Halkımıza ve Kamuoyuna!
Kuzey Kürdistan’da Önderliğimizin ve hareketimizin adım adım geliştirerek sürdürdüğü özgür - demokratik mücadele süreci stratejik bir değer taşımaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Mart günü saat 00:00 - 05:00 ve 30 Mart günü saat 08:30 - 09:00 arasında Medya Savunma alanlarımızdan Kandil alanı sınır hattında bulunan İran karakolları Dola Kokê alanına yönelik obüs ve havanlarla bir bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Şengal’de sürdürülen direniş kapsamında 29 Mart günü saat 18.30 da Suka Jer mahallesi çevresinde Gerillalarımız tarafından bir suikast eylemi gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şengal'de sürdürülen direniş kapsamında;
1. 28 Mart günü saat 10.00 ile 11.00 arası Şehit Erdal tepesi civarında bulunan çeteler yönelik gerilla güçlerimiz bir eylem gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Halk Savunma Merkez Karargah Komutanlığımız son günlerde artarak devam eden bilinçli ve kasıtlı olarak geliştirilen askeri saldırılara ilişkin bir açıklama yapılmıştı.
- Ayrıntılar
DAİŞ Ortadoğu’da halklara karşı kullanılmaya devam ediliyor. Öyle ki tam bir yıkım gücü olarak nerede ortaya çıkmışsa orada, tam felaketle sonuçlanan neticelere yola açıyor. Yine insanlık değerlerinin hiç birini dikkate almayan, ezip geçen, çiğneyen bir vurucu güç olarakta da ileri düzeyde rol aldığı da her geçen gün daha iyi görülüyor.
Çok önceleri yazılarımızda Kemik Kırma Hareketi olarak DAİŞ’i nitelemiş olmamız doğrulanıyor. Ortadoğu’da emperyal blokun gerçekleştirmek istediği planlar yürümeyince, devreye herkesi hizaya getirecek bir gücü suni bir şekilde oluşturma ihtiyacı doğmuştu. Ve bu gücü oluşturdular.
Dikkat edelim; bu güçle Irak’ı dizayn ettiler, İran’ı dizayn ettiler, KDP’yi dizayn ettiler, Suriye’yi dizayn ettiler, Türkiye’yi daha doğrusu AKP’yi dizayn ettiler. Ve tabii bunları yaparken Kürdistan Özgürlük hareketini es geçmek istemezlerdi. Ve Kürdistan Özgürlük Hareketini dizayn etmek için de kaç zamandır, dört yandan DAİŞ çetelerini özgürlük hareketine ve özgürlüğü için ölümüne mücadele eden Kürt ve Kürdistanlı halkların üstüne saldırtıyorlar.
Ortadoğu’nun bu puslu havasında en çok yararlanan, ya da yarar sağlayan gücü hangi güçtür diye soracak olursak, vereceğimiz cevap kesinlikle emperyal güçler olacaktır.
Dikkat edelim; Irak kaybediyor, İran kaybediyor, KDP kaybediyor, Suriye kaybediyor, Türkiye kaybediyor, özgürlükçü Kürtler ise binlerce gencini kaybediyor.
Ya kim kazanıyor? Emperyal güçlerin neredeyse tümü ama en çokta İsrail devleti ya da Siyonizm demek daha yerinde olabilir.
Siyonizm özü itibariyle, kendisine karşı yürütülen savaşı başkalarının topraklarında, başkalarının eliyle yürütme ideolojisi ve siyasetidir. Başka meşhur bir deyişle; İsrail’in savaş tarzı tam bir Vekalet Savaşıdır. Kendi savaşını başkalarına havale ederek, kendi topraklarında yürütülen savaşı ötelemektir. Siyonizm bunun için oldukça kirli bir ideolojidir. Son tahlilde Siyonizm’in Yahudilikle de alakası yoktur, olamaz da.
Siyonizm’in diğer bir marifeti ise Ortadoğu’da herkesin herkesle savaştırılmasıdır. Aynen bugünlerde gündemde olan savaşlar gibi, herkesin herkese karşı savaştırılması gibi.
Ortadoğu tam bir kan deryası. Bu kan deryasında kim kazançlıdır. Silahlarının satımı için öncelikli olarak silah satan İsrail ve de Batı Devletlerinin silah satan Bekoyu Avanları. Almanya gibi, Fransa gibi, Çekoslovakya gibi derken ne kadar böyle ülke varsa, bunların tümü gibi.
Yine dikkat edersek, Ortadoğu’da halklara yaşatılan kan deryasında halklar kırdırtılırken, emperyal güçler kazanmaktadır. Denilecek ki ama bakın günlük olarak DAİŞ’e bombalar yağdırılıyor?
DAİŞ’e bombaların yağdırıldığı doğrudur. Peki, bu insanlık dışı güce silahlar nereden geliyor? Deniliyor ki bir ara Musul’a saldırmışlardı orada almışlar. Yine Suriye’nin-örneğin Rakka gibi-bazı kentlerini ele geçirdiklerinde edinmişlerdir.
Söylenenler doğru olmasına doğrudur da, nasıl oluyor ki Kobanê’de 12 bine yakın ölü bırakan bir DAİŞ, yeniden Cizre Kantonu’na saldırabiliyor? Tikrit’te darbe yiyor, Şengal’de darbe yiyor? Kobanê’de darbe yiyor? Darbelerken binlerce ölü bırakıyor. Yaralı veriyor.
Peki, nasıl oluyor da buna rağmen Rojava’da cephe üzerine cephe açabiliyor?
Bir de; bu güce katılanlar nerede kimlerin eliyle gelmektedir? Terörist olarak görülen bir güce yurt dışında gelişler o kadar kolay mı olur? Tamam, Araplar içerisinde katılanlar var. Suriye ve Irak, hatta Türkiye’de de katılanlar var. Bunlar doğru. Ancak Batı Kapitalist devletlerinin kimi istihbarat örgütlerinin eliyle DAİŞ’e nasıl teslim edildiklerini ise her geçen gün, daha iyi görüyor dünya.
İşte bunun cevabı Provokasyon ve Yıkım Örgütü olarak oluşturulmuş olan DAİŞ çete örgütüyle bağlantılıdır. DAİŞ’e diyorlar ki Kürtleri vurun, Kürtlere diyorlar ki DAİŞ’i karşı direnin. Ve hatta Kürtlere DAİŞ faşizmine karşı büyük direndiklerini de özenle dile getirerek, tahrik ediyorlar.
Burada da dikkat edersek kazanan kesinlikle İsrail’dir. DAİŞ ölse de İsrail kazanıyor, DAİŞ kazansa da kazanan yine İsrail’dir. Sistem ya da oyun öyle tasarlanmış ki, her hâlükârda İsrail kazanıyor.
Tuhaf gelebilir ama DAİŞ Ortadoğu halklarının başına musallat olarak piyasaya sürülürken, halklar kaybediyor. Direnenlerde kan kaybediyor, direnmeyenler zaten teslim alınıyor.
Provokasyon gücü dememizin nedeni bu ikilemdir. Ortadoğu’daki çelişkileri kendi lehlerine çevirmek için gerçekten de halkların başına büyük bir bela olan bir yıkım gücüne ihtiyaç vardı. Ve bu büyük yıkım gücü bugün –belirttiğimiz gibi-Ortadoğu’da rolünü oynuyor.
Unutmayalım; işte bu büyük yıkım ve provokasyon gücü DAİŞ ve onları maşa gibi kullanan İsrail -başta olmak üzere -emperyal güçler durdurulamaz ise tarihte bugüne süzülüp gelen insanlık değerleri ayakaltına alınmaya devam edeceği gibi, birileri de bu yıkıma uğrayacak olan kültürün yerine kendi kültürünü ekmeye çalışacağını bilmekten yarar vardır.
Kendi öz kültürümüzü çiğnetmemek için, kendi toplumsal varlığımızı savunmaya almak için erkenden pratik tedbirler almak her yurtseverin, devrimcinin temel görevi olmalıdır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Enternasyonal kişi kendi ulusal sınırlarını aşan yani uluslararasılaşan ya da ulusları kendi bağrına alarak ulusüstüleşen kişi demek oluyor.
İnsanlık tarihinde enternasyonal kişiliklere çok rastlarız. En çok bilinen bir olay Spartakistlerin direnişine çok sayıda farklı halktan direnişçinin katılmasıdır. Hiç şüphe yok ki; enternasyonal duruşu Spartakistlerin direnişi öncesine de götürebiliriz.
Ve tabi geçen yüz yılda da enternasyonal kişiliklerin ileri düzeyde katıldıkları direnişler olmuştur. En bileni İspanya İç Savaşı’ydı. Bu direnişe dünyanın dört bir yanında solcular, sosyalistler, anarşistler akarak Franco faşizmine karşı durmuşlardır. Ve tabi yine Yunanistan’da da Alman faşizmine karşı verilen direniş mücadelesinde de benzer sahnelere rastlıyoruz.
Daha yakın tarihte ise insanlığın yüreğine taht kurmuş olan Che Guavera’yı biliyoruz. Bir Arjantinli olarak yola koyulan Che, Venezüella’da sosyalist öğretiyi öğrenir, 1953 yılında Küba Devrimi’ne katılır, ardından ise önce Kongo ve Afrika ve 1967 yılında ise Bolivya’ya doğru yola koyularak, şahadetine kadar bu enternasyonal duruşunu sergiler.
Che’nin: “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi!” sözleri halan kulaklarımızda yankılanmasının bir nedeni, Che’nin enternasyonal duruşu olduğu açıktır. Ve tabi aynı zamanda Vietnam için sarf ettiği şu sözlerdir: “Bugün dünyanın tüm ilerici güçlerinin Vietnam halkıyla dayanışması, Roma arenalarındaki gladyatörleri alkışlayan pleblerin acı ironisine benzemektedir. Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır. Vietnam halkının yalnızlığını tahlil ederken, insanlığın bu mantık dışı anında zangır zangır titriyoruz.”
Bu sözleriyle Che tüm insanlığın sadece “Vietnam haklıdır, desteklemeliyiz, yardım etmeliyiz” dememiştir. Daha da ileriye götürerek, Vietnam’da olup bitenleri kendisine yapıldığını yaşayarak, hissederek, Vietnamlıların yanında mücadele etmeye davet etmiştir.
Che’nin çocuklarına bir nevi vasiyet olarak bıraktığı mektubunda ise: “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” sözleri onun enternasyonal olmanın derin duygularını bizlere daha iyi göstermektedir.
Evet, enternasyonal kişi her şeyden önce: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinin en derin yerinde hissedebilin” kişidir.
Ve bugün 21. Yüz yılının başında uluslararası faşizan güçlerin Ortadoğu’yu kavurdukları bir tarihi an’da, Rojava Kürdistan’ında yeniden bir enternasyonal direniş kültürü yeşeriyor. Ve bu direniş kültürüne Ortadoğu’da halkların kıyımını hedefleyen faşizan DAİŞ güçlerine karşı Kürtlerin direniş cephesine ilk elden katılan büyük enternasyonalistler Türkiye ve Arap halklarının genç evlatları olmuşlardır. Ve tabi kendi topraklarını savunan Asuriler, Ermeniler, Çeçenler derken birçok farklı halktaki genç insanlar olmuşlardır.
Rojava Devrimi’ni dünyanın dört bir yanına taşıyan Kobanê direnişiyle ise bu enternasyonal akış birçok farklı halktan insanın akmasıyla daha da büyük bir anlam kazanmıştır.
Örneğin; Kobanê direnişine Amerikalı gençler başta olmak üzere, Almanlar, İngilizler, Fransızlar derken böyle birçok halkın evladı, aynen İspanya İç Savaşı’nda oluşturulan Uluslararası Tugaylar misali enternasyonal katılımlar akmıştır. Kobanê direnişi derken tüm Rojava Devrimi’ne akış her geçen gün de artmaktadır.
Evet, Rojava Devrimi adım adım Uluslararası Tugaylara doğru gitmektedir. Enternasyonal ruh Kobanê başta olmak üzere tüm Rojava Devrimi’ne yayılırken, hem katılımları hem de faşizme karşı gösterdikleri direniş ruhlarıyla da Kurdistan toprağına düşen çok sayıda Enternasyonal Ruh, dünyada yeni bir enternasyonlizm dalgasına yol açacakları kesindir.
İngiliz olan; Kemal yani Erık Konstandıno Scurfıeld, Avustralyalı Bagok Serhet-Ash Johnston; Alman-Afrikalı olan Avaşin Tekoşin Güneş-İvana Hoffman, Türkiyeli devrimciler Sarya Eylem Deniz-Sibel Bulut, Paramaz Kızılbaş- Süphi Necat Ağırnaslı, Serkan Tosun ve böyle toprağa tüm halkların özlemleri için düşen nice genç enternasyonalistler…
Başka diyarlarda Kürdistan’a gelip mücadele eden onlarca enternasyonal devrimcinin yanı sıra, bizatihi bu topraklarının farklı halklarında olan insanlar…
Ve de Kürdistan dağlarında yönlerini Rojava Devrimi’ne döndüren nice gerilla savaşçılar…
Evet, bugün Rojava’da yeni bir dalga gelişiyor ve bu dalga -aynen zamanının Franco faşizmine karşı direnen ve karşı koyan Uluslararası Tugaylar gibi-gün gün gelişiyor ve genişliyor. Bu gelişmenin altında yatan temel neden her devrimcinin yüreğinde taşıdığı insanlık sevgisi, adaleti olduğu kesindir. Bu sevgiyi en derinden yaşayan Türkiye Devrimci örgütlerinden olan MLKP başta olmak üzere birçok devrimci örgüt bu ruhu daha da gürbüzleştiriyor. Bu sevginin ve özlemin Che’nin ta yıllar önce söylediği gibi: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin” duygular ve bilinçten kaynaklandığı da kesindir. Ve bunun ise çok büyük ve derin bir enternasyonalist ruh olduğu kesindir.
Evet, yeniden yeşeren Enternasyonal Ruh’a denk bir şekilde yönümüzü yüz yılımızın enternasyonal mabedi olan Rojava Devrimi’ne çevirirken, Ortadoğu’da halkların gelecek özgür yarınları için canlarını Kürdistan toprağına akıtan tüm devrimcilerin önünde saygılıyla eğiliyor ve onların takipçileri olmaya çağırıyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Söyledikleri kadar varsın. Bu Sırat değil, seni onlara, onları sana bağlayan söz köprüsüdür. Senin için seni söyledikleri yüzüne en az iki yürekten kan dolmuyorsa yıllar cam ayazlarına konuşur. Kendi çizgileriyle oynarken uçarıdır, sert gece ayazının yalnızın ölümüne güzellemesi kadar hazin. Başladığı yere dönen delişmen dere, her akış biraz da aklın zorudur. İnadın bir nedeni var; sabırsız yara kabuğu gibi kıyısını aşındırırken tanımamak aksini. Aynasına küskündür acı su. Aç gönlünü artık gece bilgisine, çürümeden önce olgunluk gelir.
Ellerine dokunur gibi yap. Sevgiyle öptüğün yüreği yıkar gibi. Bir eşyasını al birinden ve kullanırken kendini oyna. Tuzdan deniz süz, kendini senin olmayanı yitirme korkusundan. Sormadan bulamazsan yalanı, gül aldanışlarını unut. Zar ağlasın, erisin arı kanatların. Zakkum düşlerine konuk altıgen uçuşlara deli bal erisin. Gizli hatıralara gülümseme beyazı jestler çiz, yeşil göllerde yel dokunuşları silsin yanlışları. Al, kar harfleri damıtılmış yalnızlığın, emzirdiğin çoğunluğun zehirli tadından bir damla. Evleriyle hüznü de boşalmış yasak mıntıkalar dışında bulamayacağın tasvirler. Birbirinden unutkan renklerde geçirgen gövdenin bize uzak ışığı sorgusunu bul.
Ve su, bir tek şimdi varız, sen bizden önce ve bizden sonra. Seni tanrı gönderdi, kovduğu bizim gibi, cennetinden kovduklarının yanına. İhtimalin sonu kapıdaki yüzler, bir aşiret deneyi, suskunluğunun demlendiği izbe bataklık. İçeri girmek için birer bahane unutman gereken. En güzel bahane kapı önlerinde bulunur, çitte savurgan, kirpiğin sıkı naz geceleri. Kaç yıkamada aklanacak eski giysilerin yaması, kaç Elvan gül solunca belleğinde, can özgesi yansıdıkça paslı kılıçlarda sen temiz türbelere mi akacaksın? Toprağa gömük uğultu katliam, içe dönük her söz sesini aramaktır, figan buluşamadığınız pişmanlık, pişmanlıkla başlayan bir başka buluşma. Yalnız kendini ağlatmaksa yine de marifet. Kalıntı sözcüklerdir bizi, seni yürüten, başkasının kolları gibi düğümlü ağaçlar arasında, arasında sanki gerçeğin iki hayalinin, her birimizi ayrı yöne çeken gölgelerin bıraktığı buluşmaya istekli tek sıra sözcükler, sıra bozan sevimli, birkaç adım ötede ilerleyen söz demek buluşma;
Bitince solgun günler, dudaklarımızdaki başkasının sessizliği, ayıp, zulüm, suç gibi eksiksiz bu düşüş ve üç dört gün daha…
Kıyıda bir gölge sana bakacak, geçip giden bulutlardan kalan sözcüklerle
SÖZ KIZILDERE SÖZÜ!
“Ölmesen yenileri doğmazdı. Annem abimin kulağına küpe fısıldamazdı adını.” Bu, bundan on iki yıl önce bir duvar gazetesine Mahir Çayan’a ilişkin yazdığım yazıdan bir tümceydi. Yazıdan hatırımda kalan bir başka ayrıntı Mahir Çayan’ı bir otobüste Samsun’dan Ankara’ya doğru üniversite okumaya giden bir gencin uzak aklına ulaşarak betimlemeye çalışmamdır. İmgelemim onun kafasını bir otobüs camında tersine akan ağaçlıklar içinde bırakmadığı kendi yansımasıyla bir arada buluvermişti. Onun hayaline doğru utana sıkıla yol alırken şöyle demiş olabilirim: “Yansımada ne bulmuştu? Merak daha dayanılır bir işkence yolu muydu düş söktüren bilmenin gölgesinin yanında? Bir kez bildikten sonra düşüncesiz durmaya hangi yürek dayanırdı?”
Şimdi yansımanın gözündeki Mahir Çayan’ı görmeye çalışıyorum. Üç görüntü ediyor hesaplarıma göre…
Anımsayabildiğim en eski zamandan birkaç yıl sonrası seksenlerin başına denk düşerken ben bir ilkokul öğrencisiydim. Tipik cennet bir köy yerinde en ayırt edici olay köyümüzü ortasından ayıran dereydi. Derenin özel bir adı yoktu; adı Dere idi. Dere denmesi en çok da kaynağın olduğu yere yakışıyordu. Ovada adını yadsıyan dere, aşağıdan yukarıya doğru dağ uçurumuna yaslı ve şaşılası ada dayalı Dere’ye dönüşüyordu. En az dere olduğu yerde. Bu ad sıra dışı bir yanının olmamasından da ileri gelebilirdi. Munzur dağlarından doğan tüm dereler gibi yeni silinmiş akvaryum camı görünümü ve eşsiz alabalıklar. Adı gibi katışıksız, soğuk suyunun ona armağanıydı. Başka herhangi bir takı, sıfat bulandırır endişesi. Yatağında özgür akmak böyle mi olurdu? Onu oluşturan bölümlerin birer adı vardı, ola ki bu adların toplamına eşitlenmekti Dere. Köy yerinde bir yatakta akan bir şeyi toplamak için kaynağa inilirdi. Buna yağmur duası da denebilirdi.
Dere dağdan kopardığı çağıltısı, köpükler oluşturan minik çavlanlarıyla aşağıya ilerlediğinde sola doğru bir rota izler ve Fırat’a karışırdı. Benim solum iyimser. Doğaya bağımlı köy halkının, solcu diye bilinen oluşumlara yakın durmasında o derenin de payı olduğu yönündeki kuşkularımda gram deseniz gerileme yoktur. Düşünceme göre Mahir Çayan otobüste başını sola devirmiştir, sonra yansımasının sağa yattığını görünce gözlerini kapamıştır.
Anneme dönmek istiyorum. Annem kendisinin başka bir ad verdiği abime üç veya dört kez kesintisiz olarak Mahir derdi. Belki abimi biraz erken doğurmuş olmasının açığını böyle kapatıyordu. Abim, Çayan’ın ölümünden sonra doğsa bir şey değişir miydi? Bence güzel gelen aynı adı vermek değil, onu ara sıra hatırlamaktı, oğul söz konusuysa bu bir anne için her an demekti. Ardı ardına aynı tonda, bir sonrakini gücendirmeden çıkan “Mahir, Mahir, Mahir!” dizisi küçük camlara vuran yağmur sesi gibiydi. Ya “Mahir Çayaaan!” diye noktalanan sevgi seline ne demeli... Ben gücendim mi camdan sessiz akan damla gibi? Mahir adının kutsandığını o günlerde anlamıştım bizim evde, abimde cisimleştiğini, kanımca buna itirazım olmadı. Bu adın abimde anımsanmasının fonetik bir karşılığının olduğunun da bilincindeydim, başka nedenlerin de. Abimle yarışmak gibi bir derdim yoktu. Tek sorun benim adımın fonetik olarak karşılık bulduğu bir kahraman adının hazırda bulunmayışıydı. Sadece o olsa hadi neyse… Besbelli bu kahramanlar nasıl yapmışlarsa, söylemin hangi inceliğini, sivri ucunu bulmuşlarsa bu uzak köye ulaşmışlardı. Ve ben onların adlarına bile uzaktım. Bunun üzerine bu kahramanları kendimle özdeşleştirdim. Eski bir solcunun öğüdünde bulduğum yeni kimlik sayesinde.
“Anlatılanlar sonra gelir, düzensiz, telaşlı yazgıdan da sonra. Anlatılmak izdüşümü olmaktır unutma; tarife uğrayan gölgelerdir. Çokça bulunurlar, çabuk da kaybolurlar. Gerçeği en iyi yansımalar bildirir ama bunun kendilerine yararı olmaz. Sende bugüne sürgün yılların kokusu sinmiş uzaklık, sırtını döndüğün her şeyde senden ayrı bir varoluş, bu ikisinin öyküsüdür. Gel bugün öyküyü dinle, sonra ayaklanırsın. Ayaklanmasan bileklerini kesen zinciri başka türlü anlatamam.” Bunu ciddiyetle düşündüm. Ne olduğunu o günlerde anlamaya başladığım geleceğin ağır baskısı altında. Ondan kaçarken ona sürükleyen etkili bir baskıydı. Araya yıllar girdi, ne değişti bilmiyorum, annemin abime art arda Mahir deyişi ise kulaklarımda capcanlı.
Onlar bizdendi. Artık üç devrimcinin (Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya) bizde neden o kadar tutuldukları, “gençler” denerek bağırlara basıldığı anlaşılıyordu: Ölümün üç değişik biçimini altın tepside sunmuşlardı gözden düşmüş, her anı eli kolu bağlı ölümü kıskandıracak bitirilmelerle yüz yüze insanlara. Tek başına işkence acısı, üç kişilik darağacı, kurşunlarla delik deşik olmuş on beden. Ancak bu yolla aralanabilmiş yaşam umutları.
Kızıldere de böyle bir yerdi. Tokat ili Niksar ilçesine bağlı bir köy. Diyelim bir deresi vardı, tan kızıllığından almıştı adını. İnsanları hep yoksul ve suskundu, bitkin yüz çizgilerinden hemen silinebilecek kuşkudan bile çekiniyorlardı. Köy Türkmen köyüydü. Alevilerdi. Bir zaman yenilmiş Baba İshakların torunlarıydı kim bilir. Kapıları zorba düzene karşı durmuş herkese açıktı. Bu nedenle kapılar hemen açıldı, aynı dramatik nedenle de ihbar yapıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edileceklerdi. Onlar THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) önderleriydi, Mahir Çayan ise THKP-C’nin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi). Mahir Çayan ve yoldaşları 27 Mart 1972 günü Ordu Ünye’deki NATO üssünde görevli üç İngiliz teknisyeni yanlarına alarak Kızıldere’ye getirdiler. Amaçları pazarlık yoluyla idamları engellemekti. Eğer bunu başaramazlarsa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklardı.
68 kuşağının ruhu dipdiriydi. Ayrışmalar henüz bir ağacın küçük dalları kadar uzaklığı anlatıyordu. Öyle olmasa ne olur? Türkiye şimdilik yarı sömürge ya da tam sömürge değildi. Dikta mıdır, oligarşi midir sorunsalından çıkışta Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim anlayışlı günlerindeydiler. Kırdan kente mi, kentten kıra mı devrim tartışmaları bir hafta soluklansa kıyamet kopmazdı. Kıyamet Ankara Merkez cezaevinde koptu kopacaktı. Ya da daha yakında Kızıldere’de. Örgüt dedikleri şu durumda ilkelerini başka türlü yorumlamaya ve diğeri için yapılacak her girişime göz yummaya saygılıydı. Söz konusu olay suyun içinde eriyen şekerin durumuna benziyordu. Kimlikler birbirine karışarak yeni biçimler alır ama asla kendi varoluş gerçeğini yok sayamaz; su bir şekilde sudur, şeker de nasıl olmuşsa o suyun içine girmiş şeker; ıslak şeker, tatlı su. Öncü savaşı vererek kendini feda eden devrimciler devrimin önkoşuluydu. Bu o gün devrimcilerin ayrım gözetilmeksizin devrimci olmasıyla çelişmiyordu, kendini kanıtlamak için de bulunmaz fırsattı bir eylem. Zaten biri ölürse diğerinin yaptığına yaşamak denmezdi, devrimcilik hiç denmezdi. En önemlisi onları bir araya getirenin düşman bilinci kadar dost, yoldaş, halk sevgisi olmasıydı. Buna siper kardeşliği-yoldaşlığı diyorlardı.
Muhtarın evindeki bekleyişin ardından çevrelerini faşist 12 Mart 1971 cuntasının silahlı güçleri tarafından sarılmış halde buldular. Operasyonun başında, Ankara Merkez Komutanlığı görevinde bulunan Tümgeneral Tevfik Türün vardı. Rehineleri umursamayan faşist kelle avcıları belli ki aldıkları kesin bir emri uyguluyor ve teslim olmak dışında bir seçeneğe şans tanımıyorlardı.
30 Mart 1972 gününün şafağından öğlene kadar süren bekleyişin ardından düşman saldırısı başladı. Donanımlı gelmişlerdi. Helikopterler, bir evde kuşatılan on bir kişilik bir grubun ateş gücünü kat be kat aşan silahlarıyla çok sayıda asker, köylülere göre NATO unsurları bile. Yani biraz sonra “mübalağa cenk olundu” dedirtecek her şey.
Devrimcilerin kararlılığı tamdı. Bunu evin damına konuşma yapmak üzere çıkan Mahir Çayan kuşku götürmez biçimde vurguluyordu: "Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!" Ezilen, sömürülen insanların çocuklarıyla bir sorunları olmadığını, hatta onların hakları için mücadele edildiğini şu sözlerden daha iyi ne anlatabilirdi; "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin!"
Grubun tartışılmaz önderi henüz yirmi altı yaşındaki Mahir Çayan’dı. Başka kimler yoktu ki. Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç ileri kadroları Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Saffet Alp. Ayrıca THKO öncülerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da oradaydı.
İlk vurulan damın başında bulunan Mahir Çayan oldu. Ardından diğerleri. Evde bulunanlar gerektiğinde kendilerini havaya uçurmak üzere bombalarını çıkardılar. Yoğun makineli ateşi sürüyordu ve faşist sürü hiçbir kural tanımayacağını göstermek istercesine köy evini roketatar ateşine tutmuştu. Bir roketin eve isabet etmesi sonucu ellerindeki bombaların da patlamasıyla kalan devrimciler ve rehineler can verdiler. Yaralı durumdaki Saffet Alp ise gelen askerlerin kafasına sıktığı kurşunla yaşamını yitirdi. Oradan yalnızca Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak kurtuldu.
Evet, Kızıldere böyle bir yerdi. Onlar gitmeyene kadar fazla kimsenin adını tesadüfler dışında duymayacağı, duysa unutacağı bir yer. Niksar, Tokat neyi değiştirir. Zaten sonra adını değiştirdiler, Ataköy yaptılar. Niksar’dan alıp Almus’a bağladılar. Belediye de olmuş. Hepsi bir anlam ifade etse de gerçek söz konusu olduğunda Kızıldere son mermi kafaya sıkıldığında haritaların çizdiği çizgileri kanla silmiş, çoktan başka derelere karışmıştır. Sağa akan Karadeniz ırmaklarının Karadeniz tarafından tersine, sola çevrilmesi gibi, kaynağa. Hiçbir düş kırıklığının yok edemeyeceği kesinlikte.
- Ayrıntılar
Kahramanlık dönemi şehitlerine bağlılık, savaşan halk kahramanlığı gerçekliğine ulaşmakla mümkündür. Partimiz'in tarihi, aynı zamanda kahramanca direniş ve bu direniş şehitlerini destansı gelişim tarihidir.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'nde bunun anlamını tüm yönleriyle kavrayabilmek; bugün kitleselleşen kurtuluş savaşımızın gelişimini de daha iyi anlamak, başarıya götürecek militanca tavrın sahibi olmak, yeni toplumsal kurtuluşa yol açacak kişiliği, toplumun her düzeyde yenilenmesini mümkün kılacak tavrı bulmak demektir. Bu ahlakı gerçekleştirmektir. Şehitlik gerçeği kadar bir halkı etkileyecek, onu hayati çıkarları konusunda bilince ulaştıracak, tarihi yaşamında yer edecek, başka bir gerçek yoktur. Bunun kadar değerli bir olguyu düşünmek mümkün değildir. Bir hareket açısından onun ne kadar ciddi olup olmadığını kanıtlayan şey; bir yandan şehitleri olduğu kadar, diğer yandan da ona doğru temelde bağlılığı hayata geçirmektir, onu bütün değer yargılarının temeline oturtmaktır.
Ulusal direniş tarihimizin gelişiminde Parti öncülüğünün rolü belirleyicidir. Parti öncülüğünün oluşumunda da Parti şehitlerinin rolü esastır. Bugün, öncülüğün savaşımında başarıyla çıkmış ve halk savaşımının her yönüyle gelişme dolu bir dönemine girerken, bu gerçeklerimizin derin bilinciyle hareket etmek, geçmişin doğru değerlendirilmesi kadar, geleceğin sağlam inşasının da temel görevlerimizdendir. Sürekli muhtaç olduğumuz, hareketimizi besleyen ana kaynakları kurutmamak, bunu boşa akıtmamak, ulusal kurtuluşun beslenmesine sürekli akıtmaktır. Burada en başta gelen kaynak da şehitlik olgusudur. Belki de hiçbir hareketin tarihinde görülmediği kadar Parti tarihimizde hem uzun bir süreyi kapsaması, hem de yücelik olarak artan sayıda bir şehitler listesine sahibiz.
Çok az hareketin cesaret ettiği bir savaş türünü, öncünün somutunda yürüttük. Bunun neden böyle olduğu Kürdistan tarihinin gerçeklerinden aranmalıdır. Bu tarih eğer zifiri karanlığa gömülmüşse, direnmenin en sıradan emareleri bile köreltilmişse, böylesine bir karanlıkta yaşama kaçınılmaz bir kader olarak benimsetilmişse yapılması gereken bu uğursuz zemini parçalamak ve yaşam gözeneklerini açmaktır. Buna denk gelen mücadele, öncünün savaşımı biçiminde karşımıza çıkar. Tarihi başaşağı gidişten özgürlüğe yönelmek, toplumu çürümüş ve nefes alamaz duruma getirmiş urlarından temizlemek, ancak bu mücadeleyle mümkündür. Her halkın tarihinde değişik düzeyde benzer bir somut gerçeklik söz konusuysa, orada bazı önderler ortaya çıkar ve bazı halk kahramanları belirir. Bu kahramanlar ilerde bir halkın savaşımıyla gerçekleştirilecek olan başarı yolunu, kendi şahıslarında büyük fedakârlıklarıyla temellendirmeye çalışırlar.
Bu noktada bireyler eylemleriyle bireycilik anlamında değil de, daha çok birey olarak tarihin gerektirdiği rolü üslenme durumundadırlar. Bu noktada bireyler kaçınılmaz olarak rolünü oynamak zorundadır. Eğer bu rolü oynamazsa, daha sonraki kapsamlı harekete ulaşmaları mümkün değildir. Bu rol her zaman böylesi bireylerin ortaya çıkışını zorunlu kılar. Bu durumu, bireyin konumunu örgüt yerine koyan, halkı bireylerin kuyruğuna takan özelliklerden iyi ayırt etmek gerekir. Kendi kendine direnebilen, örgütleyebilen, yine bunu sağlam örgütlerle yürütebilen toplumlar, uluslar söz konusu olduğunda, bireycilikle eleştirilmesi gereken ve çoğunlukla da maceracılık denilebilecek çıkışlardır. Fazla anılmaz durumları da olmaz. Ama tarihin bir döneminde kahramanca çıkışlara ihtiyaç gösterildiğinde ortaya çıkan bireylerin yol açtığı sonuçlar çok büyüktür. Direnişleriyle kendilerinden sonra örgütün ve halkın oynayacağı rolü gösterirler. Bu direnişçilik örgütlerin oluşumunda, halk direnişinin gelişiminde ayrılmaz bir temeli teşkil eder. Böylesi bireylerin şahsında ulusların ve halkların ayağa kalkması mümkündür.
Her halkın tarihi bu tip kahramanlıklarla doludur. Ulusal direnişlerin, halk özgürlük hareketlerinin ön gününde, bu çıkışların hayati bir görevi gerçekleştirdiklerini belirtmek gerekir. Devrimlerin ön günlerinde bunlar yazardırlar, hatiptirler, siyasi düşünür, askeri komutandırlar. Geçmişin ağır yüklerinden kurtulma gücünü, cesaretini gösterip geleceğin fethini her yönüyle temsil eden kişiliklerdir. Bir kaç örnek verirsek; Rus devriminde Narodnikler dönemi vardır. Narodnikler bireysel kahramanlığı en çok uygulayan ve bu temelde ortaya çıkan hareketlerden birisidir. Bu hareket daha sonraki oluşumların buna Bolşevikler'de dahil olmak üzere gelişiminde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Daha sonra bireyselliği temel mücadele biçimi olarak seçmesi eleştirilebilinir, ama halkı özgürlüğe kaldırmada, büyük fedakârlık örnekleri sunmada, daha sonraki bütün devrimci gelişmeleri belirlemede halkı temsil ederler. Köleliğin toplumu her türlü yaratıcılıktan uzak tuttuğu, derin bir sessizliğe ve çürümüşlüğe terk ettiği bir dönemde, böylesine bir ortamı kahramanca eylemlerle sarsmak, yeni güçleri ortaya çıkarmak açısından hayatidir. Bu yeni güçler ortaya çıkmadan da hiçbir hareket düzenlenemez. Daha sonraki gelişmeleri sağlıklı bir biçimde yürütemez. Halk hareketi, halk devrimi gibi büyük bir olguyu başarıya götüremez. Şüphesiz yalnız başına yeterli değildir, ama çok önemli bir sürdürenidir ve gerçekleşen de budur.
Rus pratiğinde görülenin bir benzeri, yakın dönemde Türkiye'nin de yaşadığı bir gerçekliktir. 12 Mart faşizmine karşı tam örgütlenememiş, örgütlenmeyi başaramamış, ama örgütlenme yaratma uğruna kahraman direnişlere kalkışmış şehitlere tanıktır. Mahirler, Denizler ve İbrahimler'in böyle bir direniş geleneği vardır. Az sayıdadırlar, ama kendi kişiliklerinde bir devlete sonuna kadar başkaldırmayı, başkaldırıda da sonuna kadar nasıl gidilmesi gerektiğini, en büyük fedakârlık ve cesaret örneği olarak ortaya koymuşlar, tarihte böylesine bir yere ulaşmışlardır. Ama onların mirası iyi örgütlendirilememiş, bir halk hareketine dönüştürülememiştir. Bu, daha çok onların anlarına bağlı olması gerekenlerin sorunudur. Anılarına bağlı olması gerekenlerin, onların mirasını çarçur etmemek durumunda olanların yerine getirmeleri gereken görevlerdi. Bunun başarılamaması, ne onların bireysel kahramanlar olarak değerlendirilip ucuz suçlamalara konu olmalarına imkan verir, ne de böyle bir görevin yerine getirilmesi halinde kahramanca direnişlerin büyük anlamı olacağını gösterir. Biz şöyle bir tanımlama geliştiriyoruz; bireylerin anısını örgütlemek ve halk hareketine dönüştürmek gereklidir. Eğer bu olmazsa, bu tip kahramanlıklar kaybolup gidebilir, tarihte etki bırakmayabilir.
Hareketimizin hem dünya genelinde, hem Türkiye somutunda ve hem de halkımızın derinliklerinde yatan böylesine yiğitlikleri esas aldığı bilinmektedir. Biz, bu kahramanlıklara bağlılığı devrimci örgütlenmeyi gerçekleştirmede gördük. Nitekim hareketimizin oluşumunda ilk direniş kahramanlarımızın şahadeti tamı tamamına böyledir. Haki Karer ve Halil Çavgunlar'dan başlayan bu süreç, daha sonra zincirlemesine gelişti. Bu gelişim aynı zamanda PKK'nin oluşum tarihidir. Hangi oluşum olursa olsun, böylesine değerli şehitleri olmazsa güçlü ve sağlıklı gelişemez. Altında böylesine değerli direniş kahramanlarının kanı yatan, anısı yatan bir hareket, eğer sağlıklı bir biçimde oluşursa, ileride halk hareketinde zaferde dahil her türlü özgürlük gelişimine tanık olması işten bile değildir. Yeterki kurallarına uygun olarak yürütülsün ve bunu yürütenlerin sorumluklarını sonuna kadar yerine getirmeleri söz konusu olsun. Bu olduğunda gelişmeler olur.
Hareketimizin ilk direniş şehitleri, öncünün oluşumunda hayati bir yere sahiptirler. İlk şehitlerimiz ortaya çıktığında Kürdistan'daki toplumsal zemin, bırakalım hayatını ulusal kurtuluşa veya özgürlüğe adamayı, bir karış toprağına, evcil hayvanına gösterdiği değeri bile feda edemeyecek kadar bencil, kör, çıkara gömülmüş bir toplumla karşı karşıyaydık. Hatta ulusal ve toplumsal kurtuluş duygusundan uzaklaşmış, düşürülmüş bir toplum gerçeği söz konusuydu. Bunu aşmak için yüreklerin gözeneklerini açacak, zihinleri zorlayacak bir hareket gerekiyordu. Bunu gerçekleştirecek olan da, büyük bir direnme ve bu direnmede herkesin saygı duyacağı, kimsenin inkar edemeyeceği büyük kahramanların, şahadetlerin ortaya çıkmasıydı. Doğru ideoloji, ancak uğruna böyle savaşanların varlığı halinde anlam kazanır. Doğru görüşler, eğer uğrunda böyle fedakârlıklar görmezse, halk tarafından benimsemez. Dolayısıyla daha sonra ideolojikpolitik çizgimiz biçiminde yoğunlaşan mücadelemiz, ancak bu temelde ciddiyet kazanmış ve ancak bu temelde gelişebileceğini kanıtlamıştır. Dolayısıyla öncü sıfatına layık bir gelişmeyi sağlayabilmiştir.
Bir fikir ne kadar doğru olursa olsun, eğer mensupları tarafından gerektiğinde hayatını verecek kadar bir fedakârlığı yaratmamışsa, o fikir sönmeye mahkûm olur. Bu bizde daha da can alıcı bir şekilde böyledir. PKK öncülüğünün sağlıklı gelişmesinde ilk şehitlerimizin yeri bu kadar kesindir. Öncüyü, adına layık bir biçimde oluşturmak, daha sonra onların anısına bağlılığı sağlıklı ve yerinde sürdürenlerin atılımı için de şarttır. Kendi sorumluluğumuz altında şehitlere derinden bağlılığı sürekli devam ettirdik. Onların anılarını bütün gelişmelere hakim kılarak öncüyü daha üst düzeyde bir atılıma götürdük. Biz bir yandan zindan direnişçiliğine giderken, diğer yandan yurt dışında büyük bir hazırlık içinde olduk. Direnişi sürdürmekle yetinmedik, bunu büyük bir kahramanlık dönemi olan 15 Ağustos Atılımı'na yaydık. Bugün bu atılımın üzerinden dört yıl geçti. En kalabalık şehitler listesini bu dönemde verdik. Ve bu döneme başlı başına "kahramanlık dönemi" demeyi layık gördük.
Ulusal direnişi dönülmez kılan kazanımlarıyla, tarihi baş aşağı bir gidişten bir yükselişe tırmandıran, halkın milyonlarcasını daha şimdiden ulusal savaşımın içine çekmekle kalmayan, uluslararası alanda da halkımızın şerefli bir aile olarak yerini alması için ardına kadar yolları açan bir dönemdir. Bu dönemin oluşmasında, şüphesiz en başta şehitlerimizin varlığına borçluyuz. Bu dönemde gerçekleşen şahadetler, her türlü zayıflığı ve olumsuzluğu aşarak yükseldiği ve binbir yerinden yaralanmış insanımızı güçsüzlük ortamından çıkarıp sağlam direnişçiler haline getirebildiği için kahramanlık dönemini yaratan şehitlerdir. Eğer bu şahadetler her koşul altında direnmeyi mümkün kılarak, halkı her türlü direnmenin içine çekmede bir köprü rolü oynamışlarsa, bu şahadetlerin tarihteki rolü çok daha belirleyici ve kesindir.
Bugün hiç kimse Kürdistan ulusal kurtuluşunun söz konusu olmadığını iddia edemez. Yalnız ülke ve ulus gerçekliğinin benimsenmesi açısından değil, ulusal kurtuluş gerçeğinin halkın bütün diri güçleri tarafından benimsenmesi söz konusudur. Bununla birlikte uluslararası kamuoyunun böylesine bir gerçekle ciddi olarak karşı karşıya olduğu ortaya çıkmaktadır. Şehitlerimiz, her bakımdan birçok konumu göz önüne getirerek, buna göre tavır geliştirmeye çalışmışlardır. Halkımız için bir damla kan akıtmaya niyeti olmayanların, her türlü çarpıtmayla, basit kişisel çıkarları söz konusu olduğunda kendilerini her bakımdan ortaya çıkararak düşkünlük örnekleri sergiledikleri görülmüştür. Bunu bir de ulusal kurtuluşçuluk, sosyalistlik, demokratlık adına yapmışlardır. Bu tür yaklaşımların bol olduğu bir ortamda, ulusal kurtuluşun gereklerinin nasıl yerine getirilebileceğini, nasıl direnilebileceğini, fedakârlık ve cesaretin ölçütünün ne olduğunu, bunların bir halkın direnişinde nasıl ortaya çıkarılacağını gösteren büyük şehitlerimiz ortaya çıkmıştır. Her birisi bir abide olan şehitlerimizin somutunda bunları görmek mümkündür. Bunu görmeyenlerin ne kadar sefil olduklarını tespit etmek çok kolaydır.
Bugün gerçekleşen diğer bir tarihi gelişme de şudur; eski yaşam artık aşılmıştır. Artık yeni bir yaşamın içine, ulusal direnişe bütün sınıf ve tabakalarından katılımın gerçekleştiği bir dönemin içine giriyoruz. Halkımızın yediden yetmişe, kadınerkek içine girdiği, yoğun tartışma ortamını yarattığı, tavır belirlemeyi gerçekleştirdiği bir dönemdir. En çok arzu edeceğimiz, kaybettiğimiz her şeyi kazanabileceğimiz bir dönemdir. Bu kazancın temel kaynağı da şehitlerimiz olmaktadır.
Bu anlamda 15 Ağustos Atılımı şehitleri, bir ulusun yeniden, özgür temellerde yaratılmasında temel kaynağı oluşturmaktadır. Onlar adeta bir direnişten de öteye geçerek, ulusal ve toplumsal kurtuluşun temelini oluşturuyorlar. Daha dün hayalinin bile kurulmasının mümkün olmadığı bir dönemden böylesine büyük bir geçişi sağlamak çok önemlidir. Bu, ileride daha da iyi anlaşılacak, gerekleri yerine getirilecek bir dönemdir.
Bu dönemin nasıl hazırlandığı ve her bir eylemin anlamının ne olduğu, her şehidin bu destandaki, bu kahramanca dönemdeki yerinin ne olduğu, şüphesiz şiirlerle, hikayelerle, romanlarla, resimlerle, türkülerle dile getirilecektir. Fiiliyatta gerçekleşen bu durumu, en fazla kıvanç duyacağımız, onurlu yaşamın temeli olarak göreceğimiz kesindir. Bunların işlenmesi, başta Partimiz'insanatkârları, askeri komutanları olmak üzere, tüm insanımızın görevidir. Mühim olan temelin sağlam atılmasıdır, doğuşun sağlam gerçekleşmesidir. PKK öncülüğünde doğuş nasıl sağlam gerçekleştirildiyse, halk direnişimizin kendisi de sağlam bir doğuşa tanık olmuştur. Bundan sonrası artık zamandır, zaman içinde büyümedir. Bundan sonrası teknik bir düzenlemedir, yani halk hareketimizin sağlıklı örgütlenmesi, doğru mücadele biçimleriyle gün be gün yürütülmesidir. Bunu da en kahramanca tarzda yürütüyoruz. Cesaret ve fedakârlık adeta bir yarış halinde yerine getiriliyor. Elbette böylesine ayağa kalkan bir hareketin, bir halkın kazanmaması için bir neden yoktur.
Bu temelde Partimizin somutunda dile gelen ve ulusal direniş tarihimizin en şanlı bir döneminin zaferle kazanılmasında tarihi rollerini yerine getiren şehitlerimizi anmak, halk direnişimizde, savaşan halk kahramanlığını gerçekleştirmek demektir. Bu temelde bütün Partilileri ve ayağa kalkan halkımızı, şehitlerimizi bu temelde anmaya ve kahraman savaşımlarına zafere kadar gerçekleştirerek sahip çıkmaya çağırıyoruz.
PKK GENEL SEKRETERLİĞİ
ABDULAH ÖCALAN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 26 Mart günü saat 16:00 - 17:00 arası Hakkari'nin Şemzinan ilçesine bağlı Gerdiya alanında bulunan ve işgalci TC ordusu denetiminde olan Dêrik karakolu Siro Tepesi ve yamaçlarına yönelik obüs ve havanlarla bir bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar