Dinler her zaman çıkışlarında anti kapitalisttirlerdir.
Başkan Apo yıllar önce: “Din, insanlık kadar eskidir. İnsanlığın oluşumundan ayrılmaz bir parçadır.
İnsanın varlığı dinsel bir varlıktır. Dini tanımayan hiçbir toplum yoktur. Hepsinin yaşamında din vardır. Din, insanlığın oluşumunda vazgeçilmez bir evre olarak değerlendirilmelidir. İlk insan türünün kendi zayıflıklarım gidermesinde, kendini ruhen doyurmasında, kendini güçlü, kuvvetli hissetmesinde önemli bir role sahiptir.”
“Bugün zorlu düşünceye sığınarak en güçlü eylemlere yöneliyorsunuz; demek ki, din manevi bir kuvvet olarak başlangıçta insanlar için vazgeçilmez bir öneme haizdir.” demiş ve dinin yaşamın tüm alanlarında etkili bir düşünce biçimi olduğunu çok genişçe ele alarak, toplumlara sanal bir şekilde empoze edilmeye çalışılan dinin ağırlıklı olarak: “Doğaüstü tasarımlar ve işlemler bütünü olarak tanımlandığı gibi, fizik olayların fizikötesi yöntemlerle açıklanması” tespitinin yetersiz ve eksik bularak eleştirmiştir. Ya da: “En genel anlamda bir yaratıcı güç ve bu yaratıcı gücün kadir-i mutlak iradesi temelinde evren, doğa, toplum ve insanın; bu dünya ve ölüm sonrası yaşama ilişkin sistematize edilmiş, derli-toplu düşünceler” demenin de yetmediği açıktır.
Yukarıda dile gelenlerin içerisinde doğruluk payı elbette bulunmaktadır. Ancak din gibi insan toplumsallığının ve yaşamının her yerinde bin yıllarca sirayet etmiş ve bugünde tüm yönelimlere karşın ayakta duruyorsa orada biraz durup düşünmek gerekmektedir.
Din her şeyden önce toplumsallığı esas alan, hatta geliştiren bir düşünce biçimidir. Çoğu zaman ya da çıkış koşullarında her zaman toplumsallığı dağıtmak isteyen, toplumsallığı baskılayan savaş ve iktidar güçlerine karşı büyük bedeller pahasına direnmiştir. Karşı çıkmıştır. Nerede toplumu düşürmeye dönük el uzatanlar çıkmış ise orada din devreye girerek karşı çıkmıştır. Bir nevi din toplumun binlerce yıl oluşmuş olan ahlaki değer yargılarını sahiplenen bir düşünce ve yaşam biçimi olmuştur.
Bu konuda: “Ahlakla dinin ilişkisi çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur. Nasıl ki ahlakla doğrudan demokrasi arasında bir özdeşlik kurmak mümkünse (uygarlık dışı ve karşıtı toplumlar için), benzer bir özdeşlik din ve ahlak arasında da kurulabilir. Dinin henüz uygarlık damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır. Ahlak dine göre daha öncelikli oluşan bir kurumdur. Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık, büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekicilik, doğa güçlerini kontrol edemezlik duygu ve düşüncesi boyutlarıyla ilgilidir. Toplumun kendi doğası dışında doğayı da tanıyıp kabullenmeyi idrak etmesi, hem korku hem merhamet duygusu uyandırıyor. Yaşamlarının çok bağlı olduğunu fark ettiği bu doğa ve güçlerinin olumsuzluklarından sakınma, olumluluklarından da yararlanma düşüncesi ilkel, orijinal din kurumu ve geleneğinin kaynağı gibi görünmektedir” tespitinden de görüldüğü gibi öncelikli olarak topluma ölçü verme, toplumu belli değerler etrafında tutma gücüdür de. Doğaya hoyratça yaklaşmanın önünü de alıyor.
Tarihin şafak vaktinden bugüne kadar her zaman dinler dediğimiz gibi ilk çıkış koşullarında toplumları baskılayan baskıcı güçlere karşı direnmesini ve direnmeyi öğütmesini bilmişlerdir. Bugünde bu böyledir.
Birçok dini öğreti vardır. Ancak hepsinin ortak yönleri neredeyse aynıdır. Hepsinin ortak yönü yeniden belirtecek olursak toplumsallığı korumaya dönük olan hassasiyetleridir. Toplumsallık ise bire bir ahlakla ilgili bir durumdur. “Demokratik kapsamı içinde din ve ahlak arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok toplumsal ahlakın işlendiği kurumlar olmak durumundadır. Başta kilise ve camiler olmak üzere, ibadethaneleri birer pratik ahlaki kurum olarak değerlendirip, ahlaki toplumun inşasında kullanmak en doğrusudur. Özellikle camileri Hz. Muhammed dönemindeki yaygın ahlaki merkezler olarak icra edilen işlevlerine yeniden kavuşturmak önemlidir. Demokratik modernitenin, ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği ahlaki kurumlardır.”
Dikkat edersek, dinin buradaki rolü toplumun sorunlarını çözen bir roldür. Toplumsallığın dağılmasının önünü alan temel bir güçtür. Dinler toplumsallığı esas alırlarken, bugün ya da tarihin derinliklerine kadar uzanan süreçlere kadar iktidar güçlerinintopluma dönükneyi esas aldıklarını sormak yerinde bir soru olabilir. Ve tabi bu sorunun yanına birde bugünün iktidar güçlerinin nasıl bir toplumsallığı esas aldıklarını da sormamız gerekir.
Özcesi iktidar güçlerinin kendi iktidar alanlarını geliştirebilmeleri için, yine insanları istedikleri gibi yürütebilmeleri için nasıl bir toplumsallığı kendilerine esas almaktadırlar?
Öncelikli olarak toplumu parçalamaları gerekiyor. Bunu yapmak için ise bireyi rapt u zapt altına almaları gerekiyor. Bununda en iyi yolu ahlak yani toplumun doğal tarihi süreç içerisinde süzülerek gelen değer yargılarını aşındırmaları gerekiyor. Biz buna toplumu param parça etmeleri gerekiyor diyelim. Toplumu parçalara bölerek sadece ve sadece bireyler haline getirmeleri gerekiyor. Peki, bir toplumu parçalara bölerek nasıl sadece bireyler haline getirilir diye de sorabiliriz. Egemenler toplumun sürekli parçalı kalabilmesi için özel olarak hukuk kurumunu oluşturmuşlardır. Toplumun öz savunma mekanizmasının rolünü oynayan ahlakı aşındırarak-ki ahlak toplumsallıktır-darbeleyerek bunun yerine bireye indirgeye bilmeleri için dediğimiz gibi hukukun yoluyla bir güce,-bu güç devlet olur, her hangi bir iktidar odağı olur- bağlamaları gerekiyor. Aksi taktirde toplumu bölemezler. Hukuk iktidar güçlerinin katı bir kurumsallaşmasıdır. “Hukuk devletin siyasi güç eyleminin kalıcı kuralı ve kurumlu bir biçim almış hali olarak değerlendirilebilir. Bir nevi donmuş, sakin istikrar kazanmış devlettir” demek yanlış olmadığına göre, hukukun yoluyla toplumu egemenlerin rapt u zapt altına aldıkları kendiliğinden anlaşılır.
Devleti daha çokta ulus devletini zamanında Almanların en meşhur olan filozofu ola Hegel: “Tanrının yeryüzüne inmiş hali” diye tanımlamıştı. İlginç gelebilir ama yine aynı Hegel ulus devletin en ileri savunucusu ve bir nevi ulus devletin en ileri düzeydeki savaşçısı olan Napolyon’u ise: “Yeryüzünde yürüyen tanrı” olarak tanımlamıştı.
Dikkat edelim, “devlet artık değeri, ideolojik araçları, zor aygıtları içine alan yönetim sanatıdır.” Yani “iktidarın hukuklaşmış biçimlerinin tümüne devlet demek” gerekiyor. Bu ise: “Çerçeveyealınmış, kuralları belirlenmiş kurumlar bütünlüğü içinde yoğunlaşmış iktidar devleti ifade etmektedir.”
Yoğunlaşmış iktidar ise yüzde yüz hırsızlıktır, gasptır, talandır, savaştır, vurmadır, kırmadır, talandır, soygundur. Yani ahlaksızlıktır. Boşuna başka büyük bir alman filozofu olan Nietzsche: “Tanrılaşan devlet karıncalaşan emekçiler ve bireyler, karılaşan iğdiş edilen toplum”dur dememektedir. Çünkü topuma yüzde yüz hakim olmuş bir yapı yüzde yüz onun ruhsal, düşünsel ve yaşamsal sahasına müdahale edecek olan bir güç demektir ki, bu ise kesinlikle karıncalaşan bir insan ve insan topluluğu demektir.
Ancak unutmayalım ki tüm dinler insanın karıncalaşmasına karşı durmuşlardır.
Hz. İbrahim kendilerini zulmün sahibi gören Nemrutlara karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Musa kendisini tanrı gören Firavunlara karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Zerdüşt zamanın zalimleri olan Asur imparatorluklarına ve kendilerini tanrı katına çıkaran bu merkezlere karşı çıkarak kendi ahlak öğretisini geliştirmiştir.
Hz. İsa ise kendilerini yeryüzünün tek sözcüleri olarak gören Romalılara ve tüm yerli işbirlikçilerine karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Muhammed ise Mekke’de önce tanrı katına çıkartılan putları kırarak yola çıkmıştır.
Tabi Budha, Sokrates, Mani, Mazdek, Hallac, Babek, Cavidan, Şeyh Bedreddin, Thomas Münzer, Pir Sultan ve niceleri toplumu toplum olarak korumak için canlarını vermekten geri durmayarak çıkışlarını görkemli zulüm merkezlerine karşı yapmışlardır.
Büyük ahlakçı Adorno’da: “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” demiş ve yanlış örülmüş olanın doğru olamayacağını ve doğru yaşanamayacağını dile getirmiştir.
Yanlış hayat denilen gerçeklik özünde toplumsal gerçekliğinde kopartılmış bireydir. Ya da toplumundan kopartılmaya çalışılan bireydir diyelim.
Kapitalitisti nasıl tanımlayacağız? Herhalde kapitalistin en hafif tanımı, hırsızdır. Boşuna: “Tüccar malın en iyi kokusunu alan kişidir. Ya da Tüccar nerede en iyi hırsızlığı yapılabileceğini en iyi bilen kişidir” denilmemiş ki!
Peki, kapitalist ya da kapitalizm hırsızlık sistemini nasıl kurur ya da kurabilir? Kapitalizm, hırsızlığı meşru hale getirebilirse orada hırsızlığını da hırsızlık sistemini kurabilir hale gelebilir.
Peki, hırsızlığı bir kapitalist nasıl meşru hale getirebilir, ya da getirir? Verilecek tek bir cevap vardır, o da bireyi toplumdan kopartarak. Toplumu toplum olmaktan çıkartarak. Bireyin birey olmaktan çıkarılması için ya da toplumun toplum olmaktan çıkması için ise yapılması gerekli olan ahlaki değerleri ayakaltına almaktır. Bunun da yolu dinin tarihte oynadığı tersine çevirerek dinin insana ve toplumlara verdiği ahlaki değerleri tersyüz etmektir. Başka bir deyimle tarihte dinlerin çıkış nedenlerini sulandırarak, dinlerin geçmişte oynadıkları rollerin içini boşaltarak bunu yapabilir. Bunu da yapabilmesi için dini özünden boşaltması gerekiyor.
Yukarıda sıraladıklarımız toplumu gösteri toplumu haline getiremedikçe istediklerini yapamazlar. Bir kez gösteri haline getirilmek için ise önce tüm toplumsal değer yargıların içini boşaltmak gerekiyor. Ki bu da yozlaştırmaktır. Bitirmektir. Dinler ise yozlaştırmaya karşı her zaman duyarlı olmuşlardır.
İşte, kapitalistler ya da kapitalizm dini özünde boşaltamadıkça dinler her zaman anti devletçi, anti iktidarcı, anti tekelci ve antikapitalisttirler.
Dikkat edelim, devletlerde, iktidarlarda, tekellerde ve tabi bunları pratikleştiren kapitalist ve kapitalistlerde tümü toplumların ellerindeki birikimleri soyma dayalı örgütlenmeler ve yapılardır.
Bunun için diyoruz ki “DİNLER, HER ZAMAN ANTİ KAPİTALİSTTİR”dirler. Dinlerin ilk çıkış günlerinde de böyle olduklarını tüm kutsal kitaplar bize söylüyor. Boşuna tüm dinler artırmaya hep şüpheyle bakmamışlardır. Hatta artırmayı yani hırsızlığı, mal biriktirmeyi günah saymamışlardır. Bu gerçekliği bilerek toplumsal ahlakı ve vicdanı her zaman, her yerde koruma ve geliştirme temelinde toplumsallığı hem de komünlerde yaşama biçiminde esas almayı kendimize şiar edinelim. Aksi taktirde kapitalistler gibi hırsız ve vurguncu olanların cenderesinde kurtulmak herkes için zor olacaktır.
Kasım Engin