HPG

Hêzên Parastina Gelê Kurdistan

RÊBER APO

“Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü” Kitabından Alınmıştır.

Tarihin sadece insan toplumu için değil, tüm evrensel oluşumlarda var kılıcı bir rol oynadığı tüm bilimlerin ittifak ettiği bir hakikattir. Zaman oluşturucudur. İlahlara atfedilen yaratıcı rolü bizzat zamanın oynaması adeta bir sır niteliğindedir. Oluşumun hızına zaman diyoruz. Oluşum olmazsa zaman da ‘yok’ boyutundadır.

Sır niteliği insan bilincine böyle yansımaktadır. Yaşlanmayı zamanın öldürücü etkisine bağlamak bu durumda doğru bir tanım oluşturmamaktadır. Zamanın öldürücü etkisi olmadığından bu tanımın değeri yoktur. Dolayısıyla ölüm yoktur. Ölüm sosyolojik olarak inşa edilen bir insan anısıdır. Yapay bir duygudur. Ama yaşam için çok değerli bir anıdır. Daha doğrusu uyarıcı etkidir. Hegel gibi “Tin’in yolculuğuna” çıkma gereği duymuyorum. Ama bununla Hegel’in ne yapmak istediğini anlıyorum. Her ne kadar ‘big bang’ teorisi ile evrene bir yaş biçilip (yaklaşık 13,8 milyar yıl) tarih çizilmek istense de, bunun Batı uygarlığının yeni bir mitolojik anlatımı olması kuvvetle muhtemeldir. Tüm bilimselliğine rağmen, Kutsal Kitaplardaki yaratılış öykülerine benzer bir toplumsal rol mesafesindedir. Fakat bu böyledir diye zaman inkâr edilmiyor. Sadece sırlı özelliğini koruduğu idea ediliyor. Keşfini kısmen insan toplumunda yapabilmeyi şahsen büyük bir şans olarak değerlendiriyorum.

Toplumsal tarihin insanı oluşturmadaki rolü son derece önemlidir. Eğer zamanın sırrı çözülecekse, bunu ancak bu kısacık oluşum sürelerinde keşfedebiliriz. İnsan toplumunun bireyini oluşturma gücü sanıldığından daha az anlam kazanmış bulunmaktadır. Üzerinde çok çalışılarak anlam derinliği yakalanabilir. Çünkü başka hiçbir fenomende zamanın gücünü keşfedemeyiz. Toplumsal bilimi bu nedenle tüm bilimlerin ana kraliçesi veya tanrıçası mesafesinde değerlendiriyorum. Toplumsal bilime dayanmayan tüm bilimlerden şüphe ettiğimi yine önemli bir tespit olarak belirtmeliyim. Diğer tüm bilimlere doğru giden yol toplumsal bilimi gerçekleştirmemizden geçecektir. Maddenin atom-altı parçacıklarından tutalım, halen genişlediği idea edilen kozmik evrenin bilgisine ancak toplumsal bilimin gelişimi ölçüsünde varabiliriz.

Negatif toplumculuğunun ölü toprağı

Sadece Hegel’in değil, Kutsal Kitaptaki Tanrının da yaratım serüvenine başlamasını ‘anlaşılmak’ arzusuna, yani düşüncenin kendini düşünmeye başlamasına bağlaması önemli bir tespittir. Kendini düşünmeye çalışan düşünce hakikatin özünü vermektedir. Bu da insan toplumu dışında bilebildiğimiz kadarıyla gerçekleşmesine henüz tanık olmadığımız bir durumdur.

İnsanın kendini düşünmeye başlaması tüm yaratımlarının temelidir. “Acaba atom kadar kozmik evren içinde de düşünce var mıdır?” sorusu sorulmaya değer ve hayli yakıcı bir sorudur. Hem mikro hem de makro evrenlerin düşüncesiz gerçekleştiğini sanmaya cesaret edemediğimi belirtmeliyim. Alıştırılageldiğimiz ‘cansız madde’ kavramının çok kof bir sosyolojik kavram olduğu yeterince açığa çıkmış bulunmaktadır. Bundan hemen Hegelcilik yaptığım akla gelmemelidir. Düşüncenin insan beynindeki dalgalarla ilişkisi saptanmıştır; enerji gibi bir şey olduğu hemen hemen kanıtlanmış gibidir. Tüm sorun bu kanıtlanmış gerçeği insan dışı doğaya ne kadar yansıtmaya cesaret edebileceğimizdir.

Şuraya varmak istiyorum: Negatif toplumculuğun gözümüze serptiği ‘ölü toprağını’ taşımak zorunda değiliz. Pozitif toplumculuk, diğer bir deyişle sürekli özgürleşen toplum yegâne hakikat zeminimizdir. Evrensel tarihin en yalın tanımı, hakikat zemini olarak toplumsal gelişimdir. İnsan toplumu bu anlamda sadece insan tarihi değil, gerçek anlamda da evren tarihidir. Basitçe 13,8 milyar yıl diye tabir edilen süre de dahil, evren tarihidir. Bunun için insanı, toplumunu ve tarihini çok önemsemek gerekir.

a- Son Buzul Çağı’nın yaklaşık yirmi bin yıl önce sona erdiği belirlemesi, toplumsal tarihin gelişiminde önemli bir kilometre taşıdır. Bu tarihle başlayan Ortadoğu tarihinde özellikle Toros-Zagros dağ sisteminin etekleriyle komşusu çöl bölgeleri bu tarihin başlangıç döneminde insan türü için olağanüstü bir besin bolluğu, güvenlik ve üreme kolaylığı sunmaktadır. Bu üç etkenin birleşimi ise herhangi bir canlı tür için olağanüstü bir yaşam şansı sayılmaktadır. Doğu Afrika çıkışlı ve evrimine yaklaşık yedi milyon yıl biçilen insan türünün serüveninde Doğu Afrika’yı boydan boya geçen, Kızıldeniz’den, Doğu Akdeniz’in dağ eteklerinden Toroslara kadar varan Rif (iki anakara kütlenin oluş- turduğu yarık) doğal bir yayılma hattı çizmektedir. Tespit edilebildiği kadarıyla en az bir milyon yıllık süreden beri bu yoldan Asya ve Avrupa’ya hep insan akışının olduğu kanıtlanabilmektedir. Toros-Zagros kavisi bu yolculukta hep merkezî istasyon rolü oynamaktadır. Jeolojinin önemini böylece daha iyi anlıyoruz. En az bu dağ etekleri kadar dönemine göre hayli verimli olan komşu çöller de benzer bir rol oynamaktadır. Son Buzul Çağı’nın sona ermesi ve bu istasyonlarda kalıcı yaşamı mümkün kılan koşullara erişilmesi insan türünün gelişim tarihinde patlamaya yol açmaktadır. Bugün bu coğrafyaya Ortadoğu diyoruz. Bölge jeolojik, biyolojik ve toplumsal önemini bu yakın tarihsel gerçeklikten almaktadır. Ortadoğu artık herhangi bir coğrafya parçası değil, sahnesinde evrensel tarihin oynanacağı mekânı teşkil etmektedir.

Klan, toplumun oluşumunda ana hücre rolündedir

Son buzul dönemi sonrasına kadar insan türünün 25–50 civarında niceliklerden oluşan klan tipi örgütlenmeyi aşamadığına ilişkin ortak bilimsel kanı paylaşılmaktadır. Klan toplumunu ilkel komünal birimler olarak küçümsemek sonradan gelişen bir ‘uygarlık şovenizmi’dir. İnsanlık, tarihinin yüzde 98’ini bu tip toplumla yaşamıştır. Klan, toplumun oluşumunda ana hücre rolündedir. Tıpkı canlıların oluşumunda ana hücrenin milyar yılı aşan çabası ile bitkisel ve hayvansal tiplerin oluşumuna geçildiği gibi, klan toplumunun milyonlarca yıllık yaşam serüveni de heterojen topluma geçişi mümkün kılmıştır. ‘Çoklu Toplum Devrimi’ evrensel tarihin en temel aşamalarından biridir. Esas olarak ‘simgesel dil’in ‘işaret dili’nin yerine ikame edilmesiyle bu aşama kat edilmiştir. İnsanın simgesel dili beden ve gırtlak yapısı nedeniyle büyük bir gelişim potansiyeline sahiptir. Düşünce devrimini mümkün kılacak olan da simgesel dil olanağıdır.

Tarihçiler her ne kadar Afrika jeo-biyolojik yapısında simgesel dilin tahminen son buzul dönemi öncesinde, M.Ö. 100.000’ler civarında oluşmuş olabileceğinden bahsediyorlarsa da, asıl simgesel dil devriminin Ortadoğu jeobiyolojik yapısına bağlı olarak son buzul dönemi sonrasında, M.Ö. 20.000’ler civarında patlama yaptığı konusunda hemfikirdirler. Yaklaşık altı bin yıl öncesine kadar zengin bir bitki yapısına sahip olan Büyük Sahra Çölü’nden Arabistan ve İran çöllerine kadar Semitik olarak adlandırılan toplulukların Sami dil kökeni etrafında geniş bir ‘kabileler sistemi’ oluşturduklarına dair daha net tarihsel gözlemler, etnik ve antropolojik bilgiler mevcuttur. Afrika’nın çok zengin işaret dillerinden Semitik simgesel dil yapısına dayalı kabile sistemine geçiş, evrensel tarihin temel aşamalarından biridir. Bu dil ve kültür grubu gerek neolitik tarım ve hayvancılık devriminde, gerekse şehir (medeniyet, uygarlık) devriminde büyük rol oynayacaktır.

İkinci büyük simgesel dil devriminin Toros-Zagros dağ sistemindeki jeobiyolojik yapıya dayalı ve Hint-Avrupa grubu olarak da adlandırılan Aryenik kabile sistemindeki gruplarca oluşturulduğu yine tarihsel gözlemler, etnik ve antropolojik çalışmalarla daha net olarak kanıtlanmış bulunmaktadır. Tarım ve şehir devrimlerinde bu grubun başat rol oynadığı kanıtlanmış gerçeğin önemli bir özelliğidir. Bu rolü temelde yerleşim alanının jeobiyolojik yapısına bağlı olarak oynamıştır.

Üçüncü büyük simgesel dil grubunu Sibirya ormanlarına dayalı ve güneyinde yaşayan Ural-Altay dil grubu olarak da adlandırılan kabile sistemleri oluşturmaktadır. Buzul dönemi sonrasında bugünkü Çin’e, Moğolistan, Türkistan ve Finlandiya’ya kadar yayılan bu grupların da evrensel tarihe katkıları ilk iki grup kadar olmasa bile, hem neolitik devrimde hem de şehir devrimlerinde önemli olmuştur.

Kafkasya, Amerika ve benzer daha izole olmuş bazı grupların marjinal de olsa gerek simgesel dil, gerek tarım ve şehir devrimle- rinde rolü bulunduğuna dair tarihsel gözlemler, etnik ve antropolojik bilgiler mevcuttur.