HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Kürt Özgürlük Hareketini imha ve tasfiye etme amacıyla geliştirilen siyasi ve askeri operasyonlar hız kesmeden devam ediyor. AKP hükümeti hem içte hem de dışta bu amacı gerçekleştirmek için çok çeşitli ittifaklar geliştirmekte, çeşitli siyasi hamleler yapmakta, askeri alanda ise yeni bir sistem geliştirmek için çaba harcamaktadır.

12 Haziran seçimlerinde istediği başarıyı elde edemeyen AKP, şimdi kendi hegemonik iktidarını sağlamlaştırmak için çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. Bir yandan sistem içini dizayn etmekte, diğer yandan ise Kürt Özgürlük Hareketine yönelik geniş bir ittifak oluşturmaktadır.

Kürt sorununun demokratik siyasi mücadele temelinde çözümü için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile devlet arasında süren görüşmelerden herkes haberdar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürt sorununun çözümü için devlete üç protokol sunduğunu, bu protokollerin KCK tarafından da onaylandığını ve artık cevap vermesi gerekenin devlet olduğunu, avukatlarıyla yaptığı haftalık görüşmesinde dile getirmişti. Bu protokollerin devlet tarafından dikkate alınması gerektiğini, aksi takdirde kendisinin yapacak bir şeyinin kalmayacağını vurgulamıştı.

Fakat ilerleyen süreçlerde görüldü ki, devlet tarafından görevlendirilen ve Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüşen heyetin amacı, Kürt hareketini oyalamak, PKK hareketini ve Kürt halkını önderliğinden koparmak ve aralarında çelişki yaratarak hareketi parçalamak olduğu ortaya çıktı. Çünkü Abdullah Öcalan çözüm için çok makul öneriler sunduğunu ve bu önerilerin mutlaka dikkate alınması gerektiğini belirtmişti.

Buna rağmen devlet ve hükümet kanadından bir cevap verilmedi. AKP’nin niyetinin Kürt sorununa siyasi çözüm bulmak değil; tam tersine, hem siyasi alanda Kürt hareketini oyalamak, çeşitli hukuki ve siyasi oyunlarla üzerine gidip zayıflatmak, hem de gerillaya yönelik kapsamlı bir operasyon geliştirmek için hazırlık yapmak olduğu anlaşıldı.

AKP’nin bu oyunlarına karşı siyasi hamle ya da cevap 14 Temmuz günü Amed’de DTK tarafından demokratik özerklik ilanıyla geldi. Bu hem AKP’nin siyasi oyunlarına karşı bir cevap oldu, hem de çokça bahsedilen yeni anayasanın içerisinde yer alması gereken hususların demokratik özerklik projesini de kapsaması gerektiğini ortaya koydu.     Dolayısıyla Türkiye'de yeni bir anayasanın meşru olabilmesi için mutlaka demokratik özerklik kriterlerini kapsaması gerektiğini AKP’ye dayatmış oldu.

Elbette ki böyle bir durum AKP’yi çok zorladı. Bir anlamda var olan siyasi hesaplarını altüst etti. Artık Kürtleri oyalamanın mümkün olmadığını, Kürt sorununun ya demokratik yollarla ya da savaş temelinde mutlaka çözülmesi gerektiğini ve bundan kaçamayacağını gördü. İşte 14 Temmuz günü Tayyip Erdoğan’ın “yeni stratejiler gelişecek” dediği husus buradan kaynaklandı.

Siyasi alanda yaşananlar bunlar olurken, bir de işin askeri boyutunda yaşananlar var.

Gerçektende TSK’nın içinde bulunduğu şu anki durum içler acısı. Yani Türkiye cumhuriyeti devletinin o şanlı ordusunun bu hallere düşeceğini kim hayal edebilirdi ki? Anlı şanlı ordusuyla övünen Türkler, şimdi o ordusundan utanç duyar hale getirildi. Ergenekon Davası, Balyoz Davası adı altında yürütülen davalarla ordu bu hale düşürüldü. Bunu da yapan yine AKP iktidarı oldu. 2002’yılından beri ordu ile PKK çatışmasından rant elde ederek güçlenen AKP, şimdi son bir hamleyle Türk ordu kademesinde kendisine karşı olanları uzaklaştırarak, kendisine bağlı yeni bir ordu yönetim kademesi oluşturdu.

Ancak orduya yönelik Ergenekon, vb. davalar adı altında yürütülen bu operasyonların gerçek nedeni daha başka olmaktadır.  Şunu hiç unutmamak gerekir: Eğer PKK hareketi Türk devleti karşısında bu kadar mücadele etmeseydi, bu orduyu bu kadar zorlamasaydı, ne AKP’nin, ne Tayyip Erdoğan’ın, ne de AKP’nin tek bir üyesinin orduya laf söylemeye ne gücü yeterdi, ne buna yeltenebilirdi. Şimdi görünürde AKP ile ordu arasında bir çatışma varmış gibi gözükse de, aslında yapılan şey, PKK karşısında başarısız kalmış olan ordunun o üyelerinin bir biçimde tasfiye edilmesi ve yargılanması olmaktadır. Türk ordusu PKK karşısında başarısız kaldı ve bu ordunun başarısız olan komuta kademesi hesabını veriyor. Yoksa öyle çokça söylendiği gibi, ne AKP askeri vesayeti ortadan kaldırıyor, ne ortada bir demokratikleşme olduğundan ordunu gücü sınırlandırılıyor, ne de AKP’nin gücü ve kudretiyle bu işler yapılıyor.

Dikkat edilirse, Ergenekon davasında yargılanan o komutanların hepsinin PKK karşısında oldukça kararlı bir biçimde mücadele ettikleri, her türlü çabayı harcadıkları, fakat tüm bunlara rağmen başarı elde edemedikleri görülecektir. Bu kişilerin büyük bir çoğunluğu PKK'nin askeri yöntemlerle imha ve tasfiye edilemeyeceğini kendi pratikleriyle yaşayan ve buna inanan kişiler olduğu görülecektir. Eğer bu kişiler PKK'yi tasfiye etmeyi başarmış olsalardı, şimdi Silivri cezaevinde değil, devletin önemli kademelerinde yer alacaklardı. Ulusal kahraman olarak tanıtılacaklardı.

Bu nedenle son olarak dört komutanının istifasını AKP iktidarının bir başarısı, demokratikleşmede büyük bir adım olarak görmek, bunu böyle anlamak ve bu biçimde propaganda etmek en hafif deyimle karşıdakini ahmak yerine koymak olur. Bu istifaların nedenleri farklı yerde aranmalıdır.

Her şeyden önce, AKP hükümeti ordu-PKK çatışmasından nemalanarak bugüne kadar geldi. En son olarak PKK'ye karşı bir sınır ötesi operasyonu yapma görevini ordunun önüne koydu. Fakat var olan komuta kademesi bunu kabul etmedi. Çünkü PKK ile savaştıkça hem kendi gücü zayıflamaktaydı, hem yaşanan yenilgilerden dolayı fatura kendisine yazılmaktaydı, hem de bu başarısızlık durumu AKP tarafından kendisine karşı kullanılarak, toplum nezdinde ordunun itibarı zedelenmekteydi. İşte kuvvet komutanları bunu gördüklerinden, bu oyuna girmeyi reddettiler. Hem PKK karşısında başarılı olamayacaklarını gördüklerinden, artık PKK'yi operasyonlarla imha ve tasfiye edemeyeceklerini bildiklerinden, hem de AKP’nin daha fazla kendi üzerlerinden güç kazanmasına fırsat vermemek için bu konumlarını terk ettiler.

Aslında ordunun komuta kademesindeki bu istifalarla AKP kendisi önünde engel olabilecek bir güç bırakmamıştır.  Her şey onun omuzlarına yüklenmiş olmaktadır. Bu nedenle kendi önünde engel olarak gösterdiği ordu, artık AKP iktidarı önünde bir engel değildir. Tam tersine AKP tarafından yeniden örgütlendirilmeye müsait bir konum arz etmektedir. Dolayısıyla tüm yetkiler AKP ya da Tayyip Erdoğan’ın eline geçmiş bulunmaktadır. Şimdi yaşanacak tüm gelişmelerden artık birinci dereceden sorumlu olacak kişi Tayyip Erdoğan’dır. Yine PKK’ye karşı mücadelede yaşanacak bir başarıdan da, başarısızlıktan da birinci dereceden sorumlu kişi yine Tayyip Erdoğan olacaktır. Kısacası artık sığınacak bir gerekçe kalmadı. Şimdi sıra Türkiye'nin en büyük sorunu olan Kürt sorununa bir çözüm bulmaya gelmiştir.

Bu konuda Tayyip Erdoğan’ın bir planı var mı diye çokça tartışmalar yapıldı. Birçok kişi seçim sonrası temel gündemin anayasa çalışması olacağını, bu temelde Türkiye'nin sorunlarına demokratik siyasi mücadeleyle çözüm bulunacağına inanıyor ve bunu dillendiriyorlardı. Meclis çözüm yeri olacak, tüm sorunlar burda çözülecek, Kürt sorunu da yine diyalog yöntemiyle anayasal temelde çözüme kavuşacaktı.

Fakat temenniler ile gerçeklik bir ve aynı şey değil. İstemek ayrıdır, yapılan ayrı olmaktadır. 14 Temmuz tarihinde DTK’nin ilan ettiği demokratik özerklik, Kürt tarafının Kürt sorununun çözüm projesini ortaya koymasının ilanı oldu. Yani Kürtler, biz demokratik siyasal alanda mücadele edeceğiz, anayasal çalışmalara katılacağız, bu temelde mecliste sorunlarımızı gündeme getireceğiz, dediler. Demokratik özerklik projesi Kürtlerin çözüm projesiydi ve Türkiye devletine, kamuoyuna bu biçimde deklare de edildi. Amaç bu proje üzerinde Kürt sorununu ciddi temellere dayalı olarak gündeme almak, tartışmak ve bir çözüm yaratmaktı.

Fakat Tayyip Erdoğan’ın buna verdiği cevap “yeni stratejiler gelişecek” oldu. Bu stratejinin ne olduğu ise 15 Temmuz günü İran ordusunun Kandil’e operasyonuyla anlaşıldı. İran operasyonunun Türkiye-İran ittifakı temelinde yapıldığı, bunun içinde Irak devletinin bizzat, YNK ve KDP’nin de kısmi olarak içinde yer aldığı, esas olarak da ABD tarafından bu operasyona onay verildiği birçok yerde yazıldı, bazı belgelerle de bu ittifak açıkça ortaya konuldu.

Bu ittifakın içeriğine bakıldığında, 1998 yılında başlatılan ve 1999 yılında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kenya’da kaçırılarak Türkiye'ye teslim edilerek bir aşamaya getirilen uluslararası komploya çok benzediği görülmektedir. Anlaşılan o ki, Kürtlerin inkâr ve imha edilmesi için geliştirilen bu komplonun başarısız kılınması ardından, bu sefer ikinci bir uluslararası komplo bu biçimde devreye sokulmuş bulunmaktadır.

Uluslararası komploda hedef; Kürt Özgürlük Hareketini, PKK'yi önderliğinden koparmak, önderliğini imha etme temelinde PKK'yi tasfiye etmek ve Kürtlerin imhasını tamamlamaktı. Bu temelde birinci dereceden hedef hareketin komuta gücü olan Abdullah Öcalan oldu. Eğer PKK önderliksiz bırakılırsa fazla dayanamaz ve dağılır biçiminde hesaplar yapıldı ve bu temelde bir yönelime girildi.

Şimdi de Kandil’e yapılan İran operasyonun hedefi de benzer olmaktadır. PKK Hareketi’nin yönetim kademesi Kandil’de bulunuyor denilerek öncelikle oraya saldırı yapıldı ve burası ele geçirilmek istendi. Burası ele geçirilir ve PKK yönetimi, komutası imha edilirse, geriye kalan gerilla gücünü imha etmek kolay olacak ve böylece PKK'ye büyük bir darbe vurulmuş olacak. Şimdiki hesap budur. Bu hesap veya plan AKP çevresinde, ona yakın medyada çokça işlenmekteydi. Özellikle bu çevrenin Sri Lanka devletinin Tamil Kaplanları’na yönelik yaptığı askeri operasyonun bir benzerinin Türk devleti tarafından PKK'ye yönelik yapılması gerektiği hususunda yaptıkları yayınları bilmeyen kalmadı.  Dolayısıyla Kandil saldırısı böylesi bir planın ilk aşaması olmakta ve bunun devamı da ilerleyen zamanda hayata geçirilmeye çalışılacaktır.

Buradan bakıldığında böylesi bir sonuç ortaya çıkıyor: AKP hükümeti Kürt sorununun çözümünde demokratik siyasi yöntemleri değil de, savaş yöntemini esas almaya karar verdi ve şimdi bu savaşı 15 Temmuz günü itibariyle Kandil’de başlattı. Bu nedenle artık süreç yeni bir savaş süreci olmaktadır. AKP hükümeti ve Türk devleti Kürtlerin siyasi taleplerine savaşla cevap verdi. Bu savaş ilerleyen zamanda Kandil’den başlamak üzere tüm Medya Savunma Alanlarını kapsayacak ve Kürdistan'ın dört parçasına yayılarak sürecek.

O halde AKP hükümetinin yönlendirdiği günümüz Türkiye siyasetinin temel gündemi de belirlenmiş olmaktadır. Barış gelişecek, demokratik siyasetle sorunlar çözülecek, yeni anayasa temelinde yeni bir Türkiye oluşacak söylemleri artık hikâye olmaktadır. Bu hususların hepsi artık gündemden düştü ve Türkiye gündemi değişti. Türkiye'nin gündemi artık savaş olmaktadır. Demokratik özerklik temelinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin başlatmış olduğu siyasi hamleye karşılık AKP’nin hamlesi imha ve tasfiye operasyonu olarak gerçekleşti. Bu operasyonun temel hedefi de Sri Lanka devletinin Tamillere karşı yaptığı katliamın bir biçimini PKK'ye karşı gerçekleştirmek olmaktadır.

Evet, Tayyip Erdoğan bir yandan siyasi oyunlarla kendisine rakip olacakları bertaraf ederken, ordu içinde kendisine muhalifleri bir biçimde görevden uzaklaştırarak kendisine yakın isimleri yönetime getirerek devlet içindeki konumunu güçlendirirken, diğer yandan da Kürt Özgürlük Hareketine karşı topyekûn savaş konsepti temelinde büyük bir askeri ve siyasi savaşı başlatmış ve bunu giderek daha da geliştirmenin hazırlıklarını sürdürmektedir.

Türkiye cumhuriyeti devletinin tarihinde Tansu Çiller diye bir kadın başbakan vardı. Bu zat askeri elbiseler giyer, kışlalarda dolaşır, siyasi alanda nutuklar atar, PKK'nin mutlaka kökünün kazınacağından bahseder, ya bitecek ya bitecek naralarıyla Türkiye toplumuna değişik heyecanlar yaşatırdı. Bu kadın başbakanın zamanında 17 bin faili meçhul cinayet işlendi, dört binden fazla köy boşaltıldı, milyonlarca insan köyünden, yurdundan göç ettirildi, Kürtler ve Türkler akla sığmayan acılarla tanıştırıldı, ülkenin coğrafyası, insanı, kardeşlik ruhu tahrifata uğradı. En sonunda ise bu kadının bir CIA ajanı olduğu ve ABD’nin çıkarları temelinde her türlü çalışmayı yürüttüğü ortaya çıktı. Şimdi ise bunun esamisi bile okunmuyor, o dönemler lanetli bir dönem olarak anılıyor.

Ne diyelim, Tayyip Erdoğan’ın performansına bakınca insan Tansu Çilleri hatırlıyor. Bakalım, Tayyip Erdoğan bu hızla nereye kadar gidecek, nerelere doğru yol alacak?!

Edîp Koçgîrî