Memleketin Medarıiftaharı
Şimdi son dönemlerde yaşanan mevcut bir tablo var Türkiye’de, nedir bu tablo diye bir soru zihinlerinize hasıl olursa; sağda-solda kudurmuş bir şekilde kolluk güçlerinin arz-ı endamları, Ergenekon safsatasında H. Özkök’ün tanık olarak ifade vermesi yine 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Taksim’e yönelik fiks menü yürütülen tartışmalar vb…. tabi tüm bunların yanında geçtiğimiz günlerde Bostancı’da polislerle( canlı yayınlardaki uydu basını da sayarsak) tüm Türkiye’nin temsiliyetini ellerinde bulundurduklarını sananlarla, abide-i görkemlilikte bir direniş gösteren komutan Orhan vardı bu ülkenin gündeminde…
Başta İlker Başbuğ’un incilerine değinmek gerekiyor diye düşünüyorum; bunlardan en önemlisi yüksek perdede kullanılan ses tonu oluyordu. Nedense daha öncesinde de Aktütün saldırısı sonrası böylesi yüksek perdede atıp-tutan, salladığını korkutmaya çalışan çağdaş bir delidumrul misali konuşuyordu. Hatta o zamanlar uydu basının uyduruk gazetecilerinden M. Ali Birand, yazdığı köşe yazısında “gerçekleştirilen Aktütün baskını ülke olarak kimyamızı bozdu” şeklinde bir ibare kullanmıştı. Bugün yine yüksek ses ve bozulan bir kimya söz konusu mu diye soruyorsunuz değil mi?
Yine Başbuğ böğürüyor; “farklı bir düşünceye sahip olanların TSK’da yeri olmaz” diye. Aslında bu bir hatırlatma ya da ikaz babında söylenmiş bir cümle değildir. Daha çok zihniyetindeki örümcek ağlarının onun ağzından yerlere serilmesi veya kameraların objektiflerine poz vermesi olabilir. Yani yeni olan bir durum olmadığı gibi bu cümle, yaklaşık 90 yıllık bir devlet geleneğinin ve gerçeğinin bir tezahürünün ötesinde farklı bir anlamı yoktur. Dün Kenan Evren’di, Doğan Güneş’ti, Yaşar Büyükanıt’tı, bugün de İlker Başbuğ aradaki tek değişiklik bu işte. Yani o yere göğe sığdıramadıkları üniformaları gibi tek tip bir zihniyetin çırpınışlarının ötesinde zaman kaybıdır. Demek ki Max Weber’i biraz daha iyi okumak gerekiyor.
Yine bu iletişim ! toplantısında paralı askerliğe değiniliyor. Burada da yüksek perde de bir ses tonuyla cevap vermeye çalışıyor genelkurmay başkanı, “ bir yerlerde ölen, şehit düşen askerler varken, birkaç bin dolarla askerlik olmaz Türkiye’de” devamla ekliyor, “hem var olan askerlerimiz ihtiyacın altındadır” diyor. Şimdi şunu kesin belirtmek gerekiyor, ne orta ne de uzun vadede paralı askerlik tartışmalarına son noktayı koymak, İlker Başbuğ’un boyunu aşıyor. Yine bunun yanında var olan askerlerin sayısının, olması gerektiğinden az olduğunu söylüyor. Şimdi genelkurmay başkanına “yaşam düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir” sözünü söylemekten kendimi alı koyamıyorum. Gerçi hoş öyle anlayacağına yönelik pek fazla umudum da yok ya… şimşir başa felsefesine girmekten ziyade, şunu kendinize sorun, bu askerleri öldüren nedenler noktasında nerede hata yapıyoruz? Bu ve benzeri sorulara aklı selim bir cevap veremezsiniz, daha çok basına genelkurmay başkanı olarak savaş bilançosu vereceksiniz, ondan sonra da uydu basın birçok haber geçecek; “kara haber ……….. ailenin yüreğine ateş düşürdü” diye…
Şimdi biraz da komutan Orhan’ın direnişine birkaç cümle ile değinebiliriz; özellikle polis telsizinde şehit düşmeden önce yaptığı konuşma da; “teslimci olmayan özel bir devrimci kuşağında yer almak istiyorum”, diyordu. Yani çatışma ve direnmenin, bu şekilde şahadete ulaşmanın aslında bir mücadele biçimi olduğuna vurgu yapıyordu. Yine büyük devrimcilerin ve halk kahramanlarının örneklerine de değiniyordu. Yani o konuşmalarda kullanılan kelimelerde ve halkların kardeşliğine inanmış bir sesin kararlılığı vardı. Bu anlayana gerçekten de protest bir sazdı, anlamayanlara ise belki bu yazı da azdır. Ama bizim işimiz anlamayanlara ve anlamak istemeyenlere anlatmak, gözlerine soka soka anlatmak… bu temelde de zaten komutan Orhan’ın o görkemli direnişi biz yüreği devrim için atanlara bir meşale olmaya başlamıştır bile.
Tabi tüm bunların yanında Türkiye kamuoyunda bir Orhan Yılmazkaya portresi ortaya konulmaya çalışıldı. İşte Soner Yalçın’ın çaylağı olmaya çalışan Cüneyt Özdemir’in programında ön plana çıkarmaya çalıştığı bir kitap konusu vardı, yine bunun ardından bugün de Aziz Üstel’in yazdığı bir yazı vardı “Bostancı savaşının altında neler yatıyor?” başlıklı.
Şimdi her şeyden önce şu aklıma takılmıyor değil hani, toplumlar mücadelesinde ve son yılların en görkemli direnişinde, fikir yürütmek Aziz Üstel’e meyl olduysa, aslında bu durumun ne kadar içler acısı olduğunu göstermektedir. Daha öncesinde televizyonlarda saat 24’lerde talk show yapmayı kendine üç beş kuruş karşılığında amaç edinmiş bu zatı muhterem, bugün kalkmış da arkada yatan nedenlere kelam buyurmaya çalışıyor. Ondan sonra da Şeyh Bedrettin ile Deniz’ler, İbrahim’ler ve Mahir’ler arasında nasıl bir bağlantı olduğunu anlamaya çalışıyor ya da en azından öyle bir görüntü ortaya çıkıyor. Kendini zorlamaya ne hacet! Bu bir beyin işidir, bir fikir mücadelesidir, yani azizim aziz, aç kulağını iyi dinle sende bunlar yok, ondan vazgeç bundan ya da bu aptallığın dışavurumundan.
Yine Avrupa’da köylü direnişlerinin sembolü haline gelmiş Thomas Münzer üzerine de harfi bilgiler veriyor, adam akıllı kendini de bu konular üzerinde ulvi veya bilgili zanneden bir atmosfere de bürünüyor. Halbuki programlarında ya da hayat-ı istikametinde uşakların uşakları olmayı kendine yüce ülkü edinmiş birisinin bu büyük isimleri zikretmesi, olsa olsa ilerici ve özgürlükçü insanlığın bir trajedisidir. Sen bunları yani Şeyh Bedrettin’i de, Thomas Münzer’i de yazında kullanacak kadar sanal ortamların arama motorlarında öğrenebilirsin. Ama inanmış insanlar, hayatın güzelliklerini arama motorlarında öğrenmezler bir öğreti olarak paylaşırlar, savaşırlar zamanı geldiğinde ölüme göz bile kırpmazlar.
Yani azizim sen bırak bunları, komutan Orhan hakkında kelam buyurmayı, satılık olduğun aşikardı, böylelikle daha da aşağılık olma. Savaşın arkasında yatan gerçekleri arama sen, ama anlamaya çalış ve dürüst olmayı bir erdem olarak kabul et. Aksi takdirde senin işgüzarlığının sınırlarını aşar, komutan Orhan’a kara çalmak ya da insanlığa mal olmuş büyük direnişçileri kendi kıtlığında zikretmek… sonra yiğit gençler hesap sorar sana… yani aziz, sen ortalıkta çok fazla kıvırtma…
toprak cemgil
- Ayrıntılar