Şehit Orhan Yılmakaya'nın Kendi Yazısı
"Sosyalist Hamdi"
Geçtiğimiz günlerdeki bir eğitim tartışması sırasında Spinoza’nın bir önermesi gruptaki arkadaşların hararetli ilgisine neden oldu: “A, B hakkında konuştuğunda, aslında B’den çok A’yı anlarız.”
Tartışma kesinlikle bir mantık ya da felsefe tartışması olarak başlamamıştı; öyle de bitmedi. Konu hızla felsefenin alanına daldı, alacağını aldı ve aynı hızla orayı terk etti. Bu tarifin kendisi, mücadelenin güçlü köklerinin olduğu ve keskin şekillerde ortaya çıktığı bizim gibi ülkelerde, felsefinin ne kadar politik olduğunu da gösteriyor. Sadece felsefenin değil, toplumun da…
Bizim eğitim konumuz başkaydı. Ama yine de, Hrant Dink cinayetine Türk siyasetinin egemen aktörlerinin nasıl baktığına ilişkin bir saptama, bize Hrant Dink olayından başka konularda da kanaat edinme imkanı sunacaktır. Böylece, A’nın anlattığı B’den, A’nın ne olduğunu da çıkarabiliriz. Hem biraz felsefe de yapmış oluruz. Yoksa siyaset mi demeliydik?..
Hrant Dink’in katlinin ardından, yüzlerce politik aktör binlerce söz söyledi; açıklama yaptı. Binlerce sayfa değerlendirme, binlerce saat televizyon tartışması gerçekleşti. Dikkat çekici husus şuydu: Cinayeti ısrarla büyüten, liberal sermaye kesimleriyle devletin asli kurumları arasındaki gerilimin konusu yapan büyük medyada kimse, kont-gerilladan bahsetmedi: “Derin devlet” tartışması bu kelimeden özenle kaçınılarak yapıldı. Hrant Dink’in katlinden dehşete düşen liberal solcular ve sol görünümündeki liberaller, faşizm kelimesini ağızlarına almadan, faşizmin yarattığı sonucu eleştirmeye kalktılar. Tanzimat Fermanı’ndan, “artık gavura gavur denmeyeceğini” anlayan Osmanlı sokağından bir hayli sonra, liberal Türk aydını faşiste faşist demeden Hrant Dink cinayetini tartışmaya çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti sokağı hala “gavura” gavur demekteydi çünkü…
Hrant Dink cinayeti, “kont-gerilla”, “faşizm”, “Özel Harp Dairesi”, “Gladio” kelimeleri telaffuz edilmeden tartışılamaz. Tartışılsa dahi anlaşılamaz. Onun için anlaşılamadı. Anladığını sanan, samimi olarak anlamaya çalışanlar bile kavrayamadı. Hrant Dink cinayeti, “derin devletin” eylemi olarak AKP politikalarına darbe vurduğu, Türkiye’yi Avrupa’ya rezil ettiği için mi kötü olmuştu; yoksa faşizmin yeni (belki de eski demeliydik) açılımlarına işaret etmesi, kontr-gerillanın varlığının ortalarda dolaşan bir hayaletten daha fazla “gerçek” olduğunu göstermesi bakımından mı kötü olmuştu? Vurulup yerde yatan bir Ermeni olduğu halde, herkesin “bu kurşun Türkiye’ye, Türk insanına sıkılmıştır” lakırdısını tekrarlayıp durması aynı nedenle kimseyi rahatsız etmedi. Cinayeti kınarken bunu söyleyenlerin cinayetten ciddi olarak rahatsız olamayacakları gerçeği böylece güme gitti.
Faşizmin ne olduğunu anlamadan ve anlatmadan, Ermeni soykırımını tartışmadan, “Türk toplumu yüzlerce yıl tüm azınlıklarla barış-kardeşlik içinde yaşamıştır” yalanını teşhir etmeden, Dersim’i, Ağrı’yı, Koçgiri’yi, Maraş’ı, Çorum’u, 16 Mart İstanbul Üniversitesi Katliamı’nı, Sivas’ı, Şemdinli’yi ve artık burada sayamadığımız binlerce tarihi vakayı anlamadan Hrant Dink cinayeti çözümlenemez. Hrant Dink, Ermeni olduğu için, aydın olduğu için, gazeteci olduğu için öldürülmedi. Türk devletinin bugünkü varlığının temeli olan tarih-siyaset eksenine, Ermeni sorunu tartışmasında uymayacağını, bu konuda ısrarlı olduğunu kanıtladığı için öldürüldü. Dersim isyanında Kürt halkının üzerine bomba yağdıran “dünyanın ilk kadın savaş pilotu”, Mustafa Kemal’in evlatlığı Sabiha Gökçe’nin soykırımda ailesi öldürülmüş bir Ermeni çocuğu olduğunu kanıtladığı için öldürüldü. Burada Mustafa Kemal’in yüce gönüllüğü değil, Ermeni ve Kürt katliamları ortaya saçılıyordu. Diğer tüm konularda İttihat ve Terakki yönetimini mahkum eden, hain ilan eden Kemalizm, konu 1915’teki soykırıma gelince aynı ekibi sonuna kadar sahipleniyor. Milliyetçiliğin doğası bu. Başka milliyetçiliklerle kavga etmeden kendini var edemiyor. Milliyetçilik, Talat, Cemal ve Enver Paşa’lardan daha önemli addediliyor.
A, B’yi anlattığında, B’den çok A’yı anlıyoruz yani…
Cinayete “politik değil, adli olay” diyen İstanbul Emniyet Müdürü Cerrah’ın sözünün dil sürçmesi olduğunu sanarak, Ogün Samast posteri hazırlayan Jandarma’nın hatıra fotoğrafı çektirirken kadraj hatası yaptığını düşünerek, Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay’ın kişisel tarihini hatırlamadan, 90’lı yılllarda Gladio skandalı nedeniyle Avrupa’daki neredeyse tüm NATO üyesi ülkelerde yargılamalar olduğu halde, Türkiye’de eski hamamda eski tasın kullanılmakta olduğunu bilmeden bu cinayet anlaşılmaz. Olay dönüp dolaşıp Trabzon’daki “zavallı” birkaç faşistin üzerine mi kalacak yani? Ayıp değil mi bu çocuklara?
A ve B meselesinde bir de eski ama nükseden “derin devlet” tartışması var tabii… Aslında tartışmayı birkaç yıl önce Süleyman Demirel, “Derin devlet, devletin kendisidir” diyerek bitirmişti. Şimdiki politikacılar “üstadın” yanında hafif kalıyor haliyle! Ama derin devlet “durumdan vazife çıkarmaya”, “demokrasiye balans ayarı yapmaya” devam ettiği için, tartışma da kapanmıyor. Hrant Dink cinayetinden sonra Mehmet Ağar, “Derin devlet, bir daha toprak kaybetmeme iradesidir” diyerek, “ovada siyaset” sorunuyla yaptığı açının büyük olmadığını derin devlete beyan etti. Tayyip Erdoğan, “Derin devlet vardır; hep var olmuştur. Osmanlı’da da var olmuştur. Kolaysa siz ortaya çıkartın” diyerek meseleye tasavvufi bir yorum getirdi: “Bir ben vardır bende, benden içeri”. Yani hem vardır, hem olmamalıdır; hem iyidir, hem kötüdür; hem mücadele edilmelidir, hem mücadele edilemez. Sözleri siyasi konumuna uygundur. Deniz Baykal, “Derin devlet yok, sahipsiz devlet var” diyerek, halk değil, devlet-Genelkurmay partisi olduğunu bir kez daha teyid etti. Erkan Mumcu, “Derin devlet yok, sığ siyaset var” diyerek, gelmekte olan seçimler için hem derin, hem de görünür devlete güvence verdi. Derin devletin kontr-gerilla, faşizm, Özel Harp Dairesi olduğunu sadece Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye devrimciler söyledi.
Derin devletten bahsederken, böylelikle kimin devletten, kimin devrimden bahsettiğini anladık…
Bir de “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı var tabii. Mazlumla özdeşlik kurmak, katile meydan okumak için söylenmiş bu söz, faşizmi rahatsız etti. Bu sloganın arkasında yürüyenlerin Ermeni’ye dönüşmeyeceğini, böylelikle Türk sayısının eksilmeyeceğinin bildikleri halde rahatsız oldular. BBP, “Hepimiz Türküz, hepimiz Mehmediz” toplantıları düzenledi. Bu tepki, algıladıkları sorunun, bazılarının Ermeni olarak doğmuş olması olmadığını gösterdi. Kürt Memo’yu Mehmetçik yapma iradesinin, Türk faşizmi açısından Hrant’ı da Mehmet yapma şeklinde güncel olarak devam ettiği görüldü. Esat Oktay Yıldıran’ın en karanlık günlerinde Diyarbakır Cezaevi’nde sadece Kürt tutsaklara değil, hasbelkader içeriye düşmüş Arap, Fars, İngiliz tutuklulara da Türk olduklarını söyletmeye çalıştığını unutmadık. Esat Oktay Yıldıran ARGK militanları tarafından cezalandırıldıktan sonra, Genelkurmay’ın “O, yasa ve yönetmeliklerin gereklerini yerine getirdi” açıklamasını da… Bu, faşizmin ve devletin çizgisidir. Ama arsız, ama utangaç… Halkların katili milliyetçilik ideolojisinin çizgisidir. Batı uygarlığı karşısında aşağılık kompleksiyle başını eğer ve bu durumdayken herkesi Türk sayar. Onun için Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, hala büyük bir rahatlıkla “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür” diyebilmektedir. BBP ve MHP’den bir farkı var mı?
Bu çizgi yenilenecektir, bu çizgi kaybedecektir. Sorunumuz, halklarımıza daha fazla kaybettirmeden bunu başarabilmemizdir.
Şüphesiz Spinoza gibi materyalizme katkılarda bulunmuş bir felsefeci bile, soyutlamasının buralara uzanabileceğinin tahmin edemezdi. Peki, faşizm ve “derin devlet” halkların birbirine girmesinin nasıl sonuçları olabileceğini biliyor mu?
Bilip bilmediklerini bilmiyoruz; onlar biliyor…