Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Ağustos günü Batman’ın Sason ilçesine bağlı Geliyê Zorê, Şex Hamza, Sinda, Dumila ve Vegenê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Agit arkadaşı ilk olarak 1985 yılının Ağustos ayında gördüm. Pusuya düşmüştük. O zaman A. arkadaşın grubunda yer alıyordum. Pervari’ye gitmiştik ve Pervari’de, Masiro suyunun başındaki bir noktada Agit arkadaşı görmüştüm. Fakat ne biz onu, ne de o bizi tanıyordu. Onunla birlikte başka arkadaşlar da vardı. Elbette daha ilk görüşte birçok özelliği hemen dikkatimi çekmişti. Yani arkadaşlarla ilişkisi, hal ve hareketleri, davranışları hepimizin dikkatini çekmişti. Elinde bir M-16 silahı, çantası ve bazı eşyaları vardı. Çok iyi hatırlıyorum; öğle vaktiydi ve hepimiz yemeğe oturmuştuk. Ancak sanırım yemek üzerinde biraz çok kalmamızdan olacak ki, ‘Doymadınız mı?’ demişti. Agit arkadaşın öyle demesi üzerine çok utanmış ve hemen yemekten kalkmıştım. Agit arkadaş benim bu tavrımı fark edince ‘Utandın bu yüzden yemedin değil mi?’ demişti. Evet, gerçekten de utanmıştım.
Daha sonra oradan ayrılarak başka bir noktaya gittik. 1985 yılının Ağustos ayıydı ve merkez toplantısı yapılacağı için herkes bu yeni gittiğimiz noktada toplanmıştı. O toplantıya katılanlardan şu anda hatırladıklarım Abbas ve Agit arkadaşlarla birlikte bir de Kör Cemal’dir. Elbette ismini hatırlayamadığım başka arkadaşlar da toplantı için hazır bulunuyorlardı.
Agit arkadaş yaşamı, tavırları ve her şeyiyle çok doğal bir duruş sergiliyordu. O toplantı sürecinde geçen ve arkadaşın doğallığını ve şakacılığını ifade eden bir anısını kısaca anlatabilirim. O noktada kaldığımız süre içerisinde, köylülerin otlatmak üzere araziye çıkardığı koyunların bir kısmı kaybolmuş ve bu koyunlar bizim bulunduğumuz suyun üzerine gelmişlerdi. Koyunların yanımıza gelmesi üzerine Agit arkadaş ‘Bu koyunları keselim’ diye öneride bulunmuş fakat A. arkadaş ‘Köylülerin koyunlarını izinsiz kesemeyiz’ diyerek Agit arkadaşın bu önerisine karşı çıkmıştı. Fakat Agit arkadaş birkaç kez daha ısrar etmiş ve her seferinde A. arkadaşın engellemesiyle karşılaşmıştı. Bunun üzerine Agit arkadaş, ‘Gidip bu taşın üzerinden sesleneceğim. Eğer üç seslenmeden sonra koyunların sahibi çıkmazsa onları kesebiliriz.’ demişti. Agit arkadaş bu fikrini de İslamiyet’te bulunan, ‘Eğer kaybolan bir şeyin sahibini bulmak için üç kez seslendikten sonra onun sahibi çıkmazsa onu alabilirsin’ şeyine dayandırıyordu. Sonuçta Agit arkadaş taşın üzerine çıkmış ve koyunların sahibinin olup olmadığını öğrenmek için üç kez seslenmişti. Aslında bu onun yaşamdaki ciddi ve olgun duruşu yanında zamanında ve yerinde olmak kaydıyla yaptığı esprilerle ortamı nasıl bir sıcaklığa kavuşturduğunu gösteren bir olaydı.
…
1986 yılında devlet, Gabar’a bağlı Q. köyüne silah vermişti. Agit arkadaş bu köyün silahlarını almak için bir eylem planlaması yapmış, ancak bu eylemde kimsenin ölmemesi için özellikle uyarıda bulunmuştu. Sadece devletten silah alanların silahlarına el konulacaktı. Bu eylemde Agit arkadaşın taktik ustalığını görmek mümkündü. Eylem köy erkeklerinin hutbeye gittikleri saatte yapılacaktı. Çünkü hutbede oldukları bir saatte eylemi kan dökmeden gerçekleştirmek daha kolay olacaktı. Eylem planlaması bu temelde yapılmıştı. Sisli bir gündü ve yerde hala kar vardı. Köylüleri hutbede yakaladığımızdan, aynı Agit arkadaşın planlamasında olduğu gibi hiç kan dökmeden silahlarını almıştık. Qarneyi köyüne yapılan bu eylemden sonra aynı tarz bir eylem de Z. denilen başka bir çete köyü için planlanmıştı. Yani bu eylemde de hiç kayıp vermeden ve köylülerden kimseyi öldürmeden silahlara el konulacaktı. O köyden bazı arkadaşların da bizimle beraber olması, eylemin daha kolay olacağını düşünmemize neden olmuştu.. Mart ayının 19’uydu. Akşam saatlerinde köylülerin bostandan geldikleri bir saatte pusu atmıştık. Köylüler yaklaştığında ‘Durun ve silahlarınızı bırakın’ diye köylülere seslenmiştik. Fakat köylüler planladığımız gibi davranmamış, ‘Sizin elinizdeki namussa, bizim elimizdeki de namustur.’ diyerek bize ateş açmışlardı. Köylülerin ateş açması üzerine biz de karşılık vermiştik. Çıkan çatışmada biz kayıp vermemiştik fakat köylülerden birkaç kişi vurulmuştu. Bu eylemde Agit arkadaş hazır değildi. Belki o olsaydı köylülerden kimseyi öldürmeden de eylemi gerçekleştirebilirdik.
Eylem yerinden akşam noktaya döndüğümüzde, Agit arkadaş yeni bir eylem planlaması için bizimle bir toplantı yapmıştı. S. ve F. köylerinde düşman askerlerine pusu atılacaktı. Bu eylemi yaklaşan Newroz bayramı ve Mazlum arkadaşın anısına yapacaktık. Agit arkadaş eylem planlamasını anlattıktan sonra ‘Askerlere sabah saat 4–5 arası pusu atacağız. Newroz’u kutlayacağız. Mazlum arkadaşın anısına Newroz’u eylemimizle kutlayacağız. Türk devleti kanımızı döküyor, biz de yarın onların kanını dökeceğiz’ demişti. 20 Mart sabahı saat 4–5 civarıydı. Gün aydınlanmıştı ve Agit arkadaş eylem planını tüm ayrıntılarına kadar hesaplamıştı. Yani önce geçen askerlere taş yuvarlayacak, daha sonra da tarayacaktık. İki grup halinde örgütlendirilmiştik. Harun arkadaşın grubu F. kapısına gitmişti. Benim içinde olduğum Agit arkadaşın grubu ise S. kapısında kalmıştı. F. kapısındaki askerler, beklediğimizden erken görünmüşlerdi. Bizim bulunduğumuz taraftaki askerler ise biraz aşağıda kalmışlardı. Harun arkadaşın grubu askerleri taradığında S. tarafındaki askerler silah seslerinden dolayı yerlerinden çıkmamışlardı. Silah seslerini duyan Agit arkadaş; ‘Hemen gidelim. Fazla kalmamız iyi olmaz, helikopter gelirse indirme yapar.’ demişti. Geri çekilmeyi yaptıktan sonra eylemi yapan Harun arkadaşın grubuyla bir yerde toplanmıştık. Eylemde silah, çanta, radyo vb. malzemeler de alınmıştı.
Aynı gün yani 20 Mart’ta Gabar’a doğru yola çıkmıştık. Oradan da B. köyüne gidecektik. Meydin sırtlarına gelmiş fakat köyde asker olduğundan girememiştik. Meydin sırtlarında yaklaşık altı gün kalmıştık. Hatırladığım kadarıyla 25 ya da 26 Mart günü arkadaşlar gidip koçerlerden bir torba un, beş kilo yağ, iki kilo tuz ve birkaç kilo da şeker getirmişlerdi. 27 Mart’ta Agit arkadaş ‘Hazırlanın randevuya gideceğiz. Diğer karakolu da kaldırmamız gerekiyor. Bu karakolu kaldırırsak, düşman araziye fazla çıkamaz ve halka da fazla baskı yapamaz.’ demişti. Ben, Y. ve C. arkadaşlar yolu kontrol etmek için görevlendirilmiştik. Biz önden gidip yolu kontrol etmiş ancak etrafta herhangi bir şey görememiştik. Etrafta herhangi bir hareketlilik olmadığından, durumu soran Agit arkadaşa etrafta asker olmadığını bildirmiştik. Önce yolu tanıyan birkaç arkadaş geçmişti. Gelen arkadaşların içinde Şehit Harun ve Şehit Şehmus arkadaşlar da vardı. Bu arkadaşlar yolu kontrol ettikten sonra Agit arkadaşa düşman olduğunu söylemişlerdi. Grubumuz 32 arkadaştan oluşuyordu ve askerlerin olduğu yönden gitmek grubu riske atmak olacaktı. Bu yüzden Agit arkadaş ‘Askerlerin bulunduğu yönden gitmeyelim. Başka bir yerden dönelim.’ demiş, böylelikle karşımıza çıkan beklemediğimiz durum karşısında inisiyatifi elden bırakmamış ve hemen bir alternatif yaratmıştı. Döneceğimiz yer S. köyüne doğruydu. Grup olarak gidip bir yerde bekledik. Burada ateş yakıp birer sigara içtikten sonra herkes karı temizleyip tahtalar üzerinde yerini yapmış ve dinlenmeye başlamıştı. Zaten battaniye, mont vb. eşyalarımız yoktu.
Gece bir buçuk civarında tekrar harekete geçmiştik. Çok güzel bir hava vardı. Yukarıda yıldızlar, yerde donmuş kar geceye ayrı bir güzellik katıyordu. Bir, bir buçuk saat kadar yürüdükten sonra öncüler durmamızı söylemişlerdi. Çünkü yolda izlere rastlamışlardı. Bu durumu netleştirinceye kadar beklememizi söylemişlerdi. Herkes durduğu yerde yorum yapmaya başlamıştı. Bazıları ‘Dünün izleridir.’, bazıları ‘Keklik izleridir.’ diye yorumlar yapıyordu. Agit arkadaş ‘Gürültü yapmayın. Biraz bekleyelim, eğer düşmanın izi ise zaten pusuya düşmüşüz demektir.’ demişti. Bir süre öylece bekledik. Birden kendimizi büyük bir ateş çemberinin içinde bulmuştuk. Atılan bombaların ve patlayan silahların sesleriyle hepimiz kendimizi yerde bulmuştuk. Tüm bu gürültü içerisinde duyduğum tek ses ‘Geri çekilin’ sesiydi. İbrahim arkadaşla bir taşın yanındaydık. Daha sonra izli mermiler atıldı. Metin arkadaş da yaralanmıştı. Geri çekilme yaparak bir yerde toplanmış ve hemen arkadaşları saymaya başlamıştık. Ancak Lezgin ve Agit arkadaşlar yoktu.
Hepimiz onları aramaya koyulmuştuk. İki noktaya da bakmış, ancak onları bulamamıştık. O zaman yaptığımız en büyük ve halen ağırlığını en derinden hissettiğim hata Agit arkadaşın cenazesini almamamızdı. On şehit verme pahasına da olsa, Agit arkadaşın cenazesini mutlaka almalıydık. Cenazesi düşmanın eline geçmemeliydi. Onları bulamadan son noktaya doğru yola çıkmıştık. Çatışma akşama kadar devam etmişti. Akşam olduktan sonra bir tepenin başında durmuştuk. O sırada Siirt yönünden çıkan ona yakın helikopterin, pusuya düştüğümüz yere indirme yaptığını gördük. Gabar’ın köyleri askerlerle dolmuştu. İndirmeler akşama kadar sürmüştü. Her taraf askerler tarafından tutulmuştu. Birçoğumuz artık kurtulabileceğimizi hiç düşünemiyorduk. Akşama kadar mevzide kalmıştık. Yaralı arkadaşlar da vardı ancak onlara verebilecek fazla bir yiyeceğimiz yoktu. Elimizde sadece çok az bir şeker ve suyumuz vardı. Bunlarla da ancak yaralı arkadaşları besleyebiliyorduk.. Akşam saat yedi sıralarında Türk kanalları ‘Apo’nun sağ kolunu öldürdük’ diye bir haber yayınlıyorlardı. Agit arkadaşın şehit düştüğünü böyle öğrenmiştik. O anı anlatmak, yaşadığımız duyguları dile getirmek gerçekten çok zor. Aradan geçen bunca yıla rağmen, hala o anın duyguları bugünkü gibi taze. Bu haber üzerine hiçbirimizde moral kalmamıştı. Dile getirilmesi çok ağır bir atmosferdi o an yaşadıklarımız.
Agit arkadaş adeta yaşayan bir PKK ve Apocu ruhtu. Herkese hayat veriyordu. Onun yanında başarmanın dışında kimse farklı bir şey düşünmezdi. Agit arkadaşı şahadetinden sonra daha iyi anladığımızı, tanıdığımızı söylemek yanlış olur. Çünkü onunla kalan arkadaşlar, onun yaşarken nasıl bir insan, komutan ve savaşçı olduğunu görebilmekte, hissedebilmekteydi.
…
Ben biraz da Agit arkadaşın insanlara yaklaşımını, yaşam anlayışını anlatmak istiyorum. Agit arkadaş herkesle arkadaş olabiliyordu. Mesela bir çobanla da, bir çocukla da arkadaşlık yapabiliyordu. İnsanları kazanmak onun için her zaman esas olandı. Yani insanlara değer verirdi.
Bizlere sürekli olarak Kemal Pir ve Mazlum arkadaşların örneklerini verirdi. Mazlum ve Kemal Pir arkadaşlarla birlikte kalmıştı. O zamanlar düzenli eğitim görme imkanımız olmadığından, yaşamın her anını bizim için bir eğitim alanına dönüştürmeye çalışırdı. Yemekte, eylemde, yürürken, sürekli bu arkadaşların eylemlerini bize anlatırdı. Yine tarihte adı geçen büyük önderlerden bahsederdi. Mao’dan, Lenin’den bahsederdi. Tabii biz onların kim olduklarını fazla bilmiyorduk.
Agit arkadaşın en belirgin bir özelliği de arkadaşlarla arasına fark koymamasıydı. Yani bir savaşçı nasıl yaşıyorsa, Agit arkadaş da öyle yaşıyordu. Küçük bir örnek verecek olursak, nöbet listelerini sürekli kendisi düzenler, göreve giden arkadaşların yerine çoğu zaman kendisi nöbet tutardı. PKK Merkez Komite üyesiydi ama bir savaşçı gibi yaşıyordu. Agit arkadaşın yaşam tarzına baktığında yerine göre bir komutan, yine yerine göre bir savaşçı olduğunu çok rahatlıkla görebiliyordun. Bizlere okuldaki anılarını anlatır ve yaptığı esprilerle en kötü durumda bile bizlere moral vermeye çalışırdı. O zamanlar bunu yapmak, koşulların zorluğunu unutturmak gerçekten çok önemliydi ve bunu herkes yapamıyordu.
Tekrar geriye gidersek, 1986 Şubat ayında girdiğimiz bir çatışmada, atılan mermilerin hesabını sormuştu. Bazıları yirmi, bazıları otuz mermi atmıştı. O zaman: ‘Siz attığınız mermileri tekrardan kaldırabiliyor musunuz? Bunları halk size veriyor, siz de gidip onları getireceksiniz. PKK’nin deposu yok. Bu nedenle düşmanın üzerinden silah kaldırıp kendi cephanemizi kendimiz yaratacağız.’ diyordu. Yine aynı yıl 15 Şubat’ta yapılan toplantıda hiçbir şeyimiz yoktu. Ne ekmek, ne çay, ne de sigaramız vardı. Agit arkadaş çok sigara içerdi. Fakat kutusunda tek bir sigarası kalmıştı. Toplantıya ara verildiğinde, kutusunda kalan son sigarayı da içmesi için bir arkadaşa vermiş, fakat arkadaş son sigara olduğu için içmemişti. Agit arkadaş ‘Ben içersem kokusu size gelir. Bunun için her biriniz birer yudum alın ki ben de içebileyim’ demiş fakat Agit arkadaşın tüm çabasına rağmen arkadaşlar içmeyince sigarayı tekrar kutusuna koymuştu. Daha sonra gittiğimiz bir köyde her arkadaşa tütün verildikten sonra, o da o kutusuna koyduğu sigarayı içmiş, o zamana kadar sigarasını içmemişti. Yani Agit arkadaş yaşamıyla örnek bir komutandı. Onun yaşamı, ilişkileri sürekli öğreten bir tarzdaydı. Ama bir o kadar da mütevazı bir yaşam öğretmeniydi. Agit arkadaş o süreçte yapılan birçok eylemde bizzat kendisi öncülük yapmıştı. Yani söylediğini uygulayan bir savaş komutanıydı o.
Bu anlamda Agit arkadaşın tarzını bir kez daha anlamak bizim için çok önemlidir. Başkan Apo’nun felsefesinde olmaz diye bir şey yoktu ve Agit arkadaşın da kendisine esas aldığı felsefe buydu. Fakat bugün birçok imkan olmasına rağmen, bunları yeterince değerlendirememekteyiz. Tabii o zamanlar sayının az olması, kontrol ve hakimiyeti kolaylaştırıyordu. Bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Agit arkadaşın kadına yaklaşımı da daha o zamanlarda öğreticiydi. Hiçbir zaman kadını küçük ya da yük gibi gören bir yaklaşımı olmadı. O süreçte şehit düşen ve bu vesileyle tekrar andığımız birçok kadın yoldaşımız vardı. Havva, Saadet, Ruken ve Sultan arkadaşlar isimlerini hatırladıklarımdır. Bu arkadaşlar 1985 yılında şehit düştüler. Agit arkadaş onların şahsında gelişen Kürt kadınını görebiliyordu.
Agit arkadaşı anlatmak benim için çok zor olsa da, onunla yaşamış olmak da aynı derecede gurur veriyor. PKK’nin böyle yiğit bir önderi ile yaşamış olmak bizi bugünlere kadar getirmiştir. Çünkü mücadeleyi onlardan öğrendik ve bu, Önderliğe, şehitlere olan bağlılığımızın her zaman yeşeren tohumları olmuştur. Mücadele içerisinde bulunduğumuz süreç boyunca ihanetçilerle de yaşamamıza rağmen, Agit arkadaş ile yaşamış olmanın bize verdiği güçle, ihanetçilerin üzerimizde hiçbir etkisi olmamıştır.
Agit arkadaş partinin yetkilerini herkese vermezdi. Bu konuda görevlendirdiği arkadaşların hepsi, büyük kahramanlıklarla göreve bağlılığın somut örneklerini yaratmışlardır. Hatırlıyorum; o zamanlar ihanetçi Zeki de grubumuzdaydı. Fakat tüm o süre boyunca, Agit arkadaş şehit düşene kadar da Zeki’nin grupta herhangi bir görev aldığını görmedim. Agit arkadaş, hem Merkez Komite üyesiydi, hem de takım komutanımızdı. Agit arkadaşın bizzat görevlendirdiği arkadaşlardan hatırladıklarım şunlardır: Dersimli Kemal arkadaş; 1987 yılında Xani’de şehit düştü. Serhat’lı Cafer arkadaş; 1987 yılında benim yanımda şehit düştü. Harun arkadaş; Amed’in Lice ilçesinde şehit düştü. Dersim’li Sarı Hüseyin arkadaş; Savur’da bir evde yemeğe konan zehirle şehit düştü..
Agit arkadaşın eşyaları Cafer arkadaşın yanındaydı. Bu eşyaların yanında Agit arkadaşa ait olan yazılar da vardı. Fakat bu yazılarla birlikte, diğer eşyaları da yakılmıştı. Bütün eşyaları bir çantanın içindeydi.
15 Nisan 1986’da Gabar’da P.S. denen yerde, Agit arkadaşın anısına yaptığımız bir eylemde çatışmaya girmiştik. Çatışmaya giren grupta on bir arkadaş vardı. Çünkü grup grup dağılmıştık. Bu çatışmada etrafımız kuşatılmıştı. Cafer arkadaş kuşatmadan kurtulmamızın mümkün olmadığını, bu yüzden önce Agit arkadaşın eşyalarının bulunduğu çantayı yakacağını, daha sonra da bombalarımızla intihar edeceğimizi söylemişti. Seyit arkadaş ve ben düşmanın uzak olduğunu, bunun için eşyaları yakmadan ve bombalarımızı patlatmadan önce biraz beklememizin daha iyi olacağını söylemiştik. ‘Çatışırız, daha sonra eğer mermilerimiz biterse, o zaman intihar ederiz.’ demiştik. Fakat Cafer arkadaş eşyaların düşmanın eline geçmesinden çekindiği için çantayı hemen yakmıştı. Biz de bir şans eseri kuşatmadan kurtulmuştuk.
Şehitlerimize karşı borçlu olduğumuzu her an hissederek yaşamak bizim için çok önemli bir sorumluluk ve ağırlık duygusunu ifade ediyor. Onların anısına göre olmayan tek bir günü bile kendimiz için kabul etmememiz, bu anlamda her zaman onun ahlaki ve vicdani hesaplaşması içinde olmamız gerekiyor. Bugün vesilesiyle Agit arkadaş şahsında tüm şehitlerimiz bir kez daha saygıyla anıyorum.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Sorpiyan ve Kilise köyleri çevresinde TC ordusuna bağlı, aralarında kadınlarında bulunduğu 17 kişilik bir kontra grubu, gerilla elbiseleri giyinerek halka baskı uygulamakta ve çevre alanlarda keşif faaliyeti ile pusulama yapmaktadır. Bölge halkımız bu kontra gruplara karşı duyarlı olmalıdır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Sorpiyan ve Kilise köyleri çevresinde TC ordusuna bağlı, aralarında kadınlarında bulunduğu 17 kişilik bir kontra grubu, gerilla elbiseleri giyinerek halka baskı uygulamakta ve çevre alanlarda keşif faaliyeti ile pusulama yapmaktadır. Bölge halkımız bu kontra gruplara karşı duyarlı olmalıdır.
- Ayrıntılar
Rêber APO
Partimizin silahlı direnişinin sekizinci yılı ve bunun üst bir evreye sıçratılmış biçimi olan 15 Ağustos Atılımı’nın birinci yılını geride bırakmış bulunuyoruz. Tarihsel ve güncel somut gerçeklerimiz, bu süreçte ileriye yönelik yaşanması, düşünce ve eylem ile aşılması gereken çürüyen yapıların ne olduğunu, her zamankinden daha parlak bir biçimde ortaya koymaktadır. Salt bir silahlı direniş olmaktan da öteye, çok çeşitli özelliklere sahip olan bu tarihsel atılımın, gerek geçmişin aydınlatılması, gerekse daha da önemli olarak, önümüzdeki dönemin devrimci kazanımlarının neler olabileceğinin hesaplanması açısından, derinliğine kavranmasında hayati önem vardır. Gelişmenin altındaki doğru düşünce kadar, onun ruhunu ve bu ruhun biçimlenmesi için adeta çıplak yüreğini ortaya koyarcasına sergilenen eşine ender rastlanır direnişçiliğinin de öğreteceği çok şey vardır... faşist baskı ve sömürüyü en çok geliştiren çağdışı, çağdışı olduğu kadar da kendini en ince yöntemlerle gizleyen bir egemen sınıfa, emperyalizmin en tehlikeli bir işbirlikçisine karşı, kendi öz tarihinden ve çağdaş insanlık gelişiminden uzak bırakılmış, unutulmuş bir halk olan Kürt halkı adına verildiği, asla unutulmamalıdır. İşte bu gerçek, beyinlerimize kazınırcasına kavranır ve sürekli yoğun bir tarzda dile getirilirse, atılımın önemi ancak o zaman ortaya çıkabilecektir.
15 Ağustos Atılımı, yalnızca partimiz ve halkımız açısından tarihsel bir rol oynamakla sınırlı kalan bir eylem değildir. O, başta Türk sömürgeciliği olmak üzere bütün kapitalist emperyalist düzenin temsilcilerini sarsmış ve onları telaşa boğan bir yangının alevlerini tutturmuştur. Bu yangın yalnızca bulunduğu yeri sarmakla kalmamış, alevlerinin sıcaklığı Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu halkları başta olmak üzere ilerici dünya halklarının yüreklerini ısıtırken; sömürgecilere, her türden işbirlikçi ve uşaklarına ise terler döktürmüştür. Bu atılımın yarattığı yeni gelişmeler karşısında, çeşitli güçler mevcut politikalarını gözden geçirmek, yeni çözümler ve arayışlara girmek zorunda kalmıştır. Bu eylemlerin yarattığı çok yönlü etkileri kavrayabilmek ve sonuçlarını değerlendirebilmek için, onun ortaya çıktığı ortamın ve dönemin özelliklerine bakmak, bu eylemler karşısında çeşitli güçlerin içine girdikleri tutumları incelemek gerekmektedir. Bu yapıldığında, ancak onun tarihe damgasını vuran karakteri ve rolü anlaşılabilecektir.
15 Ağustos Atılımı, Türk sömürgecilerinin devlet yapısı içerisinde faşist kurumlaşmayı önemli oranda sağladığı ve bu faşist özü gizleyecek biçim değişikliklerine gitmek amacıyla planlar oluşturduğu bir dönemde gerçekleştirildi. 12 Eylül darbesinin ardından, hızla sürdürülen çalışmalarla dört başı mağrur bir faşist düzen, tüm topluma egemen kılınmıştır. Ancak içte ve dışta yönelecek muhalefeti etkisizleştirmek için, uygulamaların göz boyayıcı bir tarzda yürütülmesi gerekmektedir. Bu amaçla, ‘demokrasiye dönüş’ aldatmacasına başvurulur, düzenin fideliğinde oluşturulmuş partilerle, seçimlere gidilir. Türkiye’nin belli şehirlerinden başlanarak, sıkıyönetim görünüşte kaldırılmaya başlanır. Yapılan planlar gereği muhalefet etkisiz kılınmış olduğundan, 1983’le birlikte ‘ülkede demokrasi tesis edilecektir.’ Cunta, azgınca saldırılarında olduğu gibi, bu göz boyama faaliyetinde de gerek içteki, gerekse dıştaki dayanaklarından tam destek almaktadır. Böylece iktidarını sağlama bağlama çabası içindedir. Cuntaya hazırlıksız yakalanan sol geçmiş hatalar›n›n kefaretini ağır ödemiştir. Faşist cuntaya hazırlıksız yakalanan sol hareket ise, geçmiş hatalarının bölünmüşlüğünün kefaretini çok ağır bir tarzda ödemiş, yalnızca darbeler altında ezilmekle de kalmayarak, soylu davasına sahip çıkamaz hale getirilmiştir. Tutuklananlar dışında kalan kesim ise örgütsüz bir tarzda çıktığı Avrupa’da tasfiye ile yüz yüze bırakılarak teslim alınmıştır. Tasfiyeciliğin çemberinden bir türlü çıkamayan sol hareketler, yalnızca kendi kendilerini tüketmekle de kalmayarak, geçmiş tarihlerinde de ortaya çıktığı gibi, 12 Eylül rejiminin politikalarının adeta birer uygulayıcısı haline dönüştürülmüşlerdir. Adeta birbirleriyle yarışırcasına, devrimcilik adına ne kadar soylu değer varsa, hepsine karşı saldırıya geçmiş, teslimiyet ve ihaneti bir meziyet gibi meşru kılmaya çalışmışlardır. Faşist cuntaya karşı devrimi örgütleme görevine sırt çevirerek, umutlarını ‘demokrasiye dönüş’ çabalarına bağlamış ve 1988 seçimlerinde, parlamentoya adaylıklarını koyma umudu ile yaşamaya başlamışlardır.
PKK dışında kalan güçleri etkisizleştiren faşist cunta, hedeşerine ulaşmada önünde en büyük tehlikenin PKK olduğunun bilincindedir ve ona da son bir darbe vurarak imha etmek amacıyla, 1983 Mayısı’nda, Güney Kürdistan’a müdahale eder. Amaç; PKK hareketinin tüm kadrolarını bu alanda imha ederek, teslimiyeti dayatarak, başaramadığını burada kılıç ile başarmaktır.
Ancak bu plan, faşist Türk ordusunun ağır kayıplar vermesi ile sonuçlanır. Bu saldırı ile birlikte, aynı dönemde devrimci hareketimize dayatılan provokasyon hareketi de boşa çıkartılır. Diğer taraftan önderleri, devrimci hareketleri ya imha ya da tasfiye edilen ve bağları kopartılan kitleler, cuntanın azgın saldırıları ve pasifikasyon politikası sonucu iyice sindirilmiş, korkunç bir umutsuzluk, yoksulluk ve acı içine çekilmişlerdir. Cuntanın insanlık dışı dayatmalarına tepki duysalar da öndersiz oldukları için, bunu açığa vurmamakta, cuntanın demagojileri altında, devrimci mücadele umutları önemli oranda sarsılmış bulunmaktadır. Devrimci hareketlere vurduğu darbelerle artık güçlü bir muhalefetle karşılaşmayacağını uman ve suskun kitlelerin durumuyla da bu umutları pekişen faşist cunta, iktidarını daha rahatça yürütebileceği inancındadır, üstelik dünya kamuoyunu da buna inandırmış durumdadır.
İşte 15 Ağustos tarihsel atılımı, böylesi bir dönemde gerçekleştirildi. Umutsuzluğun, yılgınlığın, tasfiyeciliğin ve teslimiyet bulutlarının topluma ve sol hareket içindekilere bir kabus gibi çöktüğü böylesi bir ortamda, bu inanılmaz, adeta mucize gibi bir şeydi çoklarınca. Yine düşman ve efendileri için tam bir şoktu. İnanamadılar önce, sonra geçmişteki isyanların bir benzeri sandılar. Ordu ‘isyan var’ diye ayağa kalktı. Kürdistan’a yığıldı. Ancak ortada ne bir isyan ne de eylemi yapanlar vardı. Gelişmeleri hafife almak istediler bu kez, fakat kendilerini en rahat hissettikleri bir dönemde, böylesine güçlü, örgütlü eylemler gerçekleştirebilen, üstelik hiçbir kayıp vermeden geri çekilen devrimcilerin gücü karşısında bunu da yapmadılar. TC, tarihinde ilk kez karşılaştıkları böylesi eylemlerin, kendi sonlarını getirecek bir yangının ilk kıvılcımı olduğuna inanmak istemediler, ancak gerçekler acımasızdır ve o gerçeklere boyun eğmek zorunda kaldılar. Ordularının büyük bir kısmını Kürdistan’a aktararak, her yerde devrimci avına çıktılar. Kürdistan’ı baştan sona kapsayan operasyonlar gerçekleştirdiler. Devrimcilerin barınma koşullarını tamamen ortadan kaldırdıklarına duydukları güvenle, onların eylemi gerçekleştirip sınırdan geri çekildiklerini söylemeye başladılar. Ordunun içine düştüğü aczi gizlemek için, daha iyi bir gerekçe bulunamazdı da. ‘Yakaladık, çember daralıyor, sonları geldi’ propagandalarının sonu gelmeyip, bir tek devrimci dahi yakalanmadıkça, Kürdistan’ın zor coğrafik koşullarının da etkisiyle ordu içinde kaynaşmalar, bunalımlar, kaçışlar baş göstermeye başladı. Kahraman Mehmetçik, daha savaşın ilk adımlarında tökezleyip, koşuğunu açıkça ortaya koydu. “Yenilmez Türk ordusu” efsanesi yerle bir oldu.
Ordunun yapısında görülen bu sarsıntı, tüm devlet yapısında da ortaya çıktı. Devlet otoritesi yerle bir oldu. Dört yıl boyunca yapılan, devrimcileri bir daha dirilmemek üzere, “bitirdik” demagojisinin koşuğu açığa çıkınca, tüm devlet yetkilileri birbirlerine girdiler. Sorumlu aramaya başladılar. Cuntanın başı, ‘dokunulmaz ilah Evren’e dahi tepki gösterilerek, önüne koyduğu hedeşerdeki başarısızlığının devlet varlığını tehlikeye soktuğu ifade edildi. Hükümet içinde çalkantıların önü alınamayarak çeşitli kılıflar altında tasfiyeler başladı. Her türlü sorunun tek çözüm gücü olduğunu iddia eden faşist rejimin inanırlığı yerle bir oldu. Cuntanın efendileri emperyalistler karşısında da güç duruma düştü. Kürdistan’daki bu yeni gelişmeler, yalnızca Türk cuntasını gafil avlamakla, onu şaşırtmakla kalmadı, cuntanın devrimcileri bitirdiği demagojisine inanan emperyalist çevreler ve uluslararası kamuoyu da derin bir şaşkınlık içine düştü. Emperyalist çevreler, olayların gerçek karakterini kavrayarak Türkiye’ye yaptıkları yatırımlardan vazgeçmeye, yine dünya basın yayın organları, eylemleri ve Kürdistan halkının mücadelesini uzun uzun işlemeye başladı. Tüm dünyaya unutturulmaya çalışılan Kürdistan ve Kürt gerçekliği böylelikle etrafındaki tecrit duvarının yıkılması ile tartışılmaya, dikkatler buradaki mücadeleye çekilmeye başlandı. Emperyalist ülkeler, Kürdistan politikalarnı bu çerçevede yeniden gözden geçirmeye başladılar. Diğer taraftan, yıllar yılı Kürdistan gerçekliğine gözlerini kapatan sosyalist çevreler de bu yeni gelişmelerle birlikte, Kürdistan’daki mücadele ile biraz daha yakından ilgilenme sürecine girdiler. Böylelikle 15 Ağustos Atılımı, KUKM ile dünya sosyalist ulusal kurtuluşçu ve ilerici devrimci güçleri arasında bir köprü rolü oynamış oldu.
15 Ağustos eylemi Türk devletinin yüzündeki maskeleri yerle bir etti. 15Ağustos eylemleri, faşist Türk devletinin yüzündeki tüm maskeleri yerle bir eden eylemler oldu. O güne kadar demokrasiye döndüğü yolundaki safsatalarla dünya kamuoyunu aldatan Türk faşist cuntası, Kürdistan halkına yönelttiği insanlık dışı saldırılar ve operasyonlarla bu konuda nasıl bir aldatmaca içinde olduğunu gösterdi. Türk egemen sınırlarının bu en son temsilcileri, görülmemiş bastırma, demagojik saptırma, teşhir ve örtbas etme yöntemlerini çeşitli biçimlerde kullanarak, direniş gerçekliğimizi halkımıza ve dünya halklarına çarpık bir tarzda yansıtma çabasına girdiler. Eylemlerin kendilerinin demokrasiye geçiş çabalarını sabote etmeye yönelik olduğunu iddia ettiler ve eşkıyalık suçlamasında bulundular. Ancak tüm bu demagojiler, kendilerinin demokrasi ve halk düşmanı yüzünün açığa çıkmasını engelleyemedi ve ilerici insanlığın bu çağdışı barbar güce tepkisi yeniden artmaya başladı. Ancak devrimci eylemlerimizi böyle değerlendirip saldıranlar, yalnızca Türk sömürgecileri değildi. İcazetli sol ve Kürt küçük burjuva reformistleri de hep bir ağızdan bu eylemlerin provokasyon olduğunu ve demokrasiye dönüş çabalarını baltalayacağını ileri sürerek, en alçakça saldırılarla yöneldiler. Liberal burjuvazinin peşine takılmış olan ve tüm planlarını 1988 seçimlerine göre yapan bu sahte sol güçler, ortamın kızışmasından son derece rahatsız olarak, kendilerine de bir mücadele çağrısı olan bu soylu eylemlere kraldan daha kralcı kesilerek saldırdılar. Düzene karşı durması gereken bu güçlerin, sosyal şoven, reformist anlayışlarından dolayı gerçekler karşısında kör ve sağır kalmaları, hatta bununla da kalmayarak direnişe saldırmaları ve devrimci hareket karşıtı kutsal ittifaklar oluşturmaları, kendileri açısından gerçek bir talihsizlik olmuştur. Bütün bu tutumlar, bu güçlerin PKK’nin önderliğindeki silahlı direnişin, 15 Ağustos Atılımı’nın değerini düşürme ve onu örtbas etme çabalarının ifadesi olmakla kalmamakta, halkların çıkarlarına ne kadar ters düştüklerini de ortaya koymaktadır. Onların bu konumları, halklarına karşı yerine getirmeleri gereken, ancak ısrarla kaçındıkları görevlerinin neler olduğunu da ortaya koymaktadır. Ve bu aynı zamanda bölgemizde, tarihte ve günümüzde, emperyalizmin işbirlikleri vasıtasıyla karmakarışık hale getirdiği çelişkiler yumağının nasıl çözüme kavuşacağı konusunda da birazcık sağduyu sahibi olan insanlar için, zengin deneylerle doludur.
Binyıldan beridir süren mücadele konusunda, başta Türk basını olmak üzere, onunla beraber neredeyse nağmelerine kadar aynı telden çalan sahte sol ve reformist akımların yayın organları, inkarcılığa başvuruyor ve çarpıtmalarda bulunuyorlar. Ne pahasına olursa olsun yaşamak isteyen, haklı olan ve saygı duyulması gereken halk gerçekliğimize saldırmaktan çekinmiyorlar. ‘Eşkıyaların hareketi, bölücü çıkış, yıkıcılık’ Türk burjuvazisinin kendi katliamlarını gizlemek için basını, radyosu ve televizyonunda tekrarladığı günlük nakaratlardır. Diğer taraftan PKK’ye, Apoculuğa karşı kutsal ittifaklar kuran, yerli işbirlikçi, reformist kesimler ve her zaman onunla işbirliği içinde olan sosyal şovenizmin sorunları çarpıtması, gerçeğin ismini bir türlü koymak istememesi, sanki gelişmeler bir önderlik olmaksızın kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi davranmaları, Türk burjuvazisi kadar bile namuslu olamamaları, ne pahasına olursa olsun direnişe isim olarak sahip çıkmaları, ama onu gerçekleştiren gücü ve direnişin kahramanlarını yerle bir etme konusunda her türlü çılgınlığa başvuracak kadar sağduyu yoksunu olmaları gerçeği... Bu konuda söylenecek çok şey vardır. Akıtılan her damla kanın, toprağa düşen her direniş kahramanının söyleyeceği, bu işah olmazlara kabul ettireceği çok şey vardır. 15 Ağustos yüce atılımı ve sonrasındaki gelişmelerle PKK, kendi önderliğinde halkımızın makus talihini yıkma yolunda tarihsel bir adım atmıştır. Yüreğimiz üzerindeki pası, ondan da öte Türk burjuvazisinin deyişiyle, beton kalıpların parçalanmış, halkımızın başucuna dikilen mezar taşlarını alıp fırlatmış, ölümü pek de kolay kabul etmeyecek bir halk gerçekliğinin ifadesi olmayı bilmiştir.
Elbette ki halen eksiklikler, zayıflıklar çok fazla ve yetkinleşme gereği var. Düşmanın hala imha sevdasından vazgeçmeyecek kadar, bize hayat hakkı tanımaması söz konusu. Eskisi kadar kör bir inkarcılık tarzında olmasa da ilerici insanlığın hala çok haksız bir biçimde halkımızın kaderine karşı ilgisizliğinin sürüp gitmesi gerçeği var. Ama bütün bunlara rağmen gerçekler inatçıdır. Hele halkların ilerici, devrimci gerçekliği çok daha fazla inatçıdır ve hakkını alma konusunda, her türlü baskıcı, gelişmiş barbarlık yöntemlerinden daha güçlüdür. Buna inanarak mücadeleyi sürdüren öncü, elbette ki susmayacaktır. Elbette ki bu barbarlıkları ve düzenbazlıkları açığa çıkaracak, kendi zayıflıklarını güce dönüştürmesini bilerek, kendisi için kader diye çizilenin tüm geçersizliğini ortaya koyacak ve çağımızın en büyük haksızlığını ortadan kaldırmak için, büyük bir namus ve onur savaşını sonuna kadar götürmesini bilecektir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ağustos günü Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Badibê ve Hababê alanları arasındaki Şehit Reşo alanı TC ordusu tarafından kundaklanmıştır. Kundaklama sonucu başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ağustos günü Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Badibê ve Hababê alanları arasındaki Şehit Reşo alanı TC ordusu tarafından kundaklanmıştır. Kundaklama sonucu başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
10 Ağustos günü öğlen 12:00 ile 11 Ağustos günü sabah 08:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Çarçela alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve top saldırısı yapılmıştır.
12 Ağustos 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Ağustos günü Batman’ın Sason ilçesine bağlı Geliyê Zorê, Şex Hamza, Sinda, Dumila ve Vegenê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Çoğu zaman hayatın kendi pencereleri olduğuna ve her daim de ne kadar çok pencereden bakılırsa hayatın anlamının derinleşeceğine inanmışımdır. Biz dağlardayız yani kimine göre terörist, kimine göre bölücü, kimine göre uslanmayan maceracılarız vs, vs uzayıp giden ve geneli kendinden makul kavramlar içinde lanse edilmeye çalışılırız… Öyle ki son dönem tartışmalarında bizlere yer aramaya başlayan, hatta dağdan inmemizin kendi düşüncelerinin sığlıklarında geliştirecekleri projelerle pek ala mümkün olabileceğine inananların sayısı da gün geçtikçe artmakta. Başta da söylediğim gibi hayatın güzellikleri başka pencerelerden bakabilmekte yatıyor daha da somutlaştırırsak; başkaları için yaşamayı gözünü kırpmayanların işidir hayatın akışına anlam biçmek ve uslanmadan ömür vermek… Ötesi karanlıkta aynaya bakmak olur, onun da çok fazla bir anlamı yoktur.
Çoğu zamanlar TV’yi, köşe yazarlarını takip ettiğimde söylenenlerin, ortada dolaştırılan kurguların saçma yönlerini komik buluyorum. Fakat bunların getirisi ne olur diye düşündüğümde, açık belirtmek gerekirse; böyle devam ettiği halde şafağın çok da aydınlık olduğunu söylemek her halde aşırı iyimserlik olur diye de düşünüyorum. Bundan dolayı da ilk başta dikkatimi çeken noktada kullanılan argümanlar oluyor, mesela bir siyasi görüşmede, taraflardan biri kendi kimliğini absürtlüğün daniskalığında şekillendirmeye çalışıyor, yine bu görüşmeye yönelik muhalefet yapmak isteyenler de görüşmeyi “Kandil’le ya da İmralı ile yapılmış sayıyor”!
Aslında kısa bir hikayenin kıssasıyla meramımı daha iyi anlatabilirim; bir gün ermişi ziyaret edenler sormuşlar ermişe “bize gerçek sevgiyi söyleyenlerle, sevgiyi yaşayanları gösterebilir misin?” diye. Tabi bunun üzerine de ermiş “olur göstereyim” demiş ve bir sofrayı hazırlatmış. Ondan sonra hazırlanan bu sofra için bir grup getirtmiş ve gelen grubun önüne meşhur, uzunluğu bir metre olan derviş kaşıklarını koydurtmuş. Sofranın etrafında oturanlar ellerine aldıkları bir metre uzunluğundaki kaşıklarla, önlerinde bulunan tabaklardaki çorbayı içmeye çalışmışlar. Fakat bunun mümkün olmadığını anlayarak, her biri kurulan bu ermiş sofrasından aç kalkmışlar, bunun üzerine ermiş, yanındakilere “gördüğünüz gibi bunlar sevgiyi söyleyenlerdi” demiş ve ardından diğer bir grubu sofranın başına davet etmiş. Gelen ikinci grupta yer alanların yüzlerinde aydınlık ve göz bebeklerinde çakmak çakmak kıvılcımlar varmış. Bu grup sofranın etrafına kurulduğunda, ellerine aldıkları kaşık ile kendilerini doyuramayacaklarını çok iyi bildikleri için başlamışlar karşısında oturanları doyurmaya. Tabi hal böyle olunca sofranın etrafında oturanların sevgiyi böyle yaşamaları sonucu hepsi sofradan afiyetle kalkmışlar. Bunun üzerine gördüklerine şaşırmış olan ziyaretçilere bizim ermiş, “gördüğünüz gibi bunlarda sevgiyi yaşayanlardı” demiş.
Yaşadığımız bu günlerde, geliştirilen bu tartışmalarda nedense bazıları inatla ellerinde tuttukları derviş kaşıklarıyla çorbadan içmeye çalışıyorlar, ama bırakın çorbadan içmeyi, gün geçtikçe üstlerini ne kadar kirlettiklerini dahi göremiyor ve inatla kaşığı daha çok çorbanın bulunduğu kaseye daldırmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da sevginin söylenmesi ve yaşanması arasındaki gerçeklik, içinden geçmekte olduğumuz böylesi hassas bir dönemde daha fazla bir önem kazanıyor.
Daha öncesinde ifade ettiğim gibi biz dağlarda yaşayanlarız, yani dağın çocukları-cumartesi analarının gözyaşıyız… Elimizde tuttuğumuz kaşıklarımızla karşımızdakini doyurmayı erdem bilecek kadar müreffeh bir gönlümüz, döndüğünde ıslık çalacak kadar yürekli olan direnişçilerle dayanışacak kadar güçlü omuzlarımız var. Siz hala terörist, bölücü felsefesine yapışıp, üzerinizdeki kirlerin farkında olmadan, pencerelerinizden ucuz matlıklardaki hülyalarınıza dalıverirseniz tarih denilen ve durmadan büyüyen organizmanın içinde hep karanlık olarak kalacaksınız…
Sözün anlamından ziyade, böylesi bir dönemde taşınabilecek tek kaygı geleceğe neleri bırakacağımızdır. bundan dolayı da geliştirilecek argümanların değişmesi ve dünyalarınızda başkalarını da doyurabilmenin önceliklerinizin arasına girmesi önümüzdeki sürecin inşasında belirleyenler olacaktır. Yani demem o ki; hayatın anlamına ulaşmaya çalışmak, farklı pencerelerin pervazlarına yaslanmak bazen hayatın kendisi olmaktadır.
- Ayrıntılar