmetine koşturulması nasıl olmuştur, sanatta sömürgecilik nedir? Nasıl karşı koyuldu? Devrimci sanata nasıl bir yönelim olmalıdır? Devrimci sanatın belli başlı bölümleri olan müzikte, folklorda, edebiyatta yönelme nasıl olmalıdır? Ulusal kurtuluş sürecimizde, ulusal kurtuluş sanatı ne demektir? Nasıl bir işlevi vardır? Giderek nasıl bir örgütlülüğü olmalıdır?
Özellikle halkımız, ulusal özelliklerini daha çok bazı folklor ve müzik değerlerinde korumaktadır. Sanatın bir bölümü olarak bu alanlara biz nasıl bir devrimci yaklaşım gösterebiliriz? Ve halkın ayağa kaldırılmasında, örgütlendirilmesinde işlevlerini nasıl yerine getirebilirler? Burada düşmanın oldukça dayattığı körleştirici, özünden boşaltıcı, inançsız, sefalet peşinde koşan karşıdevrimci sanat dayatmaları yerine; kendi devrimci sanatımızın moral kazandırıcı ahlakla ilişkisinden bahsediyoruz. Diğer yandan onları coşkuya, öz bilincine kavuşturmaya, milli kimliğine kavuşturmaya, savaşa cesaretle yaklaşmalarını sağlamaya, fedakârlık geliştirmeye, kendini korkusuz ifade etmeye nasıl bir katkıda bulunabilir?
Unutulmamalı ki, cesaretin moral etkeni ve devrimci sanatla ilişkisi vardır. Bütün bu etkinlikleri sağlamak için müziği, folkloru, edebiyatı nasıl uyarlayacak ve yenileyeceğiz? Bu konuda görevler nelerdir, bunları da aydınlatmalıdır. Kısaca devrimci kurtuluş mücadelemizin aynı zamanda bir sanatsal temeli vardır. Sanatımızı sürekli sömürgeci dayatmalara kaşı yeniden ele almaya, onu geliştirip korumaya götürür. Diğer yandan devrimci süreç içerisinde yenileştirmeye, dönüştürmeye, sağlam biçimlenişlerine kavuşturmaya hizmet eder. Bu anlamda ayağının üstüne kalkıp iyi bir cephe savaşımının hizmetinde rolünü yerine tam getiren bir kurum olarak işlev görür. Dolayısıyla bu dersin toplumun en önemli etkinliklerinden birisi olarak değerlendirilip sizi gereken bilince ulaştırması, bu etkinliğin daha çok da ulusal kurtuluş sürecimizde kurumlaştırılması, cephe savaşımının ve giderek yeni bir toplum kuruluşumuzun sağlam bir etkinliği olarak ele alınmaya, rolünü oynatmaya bizi götürecektir. Dersin konusu budur.
Şimdiye kadar bölük-pörçük işlediğiniz bu konuyu daha sistemli işlemek ve özellikle de kurtuluş sürecimize nasıl etkide bulunacağı, devrimimizin onu nasıl etkilediği, onun devrimci sürecimizi nasıl etkileyeceği gerçekçi bir biçimde işlenmelidir. Diğer halkların devrim süreçlerinden çeşitli örneklemelerden yararlanarak, derse hakkını verip böylelikle de Parti'yi ve Parti'nin önderlik ettiği devrim sürecini güçlendirmek mümkün hale gelecektir. Konu böyle somut ve kuru bilgiler olarak ele alınmaktan çok, mücadeleye çok yakından bağlı ele alınıp mücadele üzerindeki etkisini de iyi ortaya koyacak bir tarzda işlenmelidir. Hatta bir programa, bir örgütlemeye kavuşturmayı da içerecek bir biçimde değerlendirilip militanı, militan faaliyeti güçlendirmedeki rolünü yerine getirebilmelidir.
Aile Kurumu:
Sosyal derslerimizden olan aile kurumu üzerine oldukça bilgilendirmede bulunulmuştur. Bu nedenle konuyu açamayacağım. Daha yetkince bir biçimde ele alınmalıdır.
Aile çözümlemelerinde kadın-erkek ilişkileri ve daha çok da ulusal kurtuluş sürecimizde bu probleme nasıl yaklaşılacağı açımlanabilir. Örneklemeler yoluyla derse daha yetkince yaklaşma, özellikle militanların bu konudaki çarpık yaklaşımlarını ve ilişkilerini düzeltip yerine devrime daha da hizmet eden, başta aile içinde olmak üzere, bütün toplum içinde devrimci eşit ve özgür ilişkilere ulaşmak dersin amaçlarındandır. Özellikle atıl bırakılan kadın emeğinin devrime çekilmesi, bu ilişkilerdeki devrimcileşmeyle yakından bağlıdır. Bunun örgütlenmeye dönüşümü, örgütlenme özelliği vardır. Çok geniş bir kitle olduğu için, kadının kendi çelişkileri temelinde mücadeleye daha özgü katılma durumu vardır.
Bütünüyle toplumun devrimcileşmesinde olduğu gibi, karşıdevrimci yapıda tutulmasıyla da ilişkisi vardır. 12 Eylül faşizminin bu konudaki rolü bilinmektedir. Devrimci gelişmemizde de rolü ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Derse böylesine yaratıcı bir biçimde yaklaşmak gerekiyor.
Ailenin, toplumlar tarihi boyunca gelişmesi, mülkiyet ile ilişkisi ortaya konulmuştur. Bu konuda, özellikle Engels'in kitabı hayli öğreticidir. Düzen içinde, devlet ve düzenle ilişkisi önemlidir.
Toplumumuzda karşıdevrimin aileye vermek istediği rol biliniliyor. Bizim bütün bunlara eleştirisel yaklaşımımız, yerine getirmek istediğimiz ilişkilerin düzeni anlayış düzeyinde konulmaya çalışılıyor. Yine giderek devrimci aile ilişkileri nasıl geliştirilebilinir sorusuna da cevap vermeye çalışıyoruz. Daha yaratıcı, günün ihtiyaçlarına daha da cevap veren yaklaşımları geliştirirsek, çeşitli halkların devrimci süreçlerdeki yaklaşımlarından ders çıkarıp kendimiz için de en yaratıcı sonuçlara varabilirsek, bu dersten azami yararlanıp devrimci mücadelemizin gelişmesinde oldukça hizmet edici bir kuruma, ilişkilere dönüştürebiliriz. Dersin amacı da bunu başarmaktır.
1989
Reber APO
- Ayrıntılar
Şehitlerimiz hakkında anlamlı bir değerlendirme yapabiliriz. Her şey bizi şehitleri gerçek yaşayan değerler haline getirmeye zorluyor. Onların kesinleştirdiği değerlere derin bir kavrayışla yaklaşmak kadar onu keskin bir uygulama gücü haline getirmesini de bilmemiz gerekir. Ancak o zaman onlara ulaştığımızı, onları temsil ettiğimizi söyleyebiliriz.
Özgürlük şehitlerimizin özgünlüğünü yaşamlarıyla, hangi zaman ve zeminde hangi yaşam gerçekleriyle ortaya çıktıklarını tespit etmek önemlidir. Bununla da yetinmemek gerekir. Onlara bağlı olmak, onları olduğu gibi, yaşamın düzeyine nasıl getireceğimizi bilmemizle yakından bağlantılıdır. Bu aynı zamanda bütün Parti faaliyetlerimizin en soylu özetlenmesidir de.
PKK şehitlerinin herhangi bir hareketin değerlerinden farklı olduğunu, hem de bir çok yönden farklı bir anlam içerdiğini biliyoruz. İnsanlar mutlaka günü geldiğinde ölürler. Hepsine şehit denilmez. Oysa direniş şehitlerimiz gelişmenin gerçek sahibidirler. İnsanlar çok çeşitli amaçlar doğrultusunda, kızgın savaşlar içinde ölürler. Herkes onlara değişik ölçülerde şehitlik mertebesi verir, yüceltme sıfatları yakıştırır. Bu hareketlerin sınıf ve ulus temeli, ideolojik politik gerekçeleri ve hangi aşamada gerçekleştirildikleri göz önüne alınarak böyle yüceltme sıfatları belirlenir. Hepsinde temel bir özellik olarak karşımıza çıkan, davanın ciddiyetinin sembolü olmalarıdır. Amaçlarının ciddi ve güçlülüğü, insanların en değerli varlıkları olan canlarını adayabilecek kadar bir öneme haiz olduklarını kanıtlıyor.
Mertebeleri o hareketin içinden geçtiği sürecin amansız zorlukları, iniş ve çıkış dönemlerini başarıyla aşmak için gösterilmesi gereken çabanın büyüklüğüyle bağlantılıdır. O çabanın sergilendiği dönemlerde gerçekleşen mertebelenme söz konusudur. Tarihe baktığımızda bütün soylu dinlerin, inançların, yine insana özgü önemli tüm çıkışların öncüleri kahramanca adlara layık olduğu gibi, kendini ilk feda edenleri de büyük şehitlerdir. Böylesi önemli bütün çıkışlar kahramanca bir yürüyüşü getirir. Bunun da en önde yürüyenlerin kanı pahasına olmadan zafere erişemiyor.
Şehitler önemli bütün yürüyüşler, çıkışlar uğrunda gerçekleştirdikleri amaca bağlı olarak kendi kişiliklerini öne çıkarırlar. Onlar ilk cesareti, ilk büyük fedakârlığı gösteren ve böylelikle de daha sonraki yığınların hareketini mümkün kılan kişiliklerdir. Anlamını burada tamamlarlar. Bütün gelişmeleri koşullandırma özelliğinde olan ister şehit olsunlar, ister onları kişiliklerinde temsil edip kesintisiz ve giderek daha da yoğunca sürdürenler olsun tarihte sürekli yad edilir, yüceleştirilir ve anıları kutsallaştırılır. Anılara bağlı kalındıkça amacın tam gerçekleşmesi sağlanır.
Eğer şehitlerin gerçekleştirdikleri ortam son derece bencil çıkarlara bakılmışsa, o zaman kesinlikle yüce amaçlardan kaçınılıyor demektir. Korku iliklere kadar sinmiş, öngörü denilen bir durum söz konusu değilse değerlere sahip çıkılmamış demektir.
Karanlık, umutsuz bir ortamda yaratıcı çıkışa, büyük aydınlık hareketine, cesaret ve fedakârlığa ihtiyaç gösteriliyorsa, işte böyle koşullar ileri çıkışın, bunun ilk öncülerinin şehitliğinin mertebesini belirler. Bunu belirlediği gibi, gerçekleşen devrimin de büyüklüğünü olanaklı hale getirir. Çok çeşitli toplumlarda ve tarihi dönemlerde yaşanan böylesine gelişmelere devrimler adı verilir. İster toplumsal, siyasal nitelikli olsun, isterse onların daha dar, küçük ölçeklerde temsili olsun, ister bilimsel, teknik ve kültürel devrimlerinde olsun bu sürekli böyledir. Kısaca, insanlık tarihi ancak böylesine öncüler eliyle yeri ve zamanı geldiğinde ilerleme imkanına kavuşur.
Bu öyle bir durumdur ki, daha sonra yüceltiliyor, kutsallaştırılıyor. Aslında önemi ve rolü gereği böyle olmaktadır. Toplumların ilerlemesindeki büyük katkılarından ötürü böyle olmaktadır. Daha sonraki fetişleştirme, putlaştırma doğru olmamakla birlikte, sebebsiz de değildir. Kişinin rolünün bu durumlarda sık sık abartılması söz konusu olabilir. Çünkü bu dönemler öyle dönemlerdir ki ve öyle zor koşullar ortaya çıkmıştır ki, kişilerin belirleyici bir rol oynamaları söz konusudur. Daha sonra tarih neredeyse adeta bu tip kişilerin zincirleme bir yaşantısına indirgenir. Bu tarihi anlayışı biliniyor. Diyalektik materyalist bir tarih anlayışı değildir. Fakat tarihin önemli düğüm noktalarının çözümlenişinde veya ileriye götürülüşünde bu tip yüceltilmiş kişilerin önemli rollerinden ötürü anlaşılır nedenleri vardır.
Demek ki abartmak kadar, böylesine bir rolün yadsınması da doğru değildir. Böylesine zor durumda olan insan topluluklarına, onun toplumsal gelişim evrelerine böyle kişiliklerin bir ihtiyaç olarak belirmesi ve şartlar birleştiğinde ortaya çıkması anlaşılırdır ve gereklidir. Böylesine öncüler en büyük cesaret ve fedakârlıkla, yine öngörü keskinliğiyle sürekli öne atılırlar. Bu öne atılmalarda bazıları erkenden şehit oldular. Bu kişiler o davanın amaçlarının büyüklüğü kadar büyüktürler. Daha sonra gelişecek, özgürleşecek halkın kendisi kadar büyüktürler ve tarihe de bu temelde damgasını vururlar. Gerçek yaşayan değerler haline gelirler. Burada kişinin fiziksel varlığı veya yokluğu söz konusu değildir. Burada büyük amaçlar bir topluluk açısından kurtuluş için yücelmek ve özgürleşmek için ulaşılması kaçınılmaz hale geldiğinde, bu kişilerde sembolleşir. Ve yaşamın sürükleyici gücü haline gelirler. Dolayısıyla da şehitlik gerçek bir özgür halk gerçeğinde, sınıf gerçeğinde, ulus gerçeğinde ifadesini buluyor. Şehitler, halkın yüreği, ahlakı ve temel amaçlarının sembolü olurlar. Bu da o kişinin tümüyle bir halkta yaşaması demektir. Tarih bu konuda sayısız örneklerle doludur.
Bizim çıkış koşullarımızda da alabildiğine zifiri karanlık, olumsuzluğun had safhada bulunması gerçeği vardı. Çıkış ve öngörü yerine geleceğe karşı tam bir kör gibi hareket edildiği, özellikle de güncel çıkara, hem de beş metelik pahasına satıldığı bir ortam vardı. Herkesin kendi basit güdülerini yaşamak için yarış ettiği, burnunun ötesini görmeyecek kadar dar, kısır kaldığı dönemdir. Böylesine dönemlerin çıkış amacının belirlenmesi ve eğer bu belirlenmişse de, onu kişilikte temsil edip tüm gücüyle bu amaca ulaşmak için cesaret ve fedakârlığın en büyüğünün sergilenmesi, yine küçük bir öncü topluluğun buna girişmesi çok büyük anlama sahiptir. Bizim içinde çıkış dönemimizde durumun tamı tamına böyle olduğunu iyi bilmek gerekiyor.
Çağdaş halk topluluklarının hiçbirinde görülmeyen, uluslararası çağdaş gerçeklikten tecrit edilme, tarihsel gerçeklikten derin bir tarzda kopma, kendi gerçekliğine katmerli bir yabancılaşma yaşanmaktaydı. Alabildiğine iddiasız, umudun kıyısında bile dolaşmayan ve kendini düşkün gördükçe sürekli yoksulluk duygusuna, hatta iğrenmeye kadar götüren bir duyguya kaptırma durumu vardı. Böylece bir toplumsal bunalım, zayıflık, düşkünlük iliklere kadar yaşanıyordu. Çağdaş halklar gerçekliğinin belki de en gerisinde bir durum söz konusuydu. Bu anlamda Kürdistan gerçekliği en çok ihanete uğramış, çağ tarafından unutulmuş, sadece çağı değil, kendi kendisini önemli bir halde inkar etmiş ve üzerinde her türlü baskının, sömürünün, dalaverenin, soysuzluğun cirit attığı bir gerçekliği yaşamaktaydı. Burada yaşama ad vermekte bile güçlük çekildiğinin bir gerçeklik olduğunu iyi biliyoruz.
İşte böylesine bir gerçeklikten yola çıkma, yaratılması gereken düşünce kıvılcımlarından tutalım zulme, her türlü kendini inkara, inançsızlığa karşı olmaya kadar, onu aşma gücünü gösterme, onu giderek zafere ulaşılabilinir adımların sahibi kılma çok büyük bir öneme haizdir. Temsilinin cesareti kadar, bilincinin de çok güçlü olmasını isteyen ve çok gerekli olan bir oluşumdur. Eğer bu dönemin özelliklerini tüm yönleriyle kavramakta güçlük çekersek, ilk öncüleri olduğu kadar, şehitleri de anlamayacağımız ortaya çıkar. Dolayısıyla şehitliğin anlamına sağlam bir kavrayış ve uygulama gücünü kazandırmak istiyorsak, çıkış koşullarını iliklerimize kadar duymamız gerekiyor. Buna müdahalenin her sözcüğünden tutalım tüm eylemlerine kadar hepsini kavramak, rolleri yerli yerine oturtmak ve derin gerçeklerle yüklü olarak kendimizi güçlendirmek, bunu anlamanın ve temsilinin baş koşuludur. Bu anlamda ilk şehitlerimizin çok büyük bir değeri olduğunu görüyoruz.
Başarı şansına onun önderliğinde kurtarılacak, özgürleştirilecek halk tarafından bile zor inanılan, inanılmaktan da öteye kaçınılan, ama doğruluğu da gittikçe açıkça ortaya çıkan bir durum söz konusuydu. Mutlaka belli bir grup tarafından temsil edilmesi gereken, karşısında her dönemde olduğu gibi çok vahşi, zalim bir gücün yok etme tehlikesini iliklerine kadar hisseden, ama buna rağmen yine de yürümeyi şart kılan bir dönemin savaşçıları büyük savaşçılardır. Bunların şehitliği büyük şehitliklerdir. Şehitler PKK'nin oluşumunda amaç uğruna gerektiğinde insanın kendini verecek kadar doğru ve yetkin olduğunu kitlelere inandırmamızda en büyük kanıt oldu.
Şehitler, tam da bu noktada en değerli varlıklarını, en değerli yaşam kesitlerinde gözlerini kırpmadan düşmanın vahşiliğini, zalimliğini bilerek üzerine gidip başarmışlarsa, işte zaferin en temel koşullarından birisini elde etmiş sayılırlar. Şehitlerimizin rolü böylesine büyük bir roldür ve büyüktür. İlk şehitler olması anlamını çok daha fazla büyütüyor. İlk şehitler alacakaranlıkla aydınlık bir gelecek arasında kurulan bir köprü olurlar. Bu köprü biraz ilerlemek isteyenlerin mutlaka üzerinden geçmesi gereken bir köprüdür. Onlar, yüzyıllardan beri kitlelere sinmiş korkuyu kırmakla, bilinçsizliği aydınlığa çevirmekle ve bu konuda gerekirse kendini nasıl feda edebileceğini göstermekle böylesine bir köprü rolünü yerine getiriyorlar. Aslında daha sonrakiler biraz açılmış bu yoldan ilerlemeye koyuluyorlar. Dikkat edilirse, insan daha az cesaret ve fedakârlık yapmayla böylesine aydınlanmış yolda yürüyebilirler. Dolayısıyla esas olarak yolu düzleştirme ve kolaylaştırma söz konusudur. Şehitlerin gerçekleştirdiği büyük hizmet de budur.
Eğer bir çok kişinin tamamen çekindiği, ama mutlaka ilerlemek isteniliyorsa kurbanların verilmesini emreden bir dönemde böyle mensuplarını ortaya çıkarmış ve onlar da gerektiği gibi davranmışlarsa, o davanın yürüme şansı yüksektir. PKK davasının daha başlangıçta böyle bir şansa kavuştuğu söylenebilir. Doğruluğu ve çıkış gerekçeleri bunu mümkün kılıyor. Şehitler bunun yoğunlaşmış ifadesi oluyor.
Böylesine tanımlayabileceğimiz şehitler kurumu, daha sonraki gelişim sürecinde neleri ifade eder? Başta Haki Karer olmak üzere, tüm şehitlerimizin çok yüksek bir ifadeye kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bir ideolojik inanç grubunu yaratmaya çalıştığımız bu dönemde, inançlarımıza ve ideolojimize kararlı bağlılığımızın ne kadar keskin, dönülmez olduğunu bu şehidimizin örneğinde çok net olarak ortaya koyduk. Düşünceleri uğruna şehit olmak, inançları uğruna gözünü kırpmadan kendini feda etmek bizim ideolojik gruplaşmamız döneminde gerçekleşmiştir. Daha o dönemde bile bu oluşumun temelinde, gerekirse kanımızı akıtarak yürüyebileceğimizin güçlü ifadesi söz konusudur. Elbette ki karşı tarafın da grubumuzu köklü inançlarımızdan, düşüncelerimizden, çabamızdan uzaklaştırması ve bunun için yok etmeyi gündeme sokması söz konusudur. Bu böylesine bir aşamadır ve cesaret edilmiştir, geriye adım atılmamıştır.
Grubumuz ilk şehidin anısına bağlılığını hareketin amaçlarına daha bir derinlik kazandırma, bunu daha ileri bir örgütlülüğe kavuşturma olarak gösterdi. Bağlılığın bir gereği olarak hep daha ileri amaçlar çizme gerçekleştirildi. Vurgulamak istediğimiz; dava arkadaşlığına bağlı olma, anıya üstün değer biçme, onu mevcut koşullar içinde nereye kadar, nasıl ilerletilebiliyorsa oraya götürmesini bilmektir. Ağlamak, sızlamak anıya ihanettir. Çünkü o çok temel bir şey için öne atıldı, onun zaferini ve başarısını istiyordu. Dolayısıyla anıya bağlı kalmak isteyen, eğer tutarlı olmak istiyorsa, şehidin bıraktığı yerden daha güçlü, daha örgütlü, bu anlamda daha kapsamlı bir amaca kavuşturarak yürümeyi bilmelidir. Bağlılığın bundan başka bir tanımı olamaz. Biz tam da bu dönemde böyle yaptık. Amaçlarımızın Parti programına dönüştürülmesi ve gevşek örgütlenme yerine, daha resmi, daha bağlayıcı olan örgütlenmeye dönüşmesinin gerektiğini söyledik. Bu anıya bağlılıktır, cesaret ve öne atılmadır. Bildiğiniz gibi kendimizi bir adım daha ilerletme böyle sağlanmıştır.
Biz anılara bağlılığa her yıl daha güçlü bir eylemlilik ve örgütlülükle karşılık verelim derken, şehitlerimizin de sayısını artırdık. Bu şüphesiz daha sağlıklı olmanın, gerekirse bunun için daha çok fedakârlığın ve cesur davranmanın gereğidir. Ve yapılan da budur. Eğer 1978 7980' lerde her bakımdan daha yoğun bir gelişme yaşanmışsa, bu özelliğimizle yakından bağlantılıdır. Her yıl dönümünde yürütülen eylemler, hem düşmanı biraz daha geriletti, hem de fedakârlık oranımızı arttırmıştır. Ve bunlar sürekli yeniden bir başlangıç, doğuş anlamına da gelmiştir.
Haki Karer'in anısı Hilvan gerçeğine dönüşmüştür. Şahadetinin birinci yıldönümünde, Halil Çavgun, Hilvan gerçeği içinde ortaya çıkan bir şehidimizdir. Ve Hilvan gerçeği daha sonra kitleselleşen bir gerçek olmuştur. Bu da Siverek direnişine yol açmıştır. Orada da feodalizmin en güçlü bir kalesinin sarsılması, iliklerine kadar bastırılması söz konusu olmuştur. Halil Çavgun'un anısına bağlılık, faşist ve gerici bir çetenin Hilvan kitlesi üzerindeki her türlü baskı ve sömürüsünün yerle bir edilmesi olmuştur. Yöredeki güçlü feodalizmin otoritesinin önemli oranda parçalanmasına götürmüştür. Kürdistan'ın modern ulusal direnişinde dönemin en ileri çıkışına yol açmıştır. Hilvan direnişi büyük bir özgürlük atılımıdır.
Siverek direnişi Partimizin resmi ilanı, eylemle ilanı ve kitleselleşmenin temel adımı olmuştur. Demek ki anıya bağlılık, onu halkımızın gerçeğine dönüştürmesinde ifadesini buluyor. Daha kararlı bağlılık, onun özgürlükçü atılımının gerçekleştirilmesinde bizi şiddetli kararlı bir tavıra itmiştir. Bu direniş gerçeğinin altında şehide bağlılık vardır. Bu anlamda şehidin zaferi söz konusudur.
Partileşmenin bu döneminde görülüyor ki, şehitlerimiz sayıca artmıştı, kitlesel bir temele kavuşturulmuşlardı. O dönemde düşman buna devlet çapında Maraş katliamıyla cevap vererek susturmak istemişti. Biz de direnmeyle karşı koyacağımızı, resmi Parti ilanıyla gösterdik ve bu da gelişmeye yol açmıştır. Bu gelişmeleri korumak için daha fazla çaba, daha fazla kararlılık ve cesaret gösterme gereği ortaya çıkmıştı. Böylece Partiyi yaşatmanın derin endişesi ve çabası içine girilmiştir. Bu bizi Partiyi her halükarda yaşatmak için çareler bulmaya itmiştir. Halkımızın modern ulusal direnişinin kesintiye uğratılmaması için ilk defa yurt dışına uzanabilecek kadar çare aramaya, onu bu tarzda sürekli kılmaya zorlamıştır. Bu da daha fazla direnme, daha fazla sorumluluk demektir. Daha fazla sorumluluk demek ise, daha fazla çaba harcamak demektir.
1988
Reber APO
- Ayrıntılar
Newroz'u kutluyoruz, halkımız bu Newroz günlerinde en iyi konuşmayı, giyinmeyi, türkü söylemeyi, hatta yemeyi, içmeyi bir gelenek olarak yaşıyor. Biz de böyle olması için büyük özen gösteriyoruz.
Böylesi Newroz günlerinde bizdeki yaşamı tanımak giderek bir tutku halini alıyor. Hele bu yaşama neredeyse ilk başlar gibi başlamak ve yine neredeyse binlerce yılın köleliğiyle yaklaşmak hem çok umutlandırıyor hem de çok öfkelendiriyor. Kendine büyük saygıyı yakıştırmak, hele bunu yiğitliğe karşı konuşturmak çok önem taşıyor. Yalnız yeni gün, yeni yaşam ve onun bayramı, ama gerçeğimizin nasıl olduğunu göstermeden böyle kutlamaya girişmek, bir ikiyüzlülükten öteye anlam taşımaz. Bu bayramları oldum olası özüne uygun yakalamaya çalışmakla birlikte, pek de öyle bir bayramlık durumumuzun olmadığını da gördük. Hele bu son yılların anlam kazanan Newrozlarına düşmanın katliamlarla cevap vermesi bizi bayram gerçeğine biraz daha gerçekçi yaklaşmaya zorladı ve biz bu yılki bayramı kapalı yerlerimizde gerçeğimizi düşünerek kutlamanın daha doğru olacağına inandık. Savaşı daha hazırlıklı karşılamak için düşünmek, mümkünse gerillayı daha iyi savaştırmak temelinde kutlamak gerekir.Bunun dışındaki kutlamaların yalan, sahte olacağını ve halkı zor duruma düşüreceğini gördük. Bu tuzağı bozmaya çalışıyoruz. Düşmanın dayatmak istediği gibi bir bayram olmadığı halde, bayram varmış gibi davranmak gafletin en gelişmiş düzeyini gösterir. Buna alet olmamaya büyük özen gösteriyoruz.
Halk geçen Newrozlara, hatta çocukluk günlerimizdeki Newrozlara rengarenk giysileriyle, yiyecekleriyle ve en güler yüzlü ifadesiyle, coşkuyla katılmak istiyordu. Biz de öyle anlamak, katılmak istiyorduk. Ama gün geçtikçe gerçekler dünyasıyla karşılaştıkça gördük ki, bayramlar çoktan bizim bayramlarımız olmaktan çıkmış, bizi başkalarının eğlencesi durumuna getirmiş. Ve ilgimizi azalttık, hatta hiçbir günden farklı olmayan günlerdir dedik, öylesine ilgisizdik. Bizim olası bayramlarımız nasıl olabilir? Bunu düşündük ve sonuçta gerillamızla yavaş yavaş gerçek Newrozların önünü açmak istedik ve son yıllarda bizim olmaya uygun bazı Newrozlar, Newroz günleri kutlanmaya çalışıldı. Düşman buna kan kusturdu, üstün teknik gücüyle, itiyle, çakalıyla saldırdı ve biz şimdi Newroz’u daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Çok daha gerçekçi ve bizim olması gereken, bizim istediğimiz biçimde kutlanması gereken Newrozlara hazırlık yapıyoruz ve bu hazırlıkları en gelişmiş özgürlük araçlarımızla, onun savaşımıyla, halkımızın savaşa hazır tutkusu, iradesiyle karşılıyoruz. Bu, güzel bir Newroz’a hazırlanma günleridir. İnanıyorum ki, halkımız da bundan memnundur ve tam istediği gibi kutlamasa da, kutlamanın eşiğinde böyle iyi savaşmaya veya kendini iyi konuşturmaya, özgürlük giysileriyle ve türküleriyle hazırlanmaya çalışmak, en az onu bütün yönleriyle yaşamak kadar değerlidir. Bunu gösterdiğimiz için memnunuz. Biz biraz daha derini görmek ihtiyacındayız, hem de böylesi günlerde, duyguların ön plana çıktığı günlerde en derin düşünceyle girmek zorundayız. Saygıyı başka türlü elde etmenin, ona dayalı sevgiyi, coşkuyu yakalamanın başka çaresi yoktur. Ve hemen akla PKK gerçeği geliyor; PKK’de yaşam gerçeği, PKK’de savaş gerçeği, çok yönlü mücadele, onu her tarafa çekiştirebilen, onu ilk ilerletenler, onun kahramanı olanlar, onun ayak bağı olanlar, onu geri çekenler, onu öne çekenler, onun tutkusu içinde olanlar, onun öfkesi içinde olanlar neredeyse yaşamın biricik gerçeği haline gelmiş. Buna şaşırmıyoruz.
Bu kadar şehit kanıyla, bu kadar büyük direnişle ve cesaretin, fedakarlığın eşsiz örnekleriyle dolu bir hareketin gerçeğinde bir halkı yakalamak, bir ulusu, bir insanlığı yakalamak ve yaşatmak en tercih edilen, en coşkulu ve görkemli tercihimiz oluyor. Böylesi bir yaşam, özgürlük irademizin kendisi oluyor. Savaşı yıllar önce çok düşündük; daha o kışın her bakımdan zorlayıcı koşullarından yeni çıkmışız, oldukça donmuşuz, azıklarımız az kalmış, en az kışın soğukluğu kadar, işgalin, istilanın soğukluğu da çok yoksul bırakmış ve öyle bahara yaklaşıyoruz. Umut baharı, baharları, sadece o kadar. Biz kendi dönemimizin baharlarını sadece umut olmaktan çıkarmanın büyük gereğine de inandık, umudun gerçekleşmesi daha tatlıdır dedik ve yüklendik. O düşünceler, o uğraşlar biraz da yüzyılların, bin yılların umuduna, doğru bir gerçekleştirme şansı vermek içindi. Başka türlü saygı olmuyor, başka türlü insanın uğraşısı erdemli olmuyor. İçeriksiz laflardan bıktık, çirkin suratlardan, ağız dalaşmalarından nefret ettik. Kürt yaşamı, o kendini kendi eliyle akrep gibi zehirleyen yaşam ihanet yaşamıdır. Bu ne kadar bıktırıcı ve nefret ettirici de olsa onu anlatmak ve göstermek istedik.
İhanetin gerçeğini ortaya çıkarmak ve en önemlisi de ona karşı savaşımı vermek kolay mı sanılır! Senin her şeyini beş paralık duruma getirmiş, hatta daha da kötüye çevirmiş düşmanı sinesinde seyretmek, ona karşı ağlamak, sızlamaktan başka hiçbir şey yapmamak ve kötü bir isyanla daha da beterin beteri bir duruma düşmekten başka yol olmadan yaşamak kolay mı sanılıyor! O günleri çok düşündük, bugünler nasıl böyle günler olmaktan çıkarılır diyerek ona büyük anlam vermek istedik. Ve çok az kişi anlamak istedi, çok az kişi bu temelde kaderi paylaşmak, birleştirmek istedi. Habire kaçış, habire ölüm daha çok tercih edildi. Kendine, kendi yaşamına, olması gereken yaşamına bu kadar ters ve haince yaklaş, yabancının, işgalcinin yaşamına bu kadar koş; kutsal kitapların cennet beldesi diye tabir ettikleri ülkeyi bu kadar ucuz terk et, hem de ardına bakmadan! Hem de tarih boyunca buraya girmek için, burayı yaşama çevirmek için insanlığın en soylu çabasını harcayacaksın ve sen ardına bile bakmadan, el bile sallamadan “bu harabeden, bu viraneden, artık karın doyurmaz, yaşatmaz bu yerden kurtuluyorum” diye kaçıp gideceksin! Bu ağırdır ve anlamını çokça bilmedikleri bir ihanettir. Ve biz gerçekten o çocuk halimizle, o çok zor günlerimizle bunun böyle olmaması gerektiğini, bu beldeden böyle kopuşun pek hayra alamet olmadığını düşündük. Adeta ‘ben çok yoksulum, çok fukarayım, çaresizim’ diyen bir arkadaştan kopar gibi bir kopuştu bu.
Böyle olmamalı; çaresiz olabilir, kimsesi olmayabilir, sanırım o gün için karın doyuracak bir yer olarak da görülmeyebilir; hele yabancıların, metropollerin sana sundukları gibi rengarenk yaşamı olmayabilir, ama ben tam da burada biraz durup adaletli olmaya çalıştım. Ata, ana, baba ocağı neden bu kadar kolay, hem de hor görülerek terk ediliyor? Aklıma hemen bu beldelerin harabeleri geldi; kurdu, kuşu, yılanı, çıyanı geldi, bu bir yılan, çıyan bile olsa, ondan kopmanın sakıncaları geldi. Sanki gerçekten kuşlar yalnız kalıyor gibi bir duyguyla ayrılıyorduk ve oraya her dönüşte büyük bir tepkiyle, o ata ocağına ilgi veya rahatsız edici bir tutum içindeydik. Böyle olmaması gerekirdi. Ne kavga biliyorsun, ne görebiliyorsun ve gerçek bir ikilem içinde dolanıp durman söz konusu. Yabancının, işgalcinin ne kadar seni cezbeden yanları, yerleri, yaşamları da olsa sen tümüyle kopamıyorsun, işte bu seni devrime yöneltiyor.
Arayış bu ve giderek devrim düşüncesi bunun örgütlü savaşımı oluyor. Biz devrime böyle başladık. Şimdi bunları neden anlatma gereği duyuyorum? Halen doğru bir yurda dönüş, ata ocağına dönüşün, insanlığın ocağına, beşiğine dönüşün anlamını çok az bildiğiniz için anlatıyorum. Yıllarca orada kalıp da güzel bir sayfa açmaya, bir şiirsel sayfa açmaya özen göstermeyenlere bunu söylüyorum. Kaldı ki bana göre gerçekten yaşamın her anı, her günü bir şiirsel anlatım kadar güzel olmalıydı. Tabii sömürgecinin mücadelesine kapılmayacaksın, fakat kendinin de kendine ilişkin sunabileceği hemen hemen hiçbir şey kalmamış. İnsana gidiyorsun yüzünü çeviriyor, köyüne gidiyorsun fazla umut vaat etmiyor. Kör, naçar biz böyle seyrederdik; Urfa’yı seyrederdik, Diyarbakır’ı seyrederdik, dağları seyrederdik. Dağların doruklarındaki kar içimizi biraz aydınlatırdı. Orada bir temizlik vardı, dağların dorukları biraz umutlandırırdı, muhtemelen orada bir özgürlük var diye düşündük. O tarihi harabelerin yanına varırdık, kimlerdi bu insanlar? Orada biraz büyüklüğü gördük. Onlar da bizim gibi bu topraklara yakın yaşamışlar. Kimdir bu büyük kayaları oralara çıkaranlar, o büyük sütunları dikenler, o yazı yazan eller, kim? Onların tutkusu, aşkı neydi? Ve bu, kendi cüceliğimiz konusunda bizi utandırır dururdu.
Birecik Kalesi’nin dibinde ilk girdiğinde dikkati çeken hep o sütunlar, o büyük taş parçalarıydı. Ve yine hor görmeye çalıştığım, o kalenin dibindeki dükkanlarda kulakları sağır eden odun kesicilerinin, hayvan satıcılarının, çok ucuz öteberi satan bir ticaretin ayak sesleri, gürültüsü, alışılmaz sözleriydi. Bir uygarlık köprüsü kurulmuştu, Birecik Köprüsü. O köprü, sanki bilinmez bir yere senin en değerli nesnelerini taşıyıp götürüyor. Gidişi pek anlamlı bulamamıştım. Tabii bütün bunlar dönmemecesine mi gideceksin, tekrar mı döneceksin sorularını akla getirir. Köprüyü aşmak gerçekten aşmak mıdır, yoksa düşmek midir? Hep öyle ikircikliydi geliş-gidişler.
Biz metropol günlerine fazla bağlanıp cazibesine kapılmadık. Belki de o, bizim çok durgunlaştırıcı, hırpalayıcı, çoktan düşürülmüş kişiliğimize görünüşte bir şeyler verebilirdi ve biz de iyi almaya çalışıyorduk. Karnı aç olanın midesine her şeyi indirmesi gibi sunulan bir çok şeyi indirmeye çalışırdık. İçinde ne var demeden, ne kadarı zehirler, ne kadarı mide öz suyu haline gelebilir demeden atıştırdık. Ne bulursak atıştırdık. Tabii bu, erken yaşta bizi yordu. Pek de iyi bir mide doyurması olmadığı ortaya çıkıyordu. Giderek kendimiz için gerekli olanı almaya çalıştık. İşte bu felsefedir, bu sosyalizmdir, bu giderek devrimci düşüncelerdir. Bu düşünceyle metropollerle tanışmaya çalıştık. Sömürgecilerin “hizmetinde” olaya yöneldiğimizde de, bir küçük memuru olmaya çalıştığımızda da ilk aklımıza gelenler; para buradan gelir, paranın bir çekim gücü vardır, ama niçin? Diyarbakır’a geldik, bir kadastro memuru için eğer kafasını çalıştırırsa iyi bir para yeridir. Rüşvetin baştan çıkarıcı eli cebime girdiğinde kabul etmeli miyim, etmemeli miyim, bu rüşvetçilikle çok alınmış, satılmış kişiliklerden birisi mi oluyorum biçimindeki endişeyi sabaha kadar tartışırken bir yolunu buldum. Muhtemelen o günün bazı ortamlarına göre devrimci niyetlerim olabilir, ulusal niyetlerim olabilir, bu toplumu bu halinden çıkarmaya benzer bazı tasavvurlarım olabilir, onun için kullanamaz mıyım? Bu daha hayırlı olabilir dedim ve indirdim cebe. Bir yatırım oluyor, devrim yatırımı ve ’70’li yıllar böyle karşılandı. Tabii gezdik, gördük, biraz daha ağalığın gücünü gördük, mülkiyeti tanıdık. Kürdistan’a yönelim biraz daha hazırlık istiyordu.
Demek ki, çok köklü bir geleneğin de ürünü olsa, o küçük rüşvetin bir devrim yatırımı olması hem bizi çok iyi sorgulayan hem de uyartan bir gelişmeydi. Rüşveti yedin, ama devrim nerede, devrim ne olacak? Evet, devrim için daha fazla hazırlık gerekiyordu. O sıralar Diyarbakır’ın kara taşına bakıyordum, Temmuz sıcaklığında buralarda ne bitebilir? Gerçekten en az o kara taşlar kadar kara yürekler söz konusu. Eski büyüklüğe çağrı yapan tarihi anıtlar var, türküler var, dinliyoruz. Ama geride ne kadar eser kalmış ve bunlara kim sahiplik ediyor? Onun hareketi, onun acıları içinde fazla kalmadan tekrar bir metropol çıkışımız oldu. Biraz yaşayabilir miyim, yaşayacaksam bu sefer devrimin tam sesi olarak buralara yönelebilir miyim? Bu duygu ve düşüncelerle ’70’li yılları düşmanın o büyük kalelerinde karşılamaya çalıştık. Biraz çelişkilidir; Atatürk’ün kabri dibinde kendi mayalanmamızı son sınıra kadar hazırlamak istedik. Ve bilindiği üzere oldukça da anlatmaya çalıştık. Bir küçücük grup az bir umutla ve çok az bir hazırlıkla ’73’ün baharını, onun Newroz’unu o Newroz gününde karşılamaya çalıştık. Ülkemizin adını ağzımıza alalım mı? O zaman herkes “Doğu” diyordu. Artık burası Kürdistan olsun dedik. Kitaplarda böyle sözcükler geçiyor. Bir çok sol grup vardı, bir grup da bu ülke için olsun dedik. Ama bir kaç kelimeden daha fazla bilgi dağarcığı yok, genel teori uluslar üzerine çok şey söylüyor, ama biz nasıl bir ulusuz, nasıl bir ülkeyiz? Genel teori parti üzerine çok şey söylüyor, ama biz partileşmenin neresindeyiz, nasıl başlayacağız? Büyük bir sır var, cevabı oluşturmak gerçekten bir kaç büyük cephe savaşından daha fazla sorumluluk isteyen, yaratıcılık isteyen bir savaş ister. İşte buna da kör-naçar girmeye çalışacaktık.
Biraz o dürüstlüğümüz, o topraklara halen olan ilgimiz, o “beni unutma” diyen dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar, varsa devrim teorisi, varsa devrim partisi bize göre de biraz oluşamaz mı dedirtiyordu. Gerçek anlamda ahım şahım bir yanımız yoktu, ama bir soysuz gibi “metropole kavuştum, yüksek okula da kapağı attım, hele de cebime sıcak paralar gelir” diyerek kendimi yere atmadım. Biraz daha ileri amaç, onun biraz daha genel düşüncesi ve biraz daha çıkara bulaşmamış arkadaşlık ilişkileri kurduk. Samimiydik, inançlıydık, artık güçlenmek de istiyorduk. 1973 Newroz’u böyle karşılandı. Dikkat edilirse anlamlı bir karşılayış, ülke adını ağzımıza alıyoruz, ayrıca sömürgedir diyoruz. İlk defa bu sözcükler çıkıyor ve bunun için bir de bağımsız bir grup yerindedir. Çünkü o zamanın Marksizm-Leninizm adına ahkam kesenler küçük bir grup oluşturmayı bile Marksizm’e “ihanet” sayıyorlardı. Biz bu anlamda ihanetse olsun dedik ve kendi grubumuza yönelme gereği duyduk. Bunlar önemli gelişmelerdir.
Düşmanın kalesinde, Ankara’sında, Anıtkabir’in dibinde ulusal kurtuluşçu düşünce mayalandı, biraz ortaya çıktı; sosyalizmle tanışma, çağdaşlığın düşünce biçimleriyle tanışma gerçekleşti. Belirttiğim gibi oburcasına ne kadarını hazmeder demeden atıştırıyorduk, ama hiç olmazsa gerekli olanı özümseriz diyorduk. O yılları böyle değerlendirmek gerekiyor. Dolayısıyla ruhumuzu satmadığımızı söyleyebilirim. Bin bir yerden düzene bağlanmak istenilen kişiliğimizi satmamaya büyük özen gösterdiğimi belirtebilirim. Örneğin Diyarbakır’ın da beni yerel gerici mihraklara bağlamadığını söyleyebilirim. Biraz bağımsız, özgür kalmaya çalışıyoruz. Seni her taraftan yutmak isteyen, hele biraz memurlaştın mı, biraz böyle para gördün mü, biraz yüksekokul gördün mü her taraftan seni bağlamaya çalışan ve en kötüsü de senin kendi içindeki ihtiras, kendi içindeki o döneme göre çok tutkulu düzen içi yaşamın, paracıl yaşamın, kendi geriliğin, başkalarının yaşamına dört elle koşuşun seni götürebilirdi. Artık tesadüf müdür, istisna mıdır veya biraz yitirilmeyen bazı insani ve halkımıza özgü yanlar mıdır bizi böyle tedbirli olmaya götüren. Söylendiği gibi genel bir ülke, bir sömürge söylemi, bir grup niyeti, öyle sanıyorum ki bu yıllara karşı bizi sigortalayan temel gerçekler oluyor.
Tabii insanlık öyle kolay kazanılmıyor, şerefli, onurlu olmak öyle sanıldığı gibi kolay değil. Kendine karşı saygıyı yitirmek çok kolay, saygı kazanmak ise bu yıllarda çok zor. Her şey seni senden alıp götürüyor. Ama her şey bu yıllarda seni senden alıp tanınmaz hale getiriyor ve sen zenginleşiyorum diyorsun, ama müthiş köleleşiyorsun; özgürleşiyorum diyorsun, ama görülmemiş ihaneti yaşıyorsun, bağımsızlaşıyorum ve böylece çağdaşlaşıyorum diyorsun! İlk çağın kölelerini anladık, prangaya vururlardı, pazarlarda alıp satarlardı ve sonuçları belliydi. Ama bu çağdaş kölelik, bu Kürt köleliğinin de gerçekten ne tarihte eşine rastlanıyor, ne de çağdaşlıkta böyle kölelik biçimlerine tanık oluyoruz. Onun gerçeği içinde yutulmamak, bu nedenle Ankara’sında yutulmamak çok önemli oluyor.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
12 Mart darbesinin 23. yıl dönümünde böylesine bir çalışma yürütmek anlamlıdır. Bu darbenin özel savaş yönteminde özel bir yeri vardır. 1970’lerin ilk defa düzenle kopuşma temelinde ortaya çıkan devrimci dinamiklere sert bir karşılıktır. Esas itibarıyla o dönemlerin geliştirilecek ve bunun çok önemli bir parçası olan Kürdistan Kurtuluş Mücadelesine de çok önceden, daha tohum halindeyken ezici bir darbe veya tasfiye çabasını ifade ettiği, devrimci gençlik hareketi gibi iktidara yürüme şansı son derece zayıf olan, fakat yol açtığı değişiklikler nedeniyle bir çok önemli gelişmeye imkan hazırlayan bu devrimci döneme, iyi planlanmış bir özel savaş darbesidir.
Kaldı ki bizim hareketimizin de bu dönemlerin objektif temeli üzerine yükseldiği, devrimci gençlik hareketiyle direkt bağlantılarla birlikte ortaya çıktığı ve bu anlamda yeni bir dönemi başlattığını göz önüne getirirsek, aynı zamanda böylesine bir darbe bizi yakından ilgilendiren, mücadelemizin ortaya çıkışı kadar, onun gelişmesini belirleyen özelliklere de sahiptir.
Dönemin devrimci gençlik örgütleri ve hızla partileşmeye dönüşmek isteyen anlayışları ancak çok kısa süreli direnebildiler. Bazıları kahramanca direnerek şehit düştüler. Fakat düzenin çok etkili geliştirdiği tedbirler, özel savaşta olsun, pasifikasyonda olsun, özellikle de saptırma biçimindeki geleneğe bağlı yaklaşımlar olsun, devrimci hareketler bu dayatmaları aşamadılar. Önemli oranda yozlaştılar, çarpıklaştılar, kalanlar da eskilerin veya bağlı olduklarını söyledikleri önderliklerin çok gerisinde gittikçe sağcılaşan ve devrimci ideolojik-politik temellerden kopan, düzenin oldukça etkisine giren ve bir çok sızmalarla birlikte boğuntuya getirilen, lafazanlığın çok gelişkin olduğu, fakat doğru-devrimci örgüt ve eylemliliğin bir o kadar zayıf kaldığı bir süreç biçiminde kendilerini götürmek istediler.
Bilindiği gibi 12 Eylül’le birlikte en ufacık, ciddi bir direnme emareleri bile göstermeden, gösterenler de çok hızla kendini tasfiyeden kurtaramadığı göz önüne getirilirse, aslında 12 Mart’ın hayli etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor. O dönemin direnen gençliği ve önderlerinin tutarlı bir demokratik ve sosyalist inanca, ideolojiye bağlı olduklarını biliyoruz ve bu konuda gözünü kırpmadan kendini feda etmeye kadar da gittiklerini biliyoruz. Dolayısıyla çok radikal bir düzen karşıtlıkları vardır. Bir adım sonra, devrimci ideolojinin, yani sosyalizmin kılavuzluğunda baktıkları, çok etkili olan Kemalist ideolojiye karşıt bir temelde bir ideolojik bağımsızlığa kadar gitmek istediklerini biliyoruz.
Kürt hareketindeki ilkel-milliyetçiliğin, bütün o devrimci ideolojiye, yani sosyalizmin ulusal soruna uygulanmasına karşıtlığına rağmen, ulusal soruna da ilk defa bağımsız bir ideolojik, yani sosyalist bir yaklaşımla baktıkları, el attıkları, bunların tohumlanma halinde olduğu, darbenin aslında bu gelişmeleri önlemeyi amaçladığı, ama buna rağmen ne kadar ezici de olsa, ne kadar ağır bir güç dengesizliği ortamında da boy verse, kahramanca atılan adımlar ve yaşanan şahadetler çok etkisiz kaldı denilemez.
Bizim de hareketimizin o dönemlerde ortaya çıktığını göz önüne getirirsek, bu darbenin günümüze kadar ki tarihine dayattığımız büyük ideolojik-politik, askeri savaşımı göz önüne getirirsek, 1970’li yıllar, devrimciliğin hem çok sağlam bir mirasçısıyız, hem de dökülen kanların boşa gitmediğini kanıtlayan hareketiyiz. Bu dönemin ideolojik-politik devrimci çizgi bağımsızlığını daha da derinleştirerek sosyalizmin yaratıcılığında gerçek bir ulusal kurtuluş ve demokrasiye yol açmayı gündemleştirerek çabaların boşa gitmesi, dökülen kanların unutulması şurada kalsın, bunu neredeyse bir iktidarın eşiğine kadar getirdiğimize bakarak yalnız Kürdistan’ın değil, Türkiye’nin de devrimci partisi gibi çalışarak kesintisiz bir devrim tarihini kendi şahsımızda, kendi hareketimizin somutunda böylesine önemli bir gelişmenin içine çekerek ve iktidara yönelterek o dönemin bir çok önderliklerinin ardılı geçinenlerin bütün olumsuzluklarına rağmen bunu böyle sağlayarak hak edilen yere ulaşılmıştır, dökülen kanlara layık olunmuştur, dayatılan her türlü tasfiyeye, işkenceye direnilmiştir ve sonuçta işte buraya kadar gelinebilmiştir.
Biz, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesine, buna Türkiye’nin demokratik kurtuluş mücadelesi de diyebiliriz ve kesinlikle de öyledir, görünüşte Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, ama PKK, özünde Türkiye’nin demokratik kurtuluş hareketi ve Türkiye’nin devrimci partisi anlamındadır, bu işlevi de görüyor. Fakat Türk Solunun kendini örgütleyememesi, devrimci çizginin temelinde partileştirememesi, eyleme, gerillaya kavuşturamaması bir çok nedenleriyle ortaya konulduğu gibi, henüz çok sayıda olan grupların sorumsuzluğundan, devrimci değerlere yabancılığından, çarpıtmalarından önemle kaynak bulur, özellikle önderlik sorununu halletmemelerinden kaynaklanır. Bu da ağırlıklı olarak Türkiye devrimcilerinin bir göreviydi ama, bütün çabalarımıza, desteğimize rağmen başaramayışları, özellikle düzen kişiliğinin, Kemalizm’in etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, düzenin kendini Türkiye’de ne kadar kurumlaştırdığını, hakim kıldığını da gösterir. Ama belirleyici olanın da 12 Mart darbesine büyük bir kararlılıkla karşı koyan adımlara bağlı kalınamaması, derinleştirilememeleri, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulamamaları ve bir yerde önderlikteki cüceleşme, saptırma, çarpıtmalar esas belirleyici etkenler olarak mevcut durumdan sorumludur.
En isabetli davranışı bizim gösterdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor. O dönemin gerek THKP-C kökenli önderliği, gerek TİKKO, gerek THKO önderliği tutarlı anti-emperyalist ve demokratik önderliklerdir, ulusal soruna, Kürt sorununa da cesaretle yaklaşım gösteriyorlardı. Cesaretle ilk defa tabuları kırarak böyle bir sorunun olduğunu ve devrimci tarzda çözümün gerektiğini vurguluyorlardı. Bizde bu değerlendirmelerden sınırlı olarak etkilenmiştik. Hiç şüphesiz bizi de devrimci harekete çeken önemli bir çıkıştı, hakkını vermek gerekir ve daha sonraki derinleştirme ve somuta uygulama hiç şüphesiz bizim görevimiz olmuştur ve gerekleri yerine getirilmeye çalışılmıştır. O günden bugüne bu şehitlerin de anısına bağlı olarak, ama ortaya çıkan bütün sorunlara kendi bağımsız ideolojik-politik hattımızda cevaplar vererek yürümeyi bildik. Örgüt tarihimizi, parti tarihimizi biliyorsunuz ve gerçekten buna bir de böylesine bir çıkışın etkisini eklemek gerekir. Kendi kökenleri sorununa daha doğru yaklaşım göstermek gerekir.
Hiç şüphesiz olumsuz etkilenmeler de vardır, ama olumlu yönlerini de oldukça değerlendirmek büyük önem taşır. 12 Mart darbesinin silindir gibi ezici olduğu ve 12 Eylül’ün aslında bunun daha derinleştirilmiş bir biçimi olduğunu göz önüne getirdiğimizde ve sadece bir günle veya bir kaç ayla sınırlı olmadığını, bütün bir süreci –geçen 20-25 yıllık süreci- etkilediği, esasta politikayı da, ekonomiyi de, her türlü yaşamı da bu darbelerin hazırlıkları ve gerçeklikleri tarafından belirlendikleri göz önüne getirilirse, göreceğiz ki bizim de bir anlamda ortaya çıkışımız, gelişmemiz bu askeri rejime veya -ki buna 1970’leri de eklemek gerekir- TC’nin bu askeri niteliğine karşı olduğu, başka türlü olamayacağı göz önüne getirilmelidir. Aslında dayatılan, bir askeri cumhuriyettir, bir anti-demokratizmdir, bir faşizmdir. Ona karşı da ortaya çıkan her şey, bir demokratizmdir. Bir ulusal kurtuluşçuluktur, bir sosyalizmdir. 1920’lerden günümüze kadar devam eden aslında budur. Bunu iyi görmek gerekiyor.
TC, herhangi bir cumhuriyet değil, askeri faşist yanı ağır basan ve halkların demokratik, ulusal taleplerini başından itibaren kanla bastıran ve bu yönüyle bütün gelişmeleri etkileyen, kişilikleri de etkileyen gelişmenin adıdır.
Tüm isyanların ezilmesi, komünist hareketin ezilmesi bu cumhuriyetle yakından bağlantılıdır, bu cumhuriyetin kökleşmesiyle bağlantılıdır.
Anadolu halklarının kültürlerinin bütünüyle tahrip edilmesi ve çarpıklaştırılması bu cumhuriyetin rejiminin diğer bir sonucudur.
Binlerce yıllık halk kültürleri muazzam bir cenderenin içine alındı ve sıkıştırılarak eritildi, çok sahte bir ucube Kemalist ajanlık, çok zengin olan bu halklar mozaiğini bozdu, bozmakla kalmadı, asimile etti ve en şoven bir ulusçulukla hastalıklı bir Türk ulusçuluğunu halkların başına bela etti. Belki de denilebilir ki Hitler’i bile geride bırakan –ki, o yalnız bir Alman için ulusçudur- yine tanıdık bir çok diktatörü geride bırakan, amansız bir diktatörlük anlayışıyla ki, Türk halkının da oldukça çarpıklaştırılmasında, kendi demokrasisini bulamamasında en önemli sebep teşkil eden bu cumhuriyet, bu askeri dikta aslında her zaman vardı. Özellikle devrimci hareketler, isyanlar biraz boy verdiğinde, bütün acımasızlığıyla halkların başına bela kesildi.
12 Mart’ta bunun bir aşamasıdır, 12 Eylül bunun daha da derinleştirilmiş kapsamlı bir aşamasıdır ve kaldı ki ondan şimdiye kadar yaşanan tümüyle bir ordu rejiminin geliştirilebileceği özel savaşın her türlü biçimidir. Hiç şüphesiz bunun da arkasında bir Osmanlı tarihi de vardır. Osmanlı despotizmi ve ona bağlı çok sayıda feodal beylik, aşiret beylikleri ve bir yığın gerici, baskıcı, boğucu kurumlaşmalar vardır. Bunlar bir kaç yüzyıldan beri egemenliğini üzerinde sürdürdükleri halkları son derece güçsüz bıraktılar ve bazıları tarihten silindi. Çok sayıda halkın tarihten silinişi, en gelişkin kültürlere sahip olan topraklardaki halkların; Helen kültürünün, Ermeni kültürünün, hatta ne kadar yayılmacı temelde de olsa bir Arap kültürünün de geriletilmesi, hatta İran kültürünün geriletilmesi, –ki hepsi geri bir temelde olmuştur- bunun yerine bir kaç yüzyıldan beri emperyalizmin ajanlığına soyunmuştur. Özellikle Tanzimat’tan beri daha da geliştirilerek, Kemalizm’le birlikte neredeyse en yabancılaşmış bir rejimi, bir kişiliği, toplumsallık kadar bireyselliği de dayatarak işte yaşamımızı böyle işin içinden çıkılamaz hale getiren bir tarihi dayatarak, çok acılı, işkenceli, çok sömürü ve baskılı bir halde kılarak, yaşamı yaşanmaz hale getiren bu rejim, ömrünü doldurmaya çalışmaktadır.
Bizim mücadelemiz, çok kısaca dokunduğumuz böylesine bir diktatörlüğe veya insanlıkla pek az bağlantısı kalmış bir rejime karşı verilen bir mücadeledir, bunu iyi görmek gerekiyor. “Biraz demokratikleşmek, biraz özgürleşmek istiyorum” diyen herkesin dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. “Biraz tarihe anlam vermek istiyorum, biraz tarihte yitirilenleri bulmak istiyorum, biraz intikamımı almak istiyorum” diyen herkesin halkın adına dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. Kendini yeniden var etmek isteyenlerin büyük değer biçecekleri bir mücadeledir. Yüzyıllardır kaybettiklerini özellikle her düzeyde bulmak isteyenlerin kendini ifade edecekleri, özlem olarak, pratik olarak bulacakları bir mücadeledir.
Yani her ne kadar ideolojik-politik ve pratik gerçekleşmemiz tarihin derinliklerine uzanmamışsa, bu konuda kişilikler özellikle çok çarpık, nasıl bir hareketin elemanı olduklarını, nasıl bir yaşam temsil etmek istediklerini bilmiyorlarsa da, gerçek böyledir. Hiç şüphesiz hareketimizin içindeki öğelerin böylesine kapsamlı olarak tarihten haberdar oldukları veya onu anı anına yaşadıkları söylenemez, fakat hareketin objektifliğinin de böyle olduğu tartışılamaz. Ortadoğu halklarının çok muhtaç olduğu halklaşmayı, demokratikleşmeyi temsil ediyor. Özellikle en temel kördüğüm olan böylesine Türk barbarlığını, Türk-barbar egemenliğini ve onun en son faşizm biçimini hedefleyerek muazzam bir çıkışın temel gücü oluyor. Başarılması halinde bütün Ortadoğu halklarının bir yandan ulusal yönden, diğer yandan enternasyonal, yani kendi aralarındaki kardeşlikleri yönünde çok önemli bir açılıma sahip olacakları gibi, kendi demokrasilerini, kendi ekonomik kültürlerini kendilerinin belirleyecekleri bir döneme gireceklerine büyük çıkış yaptırıyor, öyle temel bir değer veriyor. Zorlukları da bundandır. Böylesine temel özellikleri olan bir harekettir. Düşmanlıklarının da o denli temel nitelikte olacağı, sahayı kolay kaptırmak istemeyecekleri, böylesine bir azılı rejimi tutan, bunda çıkar uman çevrelerin gün geçtikçe bilinçlenecekleri ve bölge çapında bir gericiliği dayatacakları, yine kendi mücadelemizden iyi bilinmektedir.
Devrimci hareketimizin, eylemimizin bu tarihi özelliklerine, özellikle TC’nin bu son önemli darbesel dönemlerine böyle cevap vermekle kimliğini biraz daha iyi ortaya koymaya çabalıyoruz. Verilen savaşın anlam ve önemini, böylesine derinliğine bir temelde yakalanmasının önemini vurguluyoruz. Ve kendi ideolojik-politik çizgisinde yürümek isteyenlerin bu gerçekleri asla göz ardı edemeyecekleri veya sınırlı bir bilinçle hareket edemeyeceklerini vurguluyoruz. Sadece halk alternatifi bir yaşam değil, yegâne bir yaşam biçimini temsil ettiklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla bu rejimlere karşı direnen bütün devrimcilerin de sağlam bir mirasçısıyız, onların özlem ve umutlarının gerçekleştiricisiyiz. Bundan da kuşku duyulmamalı ve her zamankinden daha fazla bu umutların gerçekleştiricileri olmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız.
Zaten hareketimizin bölge çapında, hatta uluslararası çapta bu kadar ses getirmesi, ilgiyle değerlendirilmesi ve en çok da düşmanlarının birleşebilmeleri, salt bir ulusallıkla yetinemeyeceğimizi, sanıldığından daha da fazla enternasyonalist bir karakterde olduğumuzu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu rejimlere karşı böyle ayakta kalmak, hele onun 23. yılını canımızda, kanımızda duyarak yaşamak çok büyük bir öneme haizdir. Gerçek PKK’liyim demek isteyen, bir anlamda işte bütün bu devrimci değerlerin mirasçısıyım demeyi bilmeli, onların amaçlarının gerçekleştiricisi olmayı bilmeli, böylesine kanıtlanmış bir kişilikle görevlerinin sahibi olmayı bilmelidir. PKK’nin içini bu kadar tartışırken, öncülüğünü tartışırken bu gerçekleri göz önüne getiriyoruz ve her zamankinden daha fazla şunu söylüyoruz: Hiç kimse PKK’nin gerçeklerini göz ardı edemez.
PKK’nin büyüklüğüne yaraşır bir militanlığı esas almanın gerekliliği açıktır. Kimsenin PKK’yi basit bir köylü örgütüne, basit bir aydın-demagog örgütüne götüremeyeceği bu nedenle vurgulanıyor. Bu kadar devrimci bir mirasın temsilcisi olan bir örgütü, bu kadar büyük direnişçisinin umudu olan bir örgütü, hiç kimse kendi demagojisiyle, basit köylü kurnazlıklarıyla lekeleyemez, cüceleştiremez, basitleştiremez.
PKK, büyük bir devrimci harekettir, çok büyük direnişçilerin anısının temsilcisi bir harekettir.
Siz, o devrimcilerin tarihini bilmeyebilirsiniz, nasıl büyük direndiklerini, nasıl büyük acı çektiklerini bilmeyebilirsiniz, ama bir gerçektir. Ben kendi eylemimi bile bu devrimcilerin anısına bağlılığın bir gereği olarak ilerlettim. Bir yandan onların özlem ve umutlarının temsilcisi olmaya çalışırken, diğer yandan intikamlarına bağlı kalmak, intikamlarını almak için bu eylemi düzenledim. Ve tabii ki bu, aynı zamanda halkların özlemleridir, umutlarıdır, intikamlarıdır. Bunu böyle bileceksiniz. “Anlayamadık, daraldık” deme küstahlıklarına girmeye hiç birinizin hakkı yoktur. Burada bir tarih vardır, burada büyük yiğitlikler vardır, onlara layık olmak vardır. Bilmemek de ne kelime, kimin haddine? Bunlar son nefeslerine kadar büyük direnmeyi bilen devrimcilerdir ve PKK tamamen bu temellerde şekillenmiş bir partidir. Bunu böyle görmemek, bu tarihten habersiz olmak ve halen mevkicilik peşinde koşmak, halen demagoji peşinde koşmak, halen PKK’nin bazı mevkilerini, mevzilerini ucuz ele geçirmek, ona hakkını vermemek böylesine büyük bir mirasla alay etmektir, onu göz ardı etmek demektir. Kaldı ki bizim hareketimizin ocağında yüzde yüz çok büyük direnişçilikler vardır, onları saymıyorum bile.
12 Mart faşizmine karşı direnen devrimcilerin de büyüklüğünü hatırlatmak istiyorum. Bir çokları belki onların anısına –yoldaşlıkları adına- ihanet etti ama, biz onların anılarının sağlam temsilcileriyiz. Aynı dönemin generalleri şimdi her birisi bizim için özel savaş generalidir veya o dönemin subayları, o dönemin özel savaş kadroları şu anda generaldirler ve Kürdistan’da savaşı yürütüyorlar. O dönemin devrimcilerini dağda zaptedenler, gerçekten şimdi Kürdistan’daki özel savaşımın kurmaylarıdırlar. Dolayısıyla böylesine bir özel savaşa dayatılan devrimci bir savaş söz konusudur. Her zaman şunu söyledik: Biz ufkumuzu geniş tutmak zorundayız, bunun öyle darlıkla, bunalımla alakası yok. Kim ki “ben dar kaldım, bunaldım” diyorsa, o, yalancının tekidir.
Gerçekler bu kadar çıplak iken, “daraldım, bunaldım, kaldıramadım” demek küstahlıktır. PKK adına hiç kimse asla bu durumlara düşemez, giremez. Düzenin pisliği olacaksın, her türlü pisliğini taşıracaksın, bunu küstahça yapacaksın, ondan sonra da “bunaldım, çözemedim, daraldım” diyeceksin! Artık bunlara son veriyoruz. 12 Mart direnişçilerinin de anısına cevaben, bunlara son veriyoruz. Bunları bileceksiniz. Özellikle 12 Eylül’ün pisliklerini, ortaçağ pisliklerini taşıyanlar, PKK’nin büyüklüğünü anlamak durumundadırlar.
Biz, ilkel-milliyetçiliğin de pislikleriyle az boğuşmadık, onların da işbirlikçiliklerini, ajanlıklarını az ortaya çıkarmadık. Bütün bunlar sizin bilinçlenmenizi tayin eder. Türk faşizmiyle de az boğuşmadık, onların düzenlerini, pisliklerini az ortaya çıkarmadık. Bunları bileceksiniz. Daha düne kadar özeleştirilerinizde, bu saflarda düzen pisliklerini ne kadar temsil ettiğinizi söylediniz, yüzlerce yıldan kalma düşkünlükleri ne kadar temsil ettiğinizi söylediniz, şimdi onlar ortadan kalkıyordur, aksi halde faaliyetiniz ajanlıktır. Halen bize yakışmayan bir çok tutum ve davranış var, halen düzenin, özel savaşın işine yarayan bir çok tutum ve davranış var. Onları da kaldırmanız gerekir. Eğer direnenlerin anısına biraz saygınız varsa, biraz namus, intikam anlayışınız varsa sağlam olmanız gerekir. Bu anlamda bizde bu büyük direniş şehitlerinin anısına diyoruz ki; sağlam temsil edildiniz, edileceksiniz.
PKK’lileşmeyi böyle anlayacaksınız. Hareketimizi, tıpkı 12 Mart direnişçilerinin anılarına bağlı olduğunu iddia edenler gibi cüceleştirmek, küçük-burjuvalaştırmak kimin haddine? Açık söyleyeyim; ben ne yaptığımın bilincindeyim, kendimi yitirmedim, devrimcilerin –Türkiyeli devrimciler de dahil- anılarına bağlılığın nasıl yürütüleceğini biliyorum, Kürdistan’da büyük devrimci eylemin nasıl yaratıldığını da biliyorum. Hepsini 23 yıldır anı anına yaşıyorum, iliklerimde duyarak yaşıyorum. Lafazanlık dinlemem, gerilik tanımam. Sabretmeyi bilirim, izlemeyi bilirim, ama asla affetmem. Hele ukalalık etmeyi hiç kabul etmem.
Şimdiye kadar neden sabrettim? Karşımızda bir özel savaş var, zorluklar var, sizin büyük anlayışsızlıklarınız var, onun için sabrettim. Yoksa bu, affettiğim anlamına gelmez, öfkelendiğim anlamına gelmez, çok değerli olduğunuz anlamına gelmez, çok iyi yaptığınız anlamına gelmez. Bu kadar işkence, bu kadar kan, bu kadar haksızlık dayatılacak, siz halen kendi düşkünlüğünüzden bahsedeceksiniz! Bu bir utanmazlıktır, tek kelimeyle düşkünlüktür ve devrimciler bunu asla ağızlarına alamazlar. Uyarıyorum!
Daha iyi vurma günlerini hazırlamak için sabrettik, daha iyi intikam için sabrettik, hazırlandık.
Bunu göreceksiniz, görüp de bu savaşa anlam vereceksiniz. Size birisi bir küfür etse, bir dayak atsa, acaba ne kadar tahammül edebilirsiniz? Yüz binlerce insana ve onların geldiği halklara bu kadar işkenceyi, bu kadar yoksulluğu, bu kadar ölümü dayatanlara eğer biz tutarlı halk devrimcisi isek, nasıl karşılık vermeliyiz? Bunu hiç düşünmeyeceksin, bunu unutacaksın, ondan sonra da bireysel bunalım teorileriyle, anlayış veya anlayışsızlıklarıyla partimiz içinde dolanıp duracaksın! Bu kabul edilmez, bunu aşmanın zamanıdır. Ben, insanlığın soylu, yiğit direnişçilerinin anısına mı bağlı kalacağım, yoksa bu yaramazlıklara mı bağlı kalacağım? Burada orta yol da yoktur. Ya yiğit insanların sağlam yol arkadaşlıkları, ya defolup gitme vardır. Orta yolculuğa, kafa karışıklığına, onun her türlü saptırmalarına asla cesaret etmeyelim. Aksi halde o dar ağaçlarındaki yiğit insanların anısına nasıl karşılık verilir? Her gün çok acımasız koşullarda şahadetlere giden yoldaşlarımıza nasıl karşılık verilir?
Bunları görmeyeceksiniz, sonuç çıkarmayacaksınız, habire mevkicilik, habire şu-bu komutanlık deyip değerler üzerinde oyun oynayacaksınız! Bunu kim kabul eder? Yetersizlik kelimesi bile suçtur. Kendi hareketini böyle tanıyan birisi, artık ciddi bir yetersizlikten de bahsedemez. Artık ciddi olmanın zamanıdır. Bu kadar amansızlıklara karşı mücadele edilerek elde edilmiş bir silahı, bir örgüt değerini doğru kullanmanın zamanıdır. Biz size geniş platformlar açmakla, çok geniş örgüt imkanları, savaşım imkanları açmakla üzerinde tepişesiniz diye değil, varolan büyük intikam görevlerini, büyük devrimcilerin anılarına bağlılık gereklerini yerine getirmeniz için açtık. Ona layık olmanız için de sizden yüz kat daha kendini verenler bile işledikleri hatalar karşısında yüz defa ezilip büzülüyorlar, layık olmamaktan ötürü eziliyorlar. Çocuk olmadığımı anlayacaksınız, anlayışlı olmanızı kanıtlayacaksınız, büyük özgürlük çalışması yaptığımıza emin olacaksınız ve onun yaman bir savaşçısı olacaksınız.
İmkanlarımızın çok sınırlı, düşmanımızın çok vahşi olduğunu bilerek bu savaşa katılım göstereceksiniz. Kesinlikle yeterlilik düzeyinde savaşa bir katılımınız olacak. Yine her yönüyle PKK temsilini sağlar bir partileşmeyle katılım göstereceksiniz ve döneme kendini dayatan özel savaşa bir tavır, tutum dışında, bu çalışma, yaşam, vuruş tarzı dışında hiçbir biçimde karşı konulamaz. Ancak böyle karşılarsanız bu savaşta başarı şansınız olabilir. Dolayısıyla özgür yaşam şansınız olabilir.
Bu temelde bütün devrimcilerin anısına da bağlılığımızı bir kez daha andık ve asıl bağlılığı bundan sonra savaşı daha da derinleştirerek göstereceğimize dair biz de söz veriyoruz.
12 Mart 1994
Reber APO
- Ayrıntılar