Şafağın kızıllığını yeni kurulmuş kıl çadırlar arasına bıraktığı bir vakitti. Sılav koşar adım çadırdan çıkmıştı. Son günlerde geceden selamını yüklenmiş çoban yıldızının şafağın rengârenk kuşağının arasından kaybolup gidişine ulaşmaya çalışıyordu.
Çocuk bedeninde büyüyen yüreği içine sığmıyor, yaşıtlarıyla oynadığı oyunlar onu doyurmuyordu. Sanki bir şeyler hep yarım kalıyordu. Sadece şafaklara değil, akşamın günbatımına da koşuyordu. Yarımlık hissi doğduğu ilk günden beri vardı. Kapatmak için herkesten habersiz koşuyordu ama dolmuyordu boşluklar. Koçerdiler... Bir yayladan bir yaylaya göçüp konmuş, konup göçmüştüler. Yeni bir yaylada o sabah, sürülerini şafaktan önce yaylaya çıkaran çobanın ahenkli ama hazin kavalının sesiyle uyanmıştı. Ne zamandır kararını vermişti. Kıl çadırlarının sürekli konukları olan, ama ne zaman nereden geldikleri belli olmayan gerillalarla güneşe uzanacaktı. O sabah gerillaların ardından yine herkesten habersiz dağlara koştu. Kendi dilinde selamladı dağları... Adı Sılav’dır...
Mevsimlerden baharın yüzünü yaza döndüğü vakitlerden birindeydik yine... Yılları ardı sıra kovaladı, kimi zaman ve mekânlarda neyi nasıl, kiminle yaşadığımızın pek de farkına varmadığımız mevsimlerden birindeydik...
Zulüm cellatlarının ise, ne zamanı, ne mekânı, ne mevsimi ne de insanı tanımadığı gafletinin ve ihanetinin sahneye çıktığından habersizdik. Akşamın eylem planının heyecanında, sabahın ise eyleme gidişin telaşında uğurluyorduk yoldaşları her şeyden habersiz. Ölüm ise erkenden almıştı yükünü. Esecekti kesin kasırgasını, ölüm bu, dinler mi? Zulüm bu, bekler mi? Hele bir de habersizsen, hesaplamamışsan neler olabileceğini... Seni kendinden sakınırcasına koruyan Gabar'ın derin vadilerinde düşmanının da olabileceğine gamsızsan "eceldir, gelir gelir de alır" demek yakışır mı gerillaya?
Sabahı koynunda taşıyan gece gibi; eylem sabahının gecesinde almıştım seni koynuma. Bir ananın yavrusunu kucaklaması gibi "el"den sakınıp kıskanması gibi almıştım seni koynuma. Bir ananın yavrusunu kucaklaması gibi almıştım seni. Hani kimseler bilmez de ana yüreği bir naçar yürektir bilir, hisseder. İşte öylesine bir ilk ve son kucaklamaydı seni. Anadır, sevincini de, acısını da yüreğinde taşımasını bilir. Ya yoldaş isen... Yürekte taşımak yetmez acıyı, sevinci. Bir de görev yükler vicdanına vasiyetin kalır yoldaşına yolunun takipçisine. İşte o zaman zor gelir acı. Acıyı anlamak, acıyı anlamlandırmak düşer yoldaşlara...
...
Hani olmasaydı, hiç yaşanmasaydı, dediğimiz anlarımız olur her birimizin. Keşkelerle başladığımız, keşke deyip derinlere daldığımız anlar vardır. İşte sizi uğurlayıp da, dönmediğiniz gün böylesi keşkeleri taşıyordu.
...
Yeni olgunlaşan bir başağın sarıya vuran rengindeki dalga dalga saçların, kolay kolay her insanda olmayan gülen gözlerin ve o gözlerinde taşıdığın acılarla büyümüş bir çocuğun aynı anda yaşadığını karşısındakine hissettiren o bakışların... gülünce çehrene yerleşen gamzelerin, gamzelerini belirgin kılan her an al al olabilen yanaklarınla halen çocuktun sen. Her ne kadar kabul etmesen de çocuktun. Kendi zamanının ve yaşıtlarının erken serüvencisi. Öylesine içten, öylesine masumdun ki nasıl kıyabildiler sana, çocuktun sen... en çok da “bir varmış, bir yokmuş” ile başlayan öyküleri dinlerken, kayıp ülkenin kayıp yalnızlığında iri iri açtığın gözlerinde “bir varmış, hep varmış” da ısrar eden gamzelerini derinleştirdiğin o dudak bükmelerin... ölümü sevmezdin. Yitip gitmek, yok olup tükenmek derdin ölüme. Israrla “ben hep yaşayacağım, var olacağım ve Kürdistan’ın her yerini göreceğim. Her yerinde dolaşırken avazım çıktığı kadar bağırarak özgürlük şarkıları söyleyip, halaylar çekeceğim. Gecenin en kuytu saatinde dağların en yüksek yerinde özgürce ateş yakacağım” derdin...
İnan güzel gence fidan; ölüm seni bizden alsa da senin özgürlük nidan, çocuk gülüşlerin hep yaşıyor. Adın gibi seni, seher vaktinde, ılgıt ılgıt esen bahar yelinde, yüzünü yüzümüzde, sesini sesimizde hissederek selamlıyoruz. “Sılav”, selam...
...
Bir gün halkların mozaik bahçesi Gabar köylerinin arasından geçerken yolumuz Derşaw’a düşmüştü. Sessizce gruptan sıyrılıp yangında viraneye dönmüş evlere dalmıştık. Yıkıntılar bizi şaşkına çevirmiş, öfkeden yüreğimiz sıkışmış, acı gözlerimizi yaşartmıştı. Elinde minicik bir bebek ayakkabısı tutmuş, sahibi olan bebeği ararcasına etrafına bakınırken “neden?” Demiştin. Şaşkınlığımdan ancak o zaman sıyrılıp, üzüntüden ve öfkeden allak bullak olan yüzüne bakakalmıştım.
-Neden heval, neden?
-......
-Hep böyle olmak zorunda mı? Diyerek yüzünü bu yıkıntının ötesinde her şeye inat yıkılmadan kalan, her taşının büyük bir emekle örüldüğü taşa toprakla kurulmuş bereketli bahçelere dönmüştün
-Onların da köyleri, köylerinde bereketli bahçeleri, neşeyle koşan çocukları, kundakta bu ayakkabının sahibi gibi bebeleri yok mu? ...Neden heval neden?
Öylesine derinden acıyı hissederek soruyordun ki, o anda seni ikna edecek açıklamayı bulamıyordum kendimde. Zaten ne denilebilirdi ki? Barış içinde, kardeşçe yaşamak dururken dayatılan savaşın zulmünü sana nasıl anlatabilirdim ki?
-Bu dünya çok mu küçük, çok mu dar heval?
Çocuk yüreğinin büyük ve cevaplanması zor sorularını soruyordun.
-Dünyanın başka bir yerinde bir halka böylesine nefret duyan, nefret yaratan başka bir devlet var mı heval? Demiş ve koşarak uzaklaşmıştın. Sanki koştukça, uzaklaştıkça gerçekler de uzaklaştığın kadar senden uzaklaşacakmış gibi... Sana ulaştığımda ağlamaktan kızarmış gözlerin ve yüreğinin öfkesine bürünen yüzünle karşılaşmıştım.
-Bizi bu savaşa, kan dökmeye, yakmaya, yıkmaya zorlayan onlar. Böyle yakıp yıktıktan sonra elimizi kolumuzu bağlayıp “hoş geldiniz, buyurun yakın, yıkın, öldürün” diyemeyiz ya. Savaşmak zorunluluk olarak kalıyor değil mi heval? Demiştin.
O günler çok gerilerde kaldı. O gerçekleri başka gerçekler izledi ve sen biraz daha büyüdün. Eylem günü biraz daha büyümek için yola çıkıp gerçeğin başka bir yüzüne daha tanıklığa koştun. Bu yüzünde halkının kendi içinden yetişen Muaviyelere tanık oldun. Korucuları gördün...
...
O gün sen daha farklı ben ise tedirgindim. Yüreğim sıkışıyordu. Sanki dönmeyecektin...
Eylem için küçük bir saldırı grubu oluşturulmuştu. İkisi bayan, dördü erkek arkadaştan oluşuyordu. Kan emiciler ise sizden önce harekete geçmiş ve arazide konumlanmışlardı. Aslında onların da sizden haberi yoktu. Daha başka bir yıkılmış köyün yamaçlarında konaklamış hareketli birliğe daha büyük bir ava, daha çok kana hazırlamışlardı kendilerini. Sizde “hazır elimin altına gelmişken...” deyip de kana doymazlıklarını yönelttikleri hazır lokma idiniz. Hiç kaçırırlar mıydı?
Bundan habersiz ilerliyordunuz. Çünkü ilerlediğiniz vadi sık orman ve gürül gürül akan suyun coşkunluğundan anlayamamışsınız. Bir de sudaki balıkları görünce günlerdir aç olan noktadaki arkadaşlarınız aklınıza gelmiş. Vadi derin olduğundan bombanın sesi duyulmaz deyip balık avlamak istemişsiniz. Sen ve Eylem arkadaş, nöbet için tespit ettiğiniz yere BKC’yi alıp gitmiş, erkek arkadaşlarda ayakkabı ve çoraplarını çıkarmış, silahlarını suyun kenarında korunaklı ağaç dallarına asıp atılan bomba sonrasında su yüzeyine çıkan ölü balıkları topluyorlarmış. Düşmanın arkadaşlara doğru hareketini fark edince, düşmanın ulaşmak istediği planı boşa çıkarmak için çatışmaya başlamışsınız. Kendileriyle çatışanların sadece iki genç kız olduğunu anlayan düşman daha da kendinden geçip pervasızca üzerinize gelmeye başlamış. Arkadaşlar ayakkabısız, zor bela silahlarını kurtarıp size yardıma gelmeye çalışmışlar. Ancak vadide oldukları için size ulaşamamışlar. Diğer taraftan hareketli birlik çatışma sesini duymuş ve hemen toparlanarak düşmanın inisiyatifini kırmak için size yardım etmeye çalışmış. Belli bir süre özellikle de sen Sılav, çocuk kahraman ve yoldaşın Eylem ile öylesine direnmişsiniz ki düşman bile iki genç kızın karşılarında bu kadar direnmesine şaşırmış, dağınık çatışma halinden kendini çıkaran düşman olanca tekniği ve gücüyle toplu halde size yönelmiş...
Ertesi gün size ulaştığımızda ikinizin cenazeleri yan yana getirmişlerdi. Ne silahınıza ne de raxtınıza dokunmuşlardı. Ama ölümün ve ihanetin izini bırakmışlardı. Bu manzara karşısında gözlerimiz kararmıştı. Sımsıkı kapattığım göz kapaklarımın ardında acı ve öfkeden iri iri açtığın gözlerin vardı ve sesin kulağımda yankılanıyordu. Sılav sesin vadiden tarihe akıyor, tarihe yankılanıyordu...
-Neden heval neden…?
WARŞİN KOÇGİRİ