Savaş üzerinde yoğunlaşıyorum. Neden savaş? Nasıl savaş? Kimin için savaş? Kimler nasıl savaşmalı? Komutan, savaşçı kimdir, nasıl olmalıdır sorularını kendime yoğunca soruyorum. Ve tabii böyle beynime muazzam cevaplar sökün ediyor. Ayrıca komutan adaylarımız neden yüksek bir savaş çizgisini tutturamıyorlar diyorum. Savaşan kişi kimdir, nedir, nasıldır? Savaşa gelmeyen kişi nedir, nasıldır? Neden gelemiyor? Savaşma yeteneğini kaybetmiş bir halk, dolayısıyla onun kişisi, kişiliği yaşamı kaybetmiş oluyor. Bunun hemen farkına varıyorum. Yaşamı da ana hatlarıyla kaybettikten sonra bütün sahtelikleri yaşam adı altında yaşamaktan, kandırmaktan, dolayısıyla yalanla-dolanla kendini idare etmekten kurtaramaz. Bu sonuç, bizde bu kadar zayıf kişiliğin yaşamayı neden bilememesini; vatanına sahip çıkamamayı, özgürleşememeyi, saygı, sevgi olayı haline gelememeyi açıklığa kavuşturuyor.
Savaş, sadece bir şiddet olayı değildir. Savaş; bizim için bir kör şiddet hiç değildir. Belki düşman için öyle denilebilir, fakat onun için de öyle değildir. Kör şiddet diyoruz, ama düşman da savaşarak kendisi için yaşam alanı yaratıyor. Kendisi için, sınıf için, hakim ulus egemenleri için yaşam alanını sürekli geliştiriyor. Siz başarıyla savaşamadığınız için de yaşam alanını kaybediyorsunuz. Zaten yaşam alanını kaybettikten sonra burada kişilik, toplum; toplumun sosyal ve siyasal düzeyi gelişmez, manevi bir yaşam söz konusu olamaz. Bunun yerine kendini aldatan toplum, şikayetçi, saygısız, birbirlerinin kuyusunu kazan, toplumsallaşmayan, kısaca toplumsal bağları, kişisel bağları sağlam geliştiremeyen, pamuk ipliğine bağlı ilişkiler, güvensiz, bilinçsiz, aydınlıksız ilişkiler sürüp gider. Sonuçta dağılmış, kolay sömürüye gelen bir toplum, kolay baskıya alınan, güdümlenen, kullanılan bir köle kişilik ortaya çıkar. Ve bu sizin yaşam hikayeniz oluyor.
Ben bu tanımları daha da geliştirebilirim, sorun bu değil. Sorun; bunca çabaya rağmen, neden yüksek savaşçı özellikleri kazanamadığınızdır. Bana göre, PKK çizgisinde çok etkili savaş kişilikleri çıkmalıydı. Bunun çıkmayışını, büyük bir sorun olarak ele alıyorum. Ve sizin en temel sorununuz budur. Savaş çizgisine doğru gelişim gösteremezseniz yaşayamazsınız diyorum. Artık bazı hususları tamamen anlayabilmelisiniz. Kendini müthiş aldatan bir konumda seyrediyorsunuz. Bu aldatıcılık nedir? Aldatıcılık derken kasıt, kötü niyetten bahsetmiyorum. Yanılgılarınız köklü. Yüreğinizi, beyninizi açamıyorsunuz. Ve bu yürek, beyinle de savaş planlanamaz, büyütülemez, geliştirilemez, kazanılamaz.
Tabii bu bir sonuç. Neden buraya gelindi? Neden kolay kaybediyorsunuz? Onu anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz. Ama sorun benim için anlatmak da değil. Zaten bu büyük eylemi biraz da çözüm için geliştirdik. Tabii bu yalnız benimle olmaz. Ben biraz savaşı geliştirdim. Kişilik çözümlememi de onun için yaptım. Benim bugün halka, tarihe en büyük katkım, ilk defa savaşı bu düzeyde geliştirme sorumluluğunu gösterebilmiş olmamdır. Bu, zaten başlı başına bir olay, zafer gibi bir şeydir.
Savaş; bir halkı kendine getiren köklü bir eylemdir. Bir halkı savaşır duruma getirdin mi bu halkı yarı yarıya kurtarır duruma getirdin demektir. Ve ben bunu nasıl sağlayabildim? Hiç olmazsa bu tecrübeyi incelemelisiniz. Savaş gücü olmaktan çıkarılmış bir topluluk, köle bir topluluktur. Savaş dışı bırakılmış, deklase edilmiş -ki, bizim durumumuz öyledir- bir toplum, bir halk üzerine her türlü baskının, sömürünün, çirkinleştirmenin, düşürülmenin geliştirilebileceği bir halktır ve siz oradan geliyorsunuz. Siz bir şeyleri anlamaya yanaşmıyorsunuz. Bu çok tehlikeli bir kültürdür. Oradan, yani bu köle kültüründen geliyorsunuz. Kendinizi çok kandırıyorsunuz. Böyle kişilikler savaş gibi soylu bir eyleme, mutlak böyle yiğitleşmeye, sağlam bir ideolojik temele dayanmayı gerekli kılan bir olaya çözüm gücü olamazlar. Dolayısıyla da ciddi bir yaşam gücü haline gelemezseniz. Çoğunuz lafazansınız. Lafazanlık, çözüm gücü olamıyor. Veya kör pratikçisiniz, kör pratik yine köle halkların başvurduğu bir pratiktir. Çözüm gücü olamaz. Şimdi tanımları daha da geliştirmem mümkündür. Bence sorun bu değildir. Daha pratik bir yaklaşım olarak Önderlik gerçeğini incelemek, herhalde sizi daha öğretici kılabilir, kendinize güveninizi geliştirebilir. Savaşın teorisinden ziyade herhalde hikayesi, sizin için daha öğreticidir. Örneğim ben buna çok tutkuluyum. Yalnız cephedeki savaştan bahsetmiyorum. Benim için yaşamın tüm yönleri bir savaş gibi ele alınmaktan ibarettir. Her şeye savaşın düzeltebileceği, mücadelenin biçimi ne olursa olsun düzeltmesi gereken bir olay, bir yaşam tarzı olarak bakarım. Başka türlü yaşam hiç aklıma gelmez.
Elime almışım kılıcımı, burayı şöyle kessek, -ki, bu eylem oluyor- burasını böyle kessek bu yaşanılır hale gelebilir diyorum. Hatta sıkça kendime, çıkayım şu topluluğun içine, elimde yalın kılıç -Ortaçağlarda biraz böyleydi- şuradan bu kadar, şuradan şu kadar keselim -ki, bunlar hainler oluyor, düşman cephesinden oluyor- geriye şöyle bir yaşam ortaya çıksın diyorum. Ruhum bana hep bunu söyler. Yani toplumun içine girdim mi, geri yanlarını şöyle kesmek, geriye kalanı şöyle ayağa kaldırmak olmalıdır. Günlük olarak hep böyleyim. Kime bakarsam bakayım böyleyim. Şunun için şurasını koparmak, şurasını sökmek, şurasını yapmak... Dikkat ederseniz hepsi savaşla ilgili yaklaşımlardır. Ama size bakıyorum, sizin hırs, öfke, hatta yıkma ve inşa gerçeğiniz çok zavallıca. Neyi yıkmak istiyorsunuz? Neyi yapmak istiyorsunuz? Farkında değilsiniz. Savaş, hırs demektir, savaş, kin demektir, bir anlamda öfke demektir. Tabii diğer anlamda da plan demektir, örgüt demektir, müthiş hazırlık demektir. Bütün bunlarla sizin ilişkiniz nedir diye sorduğumda, durumlarınızı fazla umutlu göremiyorum. Siz partiye, orduya böyle kaybettiriyorsunuz. Sanki kölelik midir, paralı asker de demeyeceğim, sanki zorla mı sürülmüşsünüz? Böyle bir namus meselesi var, bizim geleneksel toplum tipimizde sınırlı bir kavga düzeyi var, sanki ben onu genelleştirmişim gibi bize geliyorsunuz. Yüksek bir halk savaşçılığı değil de, toplumumuzun genel ölçülerine göre bir namus anlayışı, bir kavgacılık anlayışı var. Onu temsil etmeye bayılıyorsunuz. Şu anda saflarımızda da aslında savaştıran demeyeyim, savaştan alıkoyan tutum budur. Size göre savaşçılık böyle olur. İşte trajik tarz, klasik Kürt kavgacılık tarzı ve hepsi de feci sonuçlara yol açıyor. Size hikayeyi anlattım. İlk tabanca sesini ne zaman duyduğumu ve o anki ruh halimi size anlatayım. Halen hatırımda, caminin arkasında bir baktım tabanca sesi geliyor. Adeta ödüm koptu, bu ne müthiş sestir, insanlar karşı karşıya geldiklerinde bu ne çılgınlıktır dedim. Buna nasıl cesaret ettiklerine uzun süre anlam veremedim ve o beni şoke etti. Bu, köyümüzdeki bir tabanca atışıydı. Ona bakmaya gücüm yoktu. Halen hatırlıyorum o olayı. Neden olabilir? Aslında orada büyük bir akıl dışılık görüyorum. Büyük ihtimalle halk içindeki çelişkilerin öyle halledilmemesi gerektiğini düşünüyorum ve bu iyi bir yaklaşım. Büyük ihtimalle bu kavgacılıkta umut yok diye anlamlı bulmuyorum. Tehlikeli görüyorum ki, şoke oluyorum. Bu kavga tarzı, hiçbir zaman bana anlamlı gelmedi.
Daha önceki olayları da anlattım. Beni kavgaya götürebilecek çelişkileri, arkadaşlık kurarak nasıl önlemek istediğim aslında onunla bağlantılıdır. Ama kendi psikolojinize bakın, bu tip kavgalara bayılırsınız. Biri geriden sizi dolduruşa getirdi mi, aileden, kabileden biri elinize silah verdi mi rahatlıkla belinize takarsınız, onunla fors atmaya bayılırsınız. Bu ne demektir? Düşmanın yüzyıllardan beri aile, kabile kavgalarını körükleyen kültürünün şahsınızda dile getirilmesi demektir. Şu anda savaşın bir numaralı sorumlusuyum, ama hiç böyle duygularım, böyle bir kültürüm yok. Oldum olası bundan kaçındım ve bu yaklaşımı tehlikeli buldum.
Halk savaşına nasıl giriyorum? Şu anda bile saflarımızda neden planlama, düzenleme zayıftır? Neden çok ciddi bir eylem planı geliştirilemiyor? Bu, çok geleneksel kültür yüzündendir. Neden birlik ruhu güçlü değil? Neden silaha yerinde kullanma gibi bir anlam veremiyorlar? Bu kültürdendir. Dikkat ederseniz, silaha kolay alışmış, kolay yanaşıyorsunuz. Ama benim gibi birisi halen silaha kolay yanaşmıyor. Sizin kültürünüze göre silaha ucuz yaklaşılır, silah ucuz patlatılır. Her an onunla kaza da yapılır, yapılıyor da. Benim durumum öyle değil, Önderlik çok farklıdır. Ve ilk çocukluk kavgalarımızdan birisi de taşlı eylemdi. Beni vurdukları için çok zor da olsa bir eyleme kalktım. Cımo’yla, Mıho’ya karşı düzenlediğim eylem hikayesi de ilk isyan kadar önemlidir. Bu iki eylemi de şunun için yaptım: Baktım aile beni kabul edemez duruma geliyor, çok zorunludur, artık yapmasam fazla yaşayamam. Çocuk aklıma peki nasıl eylem yapmalıyım geldi. Cımo yaramaz bir çocuk, her türlü pisliğe bulaşmış, kavgada kural dinlemiyor. Ben de son derece çekingen bir çocuğum, kolay kavgaya gelemem. Ve bu çok ciddi bir engel. Baş edilmesi güç biriydi. Kendisine Fırdo (fırlama) derdik, adeta fırdo gibiydi. Bir baktım Cımo aşağı derede yürüyor. Çarnaçar, artık bilemiyorum benim her zamanki sürpriz çıkışlarım gibi. Artık biz hareketlendik.
Halen hatırlıyorum, derenin üstüne çıktık. Onun üst kısmına yerleştik, izlemeye, takip etmeye başladık. Yine o zaman üzerimde kıraslar (uzun elbise) vardı, kırasımın eteğine taş doldurmaya başladım. Biraz uzağımda da bir komşum vardı, yani en azından iyi bir dost olmasa da ortada durabilir veya bana yardımcı olabilirdi. Bir de müttefikim vardı, kavgaya kesin katılmayacak, fakat beni gözleyebilir. Yani bir kavgada doğru tarz üzerine aslında her şeyler var. Yeterince hazırlık, sağlam mevzilenme, yine takip, hareket tarzı ve bir ittifak, yani bir örgütsel durum. Ondan sonra üstten Cımo’ya taş yuvarlamaya başladım. Cımo, kolay çekilecek biri değil ve üzerime hep olumsuz gelmeye alışmış, taşları fırlata fırlata Cımo’yu en son kaçma pozisyonuna soktum. Kaçmaya başlayınca daha da bir yüklendim. Yamaçtan evine kadar -çok iyi hatırlıyorum- kaçırttım ve en son evine girdi, hatta sanıyorum bir de üzerine kapıyı kapattı. Çok ilginç. Aslında benim için büyük bir başarıydı. Herhalde anam o zaman bunu çok iyi değerlendirmiş olması gerekiyor, çünkü onlarla çelişkilerimiz vardı. O mutlaka cevap vermemiz gerektiğini söylüyordu. Bu eylem böyle gelişti ve sonuç, tam başarı. Halen hatırımdadır, abartmıyorum. Mutlak başarı. Çünkü oldukça belalı bir tip. O güne kadar beni yıldırmış, fakat düzenlediğim bir eylemle Cımo’nun işini bitirdim. Oldukça hazırlıklı, planlı, inisiyatifli gelişiyor. Mıho için de aynı şeydi. Mıho da bizi oldukça uğraştırmıştı. Başımı yarmıştı, belki daha izi bile vardır. Ona da aynı şekilde cevap verdik. Damın üstüne çıktık. Köşeden çıkış yapacak, bir de bize gözükmüyor. Köşeden çıkacak, ben de diğer damın gözükmeyen köşesindeyim. Yine eteklerime taş doldurdum ve Mıho köşeden çıkar çıkmaz taş yağmuruna tuttum; Mıho yarayı aldı. O da büyük bir hızla evinin içine kadar gitti. Onu da ta evinin karanlıklarına kadar kovaladığımı hatırlıyorum. Ve Mıho’nun da işi öyle bitti.
Bu olayada da benim tarzım yine bütün yönleriyle kendini ele veriyor. Plan, gizlilik, inisiyatif var. İlk hücum bende ve bir de sonuna kadar tahrip. Dikkat edilirse, burada bir gerillanın bütün özellikleri gizli. Yani çok erken yaşlarda buna benzer bir çok kavgadan bahsedilebilir. Ama bu bile yeter. O zaman çocuklar yüz yüze, göz göze girerlerdi. O onu yere atardı, o da onu. Galibi belli değil, mağlubu belli değil. Şimdi sizin tarzınız da öyledir. Şu anda bizim çok iyi hazırlanan çalışmalarımızı bile TC ile olan kavgada öyle karıştırıyorsunuz ki, yenilgisi, başarısı kesinlikle belli değil. Aslında bu da kişiliklerinizle ilgili. Seçkin bir komutan yok. Ha o zamanki köy kavga ortamı, ha sizin TC ile kavga ortamınız, birbirine çok benziyor. Çok kavga ediyorsunuz, fakat başarısı yok. Bütün köylülerin yaşamı kavgalı geçer. Fakat köylünün bu tarzında başarı yoktur. Bu, halk savaşına aykırı bir durum. Kürt kavgacılığı, halk savaşının inkarıdır. Ve bu yüzden de iç çelişkilerle birbirlerini tüketmişlerdir. Bunun diğer bir yüzü de pafisizmdir. Bu kavgacılığın sonucu köylü pasifizmi, kadere boyun eğmedir. Ve hikayeniz biraz böyledir. Benimki farklıdır. Kavgayı bir sanat gibi, bir hazırlık gibi ele alıyorum. Yıllardan beri öyleyim. Örneğin şu andaki kavga durumuna, savaşın vardığı düzeye bakın, size kalsa bunun ömrü aslında bir kaç haftalıktır. Ama benim bir ayarlamam var, bu savaşın ömrü en az benimledir. Ben yaşadığım müddetçe, bu savaşın hızının kesilmesi söz konusu olamaz. Bu sizinle ilgili değil, benimle ilgili bir olay. Planlamamı yapmışım, günü gününe bunun hazırlığı içindeyim, ta ki birisi PKK’yi durdurana kadar. PKK’yi durdurmak isteyen çok kişi de çıktı, fakat sonuç alamadılar.
Bu kadar zarar veriyorsunuz, bunun için her gün yana yakıla üzülüyorum. Kendilerine de çok kötü kaybettiriyorlar, ama savaşımın düzeyini hiç kimse asla geriletemeyecek. Bir irade var. Benim bir plan anlayışım var. Eskiden köy çapında veya küçük bir topluluk içinde yapıyordum; şimdi ulusal çapta yapıyorum. Tabii bunu oldukça güçlü bir biçimde yapıyorum, hatta dünyada savaşların durduğu, ulusal savaşların, sınıfsal savaşların sonuna gelindiği bir aşamada en güçlü savaşı ben yürütüyorum. Amerika bunu açıkça söylüyor. Bunun hikayesini öğrenin. Bu nasıl böyle oluyor? Komutanlar daha üst komutanlığa göre oluşamazlarsa, kesinlikle başaramazlar. Belki Ortaçağlarda olsaydınız, bir feodal beylik kurabilirdiniz, ama şu anda benden ayrı bir şekilde başkaldırsanız bir feodal alan beyliği oluşturabilir misiniz? Hayır. Çünkü kendinizi bile yirmi dört saat idare edemiyorsunuz, beyliği nasıl idare edeceksiniz? Güney’de feodal beylik düzeni, yaklaşımları var. Şu anda biz olmazsak, onların da beyliği fazla sürmez. Demek ki, halk savaşını bu kadar genelleştirmişiz. Bu duruma nasıl gelindi? Bunu halen çözemiyorsunuz. İlla kendimi size dayatayım diye bir derdim yok. Ama eğer savaş iradenizde samimiyseniz, sizin şöyle bir sorununuz var: Bu savaşı böyle geliştiren bir komuta kişiliği esasta nedir, nasıldır? Mutlaka bunun cevabını vermeniz gerekir. Başka türlü avsınız, kurbanlık koyunsunuz. Size yazık olur diyorum, bu savaşa girmeyin.
Kendi köylü tarzınızla savaşmak belki hoşunuza gidebilir. Çünkü böyle bir kültür var. Ölmeniz de, kalmanız da size o kadar önemli gelmeyebilir. Bütün köylüler basit değerler için savaşırlar, yaşarlar. Ama sonuç ortada; kaybeden bir toplum, kaybeden kişilikleriniz. Yazık oluyor. Bir de bana bakın, benim gibi hareketli bir insan az bulunur. Herhalde şimdi şunu da biraz anlıyorsunuz: Kürdistan için Kemalizm’e karşı tek başına, değil yıllarca savaşı böyle ortaya çıkarıp buraya kadar getirmek, on binlerce silahlı militanı olanın bile iki hafta dayanamadığı biliniyor. Şêx Sait, Kemalist ordunun en zayıf dönemini yaşadığı bir süreçte on binlerce güce ulaştığı halde, bütün ömrü iki ayı bile bulmadı. Yani o zaman uçak yok, tren yok, yol yok, tank, top yok, ona rağmen Kemalistler iki ayda isyanı bitirdiler. 13 Mart’ta başladı 15 Nisan’da kendisi yakalandı. Kemalizm’in -ki, Demirel’in deyişidir- en güçlü olduğu, NATO’nun bölge gericiliğinin arkasında olduğu dönemde; benim tek olduğum, Kürt halkının halk olmaktan çıktığı, sosyalizmin çözüldüğü, ulusal kurtuluş akımlarının zayıfladığı bir dönemde nasıl oldu da bu savaşı bu kadar geliştirebildik? Hangi temel tutumlar rol oynadı, hangi yaşam tarzı, hangi duygular, kin ve öfkeler, yaşam bağlılıkları, intikam duyguları, hangi sevinçler bu savaşta etkili oldu? Kadro adayları, komutan adayları; bir çırpıda söylediğim bu sorulara cevap veremezseniz, bırak komutan adayı olmayı, sıradan bir savaşçı bile olamazsınız.
Eğer yaklaşım ve katılımınızda “feodal namus anlayışı gereği bir söz vermişiz, girmişiz bu işe veya ayağımız kaymış girmişiz” anlayışı varsa bunu aşın. Eğer katılım tarzınız buysa vazgeçin, size yazık oluyor. Hiç gurur meselesi yapmadan oturun yerinize. Bu işi yapamazsanız yiğitlik serdedir deyip, yine gurura kapılmadan oturun. Çoğunuzun durumu budur. Yapamıyorlar. Benim tek ricam veya istirhamım mı desem, emrim mi desem, arzum mu desem, ne derseniz deyin; devrimci eylemi, savaşı çok büyük bir iddia, inat, azim, irade, hatta çılgınca, tutkuyla ele alma gerçeğiniz yoksa bu işe girişmeyin, yapamazsınız. Aynı zamanda sabır, plan, dakiklik, incelik, incelikli hazırlık, çok düşünme, nefes nefese işin başında olma özellikleriniz yoksa yine yaklaşmayın. Yine olanakları milim milim kullanma, başta savaşçıyı, fişeği, dağı mükemmel kullanma, çok stratejik, taktik anlamda değerlendirme yeteneğiniz yoksa, bu savaşa girişmeyin. Yapamazsınız, yanarsınız. Savaş bir oyuncak işi değildir. Çok ciddi bir iştir.
Her zaman sizin kadar cesur veya kendini böyle ateşe atar bir biçimde atamam diyorum. Savaşı sizin anladığınız biçimde ne anlarım, ne yaparım. Şu anda aramızda bir de bu çelişki var. Sizin beni sürüklemek istediğiniz tarzla benim sizi sürüklemek istediğim tarz büyük çatışma halindedir. Siz istiyorsunuz ki, köylü tarzıyla bu iş bir an önce hal olsun; “öleceksek ölelim, yaşayacaksak yaşayalım.” Benim ki ne böyle yaşanılır, ne böyle ölünürdür. Bunun savaşımını veriyorum. Örneğin siz çok kolay ölmek istiyorsunuz. Benim ki farklıdır.
Benim İçin Yiğitlik Ölçüsü Başarı Ölçüleridir
Hepiniz son isyancıyı, son Mohikanlıyı temsil ediyorsunuz. Mohikanlılık nedir? Tükenişe giden bir kültürün son çırpınışları; Tükenişe doğru giden bir kültürün son namuslu adamının ölüm tarzı... Çoğunuzun durumu son Mohikanlı gibidir. Benim için bu dehşet verici bir durumdur. Bu kadar son Mohikanlıyı ben nasıl idare edeceğim, bu kadarını nasıl yaşatayım? Zaten gözlerinizden okunuyor. Bu eğilim vahşi Batı’nın ölüme çektiği, nesli tükenmiş halkların yaşadığı bir eğilimdir. Düşünülmesi bile insanın ödünü kopartır. Madem güçlü olduğunuzu sanıyorsunuz, o zaman bunu önleyin. Ben asla son Mohikanlı olamam, bende bu yetenek yok. Nenem, “Üveyş, bu çocuğun namusuzdur” demişti, işte öyle bir “namussuzum” ben. Son Mohikanlı olamam. Onu dile getirmek istiyor. Nenem, beni o zamandan beri aşireti için, ailesi için ölmesi gereken biri olarak görmek istiyor, ben ise yaşamak istiyorum. Bağımsızca bir yaşam planı geliştirilmek isteniyor.
Benim durumum çok farklı. Düzenle zaten evvel ahir amansız savaşıyorum. Yani ilk kente gittiğimde bile bin bir çelişki söz konusudur. Halen hatırlıyorum, Birecik’e yürüdüğümde babamın eteğinden tutuyorum ve her şeye böyle bakmaya başladım, korkunç görüyorum. Bu nedir, bu nedir diye soruyorum. Yani her şeyden bir şey kapıyorum. İlk şehre girdiğimde, benim savaşımım babamın eteğinde başladı. Sanki şehir büyük bir dağdır, üzerime yıkılıyor. O caddelerinde adım atmam, sanki azgın bir düşman ortamında yürüyormuşum gibi geliyor. Beni o caddelerde babam yürütüyor, benim için büyük güç.
İlk Ankara’ya ulaştığımda tesadüfen otobüste tanıştığım bir öğretmen vardı. Bana biraz yardımcı olur musun dedim. Onun da eteğinden tutmuştum. Aynı ortam. Ankara yine dağ gibi üzerime geliyor ve korkunç bakıyorum. Atatürk’ün heykelini gördüm. Adamı dürttüm, buna bak diyordum. Yani her şey inanılmaz gibi geliyor. Büyük çelişki. Köydeki ağalık çelişkisi... Şimdi hepsi aklımda.
Bütün bunlar anlaşılmak zorunda. Siz bu süreçlerde aşiretçiliğe de, kabileciliğe de bulaştınız. Şehre girdiniz, olduğu gibi yaşadınız. Ben halen yaşamayı fazla bilmiyorum. Zaten şu anda aşmışım; köyü de aştım, kenti de aştım veya feodal toplum artıklarını da, burjuva toplumunu da aştım. Ama nasıl? Bu işin moral yönü var. Kişiliğimin yenilmemesi, ruhumun satılmaması için binlerce duygu savaşı, binlerce utanma, sıkılma savaşı, kin, öfke savaşımı verdim. Eziklerim-büzüklerim ne kadar? Sonuç: Ruhu şehre de, feodalizme de satmayan bir ilişki. Biraz ruh özgürlüğü var. Zaten bu kavga çoğunuza göre hiç anlaşılmaz bir durum. Çok zorda olan bir çocukluk, çok zorda olan bir orta yaş, bir gençlik yaşı. Bundan bahsediyorum. Neden zor? Çünkü orada kendisini satmak istemeyen bir kişilik var. Sizin gibi, Kemalizm’in etkilerine, düzenin veya kapitalizmin etkilerine bulaşsam zaten giderdim, böyle bir kişilik kalmazdı. Aile etkilerine takılsaydım daha da giderdim, böyle bir önderlik oluşmazdı. Bunlar işin görünmeyen yanları, savaşın hiç anlamayacağınız kısımlarıdır. Ama dikkat edin, işte yaşayamıyorsunuz. Sizleri yaşatmak şu anda çok zor. Büyük acılar içindeyim. Sizi nasıl yaşatacağız? Vatansızlar, özgürlüksüzler, ama yaşamak zorundalar. Ölmek değil, yaşamak gerek. İşte varsa devrimci sorumluğunuz, vicdanınız yaşatın. Vicdanınız, beyniniz varsa, yiğitseniz kendinizi yaşatın. Her gün kolay ölüyorsunuz, size yazık değil mi? Şimdi kendimi düşünüyorum; ben gitsem, haliniz ne olacak? Yazık değil mi? Hani gençtiniz, bu kadar iddialıydınız, bunu niye yaşam kavgası için kullanmıyorsunuz? Benim gibi bir yaşam pratiği için demiyorum, ama hiç olmazsa bundan sonra savaş gerçeğinize göre yaşayın. Neden bunu hiç yapamıyorsunuz? Bir çırpıda böyle kaybeden kişilik olmak ayıp değil midir? Her gün “yaşama, parti yaşamına, örgüte gelemedim, tarza, tempoya gelemedim” diye rapor yazıyorsunuz. Peki bu laubalilik değil mi? Bu ucuz lafları nasıl söylüyorsunuz? Hiç böyle komutan olur mu? Onun için siz kocakarıdan betersiniz dedim. Ben hiç birinizi ciddi bir erkek olarak değerlendiremem. Karıdan betersiniz. Benim için erkeklik ölçüsü veya yiğitlik ölçüsü, başarı ölçüleridir. Açık söyleyeyim; hiç kimse ne alınsın, ne de gerçeği inkar etsin. Başarı ölçülerine göre yaşamazsanız -tabii benim felsefeme göre- niçin yaşatılacaksınız? Kendinizi ağlamayla, sağa-sola atmakla kurtaramazsınız. Yaşama, başarıya saygı olacak. Sizce başarıya hiç inanmayalım mı? Yani benim başarma istemim gerçekten suç mudur? Eğer hayır diyorsanız o zaman buna neden gelemiyorsunuz? Bunun derinliği, bunun planı neden bir türlü temsil edilemiyor? Neden vicdanınız yok? Bir de imkanlar mı çok az? Gerçekten savaşı geliştiremez miyiz? Onun imkanları var. O zaman neden bu imkanlarla bu kadar oynanılıyor? Yani yüksek bir komutan kişiliğine ulaşmamak kader midir? Sizi dağlara, bizim dağlara ulaştırdık. Binlerce savaşçıya da, silaha da kavuşturduk. Neden bir toplantı bile düzenleyemiyorsunuz? Beyinleri açan, yüreği açan bu dağı nasıl kullanmalıyız? Neden şimdiye kadar böyle bir tartışmanız olmadı? Çok büyük engeller mi vardı? Hayır. Kendileri kilitlenmiş kişiliği ifade ediyor. Böylesine bir toplantı düzenlemek basit bir iş değil mi? Ama hiç birisi yapamadı, kimse yaptı mı? Hem biçim hem içerik itibarıyla benim düzenlediğim toplantılar gibi bir toplantı geliştirildi mi?
Hangi komutan Hz. Muhammet’in Bedir Savaşı inceledi? Tarihte Bedir Savaşını iyi öğrenmelisiniz. Bedir Savaşı Hz. Muhammet’in ilk acemi gerilla savaşıdır. Üç yüz kişi veya daha az kişiyle verilen bir savaş. İslam’ın amatör gerillaları üç yüz kişi civarındadır. Diğerleri de Kureyş gücüdür. Onların gücü de üç bin kişi, yani bire on kadardır. Savaş nasıl sonuçlandı? Hz. Muhammet’in yanlıları kazandı. Üç bin kişiyi darmadağın ettiler, üstelik teknik üstünlük Kureyş ordusundaydı. Hz. Muhammet’in ordusunun elinde ciddi bir kılıç bile olduğunu sanmıyorum. Yani çok donamsızdı, amatördü, ama kazandı. Yani o ciddi bir savaştır, küçümsemeyelim. Düz ovada verildi. Bizim şimdiki birliklerimize bakalım, üç yüz kişilik bir birlik, herhangi bir dağ parçasında bir araya getirilebilir, alabildiğine donanımlı, eğitimli kılınabilir. Düşman da zaman zaman bu güçlerin üzerine bir taburluk güçle geliyor. Yani aşağı yukarı o da o sayıdadır. Olmadı mı üç tabur; bin etsin. Peki, hangi üç yüz kişilik gücümüz bin kişilik bir düşman gücünü tarumar etti? PKK’nin yirmi yıllık savaşında, yine 15 Ağustos Atılımı’na göre de on bir yılda neden böyle tek bir eylem vermedik? Bu bir kader midir? İmkansız mıydı? Bizim üç yüz kişilik bir birliğimizin bin kişilik bir düşman gücünü imha etmesi imkansız mıydı? Elbette ki değildi. Bence yüz kişi de bin beş yüz kişiyi imha edebilir. Ama Allah rızası için, hiç böyle bir komutanımız çıkmadı. Neden çıkmadı? İşte burada en temel sorunumuz budur. Bence burada bunu irdeleyin, savaş dersimizin en temel sorusu budur. Dersim dağlarında yüz kişiyle rahatlıkla bin beş yüz kişilik düşman gücüne darbe vurulabilirdi. Ama daha çok kendimizi vurduk. Botan dağlarında, Garzan dağlarında, Bingöl dağlarında, Toros dağlarında rahatlıkla üç yüz kişiyle üç bin kişilik düşman gücü tarumar edilebilirdi. Biz kendimizi vurduk. Mutlaka bunun nedeninin cevabını vereceksiniz. Aksi halde siz bu savaşta bir oportünistsiniz, bir başarısız örneksiniz. Böyle savaşa katılmayın. Dikkat edin, PKK savaş güçleri içinde bu çok ciddi bir yetmezliktir. Halen üç yüz kişiyle düşmanı düşüremeyen bir komutan başarısızdır. Onun için PKK’de başarılı komutan göremiyorum.
Kendimi bir pratik hareket komutanı yerine koymuyorum. Benim görevim değişiktir. Halen savaşta iddialıyım. Bana dayattığınız bütün bu başarısızlıklara rağmen umutluyum. İddiam var, devam ettireceğim. Bu benim işim, görevim, fakat sizin de bir pratik alanda oldukça kahramanca bir eylemi vermeniz gerekir. Aslında üç yüz kişilik bir güçle -üç bin kişi de değil- on bin kişilik güç de tarumar edilebilir. Yırtıcı bir savaş komutanı bu işi götürebilir. Ama şu anda en değme komutanımız sigara komutanı; kendi basit güdülerini savaş gerçekleri yerine koyma komutanıdır. İşin içinden ucuz sıyrılma komutanı, savaşçılarını “nasıl ucuz harcarım” komutanı, düşünmeme komutanı, planlamama komutanı, hatta düşüncesiz, plansız, savaşı geliştirmekten sıkılan komutan; böyle bir iddiası olmayan, bunun tutkusu, azmi olmayan komutan. Gecesini gündüzünü buna göre ayarlayan değil de, sanki böyle bir sorunu yokmuş gibi yaşayan komutan. Köylü kavgacılığı; “gelirse göreceği de vardır. O gelir sıkar ben de sıkarım.” Ufuk yok, ezme yok, fetih ruhu, zafer ruhu yok. Onun için en iyisi “o atarsa ben de atarım”dır. Yani düşman kadar olmaz, anlayışı öyledir. Bütün mevziler şimdi böyle çalışıyor. Bütün komuta kişilikleri bekliyor, düşman gelsin de bir kurşun sıksın. İnisiyatifi altında ezici bir plana halen ulaşılmamıştır. Deneyenler yok mu? Var, ama belirttiğimiz gibi kişilik hazır değil. Kurduğu bütün planlar ters tepti. Ters teper, çünkü benim bahsetmek istediğim zafer kişiliği aylarca düşünür. Şimdi en iyi komutanlarımıza bakıyorum, birliklerinize ne verdiniz diyorum, ses yok.
Bir savaş konseyi toplansın dedik. Engelleyen bizim sözümona konsey üyeleridir. Fakat bu tıkanmaları geliştirmek için bir araya geliyorlar. Şu anda bunları ne yapayım diye düşünüyorum. Etrafında günün yirmi dört saati savaşı yaşayan binlerce kişi var, ama “şurada bir düşman taburunu düşürelim” diye düşünmüyorlar. Ellerinde zaman, çok fırsat vardı, fakat hiç kullanmadılar. Ve birlikler nerede imha olacak diye ödüm kopuyor. Garzan’da, o dağlarda, bilmem düşman kuşatmaya almış, dereye sıkıştırmış, böyle imha oluyor. Çok trajik bir sonuç. Bir eşkıya grubu bile olsa kesinlikle orada o kadar kayıp vermez. Hatta isyancı köylüler bile olsa, kesinlikle öyle davranmazlar. Hastalık burada. Bunlar hep devleti hiçe sayan “düşman gelemez, gelse de göreceği var” diyen adamlardır. İşte trajik ölümleri de ortadadır. Dağlar şimdi böyleleriyle dolu. Ben mi dağa böyle gitsinler dedim? Hayır, kendileri bunu bize dayatıyor. Neymiş? İşte zora, fazla düşünmeye, düzenlemelere gelemiyorlarmış. O zaman yanarsınız. Savaşın kolay kazanılacağını nerede gördünüz? Şu anda en tehlikeli durum şu: “Tamam, köylü tarzımıza hayır, ama senin de dayattığın tarza bin kere hayır!” Bu, tipik bir oportünizm ve daha tehlikeli bir durumdur. Çünkü köylü tarzı da biraz kurtarabilir. Savaşta bocalama, muğlak bir süreç yaşıyorsunuz. Yalnız tarzda, taktikte değil, iddiada da, azimde de, duyguda da durum muğlak. Bir an önce aşın diyorum. Yok, “ölsek de ölelim ne olacak” diyorsunuz. İşte bel veren, açık veren, kayba götüren kişilik. Bu, tehlikeli bir durumdur. Bin bir emekle geliştirdiğimiz bir süreç, bu sürecin olanaklarıyla oynama, bir çırpıda yirmi gerillayı gözden çıkaran bir tarz var. Bu durumda taktik önderlik çoktan kaybetmiştir. Yirmi beş fedaiyi gözden çıkar, bir kentin altını üstüne getirirsin, yine de bu kadar kayıp vermezsin. Bir metropole gir, düşmana binlerce kayıp verdirirsin, yine de bu kadar kayıp vermezsin. İşte dayatılan vahim bir durum. Böyle yirmi beş PKK gerillası bir ülkenin kurtarılış gücüdür. Onu kullanmayan bir taktik önderlik, acaba ne kadar zarar verdiğini düşünüyor mu? Tabii gerillayı tutturamayan savaşçıların da durumu bundan farksız değil. “Bu durumum gerillaya uygun mudur” demiyor. Sınırlı bir tehlike bile olsa ben burada aylarca önce düşünüyorum. Benim burada on altı yılım geçti, on altı yersiz şahadet bile vermedim. Burada tehlike yok muydu? Tehlike burada daha büyüktü. On altı şahadet vermediğimiz gibi, on altı kaçış da olmadı. Yılda bir tane şehit ve kaçış yoktur. Çünkü burada bir Önderlik var, bir yönetim var, -ki kendimi yönetime direkt katmıyorum- yürek var, irade var, koruma, savunma duygusu var, çaba var.
Başka önderler de var, bunlar neden tedbir almadılar; birim, savaşçı veya devrimci çıkarmadılar? Demek ki kişilikle, önderlikle ilgili. Ben bir Kürdistan ordu gücü çıkardım, oysa bizden on kat güçlü olanların örgütü bile kalmadı. Demek ki kişilikle ilgili. Dağda da olsak herhalde bundan daha aşağı çalışmazdık. Kaybettiklerinize bakın. Tekrar vurguluyorum, neden kaybettiğinizi kendinize çok güçlü sormalısınız. Köylü tarzı olmaz. İşte “kaderde bu da varmış, bu günü de kurtardık, bin şükür, bir onlardan bir bizden, işte hayfımı (öç) aldım, bir vurdum bir vuruldum ödeştik” diyemezsiniz. Bütün bunlar zafer anlayışları değil, köylü anlayışı, küçük burjuva anlayışlarıdır. Bir kader midir? Tekrar soruyorum: Bu kişilik size göre evvel ahir bağlanılması gereken bir kişilik midir? O zaman neden aşamıyoruz? Önünüzde durmazsam, aslında nerede duracağı belli olmayan bir kişilik olursunuz. Tabii ki yazık ve tekrar belirtiyorum; zorlamayla savaş verilmez.
Zor Olan Yaşamdır O da Devrimin ve Savaşın Sanatıdır
Halk savaşında gönüllük esastır. Büyük yurtseverlik, özgürlük duygusu, düşüncesi esastır. Böyle olduğunuza dair samimiyseniz gelişmelisiniz. Bu savaşın kaderini, çok yakın bir süreçte değiştirmeniz; savaştaki bu oportünizmi ve bu safsatayı ortadan kaldırmanız gerekir. Benim söylediğim her şey doğrudur demiyorum, ama savaşın içine giren herhalde benden daha fazla doğrularını da görür, değerlendirir. Taktik iş senindir. Düşmanın nereden geldiğini dağdaki görmeli, dağın neresinde üsleneceğimizi oradaki değerlendirmelidir. Hangi süreyle çatışabiliriz, nasıl mevzileniriz, oradaki komutan bunu yapabilmeli, o benim işim değil. Ben bile buradan oradakilerden on kat daha iyi düşünüyorum. Neden böyle yapıyorsunuz? Dağdakilere, komutanlarımıza soralım: Neden bu kadar düşünemediniz? Korktunuz mu, çekindiniz mi? Hayır, sadece iddiası olmayan, derinliği olmayan kişiliklersiniz.
Savaş tarzınız böyle. Ama olan size oluyor. Buna rağmen yine de rahatsınız. Buna şaşıyorum. Bütün yetersizlikler bana diken gibi batar. Her sabah, her gün, her akşam bin kilo metrenin ötesinden bunları sezerim. Nasıl oluyor da, yanlışlıkların değil, neredeyse imhanın eşiğindesin, ama oralı bile olmuyorsun? Bu nasıl komutan kişiliğidir, bu nasıl savaşçıdır? Duyarsızlaşmışız, dağda ilkelleşme gelişmiş. Sen özgürlük savaşçısı değil, ipditaileşmişsin.* Dağda maymun soyuna doğru gitmişsin, kendini neden kandırıyorsun. Savaş özgürleştirir, geliştirir. Eğer bazı eksiklikler varsa, örgüt silahını herkes kullanabilir. Yapamayan komutan düşürülür, iddiası olana fırsat sunulur. Her tür düzenleme yeniden yapılır. Komutansınız, savaş konseyisiniz. Günün yirmi dört saati düzenlemeyle uğraşacaksınız. Çünkü bu savaşı kazanmak istiyorsun. Oysa komutanlarımızın büyük bir kısmı safsata komutanı. Çünkü en baştakinden en alttakine doğru önemli bir başarıya gidememenin yalanlarını uydurmakla meşgul. Heval, senin neyin eksik, şimdiye kadar neden öldürücü bir eylemi geliştiremedin diyorum. Yirmi beş kişiyi gözden çıkardığında üç yüz kişilik düşman gücü tarumar olmalıydı. Zaten dikkat edilirse bu kayıplar savaşmanın kurbanları değil, savaşmamanın, savaşa fırsat bulamamanın kayıplarıdır. PKK’de kayıpların yüzde doksanı böyledir. Biz savaşarak yüzde on bile kaybetmedik. Düşman dayattı, yani biz savaşamadık, kaybettik. Savaştığımızda kayıplar yoktur, kazançlar on kattır. Gücü neden savaştırmıyorsun? “Emrim altında güç olsun, üzerinde durayım” demek hoşuna gidiyor. Bunun altında çok tehlikeli bir yaklaşım var. Bu belki de karşı sınıftan objektif bir ajandır.
Biz bu gücü burada geliştirmek için korkunç bir savaş yürütüyoruz. Sen ise aylarca bu gücü geliştirmiyorsun, savaştırmıyorsun, eğitmiyorsun, ama tekeline de almışsın. Bizim bu komutanlara değil bölükleri, taburları, takımları teslim etmek, bunlara üç keçi bile teslim edilmez. Bunlar için komutanlık hataydı, ama maalesef bizim hazırladığımız savaş güçlerinin başına kondular, fakat bizim dediklerimizi uygulamadılar. Şu anda beladırlar. Olmaz diyorsun küsüyor; yerinde hazırla diyorsun buna yanaşmıyor. Demek ki, savaş sorunlarını tartışırken, artık sorunları can alıcı yerinde görmelisiniz. Bu dayatılan savaş biçimlerine, özellikle onun komuta tarzına artık bir son vermeliyiz. Kötü olan bu tarzın esiri olmak size hiçbir zaman kazandırmaz. Başarılı olanın tarzına da inanmalısınız. Önce inanmak gerekir, sonra da onun mücadelesini vermek. Ama mutlaka mücadele verin. Yazıktır, bizim zor bela ortaya çıkardığımız bu savaş olanaklarını böyle çarçur etmek büyük bir vicdansızlıktır.
Siz savaştığınızı, kazandığınızı sanıyorsunuz. Hayır, siz ne savaştınız, ne kazandınız. Tam tersine savaşmıyorsunuz, kaybettiriyorsunuz. Bunu görmelisiniz. İçinizde bir çok feodal kişilik, köylü, iflah olmaz küçük burjuva kişilik var. Onlar biraz kurnaz, tanımıyor değilim, hepsini iyi tanırım; PKK’nin gerçek önderliğini tutturamadıklarını görüyorlar, yani gerçek çizgiye göre önderlik, komuta tarzının oturamamışlığını görüyorlar ve bütün komutanlıkları bunlar işgal etmiş. Onun için başarı tarzı gelişmiyor. Çünkü komutanlıklar en erkenden bunlar tarafından paylaşılmış ve diğerleri de uzlaşmış. Hatta tutucu bir tarz olarak bu şu anda bana da dayatılıyor. “Böyle kabul etmek zorundasın” diyorlar. Ne yazık ki bunlar, bırakalım savaşın gafilleri olmalarını, yaşamın sıradan biçiminin bile gafilleridirler. Hiçbir şey anlamıyorlar. Bela! Yani eskiden bir keçiyi, bir eşeği idare edemeyecek adam, PKK’nin diri güçlerini kontrolüne almış, bunun karşısında gözü dönüyor. Bunların erken iktidar hastası olduklarını da belirttik. Eskiden bir çorbaya takla atan adam, şimdi elinde milyonlar görüyor. Aramızda bu tipler var, belki de farkında değilsiniz veya çoğunuz bunu üstüne almıyor. Ama yüzde doksanınızın böyle olduğunu söylüyorum. Kendinizi ne sanıyorsunuz? Bir silahın nasıl elde edildiğini biliyor musunuz? Önderliğin cesaret savaşımının farkında mısınız? İlk silahı nasıl elde ettiğimin ve onu nasıl geliştirdiğimin farkında mısınız? Bunun cevabını verebilir misiniz? Bu silahlar sanki babanızdan size kalmadır. Babanızın neyi vardı? Babanızın bir tabanca taşımaya da gücü yoktu. Yani bu ailecilik, ataerkillik kültürü içinde olanlara söylüyorum, onlar çoktan ölüdürler.
Cesaretin yaratıcısı biziz. Onu bana sorun. Bu cesaret tarzını öğrenemezseniz, hiçbir değerin kıymetini bilemezsiniz. Bir silahı elde etme tarzını, bu silahın PKK’nin eline nasıl verildiğini biliyor musunuz? Her birisinin acıklı bir hikayesi var. Bir kuruş para temin etme, silahı eline almanın cesaretini oluşturma yılların savaşıyla olmuştur. Tabii size göre aileniz, babanız yiğitti. Bir PKK’ye katılımınız var, birden bire katıldınız, elde ettiniz. Yalan! Bir defa yanılgılarınız burada köklüdür. Benim cesaret anlayışım, değerleri kullanma anlayışım, bu işlerin hikayesi iyi bilinse, bu kadar silah dağda kaybettirilir mi, düşmana kaptırılır mı? Bir savaşçının elde edilmesi hikayesini iyi bilseniz, bu yoldaşları zorlar mısınız, kolay kaybeder misiniz? Bizim sırtımızda şimdi yaşayan yaşayana, ölen ölene. Tekrarlıyorum; ne sizin gibi yaşamayı, ne de ölmeyi kabul ederim. Doğrusu, üzerinde uğraştığımız tarzdır. Yıllardır neden buna gelmediniz? Ukalalığınızdan, akılsızlığınızdan, hafifliğinizden, kendinize sevdalanmışlığınızdan dolayı buna gelmediniz. Bu, sonuç veriyor mu? Vermediği ortada, ölen sizsiniz. Ben kolay ölmem. Hatta kral gibi yaşarım, yine kolay ölmem. Bu durumda ölmek ihanettir. Halkına ölümü böyle yakıştırmak, yapılabilecek en büyük kötülüktür. Zor olan yaşamdır ki, o da devrimin sanatıdır, savaş sanatıdır. Görüyorsunuz ki, karşımızda kadercilik midir, baş belası mıdır, bir tarzdır tutturmuş gidiyorsunuz. Sizi derken, en çok da bu sözümona cephe komutanlarını kastediyorum. Siyasal, askeri olsun, sözümona yönettiğini iddia edenler başta olmak üzere, kendimi de beğenmiyorum. Dikkat edin, her gün kendimle savaşıyorum. Çünkü daha doğru bir biçimi bulmam gerekiyor. Günlük gelişmeleri doğru kavramak gerek ve bunlara günlük cevap vermem gerekir, yoksa benim önderliğim ikiyüzlülük, benim önderliğim safsata olur.
Sizin için de aynen böyledir. Hiç kimse buna alınmasın. Ben sizden daha zavallıydım, yoksuldum, eziktim, büzüktüm. Ama mücadele ederek gelişmeyi esas aldım. Güzellik mücadele etmektedir. Şunu her zaman söyledik: Yeterli olmayan ben isem, beni de aşın. Sahte komutana neden bu kadar alet oluyorsunuz? Bile bile cevap vermeyen yönetimler var. Bu oportünist karargahları neden aşmıyoruz? İçinizde yiğit bir yaklaşımını sahibi yok mu? “Ben bu işte iddialıyım, sınırlı bir güç istiyorum, bu savaşı nasıl geliştireceğimi gösteririm” diyen yok mu? Sizi kim bundan alıkoyuyor? Aslında öyle ciddi bir engel yok; engel kendinizsiniz. Günde bu kadar şehit veriyoruz. Peki bunların anılarına nasıl karşılık verilecek? Sizin gibi düşünmek veya düşünmemekle mi, kadere boyun eğmekle mi, yenilgiyi kabul etmekle mi? Bu affedilir mi? Birbirimizi affedebilir miyiz? O zaman bizim insanlığımız nerede kalır? O yaşama bin defa lanet olsun demeyecek miyiz? Kendi yüce değerlerine karşı bu kadar duyarsızlaşan, kendine saygıyı bu kadar yitiren topluluk lanetlidir.
Beni bile yeterli görmemeniz gerektiğini söyledim. Beni, kazara, tesadüfen yaşıyor bilin. Yaşamı kendinizde başlatın. Buna yol açtıysam ne mutlu bana. Fazlasını istemeniz doğru değil, ama kendinizden daha da istemeniz mutlak gereklidir. Çünkü hem şiddetle ihtiyacınız var hem imkan-olanaklar ve düzey tutturulmuştur. Bu tarihi döneme cevap mı vermek istiyorsunuz, savaşı zafere doğru mu ilerletmek istiyorsunuz, değerlendirin.
Tekrar vurguluyorum; bu büyük tehlike ikinci bir 19 Mayıs senaryosunu geliştiriyor. Bu senaryonun özü nedir? Birincisi, “19 Mayıs’ta Batı’dan gelen işgalci güçleri Ege’ye, Akdeniz’e döktük.” İkinci 19 Mayıs senaryosuna göre ise, dağdan gelen sözümona yabancı uşağı gücü, -ki buranın, belki de dünyanın en eski halkıyız, tarihin tanıdığından beri en eski yerleşeniyiz- dağda boğmayı, yok etmeyi amaçlıyorlar. Korkunç! Bulmuş vahşi bir barbar gücü, arkasına da emperyalizmi almış, nefes nefese hainiyle de, itiyle de anlaşarak sonuca gitmek istiyor. Bunu nasıl göremiyorsunuz? Görüp de nasıl büyük sorumluluk duygusu edinemiyorsunuz? Buna şaşıyorum. Adamlar dağda boğup bitirecekler. Kendilerine göre de “çoğu gitti azı kaldı” diyorlar.
Gafillere soruyorum; peki karşılığınız nedir? Bu acımasız gücün birinci 19 Mayıs’ının sonuçlarını biliyorsunuz. Şêx Sait’in mezara konuluşuna “betonladık” diyor. Ağrı dağına da “hayali Kürdistan burada meftudur” diyor. Dersim’de de zaten darağacına nasıl boylattırdığını gördük. Bu birinci sonuç. Peki ikincisi nasıl olacak? Belirttiğimiz gibi, o zaman ordu gücü bu kadar güçlü değildi ve yine o zaman şex, aşiret önderliği gidecek, kendisine bağlı halk da kalacak değildi. Bu sefer de halkı toptan götürecek. 20. asrın son tekniklerini uygulayarak, Hitler’in bile geliştiremediği faşist yöntemleri uygulayarak bir halkı bitirecek. Helen halkı Anadolu’nun 3000-4000 yıllık halkıydı. İşte bu yetmiş yıllık süreç içerisinde eser kaldı mı? Ermeni halkı yine 3000-4000 yıllık bir kültürün en güçlü temsilcisiydi. Ondan bir eser kaldı mı? Biz zaten kültürel olarak gelişemedik de, bizim ömrümüzü belki de on yılda daha da bitirebilir. O zaman bu değerlendirmenin doğru olduğundan hiç kuşku duyulmaz.
Adamlar ilan etmişler. O zaman nasıl tavır geliştireceksiniz? Halk savaşının taktik önderleri, karşılığınız ne olacak? Halen “birlikleri eğitemedim, silahları yerinde paslı bıraktım” deniliyor. Silahların çoğunun kullanılması bilinmedi. Ciddi bir kural gereği düzenleme, yürütme hiç yok. Öyle mi karşı koyacaksınız? “Aslında biz çoktan ölmüş, bitmişiz” diyerek mi yaşayacaksınız? “Ne kadar yaşasak kârdır.” Yaşam bu mudur? Buna kim yaşamak diyebilir, kim tenezzül edebilir? Eğer bütün bunları anladık diyorsanız, buna göre neden kişilik hazırlığınız yok? Buna göre neden kavgacılığınız yok? O zaman sizin için sorun vardır.
Sorunların çözümü de, bizim cevabını vermek istediğimiz tarzdan başka türlü olamaz. “Buna ulaşamıyorum, gereklerini yerine getiremiyorum” demek, en gafilce kendini aldatmak demektir. Yapılacak işler çoktur. Kendi kişiliğimden size çok açık bir örnek sundum. Olmayan olanaklardan, ortam ve olanak yarattım. Her birinizin eline verilen savaş olanakları, her zaman benimkinden daha değerlidir. O zaman geriye kullanmasını bilmeniz gerekiyor. O da sizin işinizdir. Kullanmasını bilmezseniz ne olur? Sağ kalanınız savaş suçlusu, diğerleri de ucuz bir ölümün kurbanı olur. İkisi de doğru değildir. Görüyorsunuz ki, bütün değerlendirmeler, bizim amansız bir savaşçı olmamızı emrediyor. İtirazsız, son derece azimli, kararlıca sınırlı bir gelişmeyi, bir olanağı, bir fırsatı amansız değerlendirmemizi emrediyor. Ve neden gerekleri yerine getirilmedi denildiğinde, hatayı, eksikliği kolay kolay kabul etmememiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü üzerinizde senaryo var. Bilemedin taş çatlasa, beş ay sonra tarihten siliniyorsunuz. Bunu önlememiz gerekiyor.
Ordumuzun, kurmayının en temel görevi budur. Önlemiyorsa kurşunu kendine sıksın, mezarını kendisi kazsın. Onun bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktur. Yaşamanın tek gerekçesi vardır, o da savaşı geliştiriyorum, savaşta iddialıyım, mutlaka başarı yolunu bulacağımdır. Bunun dışında hiçbir yaşam gerekçemiz olamaz. Bu benim için de böyledir. Savaşı geliştirdiğim oranda yaşayabileceğime inanıyorum. Zaten geliştiremezsem bize bin defa ölüm fermanı biçilmiştir. Düşmanın affedici hiçbir durumu yok. Çok gerçekçi olmak zorundayız ve yaşamamız için başarmamız gerekiyor. Başarı için askeri sanatın bütün inceliklerine, onun halk savaşımı tarzına anlam vermemiz, korkunç yüklenmemiz gerekiyor. Ben bir takım diyeyim, siz bir manga deyin, bununla on kat düşmanı tasfiye etmeyi, bir numaralı askeri ilke bilmeniz gerekiyor. Ben, mangasının veya takımının yarısını söyleyeyim, siz dörtte birini kaybettiğinde o komutanının yaşama hakkının da bitmekte olduğuna, eğer bir fırsat tanıyacaksak çok kısa sürede, üçte bir kaybetmişse, onun üç katı kazanca, yani düşmana kaybettirmeye dönüştürdü mü, -kısa bir süre içinde diyorum, ben bir ay, siz bir hafta deyin- bunu sağladı mı ancak yaşayabileceğine anlam vermemiz gerekir.
Bu da temel askeri kuralımızdır. Hiç olmazsa iki temel kuralı kendinize egemen alın, yine de başarı oranınız yükselecektir. Bunun dışında yaşamaktan ne anlıyoruz? Kim bizi başka türlü yaşatma gafletine düşebilir? Hangi kişilik? Hangi komuta? PKK’nin adına kim? En başta diyeceksiniz ki “sen,” işte ben de size gerçeği söylüyorum. Benim ilkelerim tartışmanıza da açıktır. Canıgönülden kabul diyorsunuz, o zaman bana göre yaşamınızın düzenlenmesi ve askerlik böyle başlar, çok muhtaç olduğunuz askeri yetenekleriniz böyle gelişir. Bunlarla oynamayın. Yıllardır oynadınız, peki nereye geldiniz? Ne kadar geliştiniz? İşte tıkınma düzeyi, işte kaybetme düzeyi ortadadır. Yargılanırsa, savaş suçlusu olmayan bir tek kişi çıkmaz. Demek ki, dönüşmeniz gerekiyor. Demek ki, temel ilkelere göre artık bundan sonra yaşamayı, savaşmayı bilmeniz gerekiyor. Başka tür halk savaşçısı, hele hele komutanı olamazsınız.
Komutanlık size yakışmaz mı? Yakışır. Yapamaz mısınız? Yapabilirsiniz. Ama bu, bazı temel ilkelere göre kayıtsız-şartsız ve amansız yaşama ilkesini gösterirseniz olur. Örnek düzeyde bunun fedakarlığını, bunun usta yürütme gücünü kendinizde gösterirseniz hem buna layıksınız hem de bunu yaparsınız. Başka seçenek, başka bir yaşam olanağı var mı? Olmadığını sanıyorum, benden daha iyi taktir ediyorsunuz. Oldukça gençsiniz. Tam da “bu ömür böyle bir düşmana patlatılmak içindir” demelisiniz. “Zamanı, zemini kullanmak, bir savaş olanağını yaratmak, bir savaşı geliştirmek tam bana göre; yüzyılların rüyası, umudu, intikamı olarak bundan asla vazgeçmem” demelisiniz.
İşte temel halk savaşçılığı ve duygusallığı böyle ele alınır. İlkesi kadar, duygusal gerçeği de, moral gerçeği budur. Tekrar vurguluyorum: Şimdiye kadar böyle yaklaşmamayı büyük bir eksiklik, yanlışlık olarak değerlendirmelisiniz. Bundan sonra sizinle bu çerçevede yürümek isterim. Sorumluluğunuzu paylaşırım. Kabul edilmeyecek, affedilmeyecek olan, bir kez daha eski yanılgılar, kendinize yakıştırdığınız eski yetmezlikler, tarz ve üsluplardır. Bunun için gerekli olan eğitim ise, veriyoruz. Bence yeterlidir. Doğru bir görevlendirme de veriyoruz.
Bütün bunlar yapıldığında da kaybedebiliriz. Biz bu kayba acımıyoruz. Şehit de düşebiliriz. Buna da üzülmüyoruz. Bütün bunlar yapıldığında ölüm nereden gelirse gelsin -ben de dahil hangimiz şehit olursak olalım- hoş geldi, sefa geldi deriz.
Bizim büyük üzüntümüz, öfkemiz tam da istediğimiz gibi savaşmamaktan dolayıdır. Buna son verelim diyorum.
Önder APO
8 Haziran 1995