Öncelikli olarak dünya emekçi ve özgürlükçü kadınların 8 Mart bayramını kutluyor, tüm günlerin 8 Mart olmasını dileyerek başlamak istiyorum.
Yıllar önce gerillanın kadın kimliğine yaklaşımını ele alan bir makale kaleme almıştım. Bu makaleyi olduğu gibi buraya alarak, gerillanın kadın özgürlüğüne ve onun mücadelesine yaklaşımını ne olduğunu anlatmaya çalışacağız.
“Gerilla Cins Özgürlükçü Kimliktir
Gerillayı neredeyse tüm toplum askeri bir güç olarak bilir. Dünyanın başka sahalarında bu böyle olabilir, ancak dünyanın birçok sahasında gerillanın kimliği askeri olmaktan ziyade, siyasal bir kimlik olduğunu da hepimiz biliriz. Ve biz biliriz ki birçok yerde romantizmin, kültürleşmenin, başkaldırmanın, kendisi olmanın, insan olmanın kimliğidir de gerilla.
İlk elden Che’yi gösterebiliriz. Che hiçbir zaman askeri bir kimlik olmamıştır. O her zaman halkların yanında, egemenlere onun deyimiyle Yankeelere karşı başkaldırının sesi olmasını bilmiştir. Bir de biz Che’nin ne kadar romantik olduğunu da hep okuyarak, dinleyerek gerillanın büyüdüğü biliriz.
Kürdistan dağlarına adım atarken de biz, PKK’nin askeri kimliğinden dolayı yola çıkmadık. Bu bizim içerimizde -belki de Kürdistan gerillasının yüzde 95’inde-vardır. Sadece savaş için ve askerlik için gelenler de elbette vardır, belki de halen o biçimde katılanlar da vardır. Bu da yadırganan bir durum değildir. Bu kadar zulme ve baskıya karşı insanın kendi içerisindeki haykıran sesi dindirmesi her zaman olanaklı olmadığını da biliyoruz. Bunun için de dağların yolunu tutarak yılların intikamını almak için mavzere yüklenmek anlaşılırdır da.
Gerilla ezilenin sesi olarak ezilene ses kazandırmanın adıdır bizde. Gerilla körleştirilmiş gözlere göz olmanın kendisidir. Sağırlaşmış kulaklara duyma yetisi kazandıran en büyük insan eylemi olarak, yeni insanı yaratmanın en etkili ve sonuç alan politik eylemidir.
Ancak Kürdistan’da gerilla bunların daha ötesinde bir gerçekliğe sahiptir. Başka halkların gerillasında eşitlik, adalet, ekmek, özgürlük gibi kutsal kavramlar çok önemli yerler tutarlar. Hiç şüphe yok ki bu özgürlük mücadelesinde de o kadar önemlidir. Dediğim gibi özgürlük mücadelesinin ancak’ları vardır.
Bu ancakların başında gerillanın dünyaya felsefik bakışıdır.
1-Mal ve mülkten gözü olmayan dervişten daha derviş, bir lokma bir hırka felsefesinin daha da ötesinde bir mülksüzlüğü savunur ve ona göre yaşar gerilla.
2-Canını inandığı davaya hiç gözünü kırpmadan feda eden bir eylemcidir. Öyle ki gerillanın en büyük komutanlarından Kemal Pir “yaşamı uğruna ölecek kadar çok seviyoruz” diyerek geleceğin güzel ve özgür yarınları için seve seve ölümün üzerine gitmişlerdir. Hani Che’nin o meşhur “eğer sesimiz cepheden cepheye yankılanacaksa… Ölüm nerede gelirse gelsin hoş gelir sefa gelir” sözü var ya öyledir özgürlük savaşçıları.
3-Kadın-erkek ilişkilerinde klasik ailesel ilişkileri reddederek her türden kölecileştirici ilişkilerde öcü gibi kaçar gerilla. Toplum gerillanın bu özelliğinden dolayı birçok alanda evliyalara benzetir onları.
Bu üç felsefik bakışın üçüncüsü dünya ölçeğinde ele alınacak olursa çok ayrıksı duruyor. Belki birincisi de öyle duruyor. Ancak biz biliyoruz ki birinci şıka göre yaşamak isteyen çok gerilla ve devrimci vardır. İnsanlık var oldukça da böyle kendisini kir pastan uzak tutmak isteyen insanlar hep var olacaktır. Dediğimiz gibi üçüncü husus neredeyse sadece ve sadece Kürdistan özgürlük mücadelesine ait bir yaklaşımdır. Halkımız gerillanın bu özelliğinden dolayı kutsallık mertebesine taşırırken gerillayı, emperyalist güçler gerillanın bu özelliğinden dolayı aforoz ediyorlar onları. Ve çok ilginçtir ama bir dönemler gerillokluk yapanlarında en çok zorlandıkları hususta budur. Gerilladan kaçan tiplerin yüzde 99’u Kürdistan gerillasının bu temel felsefik bakışını yeterince kendilerine yediremedikleri için kaçmışlardır. Kimisi tam hain olmuş, kimisi ihanet etmiş, kimisinin de tüpü biterek gidip bir köşelere çekilmişlerdir. Böylesine tiplerin gerilla sahasından ayrılmaları tuhaf değildir, tuhaflık o dur ki bu enerjileri bitmiş, barutları kalmamış gerillokların kaçış ve ihanet ediş nedenlerini oraya buraya bağlamalarıdır. Hâlbuki temel nedenlerin başından bu husus gelmektedir.
Gerillanın en temel özelliğinin dayandığı tarihi bir arka planı vardır. Bu arka planı aydınlatan Önder Apo’dur. Daha doğrusu gerillaya özellik olarak kazandıran Önder Apo’dur.
O da: insanlığın kadın rengiyle başlamış olmasıdır. Gerilla insanın toplumsallaşmasını sağlayan temel gücün ana yanlı sistem olduğuna inanır. O insansı özeliklerini tümü ana yanlı sistemle hayat bulmuştur. Adalet, eşitlik, özgürlük, paylaşımcılık, ortaklık, komünallik, kolektiflik, kardeşlik, şefkat, açıklık, duygusallık. Ve tabii ki daha insanın ruhu ile ilgili ne kadar güzel yan varsa onu da sayın.
Gerilla insanlığın üçlü kirli ittifak olarak bilinen; şaman yani rahip, askeri şef yani avcı erkek ve anaların yanında ve gölgesinde tecrübe kazanmış ihtiyar erkek yani gerontokratların ortaklaşması ve kadına karşı geliştirdikleri komplolarla kirlendiğine ve bozulduğunu da inanır. Ardından da hiyerarşi, tahakküm, sınıf, devlet, sömürge, köle, vahşet, kan-revan, katliamlarla kirletilmiş bir insanlık.
Tarihin yeniden güzel, eşit, paylaşımcı, adaletli, özgürlükçü, komünal günlere geri dönmesi için ana yanlı özelliklere sarılmayı savunur gerilla. Bu bağlamda gerilla ana yanlı bir ideolojik, felsefik, politik ve kültürel zihniyete sahiptir. Bu ise kadına yakın durmak demektir. Gerilla kadına yakın duran ve ona karşı saygıyı en yükseklerde tutan gizemli güçtür.
Denilecek ki kadına saygıda kusur eden yok mudur? Vardır ama onların da ne halde olduğu bilen bilir. Özgürlük dağlarında hiç kimse ama hiç kimse dudak bükerek kadınla konuşamaz, kem gözle bir kadın gerillaya yaklaşamaz. Bunu yapan gerilla yıllarca sosyal tecridi göze alacak gerilladır, daha doğrusu gerilloktur. Çünkü gerillanın temel mantalitesi kadına saygı temelinde inşa edilmiştir. Hiçbir güç resmi ortamlarda kadın özgürlük çizgisini tartışamaz, dil uzatamaz. Gayri meşru ortamlarda dedikodular yaparak, ya da verilen yetkileri kötüye kullanarak bunu yapanlar var mıdır? Vardır, ancak böyleleri ya gerillok olurlar ya da verilen yetkileri hızla ellerinde geri alınır. Özcesi özgürlük dağlarında herkes kadına saygı duymak zorundadır. Bu temel bir zihniyet yapılanmasıdır gerillanın zihin yapısı.
Gerilla cins özgürlükçü kimliktir dedik. Her gerilla yoldaşına başka gözle bakamaz. Bakmaz da. Bu yaklaşım da elbette yetmez. Kimilerine göre bu yaklaşım ileri bir yaklaşım olabilir. Ancak Kürdistan gerillası için bu da yetmez. Yoldaşı bir kadın gerillaysa, kadın olduğunu bilerek ona saygıda kusur etmemeye özen göstermekle görevlidir. Ve karşısındaki yoldaşın bir kadın olduğu bilinciyle de ona eşit, kendisine, denk hatta geleceğin yaratılmasına en ciddi rol oynayacak gücün kadın olduğunu bilerek sonuna kadar pozitif yaklaşmasını da bilecektir. Ona öncülük rolü veren Başkan APO’ya saygıdan ve de kadına olan inançtan da bu saygılı yaklaşımı korur gerilla.
Kadının özgürlüğü için bir erkek gerillanın yeterince gücü yoksa kadına katacağı teorik ideolojik gücü yoksa o erkek gerilla, kadın özgürlük çizgisine zarar vermemek ve bir kadın yoldaşının gelişmesi önünde engel olmamak için kadın özgürlük çizgisine ve kadına saygılı yaklaşmasını bilerek kadın cinsine saygıda kusur etmemeye özen gösteren gücün kendisidir. Ve bu yaklaşımıyla dünya da gerillanın eşi benzeri yoktur. Uzun yıllar da böyle kalacaktır.”
Yeniden, tüm dünya kadınlarının yeni bir 8 Mart’ı kutlarken, tüm günlerin gerilla renginde kadın günü olması dileğiyle…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Can çıkar huy çıkmaz diye bilinen bir atasözü vardır. Yani ölse de huyunu terk etmeme, bildiğinden vazgeçmeme, karakterini değiştirmemeyi ifade eden bu atasözü bugünlerde en çokta CHP’ye uyuyor.
CHP tarihi esasta Kürt halkına karşı işlenmiş olan suçların tarihidir. CHP’nin başına İnönü’nün geçmesiyle başlayan katliam sürece bugünlere kadar bu faşizan ruhla gelmiştir.
Kürtlerin son yüz yıllık tarihinde en büyük darbeyi ve en çok kötülüğü bu katliam partisinden yemişlerdir. Hatırlamak isteyenler tarihin sayfalarına inerek bunu görebilirler.
Kürtlerin buralarda sadece ve sadece köle olarak yaşayabileceklerini ta 1930’larda Mahmut Esat Bozkurt söylemiştir. Öyle ki Nazi hayranı ve sözde adalet bakanı olan bu kişi daha doğrusu faşist: “ “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” diyerek CHP’nin neme nem bir kültüre sahip olduğunu ta o yıllarda göstermiştir.
CHP’nin mayasında bu faşist düşünceler dediğimiz gibi ilk kuruluşundan bu yana vardır. Cumhuriyeti kurarak kendilerince halka iktidarlarını dayandırdıkları bir yere kadardır, ondan sonra asıl ideolojik kalıpları “halka rağmen halkçılıktır” ve başka da tek bir numaraları yoktur. Hele söz konusu mesele Kürtler ise orada topyekün bir faşizanlık vardır.
Bu faşizanlık dün olduğu gibi bugünde olduğu gibi duruyor. Bir farkla o da CHP’nin kendisini bugün sosyal demokrat olarak pazarlamaya kalkışmasıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin halkların dinlerine, dillerine, kimliklerine özcesi doğuştan gelen haklarına en çok saygı duyan hareketlerin başında sosyal demokratlar gelir. Her ne kadar sol ve sosyalistler gibi köktenci yaklaşmasalar da halkların doğuştan gelen haklarına ileri düzeyde saygıyı sosyal demokrat kimlikli partiler ve kişiler gösterir.
Yine dünyanın neresine giderseniz gidin muhafazakar ya da tutucu çizgiler diye bilinen çizgiler genelde milliyetçilik kulvarlarına daha yakındırlar. Muhafazakarlığı genel manada bir halkın ya da toplumun değer yargılarına sadık yaşamak olarak ele alırsak, böyle çizgi ve partilerin milliyetçiliklere hatta ırkçılıklara yakın duracakları anlaşılırdır.
Ancak dünyada ismi sosyal demokrat ya da işçi parti olupta tamamen milliyetçi hatta onları aşan bir çizgide seyreden sadece iki ülke bulunan “sosyal demokrat” partiler vardır. Bunlardan bir tanesi İsrail’dir diğer ise Türkiye’dir.
Dikkat edilirse İsrail’de işçi partisi, İsraillerin faşist diyebileceğimiz partilerinin tüm yaptıklarına çok rahatlıkla ortak olabilirler. Hatta Filistin halkına aynen o bildiğimiz sağcılar gibi saldırabilirler. Örneğin orada iktidarda Netanyahu’nun sağcı partisi iktidardayken sözde işçi partisinin başındaki adam olacak olan Ehud Barack çok rahat bir şekilde savunma bakanı olarak her gün Filistinlileri katledebilmiş.
Benzer bir durum birde Türkiye için geçerlidir. Örneğin Türkiye’de Kürtlerin en çok katledilmesini isteyen CHP’dir. En çok Kürtlere saldıranlar CHP’lilerdir. En son o İzmirli Hanım zaten söylenmesi gerekenleri CHP adına söylemişti. Ancak TBMM’de CHP’nin en ileri gelenlerinden olan Onur Öymen ise Dersim katliamının meşru olduğunu da dünyanın gözünün içine baka baka hiçbir tereddüt göstermeden ifade etmişti.
Özcesi dünyada İsrail dışındaki –eğer sosyal demokrat diyeceksek-faşizan özelikler gösteren tek –sosyal demokrat parti-CHP’dir.
Türkiye’de bir CHP’linin söylemlerini bir MHP’liyle yan yana getirin ve bu sözlerin analizlerini yapın kesinlikle hangi sözlerin kimi ait olduğunu çıkaramazsınız. Özelde de Kürtlere dönük sözlerinde bu kesinlikle böyledir.
Nedeni açıktır; ideolojik olarak beslendikleri yer aynıdır. O da milliyetçiliktir.
Şimdi ise Kürt halkını katleden bu CHP’nin başına kendi aslını inkar ederek tamamen Mangurtlaşmış bir tip bulunuyor. Sözde alevi, sözde Kürt ve sözde sosyal demokrat olarak ortaya çıkan bu tip adeta bu faşist partinin öz kimliğini saklamak ve gizlemek için seçilmiş bir tip olmaya rolünü gönüllüce oynamaktan çekinmiyor.
Bu tipin böyle bir rol oynamak için seçildiğini görmek istiyorsanız onun Kürt sorununun çözümüne ilişkin sarf ettiği sözlere bakmak yeter de artar da.
Başka bir halkın haklarını-doğuştan haklarını-İsrail’de bulunan işçi partisinin dışında sadece ve sadece CHP adındaki faşist parti ret edebilir.
Bunun için artık Kürtlerin bu doğuştan beri faşizanlık yapan parti ile aralarına mesafe koyma zamanı çoktan gelmiş, hatta geçmektedir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
İnsan doğası erkenden rahatlamaya yatkın bir doğadır. Nedeni belki de tarihin derinliklerinden bugüne kadar gelmiştir.
İlk insanların komünal yaşadıkları söyleniyor. İlk komünal ilişkilerin binlerce yıl önce gerçekleştiği bir gerçek olsa da bu ilişkilerin yıllar yılları sürmüş olduğu da bir gerçektir. Deniliyor ki insanlar toplumsallaşmaya geçtiklerinde yaşam şartlarının zorluklarından kaynaklı birbirlerine ihtiyaç duymuşlardır. Bu birbirine muhtaç olma durumu esasta ortaklaşmanın en önemli faktörlerinden biri olsa da insanların yeterince mal ve mülklerinin olmayışı da insanlar arasındaki ilişkileri kirletmemiştir. Hatta az olanla birlikte yıllarca hatta bin yıllarca ortak yaşama yeteneğini göstermeleri esasta insan toplumunun en büyük yeteneklerinden biri sayılmaktadır. Bu ortak yaşama yeteneğin sırrı birbirlerine karşı olan güvenlerinden ileri gelmektedir. Ya da o zaman oluşturdukları güçlü ortaklaşma gücünden kaynaklanmıştır.
İnsanların uzun yıllar bir arada ortakça, komünalca yaşamaları öyle görülüyor ki insanlarda çok fazla temiz duyguları geliştirmiştir. Birbirlerine inanan, güvenen, hile hurdaya uzak duran, ortaklaşmayla her türden artırmaya karşı duran bu tip bir yaşam biçimi -çok sonralarda komünalizm olarak adlandırılacak-insanları dediğimiz gibi temiz kılmıştır.
Denilecek ki ama ondan sonra yıllar yılı kirli olan çalmalar, gasplar, emek hırsızlıkları yaşanmıştır. Ve hatta bugünde benzer bir şekilde ama daha derin olarak sürmektedir.
Bunlar doğrudur ilk olarak artı ürüne el koymalarla başlayan hırsızlık ve tahakküm bugüne geldiğimizde ismi devlet olarak tamamen toplumu soyan bir yapıya bürünmüştür.
Ancak bu gerçekten de iç karartıcı durum ilk insanların bin yıllarca sömürüsüz yaşadıklarını gölgelemez.
İşte bu uzun yıllar sömürüsüz yaşama alışkanlığı halen bugün bile insanlarda saflık, iyi niyetlilik safdillik, temizlik ve sadelik olarak yaşamaya devam ediyor.
Şimdi gelelim konumuza. Kürt halk önderliğiyle sürdürülen görüşmeler vardır. Bu görüşmeler az çok basına yansıdı. Türkiye basını ağırlıklı olarak yıllar yılı tamamen bir özel ve psikolojik savaş basını olduğu kendi pratiğiyle herkese göstermiştir. Yani bu basın belki de Kürdistan’daki özgürlük savaşının bu kadar uzamasının başlıca en büyük rant yiyicilerinden biridir de.
Nedeni açıktır, dünyanın hiçbir yerinde bir basın bu kadar olmamış olanı olmuş gibi göstermemiştir. Şile’de bir dönem “yirmi yalan bir doğru eder” tespiti yapılmıştı. Ve bu tespit ışığında basın yoğun bir karşı kampanya yapmıştı. Ancak bilebildiğimiz kadarıyla bir dönem yoğun anti kampanya yürüten bu basın daha sonra normal moduna geçerek ara sıra da gerçekten de habercilik yapmıştır. Ancak Türkiye’de böyle bir gerçek yoktur. Türkiye basını ta cumhuriyetin ilk yıllardan başlayarak tamamen savaş kışkırtıcılığı ve de Kürtlere karşı düşmanlık temelinde şekillenmiştir.
Alın 1930’ların basınını, göreceğiniz sadece ve sadece Kürtlere karşı düşmanlıktır. Alın 2000’lerin Türk basınını kesinlikle yine Kürtlere ve onların özgürlükleri için savaştıkları değerlerine karşı saldırı içerisinde olan bir basıncılıktır.
Şunu peşinen söyleyelim: Dünyanın neresine giderseniz gidin Türkiye’nin hem görsel hem de yazımsal basını başka ülkelerde başka devletlerde savaş kışkırtıcılığından dolayı suç yapmış sayılarak kapatılırlar. Yasaklanırlar. İnsanlar katledilirken bile sanki futbol maçı sunar gibi yapılan basıncılığın dünyanın hiçbir yerinde ahlaki karşılığı yoktur.
Özcesi Türkiye’de basıncılık kesinlikle bir özel savaş basıncılığıdır. Son dönemlerde buna psikolojik özel savaş basıncılığı diyorlar.
İşte bunun için diyoruz ki bugünlerde Kürt halk önderliği ile TC devleti arasında yapılan görüşmelerde olduğu gibi özel savaş basınının üzerine atlamamak gerekiyor. En iyisinden bu özel savaş basınını takip etmemek gerekiyor. Türkiye’de demokrat kimlikli yayın yapan birçok basın kuruluşu vardır. Gerektiğinde sadece bunları izlemek önemli olacaktır.
Ama her halükarda önemli olan bu görüşme süreçlerinde mücadeleci duruşu sürdürmektir. Her cephede faşizme karşı koyuşu sürdürmektir. Gevşeme değil tam tersine daha fazla disiplin bir şekilde mücadeleye yüklenmektedir.
Yeniden başa dönersek ilk insanların temiz duygularının her insanda var olduğunun bilinciyle mutlaka ama mutlaka bu temiz duyguların manipüle edilmemeleri için daha fazla duyarlılık, daha fazla hassasiyet göstermek önemli olacaktır. Aksi taktirde yine her zaman olduğu gibi ezenlerin, egemenlerin kirli politikalarının aleti olmaktan kurtulamayız.
Evet, bunun için diyoruz ki “İnsan doğası erkenden rahatlamaya yatkın bir doğadır.” Bunun için rahata kaymadan direnişçi duruşumuzu her halükarda dediğimiz gibi tüm cephelerde sürdürmek dönemin en önemli görevlerinden biri olmaktadır.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
“Tüm 19. ve 20. yüzyıl milliyetçilikleri toplumsal meşruiyet ideasıyla bağlantılıdır. İçte sınıf çelişkilerini gizlemede, dışa doğru saldırganlığa teşvik etmede milliyetçilik büyük rol oynar. Milliyetçiliği kapitalist devletin ideolojik silahı olarak anlamak, yayıldığı dönemleri doğru kavramak açısından önemlidir. Milliyetçilik aynı zamanda devletteki merkeziyetçiliği güçlendirir. Daha demokratik federal yapılara karşı devlet milliyetçiliği, merkezi-üniter yapılara kayar. Buradan faşist ve totaliter devlet anlayışına geçilir. Toplumsal hastalığın histeriye dönüşmesi, kapitalist sistemin faşist ve totaliter devlet biçimine yönelmesiyle at başı gider. Sonuç, kapitalizmin intiharıdır. Birinci ve ikinci dünya savaşları bu anlamda milliyetçilik dozajının aşırı kullanılmasından doğan sistemin intihar eylemleri olarak da düşünülebilir. Kendisi uygarlık krizi olan kapitalizmin en genel ve derinlikli krize, kaosa girme sürecidir” diyor Kürt halk önderliği.
Milliyetçiliğin bundan daha anlaşılır bir şekilde tarif edilmesi zordur. Dünyamızda son yüz yıllarda insanlığa yaşatılan acıların tümünün kökeninde kesinlikle bu hastalıklı yapının rolü vardır. Birilerinin çıkarlarını savunan devleti, bir ulusa ait olduğunu söyleme ve hatta o topluma yutturma başarısı esasta bir toplumu hasta kılma sürecidir. Birilerinin çıkarları temelinde şekillenmiş bir yapıyı ayakta tutabilmek için genelin olduğunun hissini vererek ayakta tutmak çok önemli bir yalanın insanlığa yutturulmasının başarısıdır. Burjuvazi bu yalanı topluma yutturabildikçe ayakta kalabileceğini bildiği için tüm hünerini ulus devletinin inşasına vermiştir. Çünkü ulus devleti inşa etmek demek kendi çıkarlarını yüz yıllarca yeniden sürdürebilmek demektir. İşte bu yeniden yürütebilmenin kimliği daha doğrusu yürütecek olanın mayası milliyetçiliktir. Milliyetçiliği çok etkili kılabilmek için dinler kadar etkili işleyerek toplumsal hafızalara yerleştirmek gerekir. Bunu yapan başarır, bunu yapamayan başaramaz.
Nitekim kapitalizmi dünyaya egemen kılmak isteyenler bunun için ilk elden milliyetçiliği her yere empoze etmeye çalışmışlardır. Her topluma bunu nüfus ederek geleceklerini garanti altına almışlardır. Öyle ki dünyanın her yerine ama her yerine bu hastalığı götürerek herkese bulaştırabilme yeteneğini göstermişlerdir.
Daha dün birlikte yaşayanlar birbirlerinin boğazlamasına kadar gidebilmişlerdir. Birbiriyle ortaklaşa haksızlıklara karşı durması gerekenler birbirinin katili haline getirilebilmişlerdir.
Dağılan Osmanlının küllerinden şekillen milliyetçilik yüz yıllardır birlikte yaşayan halkları düşman kılmıştır. Ermenilerin soykırımını başka nasıl izah edeceğiz? Asurililerin katledilişlerini başka nasıl izah edeceğiz? Yunanların katledilişini başka nasıl izah edeceğiz? Özcesi bu toprakların birbirine karşı düşman edilişlerini başka nasıl izah edeceğiz?
Benzer durumu sözde medeniyetin beşiği olan Avrupa’da da görüyoruz. Altı milyon Yahudi’nin katledilişinden söz edilirken bu durumu hangi insan vicdanıyla izah edeceğiz? Avrupa’nın neredeyse her yerinde gelişen Holocaustları kim nasıl izah edebilecek? Ya da ne bilelim Ruanda’da yüz yıllarca birlikte yaşamış olan etnisitelerin birbirini palalarla katletmesini nasıl izah edeceğiz?
İnsanlık bu katliamları kolay kolay izah edemez. Çünkü insanlık tarihinde bu durumlar istisnaidir. Toplumsal histeri anlarıdır. Cinnet anlarıdır bu katletme anları.
İşte bu toplumsal histeri anları ya da cinnet anlarının tek bir izahı vardır, o da Milliyetçiliktir.
Birinin başkasında üstün olmadığı bu dünyada, herkesin aynı haklar temelinde geldiği bu dünyaya, birilerinin “özel, seçilmiş, farklı” olduğunun duygusunu halklara pompalamak tek kelimeyle insanlık dramlarına davetiye çıkarmak olduğu gibi, insanlığa karşı suç işlenmesinin temel dürtüsü haline getirilmesidir. Bu ise vicdanları kirleten bir durum olduğunu hiç kimse inkar edemez.
Özcesi milliyetçilik hangi rengi olursa olsun, kirleticidir. İsterse bunun adına ilerici milliyetçilik değin, isterse gerici milliyetçilik değin. İsterse bilimsel milliyetçilik değin, isterse başka türlü bir milliyetçilik değin. Her türlü milliyetçilik kirleticidir. Ve her milliyetçilik insanlığa karşı suç işlemek için potansiyel olarak hazır olan bir ideolojidir. Bu gerçeği bilerek her türlü milliyetçiliklere karşı durmak bir insanlık duruşu ve görevidir.
Bitti
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Kürdistan halk Önderi Abdullah ÖCALAN şahsında gerçekleştirilen 15 Şubat uluslar arası komplonun 14 yılını geride bıraktık. Kürdistan halkı ve dostları Önder APO şahsında Kürt ulusuna karşı geliştirilen uluslararası komplonun yıldönümünü, uluslararası komplocu güçleri lanetleme ve “Önder APO’ya Özgürlük ve Kürdistan’a Statü” temelinde karşıladı. Ortaya çıkan eylem ve etkinlikleri satırbaşlarıyla da olsa değerlendirmek ve verilen mesajları ortaya koymakta yarar vardır.
Öncelikle uluslar arası komployu büyük direnişi, öngörüsü ve üretkenliğiyle boşa çıkaran Önder Apo’nun bu eşsiz direnişini saygıyla selamlıyoruz. Yine “ Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla fedai eylemi gerçekleştiren yoldaşları ve bu yılın komployu lanetleme eylemlerinde şehit düşen genç devrimci Şahin Öner’i bir kez daha saygıyla anıyor, anısına, uğruna canını verdiği amaçları olan Önder Apo’nun Özgürlüğü ve Kürdistan’ın özgürlüğü için mücadeleyi zaferle taçlandırıncaya kadar sürdüreceğimizi bir kez daha belirtiyoruz.
Uluslararası komplo KCK Yürütme konseyi Başkanlığı, Kürdistan Halk İnisiyatifi ve Bölge inisiyatifleri, KCK kurumları, yasal Kürt siyaseti çağrıları temelinde Kürdistan milyonlarca Kürdistan halkı ve dostları Moskova’dan Beyrut’a Doğu Kürdistan’dan Avrupa’nın birçok yerinde büyük bir öfke ile protesto edildi, kınandı, lanetlendi. Ve Önder APO’nun özgürlüğü, Kürdistan’ın özgürlüğü için tam bir kararlılık ve irade ortaya konuldu. Hiçbir gücün ama hiçbir gücün bu kararlılık ve iradenin önüne geçemeyeceğini herkese gösterdi. Kaybedenin, mücadele ile geriletilenin uluslararası komplocular, Türk sömürgecileri, kazananın Kürdistan Halk Önderi Abdullah Öcalan, PKK, Kürdistan Halkı ve dostları olduğu çok net biçimde gözler önüne sermiştir.
Uluslar arası komploya ve soykırım gününe karşı Kürdistan halkı 1 Şubat 2013 tarihinden itibaren aralıksız bir biçimde giderek ivme kazanan, genişleyen ve radikalleşen eylemliliklerle protesto etmeye başlamıştır.
15 Şubat günü, başta Kuzey Kürdistan’ın bütün merkezleri olmak üzere Kürtlerin yaşadığı tüm alanlarda en yoğun katılımla karşılanmıştır. Kuzey Kürdistan’da hiç olmadığı kadar geniş bir alanda kepenkler indirilmiş, kontaklar kapatılmış, sömürgeci asimilasyon merkezlerine gidilmemiştir. Öğle saatlerinden itibaren yine tüm yılları aşan tarzda güçlü bir katılımla sokaklara inilmiş, protestolar gerçekleştirilmiştir.
Birçok merkezde de başta Cizre, Nısêbin, Amed, Wan, İstanbul, Qoser, Ceylanpınar, Gever ve Colemerg’de saatlerce sömürgeci Akp’nin katil polis sürülerine karşı aktif bir eylemlilik içinde olunmuştur. Saydığımız merkezlerin birçoğunda bu eylemlilikler birçok kez tekrarlanmıştır. Türk metropollerinde de Kürdistan halkı eylemlerini gerçekleştirmiştir. Strasburg’da geçen yılları aşan bir katılım düzeyi ortaya çıkmıştır. Bu yıl Rojava halkı yüzbinlerle cadde ve sokakları doldururken, Güney Kürdistan halkı ise tüm yıllardan daha fazla bir katılımla uluslararası komplocu güçleri ve Türk sömürgeci devletini lanetlemiştir.
Kuzey Kürdistan’da Kürt halkı birçok merkezde Kürdistan gençliğinin öncülüğünde Türk sömürgeciliğine karşı açıktan ve cepheden karşı koymuş ve meydan okumuştur. Belki de Kürdistan halkının uluslararası komploya yüklediği anlam şu üç sloganda dile gelmiştir. Birincisi, Kürt gençleri Amed’te sömürgeci Akp polisi ile çatışırken eline megafon alan bir Kürt gencinin polislere dönerek “faşist polis sürüleri Kürdistan’ı terk edin, defolun” sözüydü. Bir Kürt genci bunu olanca öfkesi, bilincinin ve yüreğinin birleşmiş sesiyle söylemesi önemliydi. Bunu şehrin en orta yerinde ve yüzlerine karşı söylemesi niteliksel bir ilerlemedir. Hem de bunu bir çatışma ortamında söylemesi altı çizilmesi gereken bir durumu ifade etmektedir. İkincisi, “Heta Ku… Serok APO Azad Nebe Aşitî Şaşîtîye” sözüydü. Öndeliğin özgürlüğü dışında hiçbir şeyi anlamlı bulmayacak kadar, Önderlikle bütünleşmiş bir halk gerçekliğine işaret ediyordu. Üçüncüsü ise “ Bu son 15 Şubat olsun!” pankartına yansıyan kararlı zafer iradesiydi. Yani Kürdistan halkının bir gün bile daha fazla Önder APO’nun İmralı’da esaret altında bulunmasına tahammülü artık yoktur. Başka da çarpıcı, söz, eylem ve pankartlar vardı. Sanıyorum, bunlar hepsini özetler nitelikteydi.
Yine bu süreçte Amed halkının Lice’de sömürgeci Türk ordusunun Kürdistan Özgürlük gerillasına dönük başlattığı imha operasyonlarına karşı başlattığı kararlı engelleme eylemliliğiydi. Burada da Amed’li gençler “ Bu dağlar bizimdir. Faşist ordu güçleri burayı terkedin” ifadesi de Kürdistan halkının Önder APO ve Kürdistan’ın özgürlüğü için neleri göze aldığı ve bu konudaki ulaştığı kararlılık düzeyini ortaya koymaktadır.
En önemlisi Kürdistan halkı bu eylemlerini Türk devletinin adeta birer açık zindana, karakola dönüştürdüğü şehir merkezlerinde ortaya koyması, Türk devletinin bu topraklardaki varlığının meşru ve kabul edilebilir hiçbir yönünün kalmadığının açık bir göstergesidir. Bunu hem de yıllardır sömürgeci akp devleti tarafından yoğun bir biçimde sürdürülen siyasi soykırım operasyonları ortamında yapması bu konuda ulaştığı sorgulama düzeyini göstermektedir.
15 Şubat uluslararası komplosuna karşı gerçekleştirilen bu eylemlerin diğer bir özelliği de sömürgeci faşist Akp’nin tam bir özel savaş operasyonu biçiminde geliştirdiği oyalama ve aldatma politikasına karşı Kürdistan halkının nasıl bir tutum içinde olduğunun ifadesi olmuştur. Sömürgeci Akp devletinin Başbakanı olan T. Erdoğan’ın ve ekibinin, yanına da Emine Erdoğan’a ekleyerek başlattığı aldatma-oyalama çabaları ve “Erdoğan bu sefer bu işi çözmede kararlıdır” diyerek kendisiyle beraber Kürtleri de aldatmaya çalışan Akp’nin psikolojik savaş operasyonuna malzeme taşıyan tiplerin bütün oyunlarını bozmuştur. AKP’nin oyalama ve ufak-tefek şeylerle avutma yaklaşımlarına karşı, yönünü Akp’ye değil, yönünü kendisine dönerek, “ne kadar serhıldan o kadar barış!”, yönünü dağlara dönerekte, “ne kadar savaş o kadar barış!” demiştir.
Bu eylemliliklerle, uluslar arası komplonun Akp tarafından yeni bir şeymiş gibi sunulan ama özünde güncelleştirilmiş topyekün savaşın bir ifadesi olan entegre stratejisine de ciddi bir darbe indirilmiştir.
Türk metropollerinde özellikle Akp döneminde yoğun bir biçimde ırkçı faşist saldırılarla korkutulup sindirilmeye çalışılan ve Anavatanları Kürdistan’dan koparılmaya çalışılan Kürtler bu yıl yönlerinin Anavatanlarına dönük olduğunu ve kimsenin de kendilerini bundan alıkoyamayacağını eylemsel duruşlarıyla daha çarpıcı bir biçimde göstermişlerdir.
Özellikle Kürdistan gençliğinin bir daha kitlesel bir biçimde sokaklara çıkıp uluslararası komployu protesto etmemesi için Şahin Öner yoldaşımızı alçakça bir yöntemle katletmesine rağmen, Kürt gençliğinin ve halkının daha kitlesel bir biçimde eylemlere katılması Şahin yoldaşın anısına bağlılığın bir gereği olduğu kadar, komploya karşı mücadelesinde ne pahasına olursa olsun her türlü bedeli ödeme pahasına kararlılığını bir kez daha ortaya koymuştur.
Sonuç olarak; Kürdistan halkı uluslararası komplocuları bir kez daha ancak daha fazla katılımla lanetlemiş, sonuna kadar Önder APO’nun özgürlüğünde kararlı olduğunu göstermiştir. Kürdistan’da Türk sömürgecilerinin varlığına artık tahammüllerinin kalmadığını ifade ederek, ulusal birliğinin ve duyarlığını açıkça ortaya koymuştur. Akp’nin tüm hile, dalavere ve oyalama politikalarına pabuç bırakmayacağını dost düşman herkese göstermiştir. Adeta sömürgeci Akp ve onun reklamcılarına “kendin çal kendin oyna” ya da Rıha’ların dediği gibi “sen siye konuş” demişlerdir.
Önümüz bahar ve baharın en yalın ifadesi de NEWROZ’dur. Yani diriliş günü.
Yani özgürlük için Serhıldana kalkma günü.
Yani kendini güneşten ve ateşten yeniden yaratma günü.
Ve üç kibrit çöpü ile zulmü en karanlık yerinde MAZLUMCA tutuşturma günüdür.
Kürdistan halkı, kadınları ve gençleri bu Newroz’u Önder APO’nun özgürlük gününe dönüştürmeyi esas almalıdırlar. Bu sadece bir slogan ve talep düzeyinde kalmamalı. Gerçekleşmesine giden yolu açmalıdır. Eğer “kahrolsun uluslararası komplo ve Önder APO’ya özgürlük” diyorsak, işte önder APO’yu özgürleştirmenin yolu ve imkânı.
İşte 2013 NEWROZ’U!
İşte meydan
İşte yılların serhıldan tecrübesi!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
AKP sömürgeci devleti Kürdistan Halk Önder ile görüşmek zorunda kaldı. Şimdi de heyetler gidiyor. Öte yandan linç amacıyla Kürtlere saldırılar yapılıyor. Bu saldırılar 90’lı yıllardan bu yana artarak devam ediyor.
Hatay’da yine ellerinde zulmün simgesi Türk bayraklarıyla Kürtlere linç saldırısı yapıldı. Sinop’ta, Samsun’da yapılan da buydu. Siyasi soykırım operasyonları ve askeri operasyonlar ise devam ediyor. Öte yandan da bazı KCK’li rehineleri bırakmak durumunda kalıyorlar. AKP hem vurur, hem öldürür, hem görüşürüm, ister tutuklar, ister bırakırım, diyor. Kürtler de, bu entegre saldırı konseptine karşı hem direnir hem cevap veririm demeli ve cevap vermelidir.
Çok yönlü bir saldırıyla karşı karşıyayız. Kimden gelirse gelsin, hiçbir saldırıya karşı Kürtler sessiz kalmamalı. Bugüne kadar linçlere yeterince ses çıkarılamadı. Onun için mutlaka saldırılara gecikmeden cevap verilmeli. Unutulmamalıdır ki, cevapsız bırakılan her saldırı, Kürde uzanıpta kırılmayan her el, daha fazla saldırı demektir.
Önder Apo’nun İmralı’da başlatıp yürüttüğü görüşmelere sahip çıkmanın en doğru yolu, direnişi, örgütlülüğü yükseltmek, her türlü saldırıya anında cevap vermektir.
Görüşmek, tartışmak önemlidir, ancak gerçek çözüm… Yani Önder Apo’nun özgürlüğü ve Kürdistan’ın özgürlüğü için daha çok birlik, daha çok örgütlülük ve daha çok serhıldan geliştirilmelidir.
Beklentiye girme zamanı değildir. Unutulmamalıdır ki, sömürgeci AKP’nin zalimleri 2012 yılı boyunca yürütülen destansı bir mücadelenin sonucu olarak Önder Apo ile görüşüyorlar.
Görüşmenin zaferle sonuçlanması ise, daha fazla birlik, daha fazla örgütlülük, daha fazla serhıldan geliştirmekten geçer. Yani ne kadar serhıldan o kadar özgürlük, ne kadar serhıldan o kadar gerçek ve onurlu barıştır.
Herkes Liceli gençlerin, kadınların ve welatparêz’lerin sömürgeci-işgalci Türk ordusuna karşı geliştirdikleri direnişi örnek almalıdır. Bu direnişi selamlıyoruz. Ve bu direnişi hem dağda, hem sokaklarımızda geliştirerek Liceli halkımızın direnişini her alanda yaygınlaştırmalıyız.
Lice halkı dağlarda işgalci Türk ordu birliklerine karşı “defolun gidin, bu dağlar bizim” diyebiliyorsa ve güçlü bir direniş sergileyebiliyorsa, halkımız, gençlerimiz neden Kürdistan şehir-kasabalarında aynısını yapmasın? Neden hala sömürgeci Türk polis sürüleri sokaklarımızda rahat dolaşabiliyor? Neden hala gençlerimizi, çocuklarımızı katledebiliyorlar? İstediğini, istedikleri zamanda evlerinden, işyerlerinden alabiliyorlar?
Şu işe bakın, Kürt şehri Amed’te halen sömürgeci Türk devletinin valisi ve emniyet amiri görevlerinin başında bulunuyor ve koltuklarında oturabiliyorlar. Hem de elleri bu kadar gencimizin kanına bulaştığı halde. Halk imza topluyor, istemediklerini söylüyor, ama onlar hala yerlerinde bulunuyorlar. Hem Amed halkı, hem Şahin’in katilleri aynı havayı teneffüs edemezler. Amed halkı gitmeyeceğine göre, sömürgeci Türk devletinin bu katilleri biran önce Amed’i terk etmelidirler. Eğer imza kampanyasıyla olmuyorsa- ki olmayacağı görülüyor- o zaman halkımız bunların peşini bırakmamalı ve onları çıkarmasını bilmelidir. Hem de halkımızın deyimiyle kuyruklarına teneke bağlayarak….
Amedi Amed’lileler yönetmeli. Amed’liler kendi güvenliğini almalıdırlar. Çünkü: “Özyönetimden yoksun kalmış bir toplum sömürge olmaktan kurtulamayacağı gibi, bunun doğal sonucu olarak asimilasyon ve soykırımla süreç içinde yok olması kaçınılmazdır. Öze yabancı yönetimler iktidarın en zorbaca ve sömürgen biçimini temsil ederler. Dolayısıyla bir toplum için en hayati, ahlaki, bilimsel ve estetik görev özyönetim gücüne erişmektir. Bu görevi başaramayan toplumun ahlaki, bilimsel ve estetik gelişimi mümkün olmadığı gibi, siyasal ve ekonomik kurumlaşma ve gelişmesi de yok olur.” (ÖNDER APO)
Yok olmamak için, kendi topraklarımızda kendimizi yönetmeliyiz. Hem de bin defa daha demokratik.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Son zamanlarda milliyetçilik tartışmaları tavan yaptı. Milliyetçiliğin ne olduğunun tartışmasının yanı sıra birde nasıl bir milliyetçilik tartışması yapılmaya başlandı. Birde milliyetçiliklere karşı sesler yükseldi. Her zaman olduğu gibi bu sesler cılız kaldı.
Bu tartışmalarda ilginçlikle karşıladığımız bir durum ise sözde bizim milliyetçilik hatta etnik milliyetçilik yaptığımıza ilişkin söylemler üzerine böylesine tartışmaların yürütülmüş olmasıdır.
Öncelikli belirtelim, milliyetçilikle eleştirilmemiz daha doğrusu suçlanmamızı tek kelimeyle esefle karşılıyoruz. Bizi yani gerillayı ya da PKK’yi birçok hususta eleştirebilirsiniz ancak bizlere gelecek en son eleştiri etnik milliyetçilik ya da genel manadaki milliyetçiliktir. Nedeni açıktır? PKK her türlü milliyetçiliğin karşıtı olarak var olmuştur.
PKK’nin ilk kuruluşundan bugüne kadar bu böyle olmuştur. İlk kurucuları arasında çok yoğun bir şekilde Türk ya da Türkmenlerin yine farklı halklardan bireylerin içerisinde yer alması buna örnek gösterilebilecekken, yine ilk günden bugüne kadar her zaman halkların kardeşliğini savunan ve bunun içinde bedel ödemekten geri durmayan bir ideolojik duruşu temsil etmiştir.
Dikkat edilirse PKK hareketinin ilk çıkış yıllarında PKK ideolojisini en çok eleştiren daha doğrusu PKK kadrolarına ve sempatizanlarına saldıranlar kendilerini Kürt milliyetçileri diye gören çevreler olmuştur. Yine kendilerine sosyal ya da sosyalist deseler de bizim tabirimizle sosyal şoven çevreler olmuştur. Sosyalizm halkların kardeşliğine, ortak yaşamına olan inanç iken böyle olan çevreler Kürtlerin doğuştan gelen haklarını Kemalist bakışla ötelemiş, hatta ret etmişlerdir.
Evet, yeniden belirtelim PKK hareketi ilk çıkışından bu yana en çok Kürt milliyetçisi diye bileceğimiz –aslında milliyetçi olamayacak kadar dar düşünen ilkel milliyetçiler-ve de şovenistlerce hedeflenmişlerdir.
İlkel milliyetçilik kavramını literatüre kazandıran Kürt Halk Önderliğiydi. Bu kavramın içeriği ise bugünlerde sıkça ve çokça dile getirilmiş olan etnikçiliğe yakın düşse de tam ifade etmemektedir. İlkel milliyetçilik çok dar çerçevede ailecilik, kabilecilik, aşiretçilik gibi yaklaşımları tanımladığı için ilkel milliyetçilik yapanlar her zaman PKK’yi hedeflemişlerdir.
Bugünlerde TC’nin televizyonlarında sık sık gördüğünüz yüzler zamanında PKK’yi milliyetçi olmamakla itham etmişlerdir. Hatta milliyetçiliğin de ötesinde hedeflemişlerdir.
PKK’yi yeterince Kürt olmamakla suçlayanlar az değildiler.
Buna karşı PKK her zaman halkların kardeşliğini, dinler arası hoşgörüyü, insanlığın esas olduğunu söyleyerek mücadelesini kesintisiz sürdürmüştür.
Haki Karer yoldaşımız Batman’a çalışmalar yürütmek için gittiğinde “bir Türk’e ne kadar güvenilebilinir” diye anti propaganda yapanlar yine bugün o bolca ekranlarda gördüğünüz “bir kedisi olmayan” kişilikler ve onların çevrelerinde dolaşanlardır.
Kemal Pir yoldaşımız Kürdistan’da çalışmalar yürütürken de aynı tezi ileriye sürenler, aynı suçlamaları ve hakaretleri yapanlar ve yağdıranlar yine bu ve benzer kişiliklerdir.
Özcesi PKK ilk günden beri halkların kardeşliğini-milliyetçilik yaklaşımlarından uzak durarak savunmuş- ve bu kardeşliği geliştirmek için de hiçbir fedakarlığı sergilemekten geri durmamıştır.
Denilecek ki PKK sosyalist kimlikle ortaya çıktı bunun için böyleydi. Evet, PKK sosyalist kimlikle ortaya çıktığı ilk günden böyle düşündü, böyle yaşadı ve böyle halklara yaklaştı. Ancak unutulmamalıdır ki yukarıda milliyetçiliği savunanlar hatta bunun gerisinde durarak ilkel milliyetçilik yapanlar en çokta PKK’nin bu halkları kucaklayan sosyalist kimliğine saldırmışlardır. Gerekçelerini de oluştururken PKK içerisinde en ön saflarda yerini alan Türk, Laz, Arap ve başka halklarda gelen yoldaşlarımıza “ne kadar güvenilirler, bunlar Kürt değil” diyerek hedefleyerek yapmışlardır.
Sözü çok uzatmadan; PKK ilk günden başlayarak anti milliyetçi olmuştur. Çünkü milliyetçiliği ilk günden başlayarak kirletici bulmuştur. Ve ilk günden başlayarak milliyetçiliğin bu topraklara yabancı olan bir ideoloji olarak ele alarak yönelmiştir.
Devam edecek…
Şiho Dirlik
- Ayrıntılar
Türkiye’de son zamanlarda herkes adeta “duyarlı olalım” kampanyalarına başlamıştır. Dikkat edilirse itidal, sağduyu, sabır, sükunet, metanet derken insan aklının bin yıllardan süzülerek gelen en kabul görmesi gereken özelikleri herkesten sıralanarak isteniyor. Ve bunlar doğrusu güzel olan özeliklerdir. Yine bunlar doğrusu kabul edilmesi gerekli olan çağrılardır.
Bu sağduyu çağrılarının karşısına ise; baltalayan, sekter, tahrik eden, aceleci, saldırgan ve de kışkırtıcı olan dillerde vardır.
Herkes sağduyu çağrısı yaparken, herkes kışkırtıcılığa karşı da temkinli olunması gerektiğini dile getiriyor.
O zaman haklı olarak bir soru sormak gerekiyor. Kışkırtıcılık, kışkırtan yani kışkırtıcı kişilik nedir?
Sağa sola vurmadan, yani oraya buraya çekmeden olduğu gibi yazmaya başlayalım kışkırtıcılığı ve kışkırtan kişiliği…
Batılılar kışkırtıcılığı provokasyon olarak isimlendiriyorlar. Kışkırtan kişi ise provokatör diyorlar.
Normal seyrinde izleyen, yürüyen, yol alan bir durumu, süreci, çizgiyi seyrinden çıkartma, tahrik etmek, erken doğuma zorlama, bozma, karıştırma, muğlaklaştırma gibi birçok hâli, provokasyon olarak değerlendirmek eksik olsa bile yanlış olmaz. Yine bu keyfiyeti yapan kişi ise provokatör demek yanlış olmaz.
İdeolojik mücadelelerde provokasyonu; boşa çıkarmak, özünden boşaltmak, çizgiyi saptırmak olarak ele alınıyor. Yine tahrik etmek, tuzağa çekmek olarak da alınabiliyor.
Her halükarda provokasyonu –temsil edilen çizgilerin pozisyonları açısından farklı olsa bile-kışkırtmak, tahrik etmek, rayından çıkarmak, erken doğuma zorlamak, sinirlendirmek, germek gibi terimlerle anlatmak dediğimiz gibi çokta yanlış olmaz.
Peki, yukarıdaki yapılan tespitler ışığında bu gün Türkiye’de Türkiye toplumunu, yine Kürt toplumunu hatta başka azınlıkları, farklı inanç guruplarını tahrik eden, farklı tartışmalara çeken, iten, kavgaya sürükleyenler kimlerdir? Yani bir toplumun doğal seyrinde izlemesi gereken yolu izlememesi için, ısrarla sürekli gerili bir ortamı yaşatmaya çalışanlar kimlerdir? Hangi düşüncelerdir? Hangi eğilimlerdir?
Örneğin günlük olarak toplumun belirli kesimlerine hakaret edenler kimlerdir?
Dil açısından adeta günlük olarak insanlara ya da belirli bir çevreye hakaret yağdıran kimlerdir?
Maço kişiliğini adeta topluma Saddam vari bir şekilde erkeksi kaba yönlerini yansıtmakta ısrar eden, iktidar erkenin kimin elinde olduğunu hissettirenler kimlerdir?
Laf ebeliği ile insanlarla alay edenler kimlerdir?
İnsanların sinirlenmeleri için, gerilmeleri için, mutlaka kalkıp bir şeyler yapma zorunda kalmalarını kim tetikliyor?
Kim kadını aşağılıyor?
Kim başka inançlara tepeden bakarak ötekileştiriyor?
Kim başka halkların diliyle alay ediyor?
Kim başka halkların temel doğuştan gelen haklarının gasp edilmesine ısrarla devam ediyor?
Kim hem insanları öldürüyor sonra da kalkıp bu işi devam edeceklerine alenen herkesin önünde dile getiriyor?
Kim halkla dalga geçiyor?
Kim ve kimler halkları bombalıyor ardından da rencide ediyor?
Böyle kimleri, kim’e soruları sorarak soru listesini uzatmak mümkündür.
Dikkat edilirse tarafsız bir şekilde bile olsa bu yukarıda sorulan sorulara verilecek cevaplar nettir. Kişilerin kimler olduğu nettir. Hatta bir anket yapılsa bile bu söylediklerimiz yüzde yüz doğrulanır.
Türkiye’de toplumu en çok geren kişi büyük bir mesafeyle Erdoğan’dır. Bir müddet öncesine kadar İ. N. Şahin adındaki “marangoz hatası” sonucu oluşan kişilikti. Yine Hüseyin Çelik böyle bir kişiliktir. Şimdilerde olmasa bile bir dönem önce Yalçın Akdoğan adındaki şahıstı.
Ve tabii Oktay Vural’ı, Bahçeli’yi de unutmamak gerekir.
CHP saflarında Kamber Genç herhalde bu durumu kimseye kaptırmaz. Eskilerde bu sahanın bir numarası Deniz Baykal’dı. Şimdilerde bir köşede dursa bile gelecekte böyle durmayacağı kesindir. Yine Haluk Koç, Muharrem İnce, Emine Tarhan Ülker böyle kişilere çok benziyorlar.
Kürtler içerisinde iyi bir örnek Mehmet Metiner, İbrahim Güçlü, Orhan Miroğlu, sakin görülse bile Kemal Burkay gibilerini de saymak yanlış olmayacaktır. Başka isimler yok mudur, vardır.
Şimdi dikkat edilirse yukarıda ismi geçen kişilerin ortak yönleri kışkırtıcı olmalarıdır. Söylemleriyle birilerini başka şeyler yapmaya tahrik etmeleridir. Teşvik etmeleridir. Hakaret etme ortak yönleridir.
İşte yukarıda dile getirdiklerimizin tümünü provokatörlük olarak ele almak yerindedir. Ve bunları yapana da provokatör demek yerindedir.
Sözü uzatmadan Türkiye’de kimin provokatör olduğu ortada değil midir?
Bunun için diyoruz ki sağduyu çağrısı yapılacaksa öncelikli olarak herkesin ama herkesin yukarıda isimlerini verdiğimiz çizgilere ve kişiliklere yapması şarttır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek bir şekilde kendilerince var olan adeta tüm toplumu saran bir sorunu, “Kürt Sorunu”nu çözmeye çalıştıklarını “söylüyorlar.” “Söylüyorlar” diyoruz, çünkü gerçekten de sadece söylüyorlar.
Türkiye’yi tam neredeyse aralıksız olarak 30 yıldan fazla etkileyen bir mücadele sürüyor. Ve değil Türkiye tarihini tüm Osmanlı tarihini de katsanız bu düzeyde, bu kadar zaman boyunca, aralıksız etkileyen bir mücadele yürütülmemiştir. Ve bu çok doğaldır ki-mücadelenin şiddet dozajını da dikkate aldığımızda-sert geçmektedir. Ve bu sertlik devleti etkilediği gibi toplumu da etkilemektedir.
Bir yandan inanılmaz ölçüde haksızlıklarla dolu bir taraf, diğer yandan tüm zayıflığına ve zayıflıklarına ve de yetmez yönlerine rağmen haklı bir taraf. Bir taraf sömürgeci ve baskıcı, inkar ve imhadan öyle ileri bir düzeye kadar gitmiş ki bir halkın doğuştan gelen haklarının en başında gelen diline bile kendi açısından hiç tereddüt etmeden ket vurabiliyor, yasaklayabiliyor, hatta kendi kullandıkları dili konuştukları için bir halka para cezalarına ve farklı cezalara maruz bırakabiliyorlar.
Özcesi uzatmadan bir taraftan büyük insanlık suçları işlemiş bir devlet, diğer taraftan bu zulme karşı bir halkın 30 yıldan fazladır haklı aralıksız direnişi.
Şimdi güya bu haksız uygulamalara son vermek isteyen bir iktidar erki var olduğunu söylüyor. Ve bunu söylerlerken herkesten ama herkesten bu sorununun çözümü için yardım istiyorlar. Kürt halk önderliğinden istiyorlar, özgürlük gerillasından istiyorlar-terörist deseler de bu böyledir-, Kürt halkından istiyorlar, sivil toplumundan, legal siyaseti derken her yerde ama herkeste yardım istediklerini ve beklediklerini ısrarla söylüyorlar.
Ama gerçekten sadece “söylüyorlar.” Söylüyorlar ama bombalıyorlar. Söylüyorlar ama çocuklarını Amed merkezinde katletmeye devam ediyorlar. Söylüyorlar ama tutuklamaya devam ediyorlar. Söylüyorlar ama mitinglerine saldırmayı sürdürüyorlar. Söylüyorlar ama bu sorunu çözmek için yola çıkan bir BDP barış heyetini korumasını bilmiyorlar. Söylüyorlar ama Kürt halk önderliğiyle görüşmelerini istedikleri partinin siyasetçilerine şartlar koşuyorlar. Söylüyorlar ama isim misim derken süreci uzattıkça uzatıyorlar. Söylüyorlar ama dillerinden ki o buyurgan, kirli, tepeden hakaretleri eksik etmiyorlar. Söylüyorlar ama uluslar arası arenada Kürtlerin siyasetçilerine karşı yok etme siyasetlerini devam ediyorlar. Söylüyorlar ama Rojavaya karşı kirli siyasetlerini, çetelerin elleriyle sürdürüyorlar. Söylüyorlar ama güneyde açıkça Kürt özgürlük hareketi karşıtı çalışmalarını alttan alta yürütüyorlar.
Özcesi hepsi sözden kalıyor. Sadece söylüyorlar. Dil nede olsa kemiksiz istediğin yere istediğin kadar bük ha bük.
Rüzgar iyi esiyormuş, iyi esen rüzgarın bir de yelkenleri doldurması gerekmez mi?
Rüzgar iyi esiyor ise gemiyi harekete geçirmesi gerekmez mi?
Rüzgar iyi esiyor ise bir milim bile olsa estiği yeri harekete geçirmez mi?
Rüzgar iyi esiyorsa en azından gözle görülecek bir şekilde bir ilerleme olmaz mı?
Evet, rüzgar esiyor ama sadece sözle esiyor. Eskilerde “Lâfla peynir gemisi yürümez” derlerdi. Bizde, “Lafla pilav pişerse deniz kadar yağı bizden” diyelim.
Özcesi öyle söyledikleri gibi iyi esen bir rüzgar yok. İyisi rüzgarımızı kendimiz estirelim ki gemilerimizin yelkenleri dolsun. Bu ise siyaset dilinden çok köklü ve daha gelişkin bir mücadele demektir. Direniş demektir.
Bunun içinde tüm Kürdistanlı ve Türkiye gençlerini dağlara daha etkili olarak halkların rüzgarını estirmek için mücadeleye davet ediyoruz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Geçenlerde bir makalede “Devletle müzakere, halkla müzakere” diye bir başlık atılmıştı.
Bu makalenin mantığını ise devletle, onu yöneten hükümetiyle, iktidarın tüm kurumlarıyla mücadele edilmesini isterken, Türkiye halklarıyla kesinlikle ortaklaşma temelinde bir ilişkilenmeyi önermekteydi.
Yani halkların düşmanlığını yapan devlet zihniyetine karşı mücadele edilmeli ancak Türkiye’de yaşayan tüm halklarla ise ortaklaşma temelinde kardeşleşmenin yolundan vazgeçilmemelidir.
Denilecek ki devletle kavga edildiğinde, devletle mücadele edildiğinde nasıl olur da oranın halkıyla ya da halklarıyla ortaklaşma sağlanacaktır?
Devletler kendi kirli işlerini elbette başkalarının aracılığıyla yürütmektedirler. Biz devlet derken siz bir avuç çıkarcı, rantçı, kan emmeci, paracı, vurguncu anlayın. Başkan Apo bir konuşmasında “bizim Türkiye toplumunun yüzde 95 ile bir sorunumuz yoktur” demişti. “Bizim sadece ve sadece yüzde beşlik bir kesimle sorunumuz vardır” demişti.
Yani Türkiye halklarıyla kesinlikle bir derdimiz yok ve olamaz da. Türkiye halklarıyla ilk günden başlayarak kardeşliği, kardeşleşmeyi esas almışızdır. Bir siyasetçinin de dediği gibi kardeşleşmenin yanına birde eşit temelde kardeşleşmeyi ekleyelim.
Bu devlet, gerçekten de faşist bir devlettir. Güya iyi şeylerin olacağı söyleniyor, güya bu var olan sorunun çözülmesini istediklerini söyleniyor, güya ilk kez böyle iyi fırsatın yakalandığı söyleniyor. Ancak hiçte iyi şeyler olmuyor. Her gün bir yerler bombalanıyor. Her gün Kürdistan’ın bir yerine operasyonlar yapılıyor. Viranşehir üzerinde Serekani’ye çeteler gönderilerek Kürtlerin kazanımları tasfiye edilmeye çalışılıyor. Bu kadar kirlilik yetmiyor bu kez her gün ama her gün Kürtlere, onların legal siyaset yapan insanlarına, gerillasına, gençlerine hakaretler üzerine hakaretler yağdırılıyor.
Evet, açıkça söyleyelim, iyi şeyler olmuyor hem de hiç olmuyor. Daha dün dediğimiz gibi uçaklar Medya Savunma Alanlarının birçok yeri ayna anda bombalandı.
Daha dün Avrupa’ya giderek özgürlük hareketinin militanlarının nasıl tasfiye edileceği, nasıl Türklere teslim edilmesi gerektiğini tartışıldı.
Daha dün “terörün mali kaynaklarını kurutma üzerine” mecliste yasa geçirerek özgürlük hareketine yardım edenlerin-edeceklerin tüm mal varlıklarına el konulacağının kararını aldılar.
Daha dün Viranşehir’de gündüzün ortasında çetelere karşı geliştirilen mitinge nasıl saldırıldığını herkes gördü.
Özcesi bu devletin zihniyeti inkar ve imha zihniyetidir. Geçenlerde bir tırşıkçı Akepe milletvekili Ahmet Türk’ün “Kürtler bombalanıyor” sözlerine, “beni bombalamıyorlar” diye cevap vermişti.
İşte Akepe’nin Mangurtları ve devletleşen Akepe’nin zihniyeti budur.
Hatırlayanlar bilir zamanında bir CHP Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” (Milliyet, 19 Eylül 1930) Ve yakın dönemde de yine bir TC bakanı olan Coşkun Kırca ismindeki kişi: "Kürtler, susabilir ve hizmetçilik dışında hiçbir hakka sahip olamaz" demişti.
“Kürt halkını bombalamadım, teröristleri bombaladım” sözleriyle Mahmut Esat Bozkurt’un söyledikleri arasında ne fark vardır acaba? Mahmut Esat Bozkurt Ağrı dağındaki Kürt direnişçilerini şaki, eşkıya, çete görmüş ve uçaklarla saldırmıştır. Ardından da direniş ezildikten sonra da yukarıdaki sözleri sarf etmiştir. Evet, bu sözlerle Erdoğan’ın sarf ettiği sözleri arasındaki fark nedir acaba? Yine Akepeli olan hainin “bak beni bombalamıyor” sözleri ile Coşkun Kırca’nın sarf ettiği sözleri ve Dersim’de Alişer ve Zarifelerin kellesini kesip TC askerlerine para karşılığında veren Rayber arasındaki fark nedir?
Arada sadece bir fark vardır, birileri zamanda milliyetçilik adına, tek ulus yaratma adına açıkça yaparken şimdi birileri daha sinsice, pamuk eldivenle katlediyor. Birileri söylüyor ve katlederken, birileri katledeceğini söylemeden katlediyor.
Bu durumda yapacağımız tek bir şey vardır bu faşist zihniyete karşı mücadeleye devam etmektir. Ancak Türkiye halklarına ise inadına barış ve kardeşlik elini uzatmaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar