HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

mavi daglarSabah uyandık. Rojbaş’ı kaçırmışız. Son bir yıldır olduğu gibi her uyanışımda hala bulunduğum mekânı algılamakta zorlanıyorum. Kendime sorduğum ilk soru, hep nerdeyim oluyor. O kadar çok bekledim. O kadar uzun ve yorucuydu ki yolculuk. Bittiğine inanamıyorum. Mavi ile çepeçevre çevrelenmişim. Sırt üstü uzanmışım. Altımda incecik bir minder. Üzerimde uzun tüylü bir battaniye. Yanı başımda bir battaniyenin altında koskoca bir tepe horulduyor.

Tünelden ince bir ışık sızıyor. Bu mavinin altında, bu sırtımı yasladığım mavide güneş bu kadar kısık olmamalı diyorum. Uzak olmamalı diyorum. Hadi taban gök mavisi ama bu sırtımı dayadığım mavi neyin mavisi. Sırtını maviye dayamak ne demek? Hangi maviye dayar insan sırtını? Nesneleri algılamakta zorlansam da içimden sırtımı dayadığım maviye gök mavisi, deniz mavisi diyesim geliyor. Her şey neden bu kadar mavi? Sonra dağların diline iyice yerleşmiş yeni bir söz gelip dağıtıyor bütün bilinmezlikleri. Nedenlere takılma, bütün halklar baharda şimdi. Üstelik dağdaysan böyle bir halklar zamanında keyfini çıkar her şeyin.

Kollarımı çıkarıp battaniyenin altından gerinip esniyorum. Ayaklarımın ucuna yerleşen ve bedeninin sıcaklığını ayaklarımda hissettiğim, birbirimize iyice alışmaya başladığımız Nazê de aynı şeyi yapıyor. Keyifle geriniyor. Yanımdaki tepe kımıldıyor yerinden. Tepenin üzerindeki battaniye hafifçe aşağı kayıyor. Benim keçel, onun tarama sıkıntılı dediği kafası çıkıyor battaniyenin altından. Çatışmadan çıkmış gibi hemen dağılıyor mahmurluğu ve yüzüne yerleşmiş tanımlayamadığım her şey.

Ne yok ki! Acı, sıkıntı, hüzün, özlem, hasret, ironi ve bütün bunlara hep bulaşık duran, o dünyalar yıkan ve yaratan tebessüm.  O da koroya katılıyor. Esniyor, geriniyor. Gözaltından bana bakıyor mavi loşluktan. Uzatılmış bir rojbaş çekiyor. Ben de rojbaş diyorum. ‘İyi uyumadın galiba’ diyor. ‘Yok fena değildi’ diyorum. Gülümsüyor. Lafı değiştirmeye çalışıyorum. Bir sigara yakıyor. ‘Yıllar sonra bu sigarayı iyice bırakmayı düşünüyorum’ deyince derin bir nefes çıkarıyor sigarasından, gülümsemesinin kattığı dumanını üzerimden mavilere doğru savuruyor. ‘Hi hi… Anlıyorum’ diyor. ‘Bu yokuşlara kendini vuranların nefes nefese kaldıklarında akıllarına gelen ilk şey oluyor. Doğrusu da bu ya’ diyor.

‘Ben de bırakmak istiyorum ama kırk yıllık bir dostu, üstelik bu tepelerden dünyaya bakarken ve üstelik bulutlara karışırken dumanı bırakamıyorum bir türlü. Merak etme, tiryakiler için uzun bir süre böyle devam ediyor bu. Zağros yokuşları en tutkulu tiryakiyi bile kararsız bırakır tiryakiliğinde. Zirvelerdeyse ve karışıyorsa dumanı bulutlara, vallahi bırakmak zor oluyor bu meretin keyfini. Onun için bırakmayı düşünüyorsan en iyi yer inişlerdir. İnerken tekrar düşünürsün’ diyor.

Ne muhabbet ama… Yıllardır sinsice gelip bütün sohbetlerimize yerleşiyor bu meret. Gerçi dağlıların çoğu bırakmış sigarayı. Tek sıkıntıları doçka kalibreli sigaralar saramamak değil artık. Bir alışkanlıkla yaptıkları mücadeleyi örgütsel karara dönüştürmenin arifesindeler. Alışkanlıklarını kolay kolay aşamayan yenilerin sıkıntıya düşmemesi için erteliyorlar ha bire. Ama bu arada bir ADA’dan gelen eleştirilere de asla kayıtsız kalamıyorlar. Zaten örgüt yönetiminin çoğu bırakmış bile. Herkesi de hazırlıyorlar yavaş yavaş. Uzun sürmez bu meretin idam fermanı. Nikotin cephesinde durumlar hiç iyi değil anlayacağınız. Karşı-nikotin cephesi ise iyice örgütlenmiş ve kararlı bu sefer. Hızlı cephe değiştirmenin utangaçlığı olmasa, ben de hemen değiştireceğim cepheyi. Azınlıktayım şimdi. Bir sürü de sınırlama gelmiş. Kapalı yerde içilmiyor. Gece tümden yasak. İçmeyenler çoğunlukta olduğu için, etrafa yayılan dumanı elleriyle bir düşman tepesini düşüren saldırı grubu gibi savurup duruyorlar.

Bu arada aldığım soğuğun da etkisiyle ta ciğerlerimden öksürüyorum. Nikotin cephesinin lider takımından olan yanımdaki yaşlı olanı iyice gülümsüyor. ‘Tüh! Bir mevzimiz düşmüş bile. Bütün gerekçelerini de oluşturmuşsun. Üstelik bu cephe yanlış ve yenilgiye mahkum bir cephe. Utanma, değiştir cepheyi. Bu dağların güzel havasına hasret kalmışsın. Bir kapitalizm hastalığı olan nikotin dumanını bulaştırmadan solu bu havayı’ Biraz şaşırıyorum. Galiba sadece zayıflamamış nikotin-cephesi, çökmenin eşiğinde. Yanımdaki, nikotin-cephesi yazılarını bildiği için ve cephenin eskiden en sıkı elemanlarından olduğu için ‘ya çaktırma ama ben bile bu kavgada yenilginin eşiğindeyim. Her şey bize karşı. Ciğerlerimiz bile isyandaysa yenilgi kaçınılmaz gibi görünüyor’ diyor. Gülüşüyoruz.

Çok alışık olduğum bu nikotin muhabbeti etrafımı biraz daha iyi algılamama neden oluyor. Mavi bir mağaradayım şimdi. Uzun tünellerden geçilerek girilen mağara odaların vazgeçilmez rengi mavi. Hiç kimse ve hiçbir şey onları koparamıyor mavilerden. Bir biçimde mavileşmenin ve dünyayı mavileştirmenin yolunu buluyorlar. Sadece gökyüzü ve denizlerin maviliğiyle yetinmiyor gibiler. Yerin altını bile mavileştiriyorlar. Hem de çepeçevre mavileştiriyorlar. Bütün, ‘dağdan insinler’ çağrılarına inat ha bire yerleşme ve güzelleştirme çabasındalar dağları. Bu bazılarını ürkütüyor galiba. Bu deniz mavisi, gök mavisi yerin altında inşa edilmiş masmavi dünyalarda, masmavi çocuklarla mavileşiyor yüreğim. Mavinin ışıltısı ürkütebilir Orta Doğu’nun karanlık politika labirentlerinde gözleri karanlığa alışmış olanları. Ama yüreği maviliklere hasret olanlar için her şeyi mavileştirmek sadece bir duygusal mesele değil, romantizm bulaşsa da tamamen yeni dünyalar inşa etme projesi.

Projeyi tamamlamışlar. Çizilmiş ve tamamlanmış bir projenin inşaat sahasındayım şimdi.

Parmaklarım tuşlarda koşuştururken, tüneldeki ışıkta kaybolup beyazlara karışıyor bir tepe. Birazdan koşarcasına dalıyor içeri. Saçlarında ve sakallarında kar taneleri. Gülümsüyorum. ‘Kar mı yağıyor?’ diyorum. ‘Yok! Bırakmıyorsun ki uyuyalım. Sabahlara kadar sohbete tutarsan bizi, rojbaş’ı kaçırıyoruz. Üstelik rüyalarıma da siniyor bu sohbetler. Uyuşuklaşıyorum. Yüzümü kar şokunda temizlemek zorunda kalıyorum tembel uykulardan’ diyor.

Hepsi çocuk. Hep çocuk. Bir ‘Brr’ çekip yine yerleşiyor yanımdaki battaniyenin altına. ‘Eh nasıl buldun bizim fakirhaneyi! Rahat uyuyabiliyor musun? Üşümüyorsun değil mi?’ diyor. ‘Yo, gayet rahatım’ diyorum. ‘Biliyor musun, geç kaldık’ diyor. ‘Hi hi…’ diyorum. ‘Yok yok, rojbaş için demiyorum’ diyor. Anlamaya başlıyorum.

‘Daha yirmi yıl önce böyle mekânlar inşa etmemizi istemişti bizden kırk yıllık dağ hayalini hiç yitirmeyen. Geç kaldık. Ama geç de olsa başladık bu işe. Yeni yeni yerleşiyoruz. Zorla koparıldığımız, uzaklaştırıldığımız, yabancılaştırıldığımız dağlarımıza. Eskiden göçebe gibiydik biraz. Onun hep eleştirdiği naylon çadırlarda ve köy evleri gibi mangalarda ilişmiş gibiydik dağa. Şimdi iyice yerleşiyoruz. Kıyamete hazırlanıyoruz. Karşımızdakilerin teknik imkanlarını biliyoruz. Onlar bizi buradan sökmek, atmak istiyorlar. Biz ise iyice gömülüyoruz. Bak, yaptığımız bu şkeft bin yıllarca kalacak burada. Yaptığımız mevziler kayalara oyulu. Varsın atom bombası kullansınlar ki biz bunu da bekliyoruz onlardan. Ama hazırlanıyoruz işte. Onların sistemi çatırdıyor. Halklar ise bütün heyecanıyla bahardalar şimdi coğrafyamızda. Mümkün mü baharın yaşlı çocuklarının bu bahar bayramı isyanlarından paysız bırakılmaları. Biz bahar inşa ediyoruz dağın kalbinde. Koparılmak istendikçe bu dağlardan, biz ha bire daha derinlere gömüyoruz kendimizi. Bahara hazırlanmıyoruz. Asıl büyük baharı hazırlıyoruz biz’ diyor.

Gözlerim maviliklerde dolaşıyor. Kim maviliklere gömülmek istenmez ki! Yanımdaki iyice alıştığım hallerinde. Kucağımdaki ekrana bir göz atıyor. Son cümleyi gösteriyorum. Bir kahkaha patlıyor kulaklarımda. Kahretsin, yine şaşkınlık şoklarının uçurumuna düşüyorum. Dönüp bakıyorum. Ben şaşkın, o kahkahada. ‘Harika’ diyor. ‘Ama keşke o tuşlara dokunabilip iki laf da ben edebilseydim. Görürdün senin o güzel metaforunun başına ne getirirdim’ diyor. İyice şaşırıyorum. ‘Buyurun, sen söyle ben yazayım’ diyorum kendimden emin ve şaşkınlığımı gidermenin çabasında. ‘Tamam, ruhun mavilere gömülmüş ve gözlerin mavileşmiş ama niye şu üzerindeki asıl gömülü olduğun kahverengi battaniyeyi yazmıyorsun? Üstelik de sen daha kahvaltı yapmadan millet öğlen yemeğine çağırıyor bizi’ diyor.

Nazê içeri giriyor. Gelip yanımdaki tepenin iyice tepeleşmiş olan göbeğinin üzerine usulca yerleşiyor. Beni bırakıp Nazê ile konuşmaya başlıyor. ‘Bak, Nazê yemeğini yemiş bile. Şimdi tek rakibi sensin biliyor musun? Bu şkeftin en büyük keyfiyetçisi olduğu için seviyoruz hepimiz Nazê’yi. Keyif almadığın bir yerde yaşayacak kadar ahmak sanıp dağdan inmemizi istiyor bazı…’ Ağız dolusu yine. Allah var, bu ağız dolusu ve galiz küfürleri düşmanım duysun istemezdim. Sonra biraz sakinleşip Nazê’nin başını okşuyor. Nazê’ye, ‘Bak bu Jêhat’la sakın ahbap çavuşluk yapma’ diyor. ‘Adam üç gündür burada, hemen öyle bir yerleşti ki keyfiyette ve keyfiyetçilikte rakibin olmaya aday. Biliyorsun, kıskancız biz mesele dağlar olunca. Her şeyini paylaşırız dağların ama keyfini kaptırmayız kimseye. Bizden daha çok keyif alan birini görünce hem kıskanır, hem seviniriz yeni bir dağlı bulduğumuz için’ diyor.

Bana dönüyor, ‘Galiba seni uyandırmanın yolunu biliyorum. Çık o gömüldüğün battaniyeden. Git, biraz kara göm kendini. Yüzünü karla yıka. Gözlerindeki maviliği daha bir ışıltılı yapar kar’ın beyazı’ diyor. Ben kucağımdan indirip siyah karlar düşmüş beyaz ekranı tünele yöneliyorum. ‘Nereye?’ diyor. ‘Dışarıya açılan tünel diğeri’ Bu sefer ben patlatıyorum kahkahayı. ‘Yaw heval bırak gözlerimi, önce burnuma sinen bu kekik ve soryaz kokusuyla ve közde yanmış iki ekmekle midemi ışıtayım da sonra icabına bakarız gözlerin’ diyorum. O da patlatıyor bir kahkaha.

Dağların kalbindeki mavi dünyamızı masmavi kahkahalar dolduruyor.  Mavilerdeyim şimdi. Dokunmayın keyfime… Üstelik silikon yığınından Kazancı Bedih’in sesi yükseliyor. Yarı Farsça, yarı Türkçe ‘gökyüzünden cevher yağsa, bir parça düşmez fakirin evine’ diyor. Ama kusura bakmasın Kazancı Bedih hemşerimiz bu gökten yağan bütün güzellikler ve cevherler bizim ‘fakirhane’ye yağıyor. Sadece yağanlar değil, masmavi gök, masmavi okyanuslar yağıyor gözlerimize, yüreğimize ve tenimize.

Dedim ya, dağda ve maviliklerin ışıltısındayım şimdi. Bırakın keyfini çıkarayım. Belki bu kara puntolarda fakir olan halkımın fakirhanelerine de bir katre düşürebilirim heyecanında parmaklarım. Ulaştırabildiysem, keyfime keyif kattınız. Bir katre de olsa mavilikler düşmüşse fakirhanenize siz de keyfini çıkarın. Mavi bir bahar geliyor. Keyifli halaylarına katılmamazlık etmeyin. Bablekan oyunundaki ayaklarınızın çıkaracağı toz, dünyayı maviye kessin. Bu mavi dünyanın keyfini bütün dünyalılar çıkarsın. Keyfinize bakın. Her şey mavi olacak…  

 Jêhat Bêrtî