HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

“Acıya,  gözyaşı dökmeye zamanımız olamaz.” 

Partimizin 5. Kongre süreciyle beraber, ülkede yeniden bir hareketlilik süreci başlamıştı. Eyalette yaşanan kayıplar ve kongreden eyalete gelen arkadaşlarla, fırtına birliklerinin oluşturulması gündemleşmişti. Biz de, Hamza arkadaşın sorumluluğunda, Habizbına bölgesinin Dilveria alanındaydık.

 Dilveria alanı; Hasankeyf, Gercüş Savur üçgenini kapsayan Mardin eyaletinin dördüncü bölgesi olarak bilinen Habizbına bölgesinde yer almaktadır. Dilveria dağı, sönmüş bir yanar dağ olduğundan, arazisi volkaniktir. Amed’in güneyinden başlayıp, Dicle’nin kavisleriyle kıvrılarak, kuzeyde Mava dağına kadar gider. Dilveria, iki coğrafyayı birbirinden ayırdığı gibi, iki iklimin de buluştuğu bir noktadır. Dicle ve Fırat ovası iklimsel özelliklerini, dalga dalga güneyden, kuzeye doğru taşımaktadır. İnsanlık tarihinin ilk yerleşim yerlerinden biri olmasını bereketli coğrafyasına borçludur. Dağ, Dicle’nin güneyinden yukarıya doğru, yontulmuş irili ufaklı büyük taşlarla örülü kaleleri ile yapılması zor; aynı taşlardan yapılmış olan köprüler, tarihten birer yaprak gibi önümüzde durmaktadır. Batıdan, katman katman Raman ve Batı Raman dağları yükselir. Ve dolunay gecelerinde, Batıdan Doğuya doğru kıvrılan Dicle suyunun yüzeyinde akseden yakamoz, adeta süt beyazı bir şeridin, pırıltılı yansımaları olarak coğrafyanın güzelliklerini tüm doğallığıyla gözler önüne serer.

 Alanın en yüksek ve her yere hakim noktasında, Alodino Kalesi bulunmaktadır. Hem doğunun, hem de batının alabildiğince görülebildiği bir yerdir. Kalenin tarihi tam olarak bilinmemektedir. Ancak, halk arasında günümüze dek söylene gelen söylencelere göre, Alodino, İskender zamanında yaşamış bir Kürt komutanıdır.  İskender, çıktığı doğu seferlerinde, topraklarına bu alanı da katmak ister. Ancak, kale stratejik bir yerdedir. Oraya yönelen tüm saldırılar püskürtülür ve kale alınamaz. Kale, kuzeyde Dicle ile bitişiktir. Yaklaşık yüz metre yüksekliğinde dik bir kayanın içi yontularak yapılmıştır. İçi labirent gibidir. Dört tarafına hakim ve saldırıya karşılık verebilecek bir şekilde, inşa edilmiştir. Öyle ki, sadece bir tek kapısı vardır, o da gizlidir. Bu kapı, yeraltından yapılan tünel ve basamaklarla, Dicle kıyısına açılır. Sığ ağaçların kapladığı küçücük bir geçit gibidir. Bu kapı, daha çok, ihtiyaçları karşılamak amacıyla gece karanlığında kullanılırmış. Kayalar içten oyulduğu için kalenin üstü kapalıdır. Duvarları geniş ve altı metre derinliğindedir. Kale doğal bir savunma kalesi olduğu gibi, güvenlikli bir korumu da vardır. İskender komutanlarıyla birlikte ne yapsa da, kaleyi zapt edemezdi. Ancak, kaleyi içten düşürmek gerekiyordu. İskender ise, karargahını Hasankeyf’te kurmuştu. Geceleri, kalenin ihtiyacını karşılamak için suya inen kadınlar arasında, Alodino’nun karısı da vardır. Alodino’nun karısı, yerini belli ettirecek şekilde, İskenderin askerlerine, ateş kıvılcımı çıkaran taşlarla işaret verir. Kadın, kendisini gören askerler tarafından, İskenderin yanına götürülür. Daha sonra kale içten çökertilir, Alodino teslim alınarak, idam edilir. O günden sonra, yöre halkı bu kaleyi, Alodino Kalesi olarak anacaktır.

 Habızbina, yaz aylarında özellikle Ağustos ayında çok sıcak olur. O zaman, Dicle kenarında yerleşim yerlerini kuran insanları daha iyi anlardım. Karşısından yükselen kaya altlarından çıkan kaynak sular, çevredeki nar, incir ve üzüm bahçeleri bambaşka bir güzellik ve emekti.

 Bir bölüklük güç olarak, arkamıza kaleyi siper ederek üslendik. Bu aylar, Batman’da salgın hastalıkların yoğunca görüldüğü dönemlerdi ve birliğimizdeki birçok arkadaş da, bu hastalıktan etkilenmişti.

 1995’in Ağustos ayıydı ve 15 ağustos atılımının yıl dönümü yaklaşmıştı. Yıl dönümünü başlatma ve sürece cevap vermek amacıyla ilk eylemi, birliğimiz yapacaktı. Bunun nedeni, hem coğrafik olarak uygun bir yerde konumlanıyor olmamız, hem de nitelik olarak bileşiminin güçlü olmasıydı.

 5. Kongreden sonra eyalette bulunan Selim arkadaşın denetimindeki karargah gücünden oluşturuldu. Fırtına birliği eylemsellik ve çatışmaların ardından, Selim arkadaşın şehit düşmesi,  büyük bir boşluk yaratmıştı.

 Hamza arkadaş, bu boşluğu doldurmak için bölge gücüyle kalmıştı. Kısa bir süre sonra, ‘Fırtına birliği’ dağıtılmış ve Hamza arkadaş da bölge yönetimine atanmıştı. Bu birlik düzeni, eyalet karargahından gelen ‘Harekete geçin’ talimatına kadar devam etti.

Bulaşıcı hastalığın, birçok arkadaşı etkisi altına alması nedeniyle normal düzenle harekete geçmemiz güçleşiyordu. Bunun üzerine Hamza arkadaş, tekrar eski birliği kurdu. Birliğin yarıdan fazlasının daha önce üst görevlerde bulunmuş arkadaşlardan oluşması, bir takım zorlukları da doğuruyordu. Ama oluşturulan birlik, herkes tarafından onaylanmıştı bile. Çünkü Selim ve diğer arkadaşların şahadetlerinden sonra, böylesi bir eylem sürecine katılma istemi de olunca, Hamza arkadaşla birlikte hareket etmek önemliydi.

 Hamza arkadaş, Botan’lıydı. Savaş tarihimizde önemli bir yer olan Botan eyaletimizden böylesi değerli yoldaşlarımızın tarih sahnesine çıkmasına da vesile oluşturmuştur. Onu, salt geldiği coğrafya ve toplumsal ilişkilerinden kaynaklı savaşçı kişiliğiyle anlatmak, yetersizdir. İmrenilecek düzeyde bağlıydı. Kendisini disipline etmesi ve tüm canlılığıyla insan gelişimi için adamasıyla derin sevgisini yansıtırdı. Hamza arkadaş, esas aldığım, örnek bir kişilikti. Onunla birlikte hep Habızbına’nın en yükseklerinde dolaşmamın da etkisi olsa gerek, benim için sanki ulaşılması gereken bir zirve gibiydi. Yaptığı işler, ilişkilendiği her insanda bir derinlik yaratıyordu. Ve yoldaşları ona karşı derin bir güven duyarken, düşmanı tarafından bile saygı duyulan bir kişilik ve yaşam sahibiydi.

 Habızbina alanına geldiklerinde, yolda birçok arkadaş şehit düşmüştü. Kendisi,  bu bölgenin sorumlusu olarak gönderilmişti. İlk toplantıda Kongrenin aldığı kararları ve Fırtına Birliklerinin oluşturulacağı haberini verirken, kazanmak için sayılamayacak kadar nedenimizin olduğunu söyledi. “Özellikle şahadetlerin bu denli yoğunlaştığı bir sürece denk gelişim, benim için hem bir borç, hem de mutluluktur. Bu hepimiz açısından bir şanstır. Acıya,  gözyaşı dökmeye zamanımız olamaz. Bu, şehide ve ülkeye verilecek anlamlı bir cevap değildir. Tüm inanç ve kararlılığımızla, 5. Kongrenin ışıklı yolunda ileri...” sözleri kafamda hala canlıdır.

 Tüm arkadaşlar, bir ay gibi kısa bir süre içinde, 16 eylem gerçekleştirmişlerdi. Arazinin derinliklerine inilerek her taraf bir gerilla mevzi ve barınağı haline getirildi. Özellikle bu hareket tarzımızdan dolayı düşman, Ömeriya, Savur, Dilveria üçgeninde operasyon yapmakta kararsızdı. Çünkü bu hareket tarzı, operasyon taktik ve yönelimlerini yerle bir etmişti. Bu eylemlerimiz asıl hedefimiz için birer zemindi. İşte bu zeminde, düşmanı en can alıcı yerinden yakalama fırsatı gelişmekteydi. Böylece ara süreç bitti.

Arkadaşlardaki moral ve coşku düzeyi, birbirlerini yakından tanımaları, pratik süreçte yaşanan zorlu koşulların yarattığı bağlılık derindi. Hazırlıklar, arazinin her tarafında yapılmıştı. Eyalet karargahı, birliğimizi çizgi temelinde gelişecek her türlü eylem tarzı için inisiyatifli kılmıştı. Birliğimiz, bu hareketli hazırlık sürecinde, keşif ve planlamalarıyla hedefler üzerinde tartışmalar geliştirmekteydi. Birliğimiz, Dicle eteklerinden Kaniya Masi’nin sonuna, oradan Dırefe vadisine girerek Dilveria silsilesine doğru geniş bir yay çiziyordu. Dilveria silsilesiyle Dicle arası yaklaşık altı saatlik bir yoldu. Küçük derecikler, paralel bir çizgi şeklinde uzanan dağın kollarını kesiyordu.

 Alanda kontr-gerilla ve hizbullahın üs merkezi olarak kullanılan, daha önce boşaltılmış Ecube köyü, aynı zamanda korucu köylerle çevrili, hakim bir yerdeydi. Keşif ve eylem planlamasını yapmak için, köyün arkasındaki dağda konumlandık. Düşman, bizim 15 ağustos nedeniyle harekete geçtiğimizi tahmin ettiğinden dolayı, bu köyde daha öncesinden de kontra faaliyetleri için kullandığı paravan örgütüne haber vermişti. Çünkü köyün ne içinde, ne de çevresinde, iki-üç gün boyunca hareketlilik görmemiştik. Hamza arkadaşla birlikte tartıştık. Burada kalmayıp, düşmanın bize yönelik olası operasyonlarını dikkate alarak, çıkan operasyonlara uygun darbeleri, arkasından dolanarak vurmayı düşünüyorduk. Hamza arkadaşında onayıyla, sabit hedeflere ulaşamadığımız anlarda, böyle planlamaların elimizde bulunması bize güç veriyordu. Birbirimize olan güvenle, hemen Ecube köyünden Ormancık arazisine doğru yöneldik. Heska vadisinden yukarıya doğru yürüyorduk. Heska köyünden geçen küçük bir derecik, aşağılara doğru gittikçe çoğalarak akıyordu.  Yüksek dağların esintili rüzgarlarının buluştuğu yerden ay ışığının vurduğu Heska vadisi, beyaz, berrak bir sicim gibi önümüzde uzayıp gidiyordu. Su üzerindeki hafif esinti ve tabloyu tamamlayan cırcır ve ağustos böceklerinin sesi yürüyüşümüze ve geceye renk katıyordu.

Planımız, hareket halindeki düşman güçlerini vurmaktı. Bunun içinde, uygun bir arazide üslenmek ve olabildiğince ayrıntısına dek araziyi gözlemlemek gerekiyordu. Boş köyler, düşmanın operasyonlarında dinlenmek ve pusu atmak için kullandığı değişmeyen meskenleriydi. Biz de her yere hakim olan, Dilvera’nın zirvesine çıkmaya karar vermiştik. Hamza arkadaşın yanından ayrılarak, dört arkadaşla birlikte zirveye doğru, vadiden tepeci yerlerine doğru harekete geçtik. Birkaç arkadaş da su getirmek için arkamızdan geleceklerdi. Zirveye vardığımızda, gece yarısı olmuştu. Dilvera’nın üstü harap olmuş bir köy yeri gibiydi. Üzeri volkanik bir kalıntıyı andıran taşlar ile örtülüydü.

Dilveria’nın zirvesinden, çevreyi kendimizden geçmişçesine seyre daldığımız bir anda, aşağı bağlar arasından köpek sesleri gelmeye başladı. Tepedeki kulübemizde, bu seslerle birlikte iki iri köpek belirmişti. Arka tarafımızda tepede duran Hamza arkadaş, bizimle cihaz bağlantısına geçti. Durumların normal olduğunu söylememize rağmen, iki arkadaş devriye amaçlı boğaza gittiler. On beş dakika sonra, üzüm toplamak için bağa gitmiş olan arkadaşlarla birlikte geri döndüler. Her şey normaldi. Bundan bir ay önce, yine burada köpekler vardı. Çevreyi iyice kontrol etmiş, herhangi bir şey görememiştik. Büyük ihtimalle bu köpekler de onlarca boş köyden arda kalan hayvanlardan olmalıydılar.

İki gecedir, sürekli yolda olduğumuzdan dolayı, doğru dürüst dinlenme ve uyuma imkanı bulamamıştık. Nöbetleşerek, iki arkadaş uyanık, iki arkadaş da dinlenerek sabahlayacaktık. Getirilen üzümleri de sabah yemek için bıraktık. Ne köpek havlamaları, ne de başka bir şey... Çevrede herhangi bir tehlike sinyali yoktu. Ve biz gerekli tedbirleri de, gönderdiğimiz devriyelerle almıştık. Gizli hareket edip, düşmanı sürekli takip ettiğimiz için, kendimizden emindik ve  sabaha hazırlanıyorduk.

Düşmanın akşamları bırakıp, gündüz araziyi keşfetmek için tuttuğu Tefe Direk tepesinin askerlerine bir sürpriz yapılacaktı. Tepe boş çıkarsa, Tefe Cevze arasındaki yoldan  gelen güvenlik cemseleri vurulacaktı. Bu eylemleri, Hamza arkadaşla beraber planlamıştık ve esnekti.

Ayın berraklığında ikişerli nöbetlerimizin ilkini tutmuş, devriyemizi tamamlayarak uyuyan arkadaşların yanına kulübeye geçtik. Arkadaşları yandırmasak, iki gün uyanmayacak kadar yorgunlardı. Gece, rüzgar hafiften yüzümüze çarpıyor, tertemiz havayı içimize çekiyorduk. Çevreme baktım. Dağlardan, şehirlerden gelen meltem sanki oraların kokusunu da beraberinde getiriyor, zihnime ve ruhuma dolduruyordu. Arkadaşları nöbete gönderdikten sonra, kefiyemi başıma iyice doladım, kulübedeki meşe yaprakları yığını üzerine uzanarak, yağmurluğumu üstüme çektim.  Uzandığım gibi dalmıştım. Ne kadar sonra bilemiyordum. “Numan arkadaşı uyandırın!” sesiyle birlikte uyandım. Şafak sökmek üzereydi. Şervan arkadaş, dürbünle çevreyi kontrol ediyordu. Yanına gittim. Çömelerek, hareketliliğin olduğu tarafı eliyle işaret ediyordu. Dürbünü alarak, gösterdiği yeri kontrol etmeye başladım.

 Karartı şeklinde de olsa, günün ağarmasıyla, askerlerin hareketliliğini gördüm. Yaklaşık 250 metre önümüzdeki boğazdan bize doğru geliyorlardı. Kulübemizin bulunduğu yerle boğazın yüksekliği arasındaki mesafe, yaklaşık on metre kadardı. Sürünerek olduğumuz yerden kulübenin üstündeki kayalığa yerleştik, boğazdan bize doğru gelmek için, düzleşen bir yerden geçerek gelmeleri gerekiyordu. Biz, her tarafa hakim olacak şekilde yerlerimizi almıştık. Durumu el cihazıyla Hamza arkadaşa bildirdik.

Önümüzde silsileler şeklinde uzanan sırtları ve vadileri dürbünle en ince ayrıntılarına kadar gözlüyorduk. Sabahın ilk ışıklarıyla, hemen hemen her yerde düşman güçleri görünüyordu. Düşman operasyonu kapsamlıydı Öncüleri ile aramızdaki mesafe oldukça azalmıştı. Bir asker baston gibi kullandığı silahını yere dayayarak yürüyor, arada bir durup gelenleri bekliyor ve çevreye bakıyordu. Zafer kazanmış komutan edası ve duruşu büyük bir feryadın içinde yitip gitti. RPG’nin büyük gürültüsüyle devrilen askerin ardından gelenlerde, korku ve kaygı baş göstermiş, rast gele ateş etmeler ve haykırışlar yükselmeye başlamıştı.

 Bulunduğumuz yer, bir süre sonra yoğun çapraz atışların kesiştiği nokta olmuştu. Askerler önümüzdeki sırtlardan, yanlardan ve alttan sızarak bize ulaşmaya çalışıyorlardı. Bu amaçla bize çağrılar yapıyor, yoğun taramalarla oyalamaya çalışıyor, alt tarafta bizim göremediğimiz yelerden sızmaya çalışıyorlardı. Bunun için “L” harfi şeklinde olan tepemize, arka tarafımızdan bir düşman kolu tırmanmaya başlamıştı. Ancak, Hamza arkadaşın orada bulunduğunu bilemedikleri için tasfiye olmuşlardı.

 Çatışmalar zaman ilerledikçe kıran kırana bir savaşa dönüşüyordu, öyle ki bulunduğumuz yerden ne geri gidebiliyorduk, ne de ileriye doğru hareket edebiliyorduk. Biz dört arkadaş, bulunduğumuz yeri artık sağlama almak zorundaydık. Yoğun tarama ve çatışmalar esnasında yanımızda bulunan Xemgin arkadaş yaralanarak şehit düştü. Yeni katılan Xemgin arkadaş Mardin’in Taşlık (Cizre) köyündendi. Korunmak için bulunduğumuz kayalıktan, kulübemizin olduğu yöne indik. Bu esnada Ferhat arkadaş atak ve dinamik yapısıyla alt taraftan sızmaya çalışan askerleri püskürtmek için uğraşıyor, yer yer açıkta kalıyor ve görüntü veriyordu. Öyle coşku ve istekle savaşıyordu ki birkaç kez uyarmamıza rağmen dinlemedi. Karşı tepelerden yapılan suikast atışlarıyla ağır yaralandı. Belden aşağısını kullanamıyordu.  Bulunduğu yerden sürükleyerek yanımıza getirdik. Çenesi ve karnından yaralanmıştı ve kanamasını durduramıyorduk. Yaşam emareleri saniye saniye azalıyordu. Vurulduğu andan itibaren bilincini kaybetmişti. Cihazla Hamza arkadaşa bildirdik. Arkamızdaki sırtı tutuyorlardı. Onlarda herhangi bir kayıp yoktu. Biz ise iki arkadaş kalmıştık. Hamza arkadaş Pılıng arkadaşı bulunduğumuz yere gönderince yeniden mevzilenerek saldırılara karşılık vermeye başladık.

 Alt tarafımızdaki köyden yoğun araba sesleri geliyordu. Sürünerek o tarafa doğru gidip, köye baktım. İki tank köyün içine mevzileniyordu. Namluların hedefi bulunduğumuz tepeydi. Ardından boğaz tarafından dört skorsky helikopter önümüzde belirmiş, sağ ve sol tarafımıza indirme yapmaya başlamışlardı. Skorskylerden inen asker ve timler, indirdikleri havanlarını sağlı sollu dizmişlerdi. Şimdilik uzaktaydılar. Yapılan atışlara köydeki tank atışları da eklenmişti. Top atışı kulübemizin yakınlarına kadar etkili oluyor, taş parçaları, toz ve toprak yığının üstümüze savuruyordu. Barut kokusu, patlamanın sesi ve duman her yere yayılıyordu. Bu yoğun saldırılar saat 9 civarında daha da şiddetlenmişti.

Zaman en ağır dönemindeydi, saniyeler geçmek bilmiyor gibiydi. Ve biz daima uyanık olmak zorundaydık. Çünkü en ufak bir dikkatsizlik sonun başlangıcı olabilirdi.

 Cebimdeki el cihazından bize çağrı yapan Hamza arkadaşın sesi geliyordu. Elime aldım. Durumumuzu sordu. İyi olduğumuzu söyledik. Sonra yoğun ateş altında cihazı dinleyip dinlemediğimizi sordu. Dinleyememiştik, bundan ötürü de düşman hareketliliğinin hangi boyutta olduğunu tam olarak bilmiyorduk. Hamza arkadaş kısa ve öz olarak durumu bize bildirdi. Düşmanın çevremizde güç yığınağı yaptığını Siirt, Mardin ve çevre illerden özel hareket birliklerinin alana getirildiklerini söyleyerek dikkatli olmamızı belirtti. Geri çekilme yapamıyorduk çünkü ne bizim ne de Hamza arkadaşın yeri uygundu. Bir de, düşman her tarafa mevzileniyordu.

 Biz yeniden mevzilenmeye başladığımızda Tepe Radyolink direğinin hemen altındaki boğazdan bir skrosky çıkıp, düşmanı ilk gördüğümüz yerin solunda, düz bir tarlaya indirme yaptı. Aynı anda Kurtalan, Beşiri, Hasankeyf tarafından ufuk çizgisinde beş skrosky helikopter daha göründü. Onlar da gelip indirme yaptılar.

 Elimdeki karnas silahının dürbünüyle hem çevreyi, hem de skorskylerden atlayıp, hızla mevzilenen timleri takip ediyordum. İnenlerin birçoğu kot pantolonlu, saldırı yeleği giyinmiş, kimisinin saçı uzundu. Ve şalvar tipi pantolonlarının üzerine hücum yeleği giyinmiş, alınlarına kırmızı bandlar bağlamış ne oldukları belli olmayan silahlılar. Koşa koşa bizim sağ tarafımıza düşen boğazın yamacına girerek gözden kayboluyorlardı.

  Ferhat arkadaşa o ana kadar su vermemiştik. Ve yanımızda onu korumaya almış, arkadaşlarla birlikte onu yoğun ateş altında sarmalamıştık. Şimdi hareketsiz bedenine inat, gözleri yaşam doluydu. Konuşmuyor, bakışlarıyla anlatılmayanı anlatıyordu. Daima eylem öncesinde ya da çatışma anlarında “heval dikkat edin, yaralanmayın” derdi. Bizim kendisine su vermemizi herhalde anlamsız buluyordu. Konuşurcasına bakan siyah iri gözleri, savaş içinde yaşam ve ölüm kararını verecek kadar iddia doluydu.

 Ferhat arkadaşa o an içinde baktığımda Kebaninin, “Seninle evlendim ey özgürlük! Ve zafer sevginindir” dizelerini hatırladım. Ferhat arkadaşın bakışı yaşamdaki duruşu ve mücadele içindeki yoldaşlığı da bu taşlarla örülü zafer anıtı gibiydi. Adeta, “Hepimiz bu günler için yaratılmadık mı?” der gibiydi. Ferhat arkadaşın bakışlarına takılıp kalmıştım. Pılıngın beni uyarmasıyla, gösterdiği tarafa baktım. Şervan arkadaş BKC’sine doldurduğu mermilerin şeridini düzeltiyordu. Hepimizin dikkati eylemin ilk başladığı yerdeydi. O taraftan çömelerek gelen, yüzlerini siyah hatlarla boyamış timler ağır ağır bize doğru geliyorlardı. İlkinin elinde bomba atarlı bir silah diğer beşinin elinde ise M-16 vardı. Çömelmiş halde açıktan gelmeleri tepede kimsenin kalmadığını düşündüklerini gösteriyordu. Ama yine de tedbir amacıyla aralıklı, avcı kolu şeklinde geliyorlardı.

 Arazi doğal yapısını kaybetmesine ve her taraf ateş ve barut kokmasına rağmen, güneş kendini tüm bereketiyle dünyaya sunuyordu. Çevre donmuş bir resim gibi görünüyordu. Doğal bir şey kalmamış gibiydi. Tepede düşmandan başka tek bir canlı görünmüyordu. Biz de yerimizde donmuş gibi nefesimizi tutmuş, gittikçe aradaki mesafeyi kapamakta olan düşmana kilitlenmiştik.

 Çok az bir mesafe kala göz işaretleriyle anlaşarak olduğumuz yerden silahlarımızın tetiklerine dokunduk. İlk üç tim olduğu yere düşmüştü. Diğer üçü, yan taraflara fırlamışlardı. Her yönden yaylım ateşi yeniden başlamıştı. Cebimdeki cihazdan düşman kanalındaki konuşmaları dinliyordum. Yaşadığımıza inanamıyorlardı, şoke olmuş gibiydiler. Fırsatını yakaladıkça belirlediğimiz noktalara ateş ediyorduk.

 Fakat ilginç olan gelenler, ateşimiz altında düşmelerine rağmen, ardındakiler kendi yaralılarına ve cesetlere basa basa bazen de halen yaralı olan bedenleri kendilerine siper yaparak bize yaklaşmaya çalışıyorlardı.

 Bir ölüm sınavına girmiştik. Tepe ve bulunduğumuz yere bu yoğun yönelim bunu gösteriyordu. Her yönden saldırıyor ve yaklaşıyorlardı. Çatışma çok kısa mesafelerde sürmeye başlamıştı. Hamza arkadaşın “Hemen oradan uzaklaşın, biz savunmanıza geçeceğiz” sözleri cihazdan yükseldi. Şifreyle “Fırsatını bulduğumuz an geri çekileceğiz” dedim. Ferhat arkadaş yanındaki suyu içmişti. Ve biz fark etmeden şehitler kervanına katılmıştı. Son bir kez öptük. Cihazdan Hamza arkadaşın kızgın sesi yükseldi, çağrı yapıyordu. Cevap verdim, “Hemen bulunduğumuz yerden çıkmamızı, arkamızdan da düşmanın saldırmaya çalıştığını söylüyordu.

 Hamza arkadaşın bulunduğu yere varmıştık. Şimdi bulunduğumuz yer daha önce kaldığımız yerin arka kısmıydı ve hemen mevzilere, diğer arkadaşların yanına geçtik. Tepe düşman tarafından olduğu gibi çembere alınıyordu. Burası gittikçe düzleşen bir arazi yapısına sahipti.

 Bulunduğum mevzide Serbest arkadaş da bulunuyordu. Bana “düşmanın, korucularla birlikte, bir kol şeklinde kuzeyimize düşen arka yamaçtan Armutlanan (Zıvınge Menda)tarafından bize doğru gelmekte olduklarını ve bunun tepenin tümünün kuşatmaya alınmaya çalışıldığını gösterdiğini” söyledi. İkinci mevzide Küçük Selim vardı. Serbestin yanında arkadaş olduğundan, Selimin yanına geçtim. Şimdiye kadar stratejik olmayan bu mevziler geri çekilip buraya gelmemizle birlikte düşmanın odak noktası olmuştu. Bundan dolayı askerler sürüne sürüne mevzilere doğru geliyorlardı ve gittikçe de yaklaşıyorlardı.

 Ve yaklaşan askerlere ateş etmeler başlamıştı, çatışma gittikçe şiddetleniyordu. Hamza arkadaşın bulunduğu tarafta da çatışma yoğunlaşmıştı. Her taraftan yükselen patlama ve silah sesleri dağlara çarparak yayılıyor, vadilerde yankılanıyordu. Tam karşı tarafımızda yerleştirilmiş keskin nişancılar, en ufak bir hareketimizi gördüğünde ateş ediyorlar kurşunlar vınlayarak başımızın üstünden geçip, üstümüzdeki taşlara çarpıyorlardı. Bunun anlamı bize sızma yapmakta olan askerleri görmemizi engellemekti. Bunu bildiğimizden, palaskalarımızdaki son bombalarımızın pimlerini çekerek düşmanın gelebileceği yönlere fırlattık. Bir süre sonra bize yapılan saldırılar hafifledi. Üzerimize yapılan atışlar azalmıştı. Çatışmanın yoğunluğu Hamza arkadaşların bulunduğu mevzilere kaymıştı.

 Bulunduğumuz yerden Serbest arkadaşa “Berxwedan jiyane!” diye bağırarak, moral verirken sesimizi duyan diğer arkadaşlar sanıyorlar ki, yaralıyız. Direnerek teslim olamamak için bunu söylediğimizi düşünüyorlar ki, Hamza arkadaş bulunduğu mevziden eyalet komutanlığıyla irtibat kurarak, çenesinden aldığı mermi yarasına aldırmadan son sözlerini iletiyor;

“Biz birlik olarak 15 ağustos atılımının yıldönümüne cevap olmak için harekete geçtik. Yoğun bir eylemlilik planlamasını hayata geçirmeye çalıştık. Böylesi bir birliği tekrardan oluşturmak zordur. Uzun bir pratik maratonu yapabilecek potansiyele sahip bu arkadaşları, tarihin ve savaşın acımasızlığının bir kanunu ile karşı kaşıya getirmiş birisi olarak, şehitlerin, Önderliğin ve halkın karşısında affımı istiyorum. Bu birlik yüksek tepelerde oluştu ve böylesi bir zirvede sabahtan şu ana kadar çatışarak günün anlamına cevap olma iddiasındadır. Böylesi bir son istenmese de, hayalim, bu birlikle Önderlik karşısına onurlu bir şeklide çıkmaktı. Bütün arkadaşlara, halka, Önderliğe selamlarımızı ulaştırmanızı ve en son cephaneleriyle kendilerini patlatacaklarını iletmenizi önemli bulmaktayız” Akabinde cihaz ve dürbününü kırıyor. Yanına giden Plıng arkadaş da yaralanıyor, Yanlarındaki mevzide bulunan Şervan arkadaş düşmanın bütün yoğunluğunu üstüne çekmek için BKC ile sürekli atış yapıyor. Çatışmanın seyri Şervan arkadaşın bulunduğu mevziye kayıyor ve Şervan arkadaş bir süre sonra kafasından aldığı mermiyle yaralanıyor.

 Welat arkadaş da o taraftaki mevzideydi. BKC’yi eyalette en iyi kullanan arkadaşlardan biriydi. Şervan arkadaşın durumunu görünce gelip BKC’yi alıyor ve kaldığı yerden devam ediyor. Welat arkadaş canlılığı ve fedakarlığıyla çok sevilen bir arkadaştı. Daima sohbetlerde neşe kaynağı olurdu. Bir keresinde bir anısını anlatmıştı. Bir düşman timini nasıl etkisizleştirdiğini anlatıyordu. Kendi mevzisine saldıran bu tim, mevziden silah sesi gelmediğini görünce üstüne gidiyor. O da düşmanı iyice üstüne çekebilmek için sadece tabancası olduğuna inandırmaya çalışıyor. Gerçekten adamlar buna inanıyor çünkü hepsinde de çelik yelek varmış. İyice yakınlaştıklarını ve rahat rahat geldiklerini görünce, hazır tuttuğu BKC’siyle ateşe başlıyor ve tümünü indiriyor. “Adamlar cidden beni elle yakalayacaklarına inanıyorlardı. Hiç bu pos bıyıklarımdan da korkmamışlardı” derdi.

 Tepenin doğu tarafındaki mevzide bulunan Mahir ve başka bir arkadaş, risksiz bir yerde olmalarına rağmen ateş ettiklerinde önlerini vurduklarından düşmanın dikkatini çekmişlerdi. Düşman şiddetli bir saldırıyla o mevziiyi vurmuş ve arkadaşlar şehit olmuşlardı. Hamza arkadaş da yaralı olduğundan ne kadar müdahale de etseler fazla etkili olmamışlardı.

Biz kendi mevzimizde düşman saldırılarına karşılık verirken, Hamza arkadaşların olduğu tarafta nelerin olduğunu göremiyor, bilmiyorduk. Ancak sonradan öğrenecektik ki, Hamza arkadaş çembere vurmayı söylüyor, Pılıng arkadaş ise mevziden çatışmayı sürdürmeyi istiyor. Hamza arkadaş bizim şehit düştüğümüzü ve sadece dört arkadaş kaldıklarını düşünüyor, Mahir arkadaşın mevziisinin düşmesiyle düşmanın bize Hamza arkadaşın mevziisini düşürerek gelmesi gerekiyordu. Aynı şey Hamza arkadaş içinde öyleydi, onların yanına gidebilmek için bizim cesedimize basılması gerekiyordu. Bundan hepimizde emindik. Hamza arkadaş onun için çemberi vurarak yanımıza gelmeyi istiyordu. Ne olursa olsun arkadaşları düşmana bırakmamalıyız diyormuş. Serbest arkadaşın mevziisi alttan Mahir arkadaşın mevziisine hakimdi ve çatışmalar orada da yoğunlaşmıştı. Serbest arkadaş üstten alta doğru ateş ediyor, bırakmıyordu. Düşman adım atamıyordu.

İşte bu sırada Hamza arkadaş ve yanındakiler çemberi vuruyorlar. Serbest arkadaşın yoğun koruması altında kıl payı kurtuluyorlar.

 Biz onların tarafından, onlar da bizim tarafımızdan düşmanın gelmesini beklerken, o ateş arasında birbirimizi gördük. Biz son mermiyi kendimize saklarken böylesi bir karşılaşma o an için ifade edilemeyecek derecede yaşama gücü verdi. Arkadaşları bu şeklide görmeyi beklemiyorduk.

 Güneş dağların ardında sürükleyerek akşama eviriliyordu. Saat 19’a geliyordu. Önümüzdeki düşman çemberi olduğumuz iki mevziiye doğru “U” harfi şeklindeydi. Arka tarafımız uçurum ve kayalıktı. Cephanelerimiz iki elin parmaklarından daha az kalmıştı. Onun için çok temkinli harcıyorduk. Selim arkadaşın çantasında daha önceden hazırladığı mayınları vardı. Mayınların elektrik kablolarını bağladı. Usulca iki mayını fırlattık. Kabloların uçları ellerimizdeydi. Birkaç tane daha böyle çevreye attık. Mahir ve Hamza arkadaşların boş kalan mevzilerinden bizi sıkıştırmaya çalışıyorlardı. Düşman iyice yakınlaşınca uygun büyüklükte bir taşı alarak onların olduğu yere doğru fırlattık. Fırlattığımız taş yanlarına düşmüştü. Herkes kendini bir tarafa attı. Bir süre sonra taş olduğunu anlayınca büyük bir coşkuyla birbirine haber vererek, sürü şeklinde bize doğru gelmeye başladılar.

 Uygun bir mesafeye gelince paralel bağlı beş mayını patlattık. Her taraf toz duman içindeydi ve büyük bir gürültü yankılanıyordu. Neye uğradıklarını anlamamışlardı. Ne yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Ölü ve yaralılarına aldırmadan tekrar toplanıp, saldırıya geçtiler. Tekrar taş fırlattık. Aynı şekilde kendilerini korumak için yere attılar. Taş olduğunu görmelerine rağmen ayağa kalkmadılar. Bu kez daha tedbirli bir şekilde sürüne sürüne ve ateş ederek geliyorlardı. Bir taraftan da her koldan bize doğru el bombaları atılıyordu. Bize ulaşamıyorlardı. O anda her taraftan; tepelerden, sırtlardan, tanktan ve havanlardan olduğumuz yere doğru yoğun atışlar başlamıştı.

 Düşman yakınımızda olan askerlerini ve timlerini de gözden çıkarmıştı. Havan ve top güllelerinden bazıları onların olduğu yerlere düşüyordu. Öyle ki artık bazı tim kolları ayakta bize doğru saldırıya geçmişlerdi. Bilinçlerini kaybetmiş gibilerdi. Toplam on beş mermimiz ya kalmıştı ya kalmamıştı. Var olanın tümünü boşalttık.  Ve hızla kendimizi Hamza arkadaşın olduğu tarafa attık. Sürü gibi geliyorlardı. Neredeyse iç içe geçecektik.

 Bu arada Selim arkadaş şehit düşmüştü. Saat 20.00 olduğunda karanlık yavaş yavaş yere iniyordu. Hamza arkadaşın mevziisine nefes nefese ulaşabildim. Selim arkadaş yoğun ateş altında olduğumuz mevzide şehit düşmüştü. Onu çok eskiden beri tanıyordum. Eyaletin en sevilen arkadaşıydı. Köyleri yakılıp yıkıldıktan sonra, ailesinden ve bölgede bir efsane gibi anılan Doktor Cuma arkadaşın şahadetinden etkilenerek gerillaya katılmıştı. Şehit düşen arkadaşın silahını yerde bırakmayacağını söyleyerek katılmak istemiş. Arkadaşlar, “Yaşın küçük sonra katılırsın” demişler kendisine. O da inadına, zorla gelmiş. Yiğit ve çok fedakar bir yoldaştı.

 Gökyüzü karanlığı yırtan izli mermilerin yansımalarında ışıldıyor gibiydi. 20.15’te silah sesleri ve atışlar kesilmişti. Düşman etrafımızda mevziler yapıyor, hareketleniyordu. Hamza arkadaşın M-16’sındaki 15 mermi dışında hiçbir arkadaşta tek mermi kalmamıştı, silahlar boştu. Tam bu sırada Hamza arkadaş “Bıji Serok Apo” diyerek düştü. Kanımız donmuştu. Acele ile onunla uğraştık. Hamza arkadaş kendine geldi. Bayılmıştı ama çenesi de yaradan dolayı kırılmış konuşamaz duruma gelmişti. Şervan arkadaşın dili tutulmuştu. Pılıng arkadaş elinden bacaklarından bomba parçaları almıştı. Bu halimizle fazla ilerleyemezdik. Ama mutlaka buradan çıkmak gerekiyordu.

 Uçurum tarafından şutiklerimizi birleştirerek aşağıya doğru indik. Bu işi öyle bir şekilde yapmıştık ki nefeslerimizi bile tutmuş, bir an önce sağ salim yaralı arkadaşlarla uzaklaşmak için türlü riskleri göze almıştık. Kafalarımızın içi zonkluyordu, sanki boşluktaymışız gibiydik. Bu halimizle yer yer sürünerek, yer yer mesafeli sarp yamaçtan, köyün olduğu vadiye ulaşmıştık. Ve hızla kendimizi karşı tepelerin ıssız bir yamacına verdik. Her taraf düşman kaynıyordu, yolumuzu uzatarak köyün arkasından geçtik. Böylece düşmanın yoğunlukla tuttuğu alanın dışına, onların arka tarafına kaymıştık.

 Öyle bir yorgunduk ki, yerleştiğimiz gibi daldık. Ancak ertesi sabah saat 10’da kendimize gelebilmiştik. Düşmandan fazla uzak olmasak da yerimiz güvenlikliydi. Gün akşama evrilirken düşman kollar şeklinde kendini Dicle suyunun kenarına doğru bırakıyordu. Alan normal yaşamına dönüyor gibiydi. Saat 18’da haberleri dinledik. Haberlerde ”PKK militanlarıyla devlet güvenlik güçleri arasında 15 ağustosta çıkan ve gün boyu devam eden çatışmada on beş terörist, üç üst rütbeli olmak üzere sekiz asker yaşamını yitirmişlerdir” diyerek devam ediyordu.

 Dilvera ve Alidino kalesi tarihsel bir görevini daha layıkıyla yerine getirmişti. Arkadaşlarla beraber ancak on beş gün sonra Mardin eyaleti Ömerli 11. Bölgede bulunan arkadaşların yanına ulaşabilmiştik.

NUMAN ARKADAŞ