Toplumsal olgular esnektir. En bunalımlı olanlarında bile çoklu çözüm olasılıkları hep vardır. Sorun çözümlerin dayandırılacağı tasarımların toplumsal hakikatle bağlantılı olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal olgular herhangi bir fiziksel veya kimyasal olgu gibi ölçülüp kanunlara bağlanamaz. Hakikat sahibi bireyin kendisini belirleyen toplumdur. Hiçbir birey ya da hakikat sahibi, bağlı olduğu toplumsallık göz ardı edilerek kavranamaz. Bu yüzden sosyoloji en geç gelişen bilim olduğu gibi, sıkça yetkinleşme ihtiyacı duyan bilimlerin de başında gelmektedir. Toplumları anlamadan yaşadıkları sorunlara ilişkin hakikat payı yüksek çözümler tasarlanamaz. Toplumsal bunalımları anlayabilmek için de toplumların hakikat algısına daha çok ihtiyaç vardır. Bunalım anları toplumların çözüldüğü, dolayısıyla hakikatlerinin değişime uğradığı anlardır. Bunalım eski topluma dayalı bilgilerle -ki, bunlar çoğunlukla mitolojik, dinsel ve bilgelik türü bilgilerdir- çözümlenemez. Çözümlenemedikçe, çözümde doğruluk payı olan alternatifler de geliştirilemez. Sonuçta çözümü belirleyecek olan kapsadığı hakikat payıdır. Diğer bir deyişle toplumsal eylemde başarıyı belirleyen taşıdığı hakikat gücüdür. Hakikatin kendisi ise, toplumsal olgunun içerdiği anlam ve yaşam güçlerinin ifade edilme paylarıdır. Hakikat payı yüksek ifadeler toplumsal olgunun ihtiva ettiği anlam ve yaşam gücünün temsiline bağlıdır.
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’yu fethetmesi, son tahlilde kendi toplumsallığının Ortadoğu’daki toplumsallıklar karşısında ihtiva ettiği hakikat temsilinin üstünlüğünden ileri gelmektedir. Kapitalist modernite karşısında artık geleneksel toplum durumuna düşen Ortadoğu kültürünün hakikat temsilcileri, modernitenin hakikatleri karşısında başarıları mümkün olmayan bir konuma sürüklenmişlerdi. Kısacası Batılı hakikat karşısında Doğulu hakikat zayıftı ve yenilmeye mahkûmdu. Yenilgi tüm topluma mal edilemezdi. Yenik düşenler hakikatin resmi temsilcileri, yani iktidar ve devlet sahipleriydi. Çünkü hâkim hakikat onların temsil ettiği hakikatti. Yenilgi kendi devlet sistemini var eden tüm alt ve üstyapı kurumlarında yaşandı. Yenilenler ölümüne direnmedikçe, yeni hakikat temsilinde artık hegemonik güce bağlı olarak yaşamak durumundadır. Kendi toplumlarının zihniyetini ve yaşam iradesini artık bu güçler belirleyemez. Hegemonik gücün işbirlikçileri ve ajan kurumları olarak, bunlar yaşamlarını garantiye alma karşılığında hizmetlerini sunmakla mükellefler. Fakat geriye başsız kalan gövde misali bir toplumsal beden yerinde kıvranmaktadır. Bahsettiğimiz gibi, bu kıvranmayla ya çürüyüp çözülerek modernitenin yeni toplumsallığında, iktidarında eriyip yok olacak ya da esnek karakterinden ötürü teslim olmayan bedenine ilişkin özgür bir zihniyetle özgür yaşam kararlılığını ortaya koyacak, yani bunalımdan daha özgür bir zihniyetle çıkış yapacaktır. Şüphesiz bu yeni zihniyet öncülüğündeki çıkış taşıdığı yeni hakikat payıyla bağlantılıdır. Kapitalist modernitenin fethetmesini mümkün kılan bilimi, felsefeyi, sanatı, ideolojiyi ve ekonomik üretimi aşan yeni bir bilim, felsefe, sanat, ideoloji ve ekonomik üretim bu çıkışın başarısını tayin edecektir. Bu ise yeni bir modernite anlamına gelmektedir. Ancak yenilmiş geleneksel toplumdan yengiye doğru giden bir toplum kapitalist moderniteyi aşan alternatif moderniteyle bunalımdan başarılı bir çıkış gerçekleştirebilir.
Reel sosyalist toplum kendisini farklı bir modernite haline getiremediği için çözüldü. Kapitalist modernitenin üç unsurunu da aşamadı. Aşmak şurada kalsın, bürokratik kapitalizmle her üç unsurun daha da aşırı bir kullanımına gitti. Sonuçta inşa ettiği toplumsal yapıların ihtiva ettiği hakikat payları liberal kapitalist modernitenin hakikat payından zayıf kaldığı için yenilmekten ve çözülmekten kurtulamadı. Burada yenilen, liberal kapitalizme karşı bürokratik kapitalizmdi. Bürokratik kapitalizm kendini farklı bir modernite olarak tasarımlayamadığı gibi, liberal kapitalist moderniteyi aşan yeni bir kapitalist modernite haline bile getiremedi. Ancak sapkın hareketler olarak tanımlanabilecek iktidarcı ve devletçi İslâmcı hareketler, reel sosyalizmden çok daha geri hakikat paylarıyla daha ideolojik haldeyken yenilmekten kurtulamayacak çarpık olgulardır. Kendilerini daha çok Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nde Sünni geleneğin, İran’ın Kum kentindeki medreselerde de Şia geleneğinin modernleşmesi olarak sunan ideolojik ve toplumsal yapılanmalar, taşıdıkları hakikat paylarıyla liberal kapitalist modernitenin eşiğine bile varamazlar. Onca çabalarına ve direnişlerine rağmen, Batı kapitalist modernitesinin hegemonik çekirdeği olan İsrail karşısında birleşseler bile yenilmekten kurtulamazlar. Bunun nedeni İsrail’in nükleer silah veya teknolojik üstünlüğü değildir; son tahlilde karşıtların taşıdığı hakikat paylarıdır. İsrail’in örgütlediği hakikat payı karşısındakilerin hakikat payının toplamından katbekat fazladır. Kendilerini farklı bir dünya olarak sunmak istediklerinden kuşku duyulmasa bile, farklı bir dünya ancak kapitalist modern dünyayı hâkikat payı bakımından aştığında hâkikat payı daha yüksek bir toplumsal yaşamı ve dolayısıyla moderniteyi temsil etme hakkını idea edebilir. Bu olmayınca, farklı modernite ideası boş bir idea olmaktan öteye gidemez. Olsa olsa kendine modern maske takmış geleneğin bir varyantı olabilir. Kısacası İslâm kültürel geleneğini farklı modernite olarak sunmak, kalpazanların eski eserlerin kopyasını hazırlayıp satmalarından farklı olmayan bir uğraştır. Özellikle günümüzdeki İran resmi iktidarının bu yönlü modernite ideası, mevcut haliyle kalpazanlıktan öteye anlam ifade etmez ve yaşam şansı sunmaz.
İmralı’da yaptığımız ilk savunmada tartışmaya çalıştığımız demokratik moderniteyi bu eleştiriler ışığında daha doğru tanımlayabiliriz. Öncelikle demokratik modernitenin reel sosyalizmi eleştirisi doğru anlaşılmalıdır. Bu eleştiri ne sosyalizmin reddi ne de dogmatik kabulüdür. Bir deneyim olarak çözümleyip içerdiği anti-kapitalist modernite hakikatini özümler. Teori ve pratik olarak reel sosyalizmdeki anti-modernizmi değerlendirir, yanlışlıklarını aşar, doğrularını özümser. Ortadoğu’nun geleneksel kültürünün bilimsel çözümlemesini yaparak, ondaki hâkikati de en önemli kaynak olarak güncelleştirir. Demokratik modernite sadece geleceğe ilişkin bir ütopya değildir. Kökleri daha çok binlerce yıllık kültürel geleneğe bağlıdır. Bu kültürün güncel gerçeği var olan toplumudur. Bu toplum ne kadar çözümsüz ve çaresiz bırakılmış olursa olsun yine de bir gerçekliktir. Gerçeklik olduğu için de önemli bir hakikat payı vardır. Çözümlenmesi bu payı ifadelendirir. Geleneği muhafazakârlıkla karıştırmamak gerekir. Tutuculuk olarak muhafazakârlık toplumsal geleneğin kendisi değildir; aslında liberalizm karşısında tutunmaya çalışan yenilmiş hâkim gelenek temsilciliğidir. Köklerini geleneğe bağlamayan demokratik moderniteden bahsedilemez. Toplumsal gelenek demokratik modernitenin tarihsel gerçekliğidir. Tarihsiz toplum olamayacağına göre tarihsiz demokratik modernite de olamaz.
Ekolojist ve feminist hareketlerin kapitalist moderniteye yönelik eleştirilerini de önemsemek gerekir. Ekoloji zaten endüstriyalizmin kurban ettiği çevrenin bilimi olarak anti-kapitalisttir; demokratik modernitenin vazgeçilmez diğer temel kaynaklarından biridir. Feminist çıkış, tüm yetmezliğine rağmen, kadın hakikatine katkısı oranında değerlidir. Demokratik modernitenin kendisi de kadın gerçekliğini bizzat çözümleyerek kendini hakikatleştirir. Bununla birlikte feminist eleştiri ve hareketini kendisinin vazgeçilmez bir öğesi kılmak için yaklaşır. Özgür kadını temel yaşam öğesi olarak sistemine katar.
Modernite tartışmaları ve çatışmaları bağlamında kapitalist modernitenin Ortadoğu kültüründeki kaderini kestirebilmek kolaylaşır. Yaptığımız tüm çözümlemeler bu kaderin kendiliğinden belirlenmeyeceğini göstermektedir. Kapitalist modernitenin hakikat ideası ancak ondan güçlü alternatif modernite tasarımlarıyla aşılabilecektir. Bu da demokratik modernitenin kapitalist modernitenin temel unsurlarına yönelik eleştirileriyle birlikte, ona karşı yapılan ancak onu aşamayan geleneksel kültür, reel sosyalist, ekolojist ve feminist hareketlerin eleştirilerini bütünleştirerek demokratik modernitenin temel unsurlarının çözüm gücünü sergileyebilmekle mümkündür. Bütün bu konularda söylenenleri Ortadoğu toplumsal bunalımına uyarladığımızda çözüm olasılıklarını kestirebiliriz.
a- Demokratik ulus kuramı demokratik modernitenin başta gelen çözümleyici unsurudur. Demokratik ulus kuramı dışında, kapitalist modernitenin ulus-devlet kuramının kasaplar gibi doğradığı evrensel insanlık toplumunu yeniden bütünleştirip özgürlük içinde yaşatacak bir toplumsal kuram yoktur. Öteki toplumsal kuramlar günümüz sorunları karşısında marjinal bir rol oynamaktan öteye anlam ifade edemezler. Kapitalist liberal kuramlar, kapitalizmin insanlığa yaşattığı en süreğen ve kanser tipi hastalıkları çözmek ve toplumu sağlığına kavuşturmaktan ziyade, ancak bazı ilaçlarla biyolojik kanserli hastanın ömrünü uzatacak tarzda etkide bulunabilirler. Bu kuramların önerdiği tüm çözümler sorunları devasa hale getirip kapitalist modernitenin ömrünü biraz daha uzatmaktadır. Ortadoğu’da son yüzyıl içinde olup bitenler bu yargımızı iyice doğrulamaktadır. Tarih boyunca, hatta on binlerce yıl ötelerden beri kültürel bütünlük içinde bir yaşam inşa eden Ortadoğu toplumu, Birinci Dünya Savaşının sıcak ateşi içinde kapitalist modernite güçlerince bir kasabın doğramasına benzer biçimde doğranıp, ulus-devlet denen canavarların insafına terk edildi.
Ulus-devletler, gerçekten Kutsal Kitap’ta devletle özdeşleştirilen Leviathan’ın en somut hali olarak, iç ve dış politika denen yalanlarla toplumsal gerçekleri parçalayıp yutmaktan öteye bir rol oynamadılar. Modern ulusal toplum dedikleri şey, tarihin muazzam bütünlük arz eden birikimli toplumsal kültürünü parçalara bölüp inkâr ve imhaya yatırma ameliyesinden başka bir şey değildi. Tarihi ve toplumsal kültürü ne denli parçalayıp inkâr ve imha etmişlerse, kendilerini o denli başarılı saydılar. Kapitalist modernitenin kasapları rolünü oynayan ulus-devletler, geçmişin inkâr ve imhasını başardıkları ve yerine sistemin ajan kurumlarını ve oryantalist zihniyetlerini egemen kıldıkları oranda, kendilerini yeni efendileri karşısında başarılı ve mutlu saydılar. Ortadoğu kültürü açısından son yüzyılda ulus-devlet bölünmeleri ve iç-dış politika denilen uygulamaları genel anlamda bir kırım hareketidir. Zihniyetten tutalım ekonomik dünyasına kadar yaşatılanlar, bütünsel gerçekliğin parçalanıp kapitalist modernite unsurlarınca yenilip yutulur hale getirilmesidir. Sadece günümüz Irak’ında olup bitenler son yüzyılı değerlendirmemiz için hayli öğreticidir.
Demokratik ulus kuramı her şeyden önce bu kasap tarzı kültürel bütünlüğü parçalayıp doğrama hareketinin, yani ulus-devletçiliğin durdurulması ve bütünlüğün yeniden başlamasının zihniyet dünyasının kurgulanmasıdır. Demokratik ulus kuramı, Ortadoğu’nun kültürel dünyasını Demokratik Uluslar Birliği kavramı altında bütünleştirmeye ilkesel bir değer ve öncelik atfeder. İnşa edildiği tüm tarih çağları boyunca olanca çeşitliliği içinde bütünlük arz eden kültürel dünyamız, kapitalist moderniteye alternatif olarak bu kavram altında bütünleştirilmek durumundadır. Son yüzyıla bakalım: Gidişat hep parçalanmaya doğru evrilmiştir. Arap kavmi sadece yirmi iki ulus-devlete bölünmemiştir; birer proto-ulus-devletçik olarak habire birbirlerine zıt yüzlerce çelişkili zihniyete, örgütlenmeye, aşiret ve mezhebe bölünmektedir. Liberal felsefenin amacı da sömürgesel anlamda budur. Kapitalist bireyciliğin toplumu atomize etme potansiyeli sonsuzdur. Dolayısıyla demokratik ulus kuramı yeniden özgür ve demokratikçe bütünleşmeye giden yolda temel ilkesel bütünlüğü ifade eder.
Demokratik ulus kuramını savunmamın öteki ciltlerinde çözümlediğim için içeriğini fazla açmayacağım. Özcesi, bu kuram ulus olmak için katı siyasi sınır anlayışı olmayan, aynı mekânlarda ve hatta kentlerde farklı ulusları çeşitli bütünlükler içinde daha üst ulusal topluluklar halinde inşa etmeyi mümkün kılan bir ulus anlayışını öngörür. Böylece birbirleriyle sınırlar yüzünden sürekli savaştırılan büyük ulusal topluluklarla daha küçük olan ulusal toplulukları, azınlıkları aynı ulusal bütünlük içinde eşit, özgür ve demokratik kılar. Sadece bu ilkenin uygulanması bile hegemonik sistemin ‘böl-yönet’ ve ‘tavşan kaç, tazı tut’ politikalarını boşa çıkarmaya yeterlidir.
Bu ilkenin muazzam barışçı, özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratikleştirici değeri, sadece bu yönleriyle bile ulus-devletçi fesadın bütün savaşçı, köleleştirici, katmanlaştırıcı ve despotik faşist uygulamalarını boşa çıkarmak suretiyle üstün çözümleyici rolünü kanıtlar. Tekçi ve mutlaklaştırıcı ulus-devletçi milliyetçilik ancak demokratik ulus zihniyetiyle durdurulabilir. Sadece Arapların sonsuz bölünmelerini ve parçalanmalarını değil, Türklerin de benzer bölünmelerini ve parçalanmalarını durdurucu en uygun kuram ve ilkedir. Balkanlardan Kafkaslar’a, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya kadar dünyanın birçok yöresinde Türk dünyası da yaşadığı bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı, körce ulus-devletçilik tanrısına tapınmayı, oryantalist, pozitivist ve metafizik zihniyetler temelinde birbirleriyle boğuşmayı ancak demokratik ulus kuramıyla aşabilir ve böylece yeniden eşit, özgür ve demokratik ilkelerde bütünleşebilir.
İran gibi her an parçalanmaya ve bölünmeye uygun potansiyele sahip bir ülke için ulus-devletçilik, dibine yerleştirilmiş atom bombası gibidir. Sürekli ulus-devletçiliği daha da katılaştıran Şia milliyetçiliği de, tüm modernite cambazlıklarına rağmen, İran’ın bölünmesini ve parçalanmasını durduramayacağı gibi daha da hızlandırır. Özellikle İran için demokratik ulus kuramı günlük olarak kullanılması gereken bir ilaç gibidir. Kapitalist moderniteye karşı oldukça direngen olan İran kültürünü ve halkını tarih boyunca peşinde koştuğu eşit, özgür ve demokratik bir dünyaya ancak demokratik ulus zihniyeti taşıyabilir. Önündeki çatıştırıcı ve savaştırıcı ulus-devletçi komplo ve suikastları boşa çıkartıp onurlu bir barışa kavuşturabilir.
Ulus-devletçilik çıkmazının en büyük felaketlerinden birisi günümüzde Afganistan-Pakistan hattında yaşanmaktadır. Ayrıca bununla bağlantılı olarak yaşanan Keşmir sorunu da tamamen ulus-devletçilikten kaynaklanmaktadır. Pakistan-Hindistan, Pakistan-Bangladeş sorunları aynı milliyetçi zihinlerin sonucu olarak yaşanmıştır, halen yaşanmaktadır. Doğası gereği ulus-devlet çözümleri ve barışları çözümsüzlük ve savaş doğurur. Bu somut örnekler de bu gerçeği oldukça açıklayıcı niteliktedir. Afganistan’a ulus-devletçiliğin hem cumhuriyetçi, hem kralcı, hem de reel sosyalist modelleri uygulanmak istendi. Sonuç çığırından çıkmış, hiçbir ilkesi olmayan bir kör şiddet ortamında, çözülmüş ve kendini sürdürme yeteneğini kaybetmiş bir Afganistan toplumudur. Demokratik ulus kuram ve kavramları dışında bu toplumları yeniden toparlayıp daha özgür ve demokratik bir yaşama kavuşturacak başka bir zihniyet ve irade düşünülemez. Toplumsal sorunlar zihnen çözümlenmedikçe yapısal olarak da çözüme kavuşamazlar. Demokratik ulus zihniyeti Orta Asya’dan Hindistan’a kadar çok büyük bir çeşitlilik gösteren kültürler ve halklar için en uygun bütünleştirici çerçeveyi oluşturmaktadır. Kaldı ki, bu mekânlardaki kültürler ve halklar tarih boyunca konfederal türden ortak siyasi çatılar, imparatorluklar altında yaşayarak, ideal olmasa da varlıklarını ve özgünlüklerini koruyabilmişlerdir. İster dincilik ister laik milliyetçilik tarzında olsun, ulus-devletçilik zihniyeti devam ettikçe, bu toplumların daha da çözülmeleri ve çatışmaları kaçınılmazdır. Çokça bağlı olduklarını iddia ettikleri İslâmiyet’i de bir terör ideolojisi olarak sunarak, bu geleneği de oldukça olumsuzlamaktadırlar. İran için olduğu gibi bu geniş coğrafyalar için de önce bölgesel, onunla iç içe olacak şekilde demokratik ulusal birlikleri Ortadoğu çapında geliştirmek gerekir. Özellikle Pakistan türü ulus-devletlerin daha şimdiden yaşadığı yoğun çözülüşün en uygun alternatifi Ortadoğu çapında geliştirilecek bir Demokratik Ulusal Birlik projesidir.
Ulus-devletin hegemonik çekirdeği olan İsrail gerçeği açısından da demokratik ulus kuram ve kavramları hayati ölçüde çözümleyici rol oynar. İsrail’in geleceği için iki yol vardır. Birinci yol, mevcut çizgisiyle hegemonyasını sürdürmek için sürekli savaşlar çıkararak bölgesel bir imparatorluğa dönüşmesidir. İsrail’in Nil’den Fırat’a kadar, hatta daha ötelere ilişkin bir hegemonik projesinin olduğu bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu sonrası için geliştirilen bir projedir bu. Bu projenin uygulanmasında oldukça mesafe alınmışsa da, amacına ulaşma konusunda henüz yetersiz olduğu belirtilebilir. Son zamanlarda karşısına çıkan İran’ın da benzer hegemonik hesaplarının olması aralarında gerginliğe yol açmaktadır. Türkiye ile de ne kadar ciddi olduğu bilinmeyen benzer bir gerginliği yaşamaktadır. Dolayısıyla oldukça çatışmalı geçecek bir bölgesel hegemonik mücadele süreci de söz konusudur. Daha da büyümesi kaçınılmaz ulus-devlet kaynaklı sorunları bizzat bu karşılıklı hegemonik hesaplar doğurmaktadır. İsrail ve Yahudi halkı için ikinci yol, etrafı habire düşmanlarla kuşatılan bir çember içinde olmaktan çıkıp Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği projesine katılmak, bu temelde çıkış için olumlu inisiyatif almaktır. İsrail’in arkasındaki entelektüel ve maddi sermaye Demokratik Uluslar Birliği projesi için çok önemli rol oynayabilir. Hem kendini demokratik bir ulus halinde daha da sağlamlaştırır, hem de bunu Ortadoğu çapında geliştirilmiş demokratik uluslar birliği kapsamına alarak, çok muhtaç olduğu kalıcı bir barışa ve güvenliğe kavuşabilir.
Ulus-devletçiliğin yol açtığı en büyük felaketler Ortadoğu’nun soykırım yaşayan halklarına ilişkindir. Anadolu ve Mezopotamya’da erken milliyetçiliğin tuzağına düşen Helen, Ermeni, Süryani ve Kürt halkları, tarihin en eski yerel kültürlerini temsil etmelerine rağmen, ulus-devletçiliğin son yüzyıllık deneyimleri kendilerini tasfiyenin eşiğine kadar getirdi. Egemen ulus milliyetçiliğinin katı sınırlar dahilinde homojen ulusal toplum yaratma çılgınlığı bu halklar için gerçek anlamda bir felaket oldu. Kapitalist modernitenin ulusçuluk anlayışı olmasaydı bu büyük felaketler yaşanmazdı. Beyaz Türk elidini yaratan kapitalizmdir. Homojen ulus yaratma programları sermaye birikimi ihtiyacından bağımsız düşünülemez. Soykırımdan sorumlu tutulması gerekenler kategorik olarak Türkler değil, tıpkı Almanlarda yaşandığı gibi bir dönem milli kapitalizm peşinde koşan marjinal bir gruptu. Bunda sadece egemen ulus milliyetçileri değil, ezilen ulus milliyetçileri de ulus-devlet canavarını uyandırmaları nedeniyle sorumlulukta pay sahibidir. İmha edilmişleri diriltmek artık mümkün olmadığına göre, geriye kalan azınlık halleriyle bu halkları ancak demokratik ulus zihniyeti ayakta tutabilir. Örneğin İstanbul’a Beyaz Türk ulus-devletçiliği egemen kılınmak istendiğinde, bu kentteki tüm tarihsel kültürler için ölüm fermanı çıkarılmış veya ölüm çanları çalınmış olur. Sürekli kültür tasfiyeciliği yaşanmasıyla geriye kalan tek kültürlü bir Beyaz İstanbul olur ki, o da kültürel faşizmden başka bir şey olmayacaktır. Demokratik ulus zihniyetinin yaşandığı İstanbul ise, açık ki tarihsel kültürel zenginlik içindeki İstanbul olur.
Anadolu ve Mezopotamya kültürlerine de bu açıdan bakılabilir. Ancak demokratik ulus zihniyeti tüm tarihsel kültürleri barış, eşitlik, özgürlük ve demokrasi içinde bir arada tutabilir. Her kültür bir yandan kendini demokratik ulusal bir grup olarak inşa ederken, öte yandan iç içe yaşadığı diğer kültürlerle daha üst düzeyde demokratik ulusal birlikler içinde yaşayabilir. Tekçi ulus anlayışı aşıldıktan sonra birbirini eritmeye ihtiyaç kalmaz. Bunun yerine kültürel bütünlükler halinde tarih boyunca yaşandığı gibi yaşanır. Artık Ermeniler, Helenler ve Süryaniler kendileri için ulus-devletçi sınırlar çizemeyeceklerine ve varlıklarını da sürdürmek zorunda olduklarına göre, en uygun seçeneğin demokratik ulusal birliktelik zihniyeti ve demokratik özerklik yapılanması olduğu açıktır. Demokratik modernite geç de olsa bölgenin her tarafındaki benzer süreçleri yaşayan kültürel gruplar ve halklar için bir zihniyet sığınağı, demokratik özerklik ise uygun yeniden bedenleşme modelidir.
Bölgede zengin bir miras teşkil eden sadece etnik ve ulusal varlıklar değildir. Dinler ve mezhepler de geniş bir gruplar yelpazesini teşkil eder. Geleneksel ve modern biçimleriyle dinlerin ve mezheplerin aldığı yeni görünümlerin temsili ciddi bir sorundur. Ulus-devletçilik bunların da büyük kısmını tasfiye etti. Fakat artık kendisi aşındığı için, tarihsel kültürün bu zengin mirasları için kendilerini ifade etmek ancak demokratik ulus kuram ve kavramları çerçevesinde mümkündür. Hem zihniyet algılamaları hem de yapılanmaları için demokratik ulus ve demokratik özerklik en uygun modeldir. Tarihsel-toplumun benzer tüm alanları için ulus-devlet felaketine karşı demokratik ulusal toplum modeli barışın, eşitliğin, özgürlüğün ve demokratik yaşamın güvencesidir.
Ortadoğu’da ulus-devletçiliğin parçaladığı, her parçasında değişik imha ve asimilasyonları dayattığı Kürtlerin durumu tam bir felakettir. Ne tam fiziki ne de kültürel tasfiyeleri hemen gerçekleştirilebilmektedir. Kürtler âdeta uzun süreli can çekişmeyi yaşayan bir varlık konumundadır. Dünyada bir benzeri daha olmayan halktır. Sadece zihnen sakatlanmış değildir, beden olarak da parçalanmıştır. Toplumsal yaralı olmak bir yaşam tarzı haline getirilmiştir. Ne eski geleneksel yaşam ne de modern yaşam geçerlidir. Zaten tercihte bulunma şansı son döneme kadar elinden alınmıştı. Şüphesiz bu durum kapitalist modernitenin kurdurduğu hâkim ulus-devletlerden kaynaklanmaktadır. Kürtlerin ulus-devletçilik doğrultusundaki girişimleri ise aynı başarı şansını yakalayamamış, kapitalist modernitenin çıkarlarına denk düşmediği için şansı yaver gitmemiştir. Günümüzde Irak Kürdistan’ında geliştirilmek istenen ulus-devletçilik ise, kapitalist modernitenin hegemonik hesaplarıyla yakından bağlantılıdır. Minimalist bir Kürt ulus-devletçiliği sistemin çıkarına olabilir. Tehlike şuradadır: Sistem “Çıkarıma göre değildir” dediğinde her an yeni soykırımlar ve katliamlara da yol açabilir. Savunmanın büyük kısmını Kürt olgusu, sorunu ve çözümüne ayırdığımdan, kısaca yeniden tanımladığım bu vahim statü veya statüsüzlükten kurtulmanın en uygun modelinin demokratik ulus olduğu açıktır. Zihniyet ve yapılanma olarak demokratik ulus ve demokratik özerklik, mevcut ulus-devletleri de yıkıma götürmeden, dünya genelinde de yoğunca yaşandığı gibi yönetimleri paylaşarak bir arada yaşama imkânını sağlar. Bunun için gerekli olan demokratik anayasal rejimdir.
Kürtlerin amentüsü, ‘Bağımsız, Birleşik Kürdistan Cumhuriyeti’ne alternatif olarak, mevcut sınırlara dokunmayan, tersine bu sınırları Ortadoğu’nun Demokratik Ulusal Birliği’nin gerekçesi yapan ‘Demokratik Konfederal Kürdistan’dır. Bu model içinde birçok kültür ve halk grubu kendilerini federe birlikler halinde örgütleyebilir. Aynı yerelde, aynı kentte her türlü etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsî açıdan eşit, özgür ve demokratik gruplar barış içinde bir arada yaşayabilirler. Demokratik Konfederal Kürdistan kendi demokratik ulus modelini geliştirdikçe, her parçasının birlikte yaşadığı komşu toplumlarla da benzer birliklere rahatlıkla gidebilir. Benzer oluşumların Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de geliştiğini düşünürsek, belirtmeye çalıştığımız Demokratik Konfederal Kürdistan’ın Ortadoğu Demokratik Ulusal Birliği’nin çekirdeği olacağı açıktır. Her iki olgunun iç içe gerçekleşme şansı da vardır. Zaten Ortadoğu’nun tarihsel-toplumsal bütünlüğü de bunu gerektirir.
Buna karşı son zamanlarda ABD’nin gündemleştirmek istediği Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarı şansı pek yoktur. Zaten bu proje ulus-devletlere dayalıdır. Benzer birçok proje Ortadoğu’yu daha çok karışıklığa itmiştir. Son projenin yol açtığı durumlar da farklı olmamıştır. Ulus-devletçilik mantığı aşılmadıkça, hiçbir proje Ortadoğu’yu yaşadığı derin bunalımlar ve sorunlardan kurtaramaz, çatışmalar ve savaşlardan alıkoyamaz. Gerek var olan Arap Birliği gerekse İslâm Konferansı örgütleri aynı ulus-devlet mantığıyla sakatlanmış oldukları için, hiçbir sorunda çözümleyici rolleri olmamıştır. Mevcut zihniyet ve yapılanmalarını aşmadıkça çözüm şansları da olamaz. Ayrıca ABD ve yerel hegemon güç İsrail’e karşı gerek İran’ın gerekse Türkiye’nin Hizbullah ve El Kaide üzerinden yürüttükleri nüfuz savaşları, sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmekten başka bir rol oynayamaz. Pay koparma hesapları da her an ters tepebilir. Tüm bu eski ve yeni ulus-devlet oyunlarının Ortadoğu’yu getirdiği durum gözler önündedir. “Sorun çözüyoruz, sıfır sorun diplomasisi uyguluyoruz” adı altında, daha da büyümüş ve içinden çıkılmaz bir hal alan sorunlar yumağı haline getirilmiş Ortadoğu’nun bu durumu, bütün açıklığıyla sergilediğimiz gibi yapısaldır ve bu da ulus-devletçilikten kaynaklanmaktadır. Aynı açıklıkla belirttiğimiz gibi, demokratik modernitenin demokratik ulus zihniyeti ve demokratik özerklik yapılanması bu kaotik durumdan çıkışın en uygun eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik modelidir, yeni paradigmasıdır. Herkese, her topluma kalıcı barışın ve güvenliğin yolunu gösteren bir modeldir.
b- Demokratik komün ekonomisi kapitalizmin azami kâr eğiliminin işçi ve işsiz köleler haline getirdiği toplumun yeniden insanca yaşamını mümkün kılmanın çözüm yoludur. Tarih boyunca ekonomi her zaman komün ile gerçekleştirilen bir olgudur. Komünsüz ekonomi düşünülemez. Ekonomi kelimesinin kök anlamı bile ‘aile komünü yasası’ demektir. Yani bir komün olarak ailenin geçimlik işleridir. Toplumun varoluş tarzı hepten komün biçimindedir. Tarih bireyle başlayan bir ekonomiye tanıklık etmez. Özel ekonomi tarihin ve toplumun tanımadığı, en az ulus-devlet kadar kapitalizmin ürettiği bir canavardır. Özel ekonomi tarih boyunca hep ‘hırsızlıkla’ eş tutulmuş ve marjinal bırakılmıştır. Kapitalist modernitenin yükselişe geçişiyle birlikte yeni bir kategori olarak piyasaya çıkmıştır. Bir nevi sürekli yer altında kalmış bir farenin kedileşerek piyasalara dalmasına benzer. Tarihte özel ekonomi veya sermaye peşinde olanlar hep hırsız olarak yargılandıklarından kendilerini görünmez kılmışlardı. Yükselen kapitalist hegemonyayla birlikte piyasa üzerinde egemenlik kuran bu kedi-fareler insan toplumu için gerçekten felaket oldular.
Tarihçi Braudel’in çok yerinde bir tespitiyle, ekonomi olmayan kapitalizm piyasa üzerinde kâr amacıyla egemenlik kuran tekelciliktir. İster özel kişilerin ister devletin tekelleri olsun, ekonomi üzerinde tahakküm kuranlar, insanların yaşamsal ihtiyaçlarını temin etmek için belki de başvurdukları ilk örgütlenme olan komünü yıktıkları oranda hırsızlıklarını gerçekleştirdiklerinin bilincindeydiler. Özel veya devlet tekelciliği, komünal ekonomi üzerinde soygunculuk demektir. Kapitalist modernitenin kendini bin bir kılıkla maskeleyerek gerçekleştirdiği bu soygunculuk, komünün ve dolayısıyla toplumun temelinin çökertilmesi demektir. Tüm ekonomik krizler ve hastalıklar toplumun temeli olan komün ekonomisinin çözdürülmesi ve yıkılmasıyla başlar. Kapitalizmin tarihi komün ekonomisini yıkım tarihidir. Sonuç, tarihin en büyük toplumsal felaketlerinin yaşanmasıdır. Ekonomideki çözülüş ve yıkım tüm toplumsal alanın, ahlâkın ve siyasetin çözülüşü ve yıkılışının gerçek nedenidir. Ekonomik çözülüş toplumsal çözülüşün kendisidir. Bu durumda geriye işsiz, ahlâksız ve politikasız toplum artıkları kalır. Kapitalizmin özel ve devlet tekelciliği budur.
Tüm dünyada son dört yüzyılda, özellikle günümüz finans kapital çağında yaşanan ve zirve yapan yapısal bunalımın bir yılda dört yüz milyon işsiz doğurması bu nedenledir. Ortadoğu toplumundaki çözülüş daha da çarpıcıdır. Komünal yaşamın son elli yıldaki çözülüşü toplumun topyekûn işsizleşmesine yol açmıştır. Ortadoğu toplumu tarihin hiçbir döneminde bu denli çözülmedi. Kaldı ki, Ortadoğu toplumu komünal ekonomiyi hem ilk gerçekleştiren, hem de kapitalist hegemonik aşamaya kadar dünya çapında öncülük eden toplumdur. Günümüzde yaşadığı bunalım üç yüz bin yılı aşkın bir süreden beri aklıyla inşa ettiği komün yaşamının kaybıyla eşanlamlıdır. Topyekûn bir felaketi yaşaması bu tarihsel nedenledir. Yaşanan bunalımın sonuçları tarihte yaşanan hiçbir barbarlık felaketiyle karşılaştırılamaz. Çünkü barbar saldırılarında bile komünal yaşam hep esastı. Kimse ona dokunmayı aklına bile getirmezdi. Kapitalist barbarlık ilk defa en iblis mantığıyla komünü çözmeyi akıl etti ve başardı. Sonuç, son dört yüzyılın savaşları, sömürge talanları, toplumun klasik kölecilikten beter modern ücret köleliğine tabi tutulması ve daha da acımasız olanı işsizleştirilmesidir; ahlaki ve politik bütünlüğünü yitirmesidir; çevreyi tahrip etmesi ve biyolojik dünyanın dengesini yıkmasıdır; yerin altını boşaltması, üstünü kirletmesidir; iklim felaketleridir.
Açık ki, demokratik modernitenin komünal ekonomisi dışında herhangi bir yolla kapitalist modernitenin liberal ve devletçi ekonomik tahakkümünün sonuçları olan bu yıkımlarla baş etmek oldukça zordur. Komün ekonomisini yeni bir icat veya doktrin olarak düşünmemek gerekir. Komün ekonomisi yeni bir plan veya proje de değildir. İnsan toplumunun onsuz yaşayamayacağı bir varoluş tarzı olarak düşünmek veya hakikat olarak kavramak gerekir. Eğer toplum ayakta durmak ve varlığını sürdürmek istiyorsa, komün ekonomisini esas almak zorundadır. Zorundadır demek belki katı bir yasallığı içermektedir. Ama ekonomisiz yaşanamayacağına ve bu ekonomi de komünsüz gerçekleşemeyeceğine göre, buradaki zorunda olmak fiili yerindedir. Sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünyada toplumsal yaşamı sürdürmek istiyorsak, komün ekonomisini başat kılmak zorundayız. Başat diyorum, zira özel kapitalizmi ve devlet kapitalizmini bıçakla keser gibi bir tarafa atamayız. Eskiden olduğu gibi onu marjinal kılarak yaşatırken, komünü de başat kılmak durumundayız.
Ortadoğu toplumu Avrupa ve dünyanın diğer bölgelerinde olduğu kadar kapitalizmle barışık değildir. Onu özümsemiş olmaktan uzaktır. Dolayısıyla komünal kökenleri güçlüdür. Çağın bilim ve teknolojisiyle desteklenmiş demokratik modernitenin komünal ekonomik unsuru sadece kapitalizmin çürütücü, çözücü ve yıkıcı etkileriyle baş etmekle kalmaz; tüm toplumsal alanların yeniden inşasına güçlü bir temel sağlar. Fakat kapitalizm son yüzyılda insan bireylerini o denli aylak, işsiz ve anti-toplumsal yapmıştır ki, onları yeniden komünal ekonomik düzene kazandırmak gerçek bir sosyal devrim ister. Liberal bireycilik kanser kadar tehlikeli bir hastalıktır. Onu ancak özenle tedavi ettikçe komünal yaşama katabiliriz. Bunda zihniyet ve ahlaki eğitim büyük rol oynar. Fakat komünal ekonomiye giderken, bunun demokratik siyasetsiz inşa edilemeyeceğini bütün önemiyle kavramalı ve gereğini yerine getirmeliyiz. Ayrıca ahlaki boyut ihmale gelmez. Kısacası, komün ekonomisini yeniden inşa etmek sıkı bir ideolojik, politik ve ahlaki eğitim ister.
Komün ekonomisi derken, onu salt birkaç alanla ilgili olarak değil, tarımdan sanayiye, hizmetlerden bilime ve zanaatların her alanına ilişkin olarak düşünmeliyiz. Komün ekonomisi köyde olduğu kadar kentte de geliştirilmesi gereken bir sistemdir. Hatta kapitalist modernitenin yok ettiği köylü-tarım ekonomisiyle kanserleştirdiği kent ekonomisinin alternatifi olarak geliştirilmesi gereken köy-kent ekonomisi, esas olarak ancak komün ekonomisi etrafında inşa edilebilir. Çağdaş komün ekonomisi ağırlıklı olarak bir köy-kent ekonomisidir. Köy-kent ekonomisini yanlış kavramamak gerekir. Bu ne köyün şehirleştirilmesi ne de kentten köye dönüşüm demektir. Köy-kent ekonomisi komünal toplumun çağdaş ünitesi olarak kavranmak durumundadır. Tarihte hâkim eğilim elbette köy-kent karakterindedir. Köy ve kentin çarpık ayrışması kapitalist moderniteyle bağlantılıdır. Tarih boyunca başta Fırat, Dicle, Nil, İndus ve Pencab olmak üzere, nehir kıyılarında gerçekleştirilen ekonomilerin hepsi komünaldir. Zaten uygarlığı mümkün kılan da bu komünal ekonomilerdir. Kapitalizmin azami kâr eğilimiyle inşa ettiği barajlar politikası sadece bu nehirlere bağlı olarak kurulan köy ekonomilerini yıkmakla kalmadı; en verimli arazileri, bitki örtüsünü, hayvan türlerini, arkeolojik dünyanın en güzel eserlerini de yuttu. Toplumsal imhalar kadar ekolojik ve arkeolojik imhaları da gerçekleştirdi. Tüm bu yıkımların üstesinden ancak demokratik siyaset bağlantılı komün ekonomisi gelebilir.
Komün ekonomisine devrimci ideoloji ve politikalar tarafından çok az değinilmiştir. Özellikle reel sosyalizmin devlet kapitalizmini sosyalizmle özdeşleştirmesi büyük felaketlere yol açmış, sosyalizmi yozlaştırmak kadar komünal ekonomiyi de gerçek işlevinden yoksun bırakmıştır. Kolektivizm adına kapitalizme en büyük desteği devlet kapitalizmiyle sağlamıştır. Komün ekonomisinin özel ekonomi kadar devlet eliyle ekonomiyi, daha doğrusu ekonomik tahakkümü de reddetmesi gerekir. Özellikle devlet tekelciliğini komün kolektivizminin yozlaşması olarak değerlendirip her koşulda mücadele etmesi gerekir. Ayrıca şu hususları da iyi bilmek gerekir: Kapitalizm de günümüze doğru kendini aile şirketlerinden oluşan ve profesyonel CEO’larla yönetilen bir nevi kapitalist komünlere dönüştürme sürecindedir. Bu süreci her alanda yaşatmaya çalışmaktadır. Bunu liberal kapitalizmin önemli bir tuzağı olarak görmek gerekir. Kendini holding sistemi olarak komün tarzı kalıplara uyduran kapitalizm, en çok da bu biçimiyle komünal ekonominin ve toplumun düşmanıdır. Kapitalizm her ne kadar görünürde eski toplumsal biçimlenişleri aştığını iddia etse de, kendini bir kabile toplumu gibi örgütlemekten de geri kalmaz. Bir nevi modern kabilecilik ve klancılık yapar. Çünkü toplum esas olarak klan ve kabilenin, yani komünal toplum birimlerinin oluşturduğu temel üzerinde yükselir. Fakat kapitalist modernite kendini özünde temel toplumsal biçimlenişlerin inkârı üzerinde kurgulayıp gerçekleştirir. Gerçekleştirirken de eski kalıpları kendine uyarlamaktan geri kalmaz.
Ulus-devletçilik kapitalist tekellere göre şekillendiğinden, komün ekonomisini tanımak istemez. Daha doğrusu, o da tekelcilik gibi üzerinde egemenlik kurmak ister. Ulus-devletçilik Ortadoğu komünal yaşamını dağıtarak homojen toplumu gerçekleştirme ideasındadır. Komünal yaşamı, cemaat toplumunu kendi önünde engel olarak görür. Ulus-devletçiliğin ideal toplumu tüm tarihsel komün ve cemaat kimliğini yitirmiş, kimliksiz, kişiliksiz, karınca türü çalışan köle insan yığınıdır. Aslında toplum bu yığınlaşma temelinde bitirilmiştir. Nietzsche ve Foucault gibi filozoflar “Toplum veya insan modernite tarafından öldürüldü” derken bu gerçeği anlatmak isterler. Kişilikli, kimlikli ve komünlü toplumun çökertilmesiyle kişiliksiz ve kimliksiz bireylerden oluşan yığın toplumu kapitalist moderniteye özgüdür ve ulus-devletçiliğin yurttaş tipini oluşturur.
Demokratik modernitenin temelinde yer alan ve tarihsel nitelik taşıyan tüm gelenekler değerlidir. Bunların en başında gelen dayanışma komün ekonomileri temel birim rolünü oynar. Komün ekonomisi demokratik ulusun da temel birimidir. Nasıl ki ekonomik tahakküm tekelleri ulus-devletin temel ekonomik sömürü birimleriyse, komün ekonomik birimleri de demokratik ulusun temel ekonomik yaşam birimleridir. Demokratik ulus ve demokratik modernite komün ekonomisi üzerinde yükselir. Komün ekonomisinin içeriğini fazla açma gereği duymuyoruz. Bir aile komününden tutalım bir demokratik ulusa kadar, ihtiyaca göre nicelik olarak büyük ve nitelik olarak sayısız birim inşa edilebilir. İdeal tarım ve fabrika komünleri en başta gelenleridir. Ayrıca çok amaçlı kooperatif, ulaşım, sağlık ve eğitim komünleri de önde gelen komün tipleridir. Mühim olan önceden komünleri belirlemek değil, ihtiyaca ve işlevine göre komünal birimlerin her çeşidini uygun sayıda ve nitelikte inşa etmek, komünsüz hiçbir birey bırakmamaktır. Demokratik ulus tüm üyelerini komünlerde örgütleyen ve görevlendiren ulustur. Bu sistemde komünsüz birey mümkün olmadığı gibi, olduğunda da hastalanmış ve yozlaşmaya yatmış demektir. Demokratik ulus bireylerinin, özellikle onun inşacı kadrolarının temel görevi, tüm bireyleri mutlaka bir veya birkaç komünün aktif çalışanı yapmaktır.
Günümüz Ortadoğu toplumları yaşadıkları ağır bunalımdan ancak başta ekonomik komünler olmak üzere her alanda komünleşmeyi gerçekleştirdikleri oranda çıkış yapabilirler. Komünsüz çıkış olamaz. Tarihsel ve kültürel gelenekler ancak komünal yaşamla güncellikte yer tutup varlıklarını devam ettirebilirler. Gelenek taklit edilemez ama geleneğe dayanmadan da yaşanamaz. Ancak gelenek geleneğin inkârına ve taklidine dayanmayan güncel yaratıcı değerlerle beslendiğinde tarihsel-toplumsal yaşam hakiki anlamına kavuşur. Bunda ekonomik komünal gelenek başrolü oynar. Ekonomik komünler tüm ülkeler için gereklidir. İşsizliği ve toplumsal çözülüşü önlemenin yolu komünal çalışma dönemine geçiştir. Özellikle yenilenmiş komün zihniyeti ve örgütlenmesi temelinde tarıma ve köye dönüş en değerli DEVRİMCİ FAALİYETTİR. Gerçek devrimcilik, tarihsel varoluşumuzu gerçekleştiren komünal yaşamı, başta ekonomik alan olmak üzere tüm toplumsal alanlarda gerçekleştirmektir. Nasıl ki demokratik federalizm ve demokratik özerklik demokratik ulusun politik yaşam örgütlenmesi ve kurumlaşması ise, komünal ekonomik birlikler federasyonu da ekonomik yaşamın örgütlenmesi ve kurumsallaşmasıdır.
Komünal Ekonomik Birlikler Federasyonu yerel, ulusal ve bölgesel çapta Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’nin ekonomik temelini ifade eder. Hegemonik güç çekirdeği İsrail’in Kibbutz adlı ekonomik birimlerinin komünal ekonomiye oldukça benzeyen birimler olması, komünal ekonominin üstünlüğünü kanıtlar. İsrail’in ulus-devlet hegemonyacılığı aşılmak isteniyorsa, ekonomik alanda komünal ekonomiye geçişin dışında başka yol yoktur. Ayrıca dünya kapitalist hegemonyasından ve onun her türlü tekelci sömürüsünden kurtuluşun yolu da eşitliğin, özgürlüğün ve demokrasinin maddi temeli olan yeni komünal ekonomiyi gerçekleştirmekten geçer.
Kürdistan’da halen zorbela da olsa ayakta durmaya çalışan komünal ekonomik gelenekler, ulus-devletin toplumu çökertmesiyle oluşan işsiz yığınlar, düşük ücret köleliğinden ve ırgatçılıktan ötürü yaşamın anlamını ve onurunu yitirenler için yenilenmiş komünal ekonomik yaşam tek kurtuluş yoludur. Tarihin ve toplumun komünle oluştuğu topraklar günümüzde kapitalist moderniteye, onun ulus-devletçiliğine, endüstriyalist talanına ve azami kâr peşindeki yıkım faaliyetlerine karşı ancak demokratik modernitenin ve demokratik ulusun komünal ekonomisi ve ekolojik endüstrisiyle en büyük devrimlerini gerçekleştirebilir. Böylece eşit, özgür ve demokratik bir toplumda barış içinde, güvenlikli, onurlu ve güzel yaşanacak alanlar haline gelebilir.
c- Demokratik modernitenin üçüncü başta gelen çözüm unsuru, kapitalist endüstriyalizme karşı ekolojik endüstridir. Endüstriyalizm kapitalizmin azami kârı gerçekleştirmek için tekniği sınırsız kullanımı biçiminde tanımlanabilir. Azami kâr eğilimi nasıl devleti azami iktidar aracı olarak ulus-devlet biçiminde yeniden örgütlediyse, teknik donanımı da azami kâr amaçlı kullanmayı ifade eden endüstriyalizm biçiminde örgütledi. Endüstriyalizmin asıl tehlikesi, canlı ve duygulu bir dünyası olan toplumu mekanik aletler mezarlığına çevirmesi, toplumu robotlaştırmasıdır. Endüstriyalizme sınır konulmadan hiçbir toplum sağlıklı duygular dünyası halinde yaşamını sürdüremez. Toplumun makineleştirilmesi belli bir eşikten sonra toplumun yıkımına dönüşür. Kapitalizmin belki de savaştan daha tehlikeli olan yönü endüstriyalizmi azamileştirme eğiliminde olmasıdır. Daha şimdiden dünya doğal çevresinden kopuk kentlerin ve sanal aletlerin tutsağı haline gelmiş bulunmaktadır. Kentlerin kanser tarzı büyümesini mümkün kılan endüstriyalizmdir. Kentler canlı gezegenimizi yutan canavarlara dönüşmüşlerdir. Milyonluk, on milyonluk kentlerin hiçbir sosyal anlamı olmadığı ve bu tür kentlerin varlığı hiçbir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı halde halen kanser tarzı büyümeleri hastalıktan başka anlam taşımaz.
Buna bağlı olarak sadece yol açtıkları kazalarla ulaşım araçlarının ortaya çıkardığı ölüm olayları savaş bilançolarını çoktan aşmıştır. Yol açtıkları gürültü, hava kirliliği ve insan fiziğini dumura uğratmaları itibariyle ulaşımda kolaylık sağlayan araçlar olmaktan çoktan çıkmışlardır. Endüstriyalizmin diğer başta gelen alanlarından biri olarak sanal, görsel ve yazınsal iletişim araçları, hakikatle bağlarını kopardıkları insanlığı sanal bir dünyanın bağımlısı yapmışlardır. Toplumla hakikat temelinde bağlarını yitiren birey yığınları toplumun atomize olmasını ifade eder. Çözülmüş ve toplum olmaktan çıkmış yığınlar ve savaş araçları endüstrisi insanlığı tüm çevresiyle yutacak boyutları çoktan aşmıştır. Ancak çevresiyle var olabilen bir canlı olarak insan, diğer çok sayıda çevresel canlıyla birlikte -Bitkiler ve ormanlar da buna dahildir- endüstriyalizm tarafından ekolojik anlamda da yutulmaktadır. Şüphesiz bütün dünya için yıkım araçlarına dönüşen endüstriyalizm tekniklerine ve onu mümkün kılan kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin endüstriye yaklaşımı tamamen ekolojiktir. Ekolojik olmayan endüstri en az kapitalizm ve ulus-devlet kadar toplumu yıkım aracıdır. Demokratik modernitenin demokratik ulus ve komünal ekonomi unsurları pratikleşmek için elbette teknikten ve endüstriden yoksun kalamazlar. Tersine, bu modernite ve unsurları bilimin ve teknolojinin gelişimini ve endüstride kullanılmasını gerekli kılar. Endüstrinin toplum açısından asıl anlamı da burada ortaya çıkar. Endüstri bütünlük halinde toplumun varlığına, onun ahlaki ve politik yetkinliğine, demokratik ve ekonomik gelişimine katkıda bulunduğu oranda değerlidir. Şüphesiz katkı eşiğini belirlemek, ahlaki ve politik yönetimin başta gelen görevidir.
Ortadoğu toplumları kapitalizmin endüstriyalizmi tarafından henüz metropol ülkelerde olduğu kadar bir yıkımı yaşamıyorlarsa da, merkezî uygarlık sisteminin binlerce yıllık çevreyi tahrip etme özellikleri ve ondan önceki neolitik toplumun yol açtığı bazı olumsuzluklar nedeniyle bu yönde uzun süreli bir yıkıma maruz kalmışlardır. Beş bin yılı aşan süre merkezî uygarlığa beşiklik etmesi yıkımın ileri boyutlarda gerçekleşmesine yol açmıştır. Ormansızlaşma çoktan ve çok ileri boyutlarda gerçekleşmiştir. Bir dönem bitkilerin ve hayvanların cenneti olan bölge şimdi cehennemine dönüşmektedir. Bölge ekolojik yaşama en çok ihtiyaç duyulan bir konumdadır. Tümüyle ekolojik bir endüstri bölgeyi yeniden eski verimliliğine kavuşturabilir.
Toplumsal sorunların şöyle bir özelliği vardır: Nerede sorunlar ağırlaşmışsa, orada çözüm yolları da o kadar olgunlaşmış demektir. Çözümsüz sorun düşünülemez. Sorunların geliştiği mekân ve zaman koşulları çözüm koşullarını da beraberinde taşır. Dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu’da da ekolojik çözüm ilkesi en az siyasi devrimler kadar çözümleyici önem taşıyan bir konuma erişmiş bulunmaktadır. İsrail bu konuda da başarılı örnekler sunmaktadır. Bilim ve teknolojideki üstünlüğünü ekolojik endüstride kullanarak, çöllerde bile cennetimsi yaşam çevresini mümkün kılmaktadır. Tüm bölge ülkelerinde komün ekonomisiyle birlikte kullanılacak ekolojik endüstriler, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu özgür, eşit, demokratik ve sürdürülebilir inşasını yeniden mümkün kılacaktır. Endüstriyalizm yerine ekolojik kalkınma gerçek ve öncelikli ihtiyaçtır. Gelişmiş Avrupa ülkeleri ekolojik olmayan endüstrilerini ekolojik endüstriyle ikame ederken, onların otomobil, tekstil ve turizm tedarikçisi olmak toplumsal sorunları ancak ağırlaştırabilir. Kapitalizm bu yolla da insanlığı yıkım unsurlarını küreselleştirmektedir. Demokratik modernitenin teknik altyapısı ekolojik olmak durumundadır. Endüstriyalizme ve endüstri inkârcılığına kaçmadan geliştirilecek bir komünal ekolojik ekonomi, demokratik modernitenin ve demokratik ulusal yaşamın bütünleyici ve sağlam gerçekleştirici gücü olacaktır.
Kapitalizmin, ulus-devletçiliğin ve endüstriyalizmin en az geliştiği bir ülke olarak Kürdistan, bu konumunu ekolojik ve komünal ekonomik inşa için en iyi şekilde değerlendirebilecek durumdadır. Bu yöndeki geri konumunu avantaja dönüştürebilir. Tüm insan yığınlarını, işsizlerini ekolojik ve komünal ekonomide örgütleyerek, eskinin cennet ülkesini demokratik uygarlık yolunda demokratik ulus olarak yeniden inşa edebilir. Bunun için yeter ki özgür ülkede ve demokratik toplumda yaşamanın onuru ve aşkı olsun!
Önder APO
- Ayrıntılar
“Nasıl yaşamalı’dan “nasıl savaşım”a geçişi gerçekleştirdik. Özgürlük bir anlamda bu soruya cevap vermekten geçer. Öyle bir yaşam ki, içinde öz kimliğinle, öz iradenle sana şeref, onur getirebilmek kadar, maddi olarak da varlığını üretebilecek her koşuldan yoksun isen, o zaman bu nasıl bir yaşamdır diye adam akıllı düşüneceksin. Eğer kabul edilemez bir yaşam ise, peki bunu kabul edilebilir bir yaşama dönüştürebilmek için ne yapmak gerekiyor? Hemen işte orada devreye girecek olan nasıl mücadele, nasıl savaş sorusudur.
Bunun için de madem yaşamak istiyorsun, bütün insanlık yeteneklerini inceleyeceksin, kendinde eriteceksin, isyanın haline getireceksin ve böylece çare konusunda adımlar atacaksın. Bunun anlaşılmayacak hiç bir yönü yok. Burada belirleyici olan, kitaplarda savaş üzerine yazılan çok kapsamlı düşüncelerden ziyade, yaşadığın acımasız yaşam koşullarından yola çıkarak kendi yaşamsal sorunlarına cevap aramaktır.
İnsanoğlu teori geliştirir, fakat çoğunlukla bir doğmalar yığını halinde onun kolunu-kanadını bağlar. Öyle anlaşılıyor ki, sizi daha çok yaşadığınız gerçeklik temelinde yaşam sorunuyla karşı karşıya getirmek, kitaplardan daha fazla öğretici olacaktır. Dogmalar bizim toplumumuzda çok etkilidir ve esas görevi de saptırmadır, çarpıtmadır. Alışkanlıklar da aynı rolü oynar.
Burada yapabileceğimiz en önemli çalışma, gerek bu güncel düzenden kaynaklanan dogmalar, gerekse yüzyıllardan gelme dogmaları irade üzerinde etkili olmaktan çıkarmak ve canlı yaşamsal denilen yaşam sorunlarıyla kişiliklerinizi karşı karşıya getirmektir. Başka tür bu kadar yaşamdan uzaklaştırmış birimi, bireyi, onun toplumunu özgür iradeye, yaşama doğru çekmek pek mümkün gözükmüyor. O halde şu anda Kürdistan’da ve bu halk adına içinde adı, ünü, çabaları çok duyulan ve yol açtığı etkilerle, hatta savaş tarzıyla günlük olarak yaşamın ve savaşımın her türünü ortaya çıkarmaya çalışan bireyi tartışmak çok öğretici olacaktır. Yaşam tarzında kendini sorgulayan ve gerekirse en kapsamlı bir savaşa cesaret eden bir birey hiç şüphesiz her kitaptan daha okunmaya değer bir kitaptır. Veya tartışılmaya, sorgulanmaya, hesap sorulmaya, hesap verilmeye değer en canlı kaynaktır.
Yapmanız gereken, özgür bir yaklaşımla olup-biteni anlayabilmektir. Bir şeyi yapabilmek için anlayabilmek şarttır. Bu konuda kendinize verilmiş sözlerinize bağlı olmayı bilmeniz lazım. Hiçbir bireycilik, bencillik bundan daha değerli olamaz. Veya o bireyciliğin bile bir anlam ifade etmesi, bu bireyin değerlendirilmesinden geçer. Oldum olası biz kendimizi müthiş sorguladık ve sorgulamaya dönüştürdük. En büyük tutkularımızdan birisi, insanımızın dilini açmak, soru sordurmak ve ona cevap vermekti. Derler ki; “insan konuşan bir hayvandır” işte bu konuşma yeteneğini kaybedersek, demek ki insan olamayacağız. Ve düşmanın da yaptığı zaten bizi konuşan hayvan olmaktan çıkarıp konuşamaz, yani bayağı hayvan haline getirmekten ibarettir. Öncelikle bunu kırmaya çalıştık.
Büyük konuşma gücünü kazanmak, insan olmadaki ısrarı gösterir.
Papağanlar ancak sahiplerinin öğrettiği bir kaç kelimeyi tekrarlayabilirler. Düşmanın kendisi için öğrettiği kelimeleri biz konuşma olarak değerlendiremiyoruz. İnsan konuşması öz gerçeğini ifade etmeye dayanır. Bunu gerçekleştirmeye çalıştık. Ve bu da çok önemlidir.
Konuşma, savaşın başlangıcıdır. Konuşmasını bilmeyenler savaşmasını da bilmez.
Etkili bir hatip savaşın önemli bir doğurgaç kaynağıdır.
Nerede etkili hatipler varsa, orada kavgalar da vardır.
Suskunluk, dilsizlik ezop dili nerede gelişmişse, orada kavga durmuştur. Basit, düşkün seviyede bir yaşama herkes razı olmuştur. Boşuna Roma’nın etkili hatiplerinden bahsedilmez. Yine İslam’ın çıkış sürecindeki büyük hatiplerinden, hutbelerden boşuna bahsedilmez. Bakın, nerede büyük savaşlar verilmişse, orada çok büyük hatipler öncelleşmiştir, önceliği ifade etmiştir. Dillerine peseng çekilmiş olanların iradeleri de tutsak olmuştur. Dilleri karma karışık olan iradelerini de karmakarışık hale getirmişlerdir. Ve bu kişilerin mensup oldukları toplumlar, savaş gibi bir irade işini geliştiremezler.
Hatırlarımızdadır, biz ilk cümleleri başarılı söylediğimizde, kendi kendimize savaşı kazandık diyorduk. Savaş bizde de ilk önce sağlam kelimeleri söylemekle başladı. Hele kelimelerin bir de güzel anlamı oldu mu, dünyalar bizim olurdu. PKK savaşımı çarpıcı bir kaç sözle başladı. Ve tüm ortamları etkiledi. Günümüze doğru geldiğimizde kelimeler oldukça anlamlı bir savaşa dönüştü. Bu işin bir yönüdür. Başka yönleri de var. Öfkeler savaşı, kinler savaşı, sevgiler savaşı, arzular savaşı, güzellikler savaşı, hepsi kendi kulvarında anlamlıydı ve bizde sürekli gelişim gösterdi.
Hiç şüphesiz sizin halk olarak ve onun öncü gücü olarak en temel sorununuz, bu savaş boyutlarını kendinizde gerçekleştirmektir. Ona kendinizi yatırmayı bilmekten geçiyor. Konuşabilecek misiniz? Neyi, nasıl konuşacaksınız? Sorumluluğuna katlanacak mısınız? Gücünüz var mı? Sorgulamaya var mısınız? Tabii o polisteki kaba Türk sorgusundan bahsetmiyorum. Bu çok aşağılık bir şey sorgulamanın en aşağılık türü ve inkarıdır. İnsanı sorgulamak, eylemini sorgulamak, başarıyı sorgulamak, bundan bahsediyoruz.
Düşman boşuna dili yasaklamamış, yazıyı durdurmamış, hitabı kesmemiştir. Bunu başardı mı hayvandan daha beter bir kalabalık emrine hazır olur. Şaşılası bir şey sizin bu konularda kendinizi bu kadar etkisiz bırakmanızdır. Bu büyük desteğe rağmen, halen kendinizi bu kadar etkisiz bırakmanızı nasıl izah edeceksiniz? Büyük sorun! Bilimler çağı deniliyor, bilgi toplumu deniliyor ve korkunç bir bilinçsizliği bu kadar ısrarla yaşamayı nasıl izah edeceksiniz? Hem de en hayati konulardaki bilimi ihmal ederek yaşamaya nasıl cesaret ediyorsunuz?
Anlamaya çalışıyorum, yıllardır yaşama nasıl güç getirebildiniz? Sizi yaşatan değerler sizde nasıl kabul gördü? Öyle sanıyorum ki burada her şeyi kaybettiniz. Yaşanmayı mümkün kılmayacak değerleri kabul ettiniz. Sizi yaşatabileceğine kendinizi inandırdınız. Hatta hiç sorgulamadınız.
İslam’da haram-helal kavramı var, sanatta güzel-çirkin kavramı var. Bilimde doğru-yanlış kavramı var. Ahlakta iyi-kötü kavramları var. Siz bunların hiç birisini ayırt etme gereğini duymadınız. Ama bunlar çok temel kavramlardır. Ayırt etmediniz mi, insan olma, hele çağdaş toplulukların geldiği düzeyi yakalamak asla mümkün olamaz.
Tabii bilimi öğrenmemek, felsefeyi, hatta dini öğrenmemek de düşman gerçeğiyle bağlantılıdır. Düşmanı böyle acımasız olanın dini, bilimi, felsefesi olamaz. Dinsizdir, felsefesizdir, bilimsizdir. Ve çok açık anlaşılıyor ki, böyle olan bir topluluk da zor iflah olur. Ve bu topluluktan gelen bireyler de zor gelişir. Bu tehlikeyi biliyordum. Dinsiz, imansız olmamak bilimsiz, felsefemiz olmamak için inanılmaz çabalarımı hatırlıyorum. Biraz kavrayabilecek miyim, halen biraz kavradığımda yaşadığım olayları hatırladıkça, hep kenarından bir şeyler aldım diyordum. Hiç bir zaman kendimi ne dinden anlayan, ne felsefeden, ne bilimden anlayan birisi gibi görmedim. Haberim oldu o kadar. Din var, bilim var, felsefe var, bunlardan birazcık haberim oldu. Fakat özüne girişmedim. Bu konuda kendimi kesinlikle ileri düzeyde görmüyorum. Hatta sağlam kavradığımı bile hiç sanmıyorum. Aynı zamanda bu kadar zorda olan birisiyim. Ama sizin üzerinizde koyu bir cehalet var. Ben biraz fark ediyorum, aramızdaki fark da budur.
Siz korkunç bir cehaleti yaşam olarak sinenize oturttunuz. Ve yaşamaya cesaret etmekle büyük günah işlediniz. Hiç olmazsa yaşamı durdursaydınız, kendinizi kandırmasaydınız. Böyle acaba biraz tövbe etmeye, kendini ıslah etmeye niyetiniz var mı? Müslüman müminleri her gün boşuna “tövbe, ya Rabbi bizi affet” demezler. Onun bir nedeni vardır. Çünkü yaşam, giderek bizde affedilmez bir hal almıştır. Ve sembolik olarak ancak Allah’a yalvarışlarla idare edilir. Bir günah işlenmiştir. O, ne günahıdır? İşte bu söylediğim günahlardır. İnsanın mutlak ulaşması gereken din, felsefe, bilim ve onun doğurduğu pratik yaşam imkanlarından uzak olmaktır.
Günah böyle işlendi ve gırtlağımıza kadar bizi kirletti. Bunlar çok açık. Böyle yaşamaya, savaşmaya nasıl cesaret ediyorum? Biraz iddiam olduğu için ediyorum. Aslında bunu sorgulamak gerekiyor. Ben nasıl yaşamaya cesaret ettim? Daha doğrusu, yaşamın sizlerle farkını nasıl cesaretlice kendime biçtim? Ne zaman kritik anları yaşadım veya yaşamla savaş ne kadar iç içeydi bende? Gerçekten yaşayabildim mi, yaşamak için savaşı nasıl düşündüm, göze aldım? Ne zaman, nerede? Ve en önemlisi de, nasıl becerebildim? Ruh, yürek nasıl yeterli oldu? Neyle mümkün oldu? Bunları sorgulamamız gerekir. Sizin de bana biraz yardımınızın olması gerekiyor. Varsa gücünüz, dürüstçe, mümkünse biraz da mertçe, yiğitçe yardımcı olmalısınız.
PKK olayında da gerçekleşen budur. Şimdi dikkat çekici bir noktaya gelmişiz. Savaş sadece ulusal, sınıfsal değil, uluslararası bir boyuta da çıkıyor. Salt ideolojik değil, bütün eylemsel sahaları da kapsıyor. Buna şaşırmıyoruz, ama onun başarıyla yürütülmesi gereken önderlik, komuta sorunları vardır, taktik sorunları vardır. Savaş-yaşam bağlantısını doğru kurma sorunları vardır. Özellikle özel savaşıma karşı, devrimci savaşın yaratıcılığını yakalama sorunları vardır. Düz, kolay, yüzeysel bir mantıkla hiç ele alınamayacağını, yine zavallı, aciz bir iradeyle de sürdürülemeyeceğini anlama gereği vardır.
Bu konuda tutarlı, oldukça anlayış ve ciddiyete ihtiyaç vardır. Mevcut savaş olanakları her zamankinden daha fazla, hem bizi yaşatabilir, hem de istediğimiz kadar onu savaşla geliştirebiliriz. Bizlerin kendi kişiliğimizde size sunmak istediğimiz kabul edilebilir, anlamlı, adına özgür yaşam mı dersiniz, namuslu, onurlu yaşam mı dersiniz, ki mutlaka gereklidir, onun için ne kadar savaş gerekliyse, onun da bütün olanaklarını elinize, yetkinize vermek, bunu görüp değerlendirmek çağrısıdır. Bunun dışında hiç kimse yaşam sahtekarlıklarıyla kendisini aldatmamak kadar, ucuz savaşçılık yöntemleriyle kendi sonunu da getirmesin.
Sonuna kadar yaşamı bütün doğru yönleriyle, özgür ifadeleriyle ve gerçeğiyle kendimize yakıştırmak kadar, onun gerektiği kadar doğru savaşı, ilkede ve tüm araçlarında benimseyelim ki, bunları doğru birbirimizle kaynaştırıp verdiğimizde bu büyük çelişkilerimiz, hepimizi çok sıkan ve neredeyse nefes alamaz duruma getiren boğucu yaşam atmosferinden oldukça yüceltici, soylu, sonuna kadar güzelliklerle dolu yaşama, onun savaşımına ve zaferine geçelim.
Önder APO
28 Şubat 1996
- Ayrıntılar
En büyük devrim, yüzyıllardır bizi geri bırakan ve her tür düşmanlık karşısında sürekli yenilgiye götüren gerçekliklerimize kar-şı yürüttüğümüz savaşımdır. Çağla bağlantılı olarak en temel yanıl-gılı yaklaşımlarınızdan bir tanesi de devrimimizi diğer çağdaş devrimler gibi yapabileceğimize dair, gerek teorik ve gerekse benzer bir pratik çabaya kendimizi kaptırmamız, sonuç vermeyince de umut-suzlukla birlikte yozlaşıp, yenilgiye kendimizi mahkum etmemizdir. Bu kadarını bile fazla iddialı geliştirememiştik. Çünkü farkımız size hiçbir zaman diğer ülke devrimleri gibi, halk devrimleri gibi olacağımıza dair en ufacık bir umut vermiyordu. Dolayısıyla, cesaret bile edilmeden gerçeğimizden kaçmak ve artık onun şekillendirdiği ipe-sapa gelmez, dünyanın belki de en kandırmış, kendini yalana yatırmış, kitaplarda bile tarifi olmayan bir ulusal-toplumsal ve bireysel gerçeklik haline getirmemizdir. Şu çok kesin; Kürt olayında, gerçeğinde artık ciddi olmak, adamakıllı bu işe kendimizi vermek, bu tabii PKK'nin en hayati iddialarından bir tanesidir, temelidir belki de. Özgünlüğü buradadır. Çok az kimsenin, belki de hiçkimsenin cesaret etmediği bir savaş tarzına burada yüklenmek, bunun Önderlik savaşımının adıyız biraz. Yenilgi, askeri- siyasi boyutun çok ötesinde, özellikle toplumsal gerçekliğin neredeyse düşmanı için en uygun zemini teşkil etmesi, en rahat bir sömürgeciliğin yürütülüş çerçevesini oluşturması, bizi şimdi bu zemini yakalamaya, çözmeye götü-rüyor. Askeri, siyasi başarılardan bahsetmek için, belli ki bu bizde her kötülüğe, her olumsuzluğa, her kaybedişe götüren sosyal zeminle hesaplaşmak, gerekiyor. Zaten Önderlik çabalarımızın son yıllardaki yönelişi de buraya doğrudur. Dış cephelerle uğraşmayı ikinci plana bırakıyor veya daha doğrusu; bu iç çözümlenme düzeyini aşarak, dış cepheyi geliştirebileceğimizi ortaya koyuyor. Tabii ki sosyal olgunun bizde değil çözümlenmesi, kavranılması bile büyük yetenek ister. Başka uluslar belki de yüzyıllarca süren çabalarla bu sosyal gerçekliğini anlamış, kavramış, yasallaştırmış, siyasallaştırmış. Ve savunmasında, emperyalist yayılmasına da gidebilmişlerdir. Bizdeki olay; kavramaya bile kimsenin yaklaşmaması. Nesin? Kimden geliyorsun? Neyi temsil ediyorsun? Farkında olmak şurda kalsın, hep kaçılıyor. Kaç kurtul! Tabii, bunda düşman rolü belirleyicidir ama iliklerinize kadar işlemiştir. Ne kadar kendinden kaçarsan o kadar kurtulursun!? Halen hatırımdadır. Kendimi tanıyıp, öyle uçmaya hazırlandığımda veya gittiğim okula birlikte geleneksel yaşamdan kopup, pek kestirmediğim yeni yaşama başladığımda, bu sosyal engeli gördüm. Hep bana bir ayak bağı gibi gelirdi. "Ah! İşte aile şöyle olmasaydı. Ah! babam ve annem diğerlerinin anne ve babaları gibi olsaydı. Veya bu köylü olmasaydım. Ah! şu yerden olsaydım." Bunları engel gibi görüyordum, mühim olan burada o yaşta bile bu toplumsal zeminin ne kadar büyük bir engel teşkil ettiğidir.
Şimdi bizim devrimciliği, bu toplumsal engeli aşmaya bağla-mamız anlamlıdır. Kendi toplumsal zeminini aşamayanların ciddi bir askeri, siyasi sıçrama yapacağı kuşkuludur. Bu sosyal zeminin insanı olsa olsa düşmanın iyi bir askeri, patronun iyi bir işçisi, ağanın iyi bir ırgatı veya en tortu işlerdeki çalışanlardan ibaret olurdu. Nitekim bu sosyal zemin başka bir şey doğurmuyor. "En benim" diyen bile bir aşağılık işbirlikçidir. En haini, sözümona en beceriklisi oluyor. Bu ülke başka insan yetiştiremedi. Bu halkın bağrından başka tür, yaman adam çıkamadı. "En yiğidim" diyen, karının iyi bir kocasıdır veya kocanın iyi bir karısıdır. Bunun dışında bir sosyallik, onun ahlakına henüz tanık olamadık. Mesele ne sizin moralinizi bozmaktır, ne de si-zin bu bir bostan bekçisi gibi olan halinize onay vermektir. Mesele gerçeklere yüreklice yaklaşmaktır. Yaşayacaksak da bu temelde buna bir yeni başlangıç yaptırmaktır. Olmuyor. Benim kendi tecrübemden çıkarttığım bilinçle baktığımda olmuyor. Sizinle yaşam olmayacak, gelişmiyor. Bu anlamda bir devrimle karşı karşıyasınız. Ya bu içsel devrimi hakkıyla yaparak "ben varım" diyeceksiniz, ya da bu salapati yürüyüşünüze bir son vereceğiz. Bu da bir abartma değil. En benim diyenlerinize verilen her görev anlamını bulmamıştır, başarıya gitmemiştir. Tam tersine başarısızlığı için zemin olunmuştur. Biz bunu es geçemeyiz. Her göreve yüksek başarı şansımız yoksa o zaman niye kendimizi aldatalım? Niçin ateşten bir gömlek olan devrimci sürece girelim? Yazık değil mi? En azından bir vicdan muhasebesi yapın, bu ateşe niye giriyorsunuz? Devrimde mecburiyet olmaz. Dev-rim büyük bir gönüllülük olayıdır. Birbirlerine büyük güç verme ola-yıdır. Bütün pratiklerinize bakın, bunun tersi durum sözkonusudur. Güç verme olayı, gönül verme olayı neredeyse yitirilmiş veya gelişkin kullanılmamıştır.
İyi niyetlerden kuşku duyulamaz. Bayağı çaba harcamanızdan da kuşku duyulamaz ama bir şey var ki; siz bu işte rahat değilsiniz. Bu işe büyük yapışmamışsınız. Bu işi büyük bir kararlılıkla götüremiyorsunuz. Ama ben de söyleyeyim ki, böyle devrimcilik, particilik, orduculuk olmaz. Büyük bir feodal değer yargısı içinde veya çaresizlikten ötürü, "bir yerlere kadar varım" diyorsunuz. Bu yanlıştır, böyle var olma olmaz. En basit askeri konularda, yıllardır bu kararlı savaşıma rağmen bir başarılı taktik geliştirememişsiniz. Ve rahatlıkla yürütülebilecek bir örgüt çalışmasına doğru bir toplantıyla bile cevap verememişseniz, sizi ciddiye alamayız. Sizi gerçek bir adam, militan yerine koyamayız. Ne derseniz deyin, herşey bir aldatıcılıktan ibaret olacak. Ölemeyiz de. Bundan şu sonucu çıkartmayın: "Ben ölümüne girmedim mi?" Bu daha kötü, bu halinle senin ölümüne girmen, diriliğinden de beterdir. İstemiyoruz senin ölümünü. Ucuz savaşıp çok boş bir nedenle ölmek, bizde en az sahte yaşamak kadar suç teşkil ediyor. Ölümünüzle sadece, üzüntülerimizi artırıyorsunuz. Yaşamı-nızla nasıl ki zorluyorsanız, ölümünüzle daha fazla zorluyorsunuz. Bana kolay ölmeyen yoldaş lazım. Öyle kendini kolay ölüme ya-tırmış. Zaten hergün, herkes ölüyor bizde, en ucuzcasına. Kolay ölmemenin adı olacaksınız. Aynı zamanda kolay yaşayamamanın da adı olacaksınız. Bunları çözmeye çalışıyoruz. Ben çokça yapageldiğiniz gibi, kolay kendimi ikna etmek istemiyorum. Zaten kendimi kandıra kandıra zamanın büyük bir kısmını yitirdim. Şimdi daha derli toplu ve sonuç alıcı olmak istiyorum. Öfkeliyim, öyle bildiğiniz gibi değil. Mesele, kendimi idare etmek filan değil. Benim en büyük meselem, şu anda gerçekten kendimi aldatmamaktır. Şu anlamda aldatmamak: Fazla başarılı olmayan yaşam konusunda, fazla gelişkin olmayan savaş konusunda. Onun her türlü örgütsel aracı konusunda. Bizzat günlük pratiği konusunda tüm sorunum kendimi aldatmadan, mümkünse bazı gerçekçi adımlar atabilmektir. Bu benim için herşey. Ama bakın siz bir önyargıyla yıllarınızı kaybediyorsunuz, kaybettiriyorsunuz. Sırf doğru olup olmadığına bakmadan bir iddiacılığınız var. Veya bir kuruntunuz var, onun uğruna partiyi kurban ediyorsunuz. Yaşamınız belki de yüzde çok ağırlıklı bir bölüm olarak hatalarla, yanlışlıklarla, dolayısıyla başarısızlıklarla dolu. Onun büyük bir inatçısı gibi dayatırsanız, acaba sonuçlarını hesaplayabiliyor musunuz? Daha da kötüsü yaşama göz dikmiyorsunuz. Aslında benim si-ze, ne kadar yaşıyorsunuz veya ne kadar savaşıyorsunuzdan ziyade, bana öyle geliyor ki, yaşam konusunda büyük bir yanılgı var. Yaşa-mın içeriğine, nasılına ilişkin, bir yanılgı var. Yaşamın içeriğine, na-sılına ilişkin, bir karacahilsiniz veya çok kötü bir tutucusunuz. Ne güçlü hayalleriniz var? İşin tuhaf tarafı var olan da çok tehlikelı. Hayaller ki, gerçeklerini yerle bir ediyor. Ben bu hayali ne yapacağım? En önemlisi de hayalsizsiniz. Bunu bırakalım, hayaller o kadar sizi etkilemeyebilir. Neye tutkunuzun olduğu da belli değil. Tutkularınızı bir anketleme yoluyla ortaya çıkarsak; ya bir sigarayı çok seversiniz, ya uykuyu, ya hoşaf falan gibi yiyecekleri, yada serbest kaldığınızda tabii, çok rahat bir karı-kocayla yatmayı. Eminim ki, yani serbest kaldığınızda bu yönlü eğilimleriniz ağır basacaktır. Zaten bu noktada -bu islamın dün işte bir bayramı daha geride bırakıldı- Ramazan bayramı, onun öncesindeki üç aylık, bir aylık oruçlar. Sanırım Hz. Muhammed'in ilginç eylemlerinden veya aldığı tedbirlerinden bir tanesidir. Bir yandan diyor, "cennete gidersiniz şöyle bal, şerbet, hurilerle yaşarsınız. Bir yandan cehennem şöyle yakar. Diğer yandan aylarca yemeyeceksiniz, içmeyeceksiniz. Kafirin elindekini talan edeceksiniz." Bir yandan "nefsini terbiye edeceksin" diyor, bir yandan da "bilmem meleklerle, hurilerle şöyle yaşanılır" diyor. Hepsi çelişkili ama, ayaklandırmak için gerekiyor. Nefsi terbiye ediyor, arzuyu şiddetlendiriyor, yüceltiyor, ardından savaştırıyor. Döneme göre ideolojik faaliyet, döneme göre amaçlar meselesi oluyor. Sürüklüyor ve so-nuçta başarılı da kılıyor. Ama şu anda kim orucun bu anlamını bilebilir. Hz. Munammed'in ki hepsi sözde müslüman, ezan sesleri bol bol kulağımıza geliyor. Ama benim özde biraz yakaladığım bir şey varki; gerçi bu sosyalizmde de bu böyle oldu. Bir çok ideolojinin başına gelen budur. Tam tersi olabilmek. Ortada öyle müslüman filan yok. Müslümanlığın daha ilk evvelerden söylediği bu zındık, münafıklıkta gelişme vardır. Zaten islam dünyasının gerçeği de bunu açıklıkla gösteriyor. Ancak zındıklara, münafıklara has bir yaşam vardır. Geri, fitne-fesat dolu, sözde kafirlere karşı olmak kendileri açısından kafirlerden daha beterdir. Kafirlerin yaşamında bir gelişkinlik bulabilirsin ama müslümanın yaşamında bunu bulamazsın. Ortada müslüman yok derken, acaba sosyalist var mı? Çağdaş ideolojik akım olarak sosyalist nerede? İşte en benim diye geliştirilen Sovyetlerde şimdi en ayaklar altına alınan bir söylem olmuştur. Bir dönemlerin dünyayı titreten ideolojisi şimdi tukaka ediliyor. Onu da bırakalım şimdi kendi en basit insan olma "insan nasıl insan olur?" sorusuna cevap verelim. Eminim ki, zaten bu temel sorun olmasaydı, hiçbirimiz bir araya gelmezdik. Hata şurada oldu: İşte kendini erkenden iktidar sanma gibi, erkenden insan yerine koyma. Bu noktada benim bulabileceğim en temel silah; adam olmakta çok zorlandım. Hiç ayıbı yok. Siz ne kadar aman yaman olursanız olun. Belki tarihe de bir şeyler yapabilirsiniz. Ama ben halen kendimi ikna etmiş bir adam değilim. Her konuda, büyük bir sorun teşkil ediyorum. Doğru dürüst oturamıyorum, doğru dürüst bir masada dostlarla bile yemek yiyemem. Yerim de çok sıkılırım. İşte sizlerle de doğru dürüst rahat yaşayamıyorum. Yaşıyorum da, ama çok yoğun, şiddetli geçiyor, ra-hatlayamıyorum.
Kadınla mesela, tartışacağız daha fazla. Daha da, hiç rahat olamıyorum. Diyeceksiniz "Ya! hiçbir önder böyle olur mu?" Ger-çekliğe göre biraz böyle. Dedim ya kendimi aldatmamak benim için önemli. Yani olmamışsam, sahte görüntüyle neden, neyi kurtaracağım? Bizim toplumun tüm yaptığı, "adını Muhammed koy sanki Muhammed olurmuş" gibidir. Ad olarak varsınız, içerik olarak yok-sunuz -ki iyisi bunu tartışmalı hale getirmek: Adı olacağına biraz kendisi olsun. Düşünün kaç tanenizin adı "Aslan, Pılıng, "Kaplan." Ya soyadı ya adı öyledir. Ama ortada öyle tek bir aslan yok. Ne kadarınızın adı "Ayşe", "Fatma", "Zeynep" ama tarihteki, "Ayşe", "Fatma", "Zeynep"le ne kadar bağlantılı? Öyle olabilecek birisi yok. Sadece ismi var. Bizim toplum isim vermeye çok düşkündür. İsim verdimi sanki kendisi de olabilirmiş gibi. Şimdi bu devrimi de böyle yaptık. Sanki devrimin genel teorisini, işte sanki silahını ele almakla devrim yapacakmışız gibi kandırma. Ben şimdi burada daha ileri bir noktaya geldim. Düşman kendi mantığı içinde çok örgütlü, çok tanımlıyor kendini. Bizimkilerde ise tersi bir durum var. Zaten bu son dönem yoğunlaşması da bu tehlikeyi hiç olmazsa biraz asgari bir düzeye indirmek oluyor. Şimdiden bu halimle bile rahat olamıyorum, siz; "Ah işte devrim oluyor, gidiyor" diye kurulmuşsunuz her tarafa. Düşünün yani geldiğiniz yerlerdeki rahatlığınızı veya zavallığınızı, genel yaşam içindeki yerinizi, hiç yine abatmamıza gerek yok, üzülmenize de gerek yok. "Hakkımız gitti veya tam anlaşılamadık" demenize de gerek yok. Ortada çok önemli bir işimiz var. Kudretli birkaç görevlimiz var mı? İyi niyetli olarak, kolay "evet" deme anla-mında hemen hepiniz benden daha iyisiniz ama hakkını verebilecek, birileri varsa bütün gücümü, imkanımı ben ona verebilirim. Ne kadar yeteneklerim, etkim-yetkim varsa, hepsini devredebilirim. Gerçekten çalışabilecek bir adam var mı? Yok! Gidecek ağzına-gözüne bulaştıracak. O zaman teslim bayrağını çekelim mi? Bu işten vazgeçelim mi? Siz kendinizi bir şeylere o kadar kaptırmışsınız ki, açık söyleyeyim, ne sizin gibi yürürüm, ne sizin gibi cepheye giderim, ne sizin gibi konuşurum, ne sizin gibi toplantıya giderim. Hiçbirisi bana ciddi gelmiyor. Sadece kendinize yakıştırmışsınız. Ama bana göre doğrusu, yeterlisi yok mu? Var! Bunda büyük uğraşı, büyük anlayış, büyük sorgulama-hesaplama ile sonuca gidilebilinir. Şimdi siz buna gelmiyorsunuz. Bana göre Kürt tipi şu anda dünyanın en kaypak, en silik tipidir. Nedir o? Elini atarsın kaybolur, benim elimde şimdi durumunuz biraz buna benziyor. O 'Medüz' müdür, nedir? Sudaki bir şey var. Bakarsın, elini atarsın kayboldu. Elinin içine girmiştir, kaybolmuştur, özelliği öyle. Şimdi aynen -işte sudaki o deniz anası mı-dır; ona benziyor durum ve kuşattım, tuttum, avucuma aldım diyo-rum. Bir bakıyorum ki, kayboluyor. Veya elimde kalan bir bulantı. Şekillenmemiş bir kişilik, kolay yitiriliyor, kolay çözülüyor. Tabii düşüncesi dağıtılmışsa, yüreği yerle bir edilmişse öyle olacak. Bu aynı zamanda dağıtılan, çözülen toplumun gerçeğidir. Bu yaşınızda aslında bu anlamda bir yoğunlaşmaya kendinizi verebilirdiniz. Yani benden daha fazla işte "ben ülkede yaşadım" diyebilirsiniz. "Ben o topraklarsız olamam, özgürlüksüz olamam" diyebilirsiniz. Ama bana göre onun uğraşısı yok, onun uğraşısı tersinden. Hayal bile kılamayacak bu peşine koştuğunuz şeylerin. Burada işte kendinizi bir ciddiyete çekmeniz gerekiyor. Devrim böyle zoraki kişilikle yapılamaz. Ama böyle bazı imkanlar üzerine, hele kendini yatırarak hiç mi hiç olmaz. Hanginize bakıyorum, devrimin en etkili kişiliği haline getirsek, ikinci gün o devrimin başına gelmeyecek tehlike yoktur. Burada iyi niyetin çok ötesinde kişilikler kurulmamış, kişilikler örgütsüz, kişilikler her an, her türlü hatayı yapmaya açık. Benim tüm yapabildiğim "öyle olmayacağı kesin, hatalısındır" diyorum. Mümkün müdür gelişme, "biraz yürü." Ben başka bir şey yapamıyorum dikkat edilirse. Fazla komut verme, emir verme durumuna geçemiyorum. Çünkü öyle komuta altında çalışacak adam yok. Hanginize komutayı uygulatacağız, komuta olabilmek için o çapı yakalamak gerekiyor. Osmanlılara bakalım, Romalılara bakalım; bilmem islamın komutalarına bakalım, hepsinin de müthiş adamları var. Hatta Vietnam'a bakalım Ho Şi Minh'in Giyap için yarım sayfalık emirnamesi vardır. Adam girer Vietnam'a bir boydan diğer boya ve bildiğimiz gibi kısa sayabileceğimiz bir süre içinde dünyanın en gelişkin ordusu olan ABD ordusu ve işbirlikçilerin milyonları bulan ordularını başarısızlığa uğratabiliyor. Başlarken bildiğiniz gibi elinde fazla kuvvet yok. Derme çatma bir takımdır. Avantajları-dezavantajları vardır, ama mühim olan burada "kendini işe yatıran bir komutan çıktı." Bizim komutanlarımıza bakalım, -gerçekten sayı epey çoğalmış- fakat işin büyük inatçısı, kendini işin gereklerine veren bir adamımız yok. En yetkili kıldığımız bir bakıyorsun ki, bütün desteklerimize rağmen -ki, dünyada sanmıyorum kimse bu kadar desteklesin- ağır bir yenilgiye gitmemesi için hergün dört tarafına direk koyuyorum. Bir bu koltuğa, bir şu koltuğa çekiyorum ki ayakta kalsın adam yürütemiyor kendisini, yenilgiye gidiyor farkında değil. Sırf kolundan tutup geriye çekmezsem yüzüstü böyle devrilip gidecek. Burda tam bir Kürt uydurmasıyla karşı karşıyayız. Müthiş şu anda bir PKK uydurması veya PKK'nin ordu uydurması. İddialısı yok. Bazı arkadaşlarımız "Ya! PKK bize görevi verir mi, vermez mi?" diye üzüntü içinde. Bunlar bence tersini düşünmeliler. Görev alacak halleri yok. Keşke görev alabilselerdi, olağanüstü yetkilerle donatabilirim. Evet, var ben inkar etmiyorum ama, en değme adamlarımızın ülkedeki pratiklerine bak; bozguncu olmaktan öteye gidememişlerdir. Şimdi hiç olmazsa tekrar söyleyeceğim. Sizlerle aynı ciddiyetle tartışmaya devam edelim, ama bu sefer gerçekten anlamaya yanaşacak mısınız? Ordu işlerini, hele o tutuşan bazı arkadaşlarımız var, tutuşmanıza gerek yok biraz ciddiyete gelebilecek misiniz? Veya bu işe gerçekten biraz var mısınız? Tarihte neden bizim yaman, sağlam adamlarımız, emirlerimiz, sultanlarımız, krallarımız yok diye hep söylerim. Şimdi biz bıraktık, bunların artık çağı geçti. Militan diyoruz, maşallah komutanlığı da yakış-tırdık kendimize, büyük bir iş. Düşünün bu kadar komutan olacak ama bir takımı doğru işletecek gerçek bir komutan olmayacak. Şimdi bunu da bırakalım, askeri dersleri bırakalım. İşte neden büyük bir yurtsever olamadınız, neden büyük moral, neden büyük bir terbiye olamadınız, neden çok acılı bir sosyal gerçeğimiz var? Onun edebiyatına, onların acılarına, onların üzüntülerine neden sahip çıkama-dınız? Çirkinlikler vardı, neden çok tartışmadınız bunu? Neden birbirinize bağlı, güçlü iki yoldaş olamadınız? Bu sorular yakıcı. Bırakalım askeri-siyasi görev alan bir yoldaş olmayı, sosyal yaşam ölçülerinde bile neden birbirinize çok yüksek değer biçen bir yaklaşım sahibi olmadınız? Örneğin hepiniz sanırım benimle iyi bir yoldaş olmak istersiniz. Ben açıktır ki, bu halkın içinde en çok insan ilişkilerini geliştirilmesine kendini yatıran bir insanım. Ama böyle sonuna kadar dayanabileceğimiz bir yoldaşlık ilişkisi içinde fazla kimseyi göremiyorum. Kendimi çok mu beğeniyorum? Değil. Neredeyse hep-si yarım yamalak oluyor. Veya tam yeterince dayanmıyor. Ne kadar yazık, halbuki yüzyıllara sığmayacak ilişkileri yakalama dönemindeyiz. Üzüntüleriniz bir saman alevi gibi sönüyor. Sevincinize gelince, arzularınıza gelince onlar da saman alevi gibi sönmekten kurtu-lamıyor. Sürekli büyüyen kimin arzusu var? Benim en eski arkadaşlarım veya hepinizle beraber yani bütün ilişkilere, ilişkilenmeye çekmek, ilişkileri derinleştirmek için amansız gücümüzü ortaya koymamıza rağmen biran önce kurtulmak istiyorsunuz. Daha siz büyük ilişkinin anlamına ulaşmak şurda kalsın, kötü bir gelenek gibidir. Bir an önce "Ah kendimi yaşayayım" diye zamanı kolluyorsunuz. Eminim ki, yani belki savaşçı arkadaş olarak çok üzülebilirsiniz "vay bir değerdi gitti, kaybettik" diye acı içinde de kalabilirsiniz, ama çok üzülmenizde ben şunu görüyorum; "yaşayamama." Tabii acı, ama bir gerçek. Sıkıntılarınız yarın bir büyük ağlamaya dönüşürse kendi istediğiniz gibi yaşayamadığınız için ağlıyorsunuz. Bu da acı bir biçimi, ama bana göre gerçeğin ağırlıklı bir ifadesidir. Derinlik yok, burada büyüklüğe kendini yatırma gücü de yok. Siliklik, hayli bir gerilik oldukça egemen. Benim tüm yaptığım bunu biraz aşabilmek ve bu derin ilişkilere, derin acılara, derin sevgilere yol açabilmektir.
Parti Önderliği
11.02.1997
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Gerilla güçlerimizin gerçekleştirdiği eylemsellikler kapsamında;
- 8 Şubat günü saat 22.00'de bir Gerilla birimimiz; Batman askeri hava alanına yönelik roketlerle bir eylem gerçekleştirmiştir. Dört adet roketin isabet ettiği bu eylem sonrasında hava alanında yapılan çalışmalar durmuştur.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
T.C ordusunun hava saldırıları kapsamında;
- 9 Şubat günü TC ordusuna ait savaş uçakları saat 19.00 - 19.30 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesine bağlı Gundê Filleha alanını, Xınıre alanına bağlı Kanî Qirêj mıntıkasını, Garê alanına bağlı Kanîya Yekmalê, Gundê Yekmalê ve Deşta kafya mıntıkalarını, saat 13.00 - 14.00 arasında Avaşin alanına bağlı Dola Quşxanê ve Petrot köyü çevresini bombalamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Kürdistan’da halkımıza karşı yürütülen katliam saldırılarına karşı misilleme amaçlı bir gerilla birimimiz tarafından eylem düzenlenmiştir;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Gerçekleştirilen hava saldırıları;
- 5 Şubat günü saat 12.30 - 13.00 arasında TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesine bağlı Şikefta Birîndara alanını, saat 20.00 - 20.30 arasında Garê alanına bağlı Mam Hesen köyü ve Deşta Kafya mıntıkasını bombalamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Türk devleti tarafından Medya Savunma alanları başta olmak üzere sınır hatlarında yoğunca yapılan saldırılar devam etmiştir. Güçlerimizin bulunmadığı alanlarında hedeflendiği bu saldırıların detayları şöyledir;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Kirli ve sinsi bir savaşta ustalaşan ve sınır tanımayan Türk devleti, Medya Savunma alanlarımıza bağlı birçok alana bombardıman düzenleyerek sonuç almaya çalışmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 31 Ocak günü saat 16.30 - 17.00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Metina alanı sınır hattında bulunan Elemun karakolu; Zendura tepesi ve çevresini, saat 11.30 - 12.30 arasında Heftanin alanı sınır hattında bulunan Sinek ve Yekmal karakolları çevresindeki alanları obüs ve havanlarla bombalamıştır.
- Ayrıntılar