34 yıl önce Maraş’ta alevi Kürtlerin unutamayacakları bir katliam yaşadılar. Devletin, devlet partisi olan CHP’nin, askerin, polisin ne olduğunu uzun yıllar aradan sonra ilk kez yeniden yalın bir halde gördüler.
Maraş katliamı alevi ve Kürtlere yapılan en vahşi saldırılarından biri olduğu muhakkaktır. Kiminin özenle, bilinçlice bu katliamı bazı paramiliter güçlerinin üzerine yıkması beyhudedir. Maraş’ta alevi Kürtlerimizin katledilmesinde ülkücüler kullanılmışlardır, bu doğrudur. Ancak Maraş katliamını sadece bu ülkücülere yıkmak çok fazla naiflik yani saflık olur.
Bunun böyle olmadığını yani sadece ülkücülerle izah edilemeyeceğini bilincine varmak için o dönemin devlet yetkililerinin halen bugünde aynı devlet görevlerini sürdürdüklerine görmek yeterli olabilir.
O yıllara geri gidecek olur isek emniyetin olayların sakinleşmesi için karışmadığını, askeri karışmadığını, hükümetin ses çıkarmadığını herkes görmüştür. Yani bu devletin herhangi bir yerinde bir katliam oluyor ancak güvenlik güçleri bu katliamı durdurmak için tek bir kılları bile kıpırdamayacak.
Halbuki bilenler bilir ki bu devlet dünyanın tüm devletlerinden daha fazla devleti savunan bir savunma refleksine sahip olduğu için en küçük bir olaya en sert müdahale eden bir geleneğe sahiptir. Ancak ne hikmetse Maraş katliamına müdahale etmemiştir.
Bilakis tersi doğrudur, katliamın daha etkili olması için müdahale etmek isteyen askerleri engellemiş, ne kadar doğrudur bilinmez ama dönemin Valisinin şimdilerde yaptığı açıklamalara bakılırsa devletten bu olayları durdurmak için yardım isteğinin karşılanmadığınıdır. Yani devlet bu katliamın daha etkili yürütülmesi için ellerini ovmuştur.
Arada tam 34 yıl geçmiştir, bu katliamın devlet eliyle bilinçli yapıldığını görmek için bugüne bakmak iyi olur. Ve yine cümle cemaat bu katliamın bir devlet katliamı olduğunu anlamak içinde bugüne bakmak önemli olacaktır.
Geçmiş yıllarda bizler Maraş katliamının çeşitli nedenlerini sıralamıştık:
-Türkiye’de giderek gelişen bir sol dalga
-Kürdistan’da gelişen bir Apocu hareket
-Maraş gibi Alevi çevrelerin sadece solculukla yetinmeyerek ulusal kurtuluşa gösterdikleri ilgi
-Objektif olarak gelişen bir yeni aydın gençlik dalgası
Bu yukarıda sıraladıklarımız nedenleri olurken birde bu katliamın amaçladıklarını da sıralamıştık:
-Türkiye’de gelişen sol dalganın bu olayla durdurulması
-Yeni kurulmuş olan PKK hareketine gözdağı verilmesi
-Alevilerin PKK'ye kayışını engellenmesi
-Maraş başta olmak üzere Antep ve Adıyaman’da Apocu yani PKK hareketine karşı gelişen ilginin durdurulması
-Maraş başta olmak üzere adım adım gelişen ve yoğunlaşan bir aydın gençliğin gelecekte tehlike olmaması için kaçırtılarak yurtdışına çıkartılması
-Kürdistan’a müdahale edebilmek için bir provokasyona ihtiyaç duyduklarını
dile getirmiştik.
Dikkat edilirse nedenleri açıktır ancak daha açık olan ise amaçlarıdır. Hele Maraş katliamı sonrası olup bitenlere bakılırsa söylediklerimiz daha iyi anlaşılacaktır elbette:
1-Maraş boşaltılmıştır, kaçan adeta kaçana diye bir gerçeklik yaşanmıştır.
2-Kürdistan’da sıkıyönetim ilan edilmiştir.
3- 12 Eylül faşist darbenin en etkili gerekeçi oluşturulmuştur.
4-Ulusal kurtuluş sahasına açılan bir Maraş ve aleviler hedeflenerek gözdağı verilmiştir.
5-Devletin sert potini herkese hissettirilmiştir.
Evet, bunları geçmişte de söyledik. Ancak ikna olmayan birçok çevre hep oldu. Bunların arasında bir kısım alevi her zaman vardı. Söylediklerimizin ne kadar doğru olduğunu görmek için bugüne dönüp gerilere bakabiliriz.
Örneğin 2012 yılındayız. AKP'nin Maraş belediye başkanı katliama sayılı günler kala, sözde çok sayıda “devlet sivil toplumlarıyla” yaptıkları açıklamaları ve etkinlikleri vardı. Bu mesajları gören birisinin en son dün Maraş’a yürümek isteyenlerin, katledilenlerin anısına saygı duruşuna geçerek birer karanfil bırakmalarına izin vermeyeceğini görebilirdi.
AKP’li Maraş belediye başkanı, “biz dışarıdan ilimize gelmek isteyenleri kabul etmiyoruz” demişti. “Biz artık böyle anılmak istenmiyoruz” demişti.
Dikkat edilirse dün ise Maraş’a gitmek isteyenlere bırakalım izin verilmemsi, Ankara’nın çıkışında otobüsleri durduruldu. Tüm hatlar onlar için kapatıldı. Anmaya gitmek isteyenlere yine biber gazı ile tazyikli su sıkıldı. Şimdi iktidarda AKP var, Maraş belediyesi ise AKP'nin, bu unutulmamalıdır.
Tüm bu olup bitenler neyi gösteriyor: Bu katliam bizatihi devletin yaptığı bir katliamdır. Yani sadece birkaç ülkücünün yaptığı bir olay değildir. Ülkücüler kötü kullanılmışlardır, dini duyguları tahrik edilerek provoke edilmişlerdir. Ülkücülerin ve kimi İslami çevrelerin bu olayda maşa olarak kullanılmışlardır.
Devlet:
1-Maraş’ı boşalttı mı, boşalttı.
2-Alevileri Kürt özgürlük hareketinden soğuttu mu, soğuttu. Korkuttu mu, korkuttu. (Bu olayları destekleyen bir CHP’nin halen büyük bir alevi kitlesi tarafından desteklenmiş olması manidardır.)
3-Türkiye solu bu olayla terbiye edildi mi, edildi.
4-Büyük bir aydın gençlik buralarda kaçırtıldı mı, kaçırtıldı.
5-Aleviler, Kürtler, gençler ürkütüldüler mi, ürkütüldüler.
Özcesi, TC devlet geleneğinden olan halkları, muhalifleri, farklı toplumsal kesitleri hizaya getirmek için gözdağı vermek Maraş katliamıyla çok etkili bir şekilde uygulanmıştır.
Bunun için diyoruz ki eğer gelecekte Maraşların önü alınmak isteniyorsa öncelikli olarak faşizmi derinlikli yaşan bu devlete karşı durmak önemli olacaktır. Yine bu devletin temsilciliğine gelen, getirilen iktidar erklerine karşı durmamız gerekir.
Bu durumda ilk tavır alınacak olan kurum devlet ve onun şimdiki sahipleri AKP’dir.
Devlet ve AKP'ye karşı etkili mücadele edebilmek için ise öncelikli olarak;
-Yeniden terk edilmiş topraklara dönmek gerekiyor.
-Alevi Kürtlerin CHP’de uzaklaşmaları gerekiyor.
-Alevilerin yeniden özgürlük hareketiyle buluşmaları gerekiyor.
-Aydın gençliğin yeniden daha etkili bir şekilde bura insanın faşizme karşı direnç gösterebilmesi için görevlerine sarılması gerekiyor.
-Türkiye demokratik çevreleriyle faşizme karşı tek vücut olarak karşı durmak gerekiyor.
Maraş katliamını yeniden anarken, bu katliamda yaşamını yitiren tüm insanlarımızın önünde saygıyla eğiliyoruz.
Kasim Engin
- Ayrıntılar
Miladî 2012 yılının sonuna geldik. Herkes geçen bir yılda yaşananları değerlendirmeye çalışıyor. Yılın sonundan dönüp yıl boyunca yaşanan olaylara bakıyor. Kendi penceresinden bakarak 2012 yılının bilançosunu çıkarıyor. Yeni yıla bu temelde hazırlanmak ve 2012 yılının birikimi ve dersleriyle girmek istiyor. Herkes yaptığı ve adet olduğu üzere biz de kendi penceremizden bir 2012 panoraması çıkartmak istiyoruz.
Kürtler açısından 2012 yılının büyük bir savaş ve devrim yılı olduğu tartışma götürmüyor. Kuzey’de devrimci savaş, Batı’da ise özgürlük devrimi sürece damgasını vurmuş bulunuyor. Yılın aktif parçalarının Kuzey ve Batı Kürdistan olduğu çıplak gözle görülüyor. Kuzey Kürdistan’da devrimci halk savaşı 19 Haziran Oramar-Şıtaza devrimci operasyonuyla start alıp Eylül ayında tüm coğrafyaya yayılırken, Batı Kürdistan’daki 19 Temmuz özgürlük devrimi tüm Kürtlere yeni bir umut ve heyecan kazandırmış görünüyor.
Kuzey Kürdistan’ın 2012 yılına ağır savaş koşulları altında girdiğini zaten herkes biliyor. 12 Haziran 2011 genel seçiminde aldığı yaklaşık yüzde ellilik oy oranına güvenerek Kürt Özgürlük Hareketini bitirme hayaline kapılan AKP’nin, ABD ve NATO’dan da aldığı destekle topyekûn özel savaş konsepti temelinde yıl boyu saldırı içinde olduğu biliniyor. Bu soykırım saldırısında ordudan polise, uçaktan medyaya, ekonomiden diplomasiye, dönek solcudan işbirlikçi-hain Kürde kadar herkesin ve her şeyin kullanıldığı yine biliniyor.
Kürtler işte böyle bir saldırıya karşı yıl boyu direniş içinde oldular. Topyekûn özel savaşa karşı halk ve özgürlük hareketi olarak topyekûn devrimci direniş yürüttüler. İmralı’da Kürt Halk Önderi direndi, zindanlarda özgürlük tutsakları direndi, sokakta Kürt gençleri, kadınları, çocukları direndi, meclisten zindana kadar Kürt demokratik siyaseti direndi, dağda özgürlük gerillası direndi!... Bu topyekûn direnişte büyük zorluk ve acı yaşadılar, yüzlerce şehit, yaralı ve esir verdiler… Ama sonuna kadar özgürlük direnişinde kararlı oldular ve de kazanmayı bildiler.
AKP-Kürt savaşında 2012 yılının kazananının Kürtler olduğu tartışmasızdır. Bunu herkes, AKP içindeki birçok çevre bile itiraf ediyor. AKP’nin “PKK’yi bitirme” hedefinin tümden başarısız kılındığı netçe görülüyor. Yine AKP hükümetinin on yıllık iktidar döneminin en zor ve sıkışık anını yaşar hale getirildiğini herkes kabul ediyor. AKP’nin silah zoruyla PKK’yi yok edemeyeceğini anlayarak Eylül sonundan beri politika değişimine yöneldiği, en azından söylem düzeyinde yeniden hile ve oyalama anlamına gelen “Görüşme ve çözüm” kavramlarını dillendirmek zorunda kaldığı birçok çevre tarafından değerlendiriliyor.
Bunlara açlık grevi ile gerilla eylemlerinin sonuçları da eklenebilir. Cezaevlerinde 12 Eylül’de başlayarak 68 gün süren açlık grevi direnişinin “Öcalan’a Özgürlük” hedefini bir tartışma olmaktan çıkararak, bir avuç şoven-faşist çevre dışında herkes tarafından kabul edilir hale getirdiği netçe belirtilebilir. Yine gerillanın aylarca bazı alanların denetimini elinde tuttuğu, Botan ve Zagros’un birçok alanında ikili yönetimin yaşanır hale geldiği, bazı çevrelerin de ifade ettiği gibi “PKK’nin savaşabileceğini bir kez daha kanıtladığı” ifade edilebilir. AKP faşizmine karşı yeni Kürt direnişinin başarıyla gelişmekte olduğu söylenebilir.
Kuşkusuz Kürtler açısından 2012 yılının en önemli olayı Batı Kürdistan’daki 19 Temmuz Devrimidir. Batı Kürdistan son altı ayda sadece Kürdistan’ın değil dünyanın en özgür alanı durumundadır. Bu gelişme, içinde yaşanan ve yapanlar da dâhil hiç kimsenin ihtimal vermediği ve adeta herkesi şoke eden bir gelişmedir. Ama bir gerçektir, hem de yıkılmaz ve silinmez bir gerçek.
Altı aydır Batı Kürdistan halkı, o birkaç milyonluk toplum harikalar yaratmaktadır. Kürt gençleri ve kadınları özgür ve demokratik yaşamı ilmik ilmik örmektedir. Herkese gerçek bir özgürlük devrimi, halk devrimi, demokratik devrim dersi vermektedir. Tam bir seferberlik halinde yarattığı bilinçlenme ve örgütlenmeyle her türlü komplo, provokasyon ve saldırı karşısında kendini yiğitçe savunmaktadır. Başta AKP olmak üzere birçok çevreden gelen oyunu rahatlıkla bozmuş bulunmaktadır.
Ne var ki, başta Kürtler olmak üzere tüm halklar açısından çok değerli ve tarihi önemde olan bu devrime doğru yaklaşıldığı ve sorumlulukların yerine getirildiği söylenemez. Bunu en başta Güney Kürdistan Yönetimi açısından belirtmek gerekir. Bırakalım somut destek vermeyi, bir ticaret kapısı bile açmamakta adeta ısrar etmektedir. Bu da Rojava’ya dönük kuşatma ve ambargonun bir parçası olmaktadır. Yine başta BDP olmak üzere Kuzey Kürtlerinin zayıf ilgisi ve destekleyici aktif çaba harcamaması anlaşılır gibi değildir. Bilinmeli ki, birkaç açıklama ve gösteri yeterli destek sayılamaz. Daha Batı Kürdistan’ın kentleri, Afrin, Kobani, Derik doğru dürüst ziyaret bile edilmemiştir. Ne yazık ki, bu durum tersten de geçerlidir. Kuzey Kürtleri AKP kadar bile ilgi göstermezken, Rojavalı Kürtler de Kuzey ile ilişki ve dayanışma geliştirme adımlarını bir türlü atmamaktadır.
Sözkonusu eksikliklere rağmen Batı Kürdistan Özgürlük Devrimi bir gerçektir ve en zor dönemleri de geride bırakmıştır. Önümüzdeki yılda rolü ve önemi daha iyi açığa çıkacaktır. Hem demokratik Suriye’nin yaratılmasında, hem de Kürt sorununun demokratik ulus çözümünün gerçekleşmesinde etkin rol oynayacaktır.
2012 yılı Doğu ve Güney Kürdistan parçalarında kısmen hareketsiz geçmiştir. Doğu Kürdistan’da çatışmasızlığı korumak bir yandan ideolojik ve politik çalıştırmaları geliştirmeye zemin sunarken, diğer yandan Kuzey ve Batı Kürdistan’daki devrimci adımların desteklenmesine de imkân vermiştir. Güney Kürdistan sınırlı birkaç çatışmayla sükûneti korusa da, genelde gergin bir siyasal ve askeri ortam hep var olmuştur. Bağdat yönetiminin tehditleri karşısında gösterilen birlik ve direniş tutumu tüm Kürt halkını olumlu etkilemiştir.
Yurtdışında, özellikle Avrupa’daki Kürtler 2012 yılında daha aktif ve mücadeleci olmayı başarmışlardır. Kürt halkının ve Özgürlük Devriminin temsilciliğini daha güçlü yapar hale gelmişlerdir. Özellikle Kuzey Kürdistan’daki savaşın ve Rojava’daki devrimin halk üzerinde heyecan yaratıcı etkisi olmuştur. Bu gelişmeleri desteklemek için de yurtdışındaki halkımız büyük çaba harcamıştır. Özellikle geliştirilen imza kampanyası ve özgürlük nöbeti “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” kampanyasına büyük güç katmıştır.
2012 yılının en aktif ve hareketli halkının Kürtler olduğu tartışmasızdır. En zor koşullarda verilen bu özgürlük mücadelesinin, teorik ve pratik bakımdan tüm insanlık için yeni bir umut ve heyecan kaynağı olduğu ortadadır. Herkes Ortadoğu’nun en dinamik halkı olarak Kürtleri, hareketi olarak da Kürdistan Özgürlük Hareketini görmektedir. 2012 yılı bu gerçeği daha da perçinlemiştir.
Elbette böyle zorlu bir mücadele basit ve bedelsiz olmamıştır. Acı, kan ve gözyaşı bütün yıla damgasını vurmuştur. Kürt halkı en değerli ve bilinçli evlatlarını böyle zorlu bir mücadele içinde şehit vermiştir. Ama bunların karşılığı da yaşanan gelişmelerle alınmıştır.
Bu temelde 2012 yılının kahraman şehitlerini saygıyla anıyor, tüm halkımızın yeni yılını kutluyor ve 2013 yılında özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese başarılar diliyoruz!..
Selahattin Erdem
Yeni ÖzgürPolitika
- Ayrıntılar
Devletler kirli yapılardır. Kirli yapılar olmalarının en temel nedenlerinden bir tanesi halkların ceplerinden varsa biriktirdikleri birkaç şeyi zoraki çalmalarıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin devlet olmanın en büyük özeliği halkların cebinde bulunanları çalma özelliğidir. Hangi devlet daha çok sınırları içerisine aldığı halktan zoraki para topluyorsa o devlet büyük devlet oluyor.
Örneğin tabiat ananın insanlığa bahşettiği bir su vardır. Ancak büyük devletler bu suyu parayla hem de önemli bir yekûnla tabiat ananın karşılıksız verdiğini insanlara satarlar.
Orman tabiat ananın insanlığa bahşettiği başka bir zenginliktir. Ancak ormanı kesip odun haline getirerek, ya da başka bir şekle getirerek insanlığa satarlar.
Tabiat ananı bize bahşettiği güzel ve bol oksijenli coğrafyaları vardır ancak bu kirli devlet yapıları onları ziyaret etmemiz karşılığında ellerini ceplerimizin derinlerine bırakarak biriktirilen birkaç kuruşa da öyle el koyarlar.
Biz hiç denizlere girerken suya girme paralarından bahsetmiyoruz. Doğal gaz faturalarından söz açmıyoruz. Elektrikten hiç konuşmuyoruz bile. Böyle konuşmadan geçtiğimiz o kadar çok şey var ki buna rağmen devlet yakamızı bırakmıyor. Ümüğümüzü sıktıkça sıkıyor hatta ümüğümüzü sıkmayı kendisine ait bir marifet biliyor.
Bu devlet öyle kirli bir yapıdır ki bizim istemediğimiz halde bizim adımıza birilerine savaş bile açabiliyor. Hiç haberimiz yokken, hiç istemezken bir de bakmışız ki etrafımızda birçok komşu halkla düşman oluvermişiz. Sadece düşman olmamışız, aynı zamanda milyarlarca para harcanarak silahlar alınmış ve bize yakın olan komşu insanlarımız hedef haline getirilmiştir.
Tuhaftır ama halkları katledecek silahlar alınırken yine ceplerimize el atılıyor, yine çoluk çocuğumuzun nafakatından keserek devlete vermişizdir. Daha doğrusu devlet zoraki vergi diye almıştır.
Örneğin askerlik için de mesele böyledir. Milyonluk ordular salt bize yıllarca komşu olan insanları öldürmek için kurulur, donatılır, beslenir. Evet, doğru anladınız milyonluk ordular bizim cebimizden çıkan vergilerle beslenir, kuşanır ve insan öldürmeye gönderirler.
Bunlar yetmez bizi askere zoraki alırlar. Sonrada başka halkların kurtuluşu için mücadele edenlere hakaretler yağdırarak “vay çocuk kaçırıyorlar” diye figanı feryat ederler.
Milyonluk orduya gönüllü katılan kaç kişi vardır dersiniz? Ya da soruyu farklı bir şekilde soralım, birkaç faşist ve ırkçı dışında ve tabii birde birkaç para kazanan militaristin dışında gönüllü olarak orduya giden kaç kişi vardır? Ya da TC ordusuna kaç kişi gönüllü gidiyor diye daha somut bir soru soralım?
Vereceğimiz cevap, gönüllü olarak TC ordusuna gidenlerin sayısı sıfır oranına yakın bir sayıdır. Çünkü kimse durduk yerde gidip birilerinin çıkarları için canını vermek istemiyor, istememekten de haklıdır.
İnsanların askerliğe gitmeme istemini bilen devlet daha doğrusu TC devleti insanların cebindeki parayı nasıl daha fazla alırım hesabının peşinde koşuyor.
Örneğin:
“Milli Savunma Bakanı Yıldız, 15 Aralık 2012 tarihinden bu yana bedelli askerliğe başvuranlardan, 2 milyar 4 milyon 780 bin lira gelir elde edildiğini söyledi
Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, bedelli askerlik için 69 bin 320 bin yükümlünün başvurduğunu ve bugüne kadar 2 milyar 4 milyon gelir elde edildiğini söyledi” haberinde gördüğümüz gibi binlerce insan açıkça askere gitmek istemediğini söylüyor. Binlercesi söyleyemiyor çünkü kendisini askerlikten azade edecek parası yoktur. Ordunun ve de ordu çalışmalarıyla ilgili olanlar ise daha fazla halkın cebinde para çıkarmak için bildikleri tüm kirli oyunlara başvurmaktan geri durmuyorlar.
Sözü çok fazla uzatmadan, özgürlük savaşçılarının kendi halkından aldığı birkaç kuruşu –ki bu bir devlet için deveden kulaktır-her gün işleyerek, “bu kadar para topluyorlar, bu kadar para kazanıyorlar” diyerek özgürlük savaşçılarının kendilerince anti propagandasını yaparlarken, devlet denilen kirli aygıt durduğu yerde vergiler adı altında bunlar yetmedi mutlaka bir yolunu bulup halkın cebindeki birkaç kuruşu almaktan geri durmadan günlük olarak hırsızlık yapıyor.
Evet, yeniden söyleyelim devlet ve devletler kirli yapılardır. Kim ki devletin cazibesine kapılıp büyük devlet olmak peşinde koşmaya yönelmek isterlerse o ya da onlar kesinlikle en büyük hırsız ve en büyük ahlaksızdırlar.
Nedeni açıktır, insanlık tarihinde devlet yapıları kadar kirli ve ahlaksız herhangi bir yapı bu güne kadar icat edilmiş değildir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Türkiye basınında hatta kimi politik çevrelerde-bunlar özgürlük savaşına karşı olan kesimler olduğunu hemen peşinen belirtelim-“dağa çıkardım” sevdası gelişmiştir.
Bir müddet önce Mümtazer Türköne: “Anadilimi yasaklasalar bende dağa çıkardım” demişti. Şimdi ise Akepe hükümetinin ağır toplarından olan Bülent Arınç: “ben de aklıma gelse dağa çıkardım” deyi verdi.
Bu sözleri sarf edenler ne yazık ki dağa çıkmanın, silaha sarılmanın, direnmenin hatta hızlarını alamayarak Che tarzı gerillacılığın zamanının geçtiğini söyleyenlerdir de.
Biliniyor, Che gerillacılığın en tanınmış simasıdır. Belki çok uzun bir süre Che gerillacılıkta yapmamıştır. Ancak gerillacılığa en içten, zulme ve baskılara karşı bir direnme tarzı olduğuna inanmış olan biridir. Boşuna “emperyalizme karşı yegane direniş kültürü gerillacılıktır” dememiştir.
Kürdistan’da da gerillaya çıkışlar, yani dağa çıkışların da bir nedeni vardır. Öyle kimse istediği için dağların doruklarına çıkmıyor. Zor şartlarda, en ağır yaşam koşullarına boşuna direnmiyor. Dünyanın egemenlerinin neredeyse topu onlara düşmanlık ederken onlar boşuna dağların doruklarında direnmiyor, tek bir adım geri adım atmadan boşuna “inadına direniş” diye haykırmıyorlar.
Hatta Che’nin o meşhur olan sözünü: “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” dillerine alarak ölümlere kafa tutarak, ölümlerle alay ederek, ölümlerin üstüne gitmiyorlar.
Evet, Kürdistan’da iş olsun diye kimse dağların doruklarına çıkmıyor. Her dağa çıkanın bir öyküsü ve hikayesi vardır. “İnsan, biyolojik değil, biyografik bir varlıktır. Bir kişi olmak, anlatılacak bir hikâyeye sahip olmaktır. Benlik her zaman anlatısal bir yapıdır.” “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir.”
Ne var ki Kürt halkının ve onların evlatlarının bir kişi ve bir benliklerinin olduklarını görmek istemeyenler, onların tüm hikayelerini söndürmek için ellerinde gelen her şeyi geçmişten yapmaktan geri durmadılar, aynen bugün durmadıkları gibi.
Kürtlerin anadilleri dün yasak olduğu gibi bugünde halen eğitim dili olarak -bırakalım görülmeyi -bir sürü hakaretlerle karşı karşıya kalıyor. Hatırlayanlar bilir Bülent Arınç’ın kendisi her ne kadar sonradan söylediklerini geri çekse de;“Kürt dili de medeniyet dili midir?” diye küçümseyici ve horlayıcı yaklaşımlarda bulunmuştu.
Ancak Hz. Ali’nin o meşhur sözüyle cevap verecek olur isek: “söz ağzınızda iken o sizin kölenizdir, ancak söz ağzınızdan çıkmış ise siz onun kölesisiniz” misali artık söylenenler sizin zihniyet yapınızı ele verir. Derler ya “fikri ne ise zikri de odur” diye, aynen öyle.
Yukarıda zikrettiğimiz kişilikler “dağa çıkma” edebiyatı yaparlarken hep geçmişte Kemalist devletin yaptıklarını, Dersim’i ve özelde de 12 Eylül faşist cuntanın uygulamalarını örnek vererek “bende dağa çıkardım” demektedirler.
Dikkat edilirse dilleri geçmişlidir. Yani “Kürtlere geçmişten Kemalistler çok kötü şeyler yaptılar ve onların gençleri de bunun için dağa çıktılar” gibisinden gerekçeleri sıralarlar.
Hiç şüphe yoktur ki Arınç ve diğerlerinin söyledikleri hepsi doğrudur. Belki az da dille getiriliyordur. Ancak Kemalistlerin yaptıklarını bugün Yeşil Türkçüler bu kez yapıyorlar. Başka bir kavramlaştırmayla, Yeşil Türkçü Faşistler yapıyorlar.
Kürtlerin anadilleri serbest mi? Serbest ise mahkemelerde yaşanan sorunlar nedir? Serbest ise Kürtlerin anadilde eğitim istemlerine “hayallerinde göremezler” sözleri ne anlama geliyorlar?
Kürtlerin isimleri, dağları, şehirleri, coğrafyası derken tüm adlandırmaları yasaklandı. Şimdi ise daha dün Erdoğan “Roboski demeyin Uludere” deyin diyerek aynısını uygulamıyor mu?
12 Eylül faşist cuntası binlerce Kürt direnişçiyi tutuklattı. Şimdi ise Akepe 10 binden fazla kürdü hem de silahlı direnişe bulaşmamış, evinden barkından olan siyasetçiyi, sivil toplumcuyu, sendikalıyı, öğrenciyi, genci, feministi, kadını, anayı derken imamları içeriye atılmıştır.
Diyarbakır zindanlarında Kürt gençlerine işkenceler yapıldı, tecavüzler yapıldı. Şimdi ise Pozantı’da erkek çocuklarına, Siirt Pervari’de YİBO’larda kız çocuklarına tecavüz ediliyor.
Evet, dün olduğu gibi bugünde Kürtlerin ve onların evlatlarının dağa çıkacakları çok gerekçeleri vardır. Günlük olarak olup bitenlere, TC devletinin TV ekranlarına birkaç dakika bakarak TC devletinin Kürdistan’da kullandığı biber gazını, tazyikli suyunu bu sonbaharın dondurucu ortamında bakmak, dağa çıkmaya yeter de artar da.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan'da hakim olan eğitim ve kültür, Türk ulusunun çıkarlarına hizmet eden sömürgeci eğitim ve kültürdür.
Kürdistan ulusal gerçeğini yok etmeyi amaçlayan, bireyi emeğine, halkına ve ülkesine karşı yabancılaştıran, şoven Türk milliyetçiliği temelinde geliştirilen sömürgeci Türk eğitim ve kültür politikası, Kürdistan'da geniş mali, kadro ve kurumsal olanaklara sahip olup, düşünen kesim üzerinde hemen hemen hakimiyet kurmuştur.
Bu politika, özünde sosyal, ekonomik ve siyasal sömürgeciliği, beyin ve davranış alanında tamamlamaya, yani beyinsel sömürgecilikle tamamlamaya dayanır. Birçok ülkede bir avuç aydın tarafından başlatılan ulusal kurtuluş mücadelesinin, bizde yüz binlerle ifade edilebilen sözde bir aydın kesimine rağmen başlatılamamasının sebeplerinden birisi de, bizdeki beyinsel sömürgeciliktir.
Objektif planda ekonomik, sosyal ve siyasal alanda geliştirilen sömürgecilik, subjektif planda ülkenin düşünen beyinlerine meşru ve kabul edilebilir bir düzen biçiminde yansıtılabilirse, böyle bir sömürgeciliği dünyada hiçbir güç yıkamaz. İşte, Kürdistan'da, Türk eğitim ve kültür politikasının peşinde koştuğu gerçek budur.
Kürt kültürü, çeşitli halk kültürlerinin birikimi üzerinde ve uzun bir tarihi süreç içinde güçlü bir şekilde oluşmasına rağmen, siyasal, ekonomik ve kurumsal bir desteğe dayanmadığından, adeta sarp dağlarda susuz, sert rüzgarlar ve kavurucu sıcaklar altında tomurcukları gelişemediğinden bodurlaşan ve çiçeklenemeyen bir bitki gibi, gelişemeden kaldı.
…
Başka sömürgelerde, örneğin zengin uluslar olan İngiliz ve Fransız sömürgelerinde bile görülmeyen, ama Kürdistan'da bol ve çeşitli olan "eğitim kurumları", diğer bir deyişle "kişiliksizleştirme kurumları", bu amaçla açılmışlardır. Eğer bu amaçla çelişirse, bu okullar bir günde kapatılır. Bunun da gösterdiği gibi amaç, üIke halkını eğitmek ve uygarlaştırmak değil, Türkleştirmek ve uşaklaştırmaktır.
***
Buraya kadar okuduğunuz ve çok güncel bir sorunun köklerinin nerede aranması konusunda geniş bir perspektif sunan bu tespitler PKK’nin ilk manifestosunda yer alıyor. “Kürdistan Devriminin Yolu” ismiyle 1978 yılında Serxwebûn dergisinde yayımlanan ilk manifestoda.
Birçok dersin çıkarılabileceği bu tespitlere ilişkin biz de biraz çözümleme yapabilmeliyiz.
Özellikle yapılan tespitlerde en can alıcı nokta olan, “Türk sömürgeciliğinin meşrulaşma” iddia ve mücadelesinin bugünkü durumunu tespit etmek oldukça önemlidir.
Hiç şüphesiz sömürgeciliğin beyinlerde kendini meşrulaştırması sorununu ele alacaksak, sömürgeciliğe karşı duruşumuzu da gözden geçirmek zorundayız.
Sömürgeciliğin ne olduğunu biliyor muyuz?
Sömürgeciliğe bakışımız nedir?
Sömürgeciliğin yol ve yöntemleri karşısında bilinç düzeyimiz yeterince gelişmiş midir?
Sömürgeciliğin meşrulaşmaması için neler yapılmıştır? Yapılanlar yetmiş midir?
Fakat ve en önemli soru şu olmalı:
Kürdistan’ın bir sömürge ülke olduğu ve Kürt halkı olarak sömürüldüğümüz konusunda ikna mıyız?
Bu sorulara içten ve samimi cevaplar vererek kendimizi ve Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’daki pratiklerini objektif görme imkanına kavuşabiliriz.
Kürdistan sömürgedir tespitine dayanarak 40 yıldır aktif mücadele sürdüren PKK’ye gönül vermiş halkımız sömürge tanımına pek yabancı değil denilebilir.
Yine de küçük bir sözlük bilgisini paylaşmakta zarar yok;
Sömürgecilik: “Genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik.”
Yukarıdaki klasik sömürge tanımı içinde en önde gelen husus sömürgenin siyasi ve ekonomik olarak yapılıyor olmasıdır. Sömürgeci ülkeler genelde sömürmek istedikleri ülkelerde kendi siyasetini destekleyecek bir siyasi gelenek yaratmak ve ekonomik olarak kendisini besleyecek kaynaklara yönelmek dışında aktif bir duruş sergilememişlerdir. Fakat bunu başarmanın sadece bu alanlardaki politikalarla elde edilemeyeceğinde ikna olunduğunda sömürülen ülkenin halklarına yönelik din, dil ve kültür sömürüsü yapılmaya başlanmıştır.
Pek tabii sömürgeleştirilen ülke ve halklar adına en büyük tahrip kültür ve dil alanında yaşanmıştır.
İlk manifestoda iki tip sömürgeciliğin varlığına dikkat çekilir.
Birincisi, insan emeği üzerinde, daha çalışma safhasında iken kurulan ve bireylerden tek tek sızdırılan fazla emeğin gerçekleştirdiği artı-değer sömürüsüdür. İkincisi, halkların emekleri karşılığında biriktirdikleri ve üretim araçları, nakit, ürün gibi servet biçiminde yoğunlaşan emeğin gaspına dayanan artık değer sömürüsüdür.
Birinci tip sömürü, birey üzerinde iç zora dayanan sınıf egemenliğinin kurulmasına yol açarken; ikinci tip sömürü, halklar üzerinde dış zora dayanan yabancı egemenliğin kurulmasına yol açar.
Sınıf egemenliğinin esas amacı birey emeği üzerinde sömürüyü gerçekleştirmektir. Dil, kültür açısından tahripkar bir rol oynamaz…
Yabancı egemenlik ise, üzerinde uygulandığı halkın salt maddi değerlerini gasp etmekle kalmaz; dil, kültür ve örgütlenme alanında katettiği başarıları da ortadan kaldırmaya çalışır. Bunu, halkların servetini talan ederken direnmelerini yok etmek ve onları pasif, direnmesiz, talan biçimine dönüştürülmüş sömürüye açık hale getirmek için yapmak zorundadır. Bundan dolayı yabancı egemenlik, üzerinde uygulandığı toplumu dağıtıcı ve tahrip edici bir rol oynar.
Fakat her iki sömürgeciliğin de en yoğun yaşandığı alanların başında gelen Kürdistan’da sömürgeciliğin varlığı inkar edilir.
Kürdistan’ın sömürge olduğu gerçeği Türk devlet geleneğinden demlenmiş her türlü düşüncede yer bulmaz. Bu gerçek yer bulamadığı gibi böyle olmadığını ispatlama adına uzun yıllar boyunca oldukça gülünç ve saçma “kart kurt”, “dağlı Türk” teorileri geliştirilebilinmiştir.
Varlığı dahi kabul edilmeyen bir halkın, içinde yaşadığı statü de önem arz etmediğinden Kürdistan’ın sömürge olduğu düşüncesi bir türlü kabul edilmemektedir.
Resmi devlet görüşü bu yönlü gelişirken, resmi tarihe göre yetişmiş tüm kesimler klasik sömürge tanımına atfedilen suni bir noktaya takılarak Kürdistan’ın sömürge ülke olma gerçeğini yadsımışlardır.
Bu tanıma göre “Kürdistan “başka” ve “farklı” bir ülke olmadığından sömürge durumu da mümkün değildir”. Devamla bu kesimler “aynı ülkede yaşayan insanlar birbirlerini sömürgeleştiremezler” iddiasında bulunmaktadırlar.
Nitekim bu düşünceler günümüzde bile halen oldukça revaçtadır. Milliyetçi, faşist düşüncelerin bu yönlü pervasız yok sayma zihniyeti sözde demokrat, liberal çevrelerde de oldukça yaygın rastlanır bir durumdur.
Kürtlerin haklarını savunduğunu iddia eden birçok liberal demokrat kesim halen Kürtlerin sömürge olduğu gerçeğini, Kürdistan’ın ayrı bir yurt, vatan olduğu gerçeğini kabul etmemekte diretmektedirler.
Kürtlerin haklarını savunma adına söylenen her söz ve içine girilen her türlü davranış ve eylemde egolarla bezeli bir “minnet” duygusunun varlığı, yine Kürtleri küçümseyen, akıl vermeye çabalayan, zaman zaman azarlayan söylemlerin açığa çıkışı tamamen bu sömürge bakışıyla bağlantılıdır. Çünkü bu kesimlere göre Kürtler ikinci sınıfı aşabilecek yetkinliğe sahip bir halk değildir. Yüzyıllarca Türk, Arap ve Fars milletlerine uşaklık yapmış, uşaklık ve hizmetçilik dışında herhangi bir misyon sahibi olamayacak kadar düşük bir millettir.
En bariz soykırım politikaları, katliamlar karşısında bile Türk toplumu içinden güçlü refleksler gelişmiyorsa, bunda, bu düşüncenin azımsanmayacak bir etkisi bulunmaktadır.
Tabii bu kesimler böyle değil dediklerinden Kürdistan’ın sömürge durumu ortadan kalkmıyor. Bu denli hoyratça düşüncelere rağmen Kürdistan’da sömürgeci devlet varlığı bakan ve gören herkes için çok açıktır.
Türkiye cumhuriyetinin kuruluşu amacıyla imzlanan tüm uluslar arası anlaşmlarda zaten “Kürtlerin inkarı ve asimilasyonu” bir amentü ve değiştirilmez ilk ve tek madde olarak kabul edilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşu anlaşmalarına birinci dereceden temsilci olarak katılan İnönü’nün “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelik, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” sözleri bu amacın ilanıdır.
Bu söz ve amaç üzerinden Kürtlere karşı başlatılan savaş sonucunda askeri anlamda işgal edilen bir ülke toprağı oluşturulmuştur. Askeri harekatlar, operasyonlar, katliam ve soykırım denemeleri Kürdistan üzerinden günümüze kadar devam etmiştir.
Ekonomik olarak tüm yer altı ve yer üstü kaynakları devlet çıkarı için kullanılmış, cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan Kürt dili ve kültürü üzerinde insanlık dışı yasaklar eksik olmamıştır. Günümüzde dahi bir halkın dili pazarlık konusu yapılmakta, Kürtçe, devlet eliyle deforme edilmekte TRT 6 gibi Kürt kültürünü Kürtçeyle katleden ucube sistemler geliştirilmektedir. İslamiyet Kürtleri sömürü aracı haline getirilirken, Sünni İslam dışında kalan tüm farklı inançlara yönelik faşizan, ırkçı saldırılar, linç kampanyaları düzenlenmeye devam etmektedir. Kürtlerin kendi iradeleriyle kendi adlarına siyaset yapmaları, kendilerini yönetmelerini engellemek için Türk devleti tüm imkan ve olanaklarını devreye koymaktadır. Buna karşı gelen, sesini yükselten herkes artık tamamen bir ahlaki örgü olarak kamuoyuna lanse edilen “terörist” damgasıyla toplumdan izole edilmektedir. Ve neredeyse cumhuriyet tarihi boyunca bu yaklaşım ve politikalar ilk günkü amaca hizmet eden bir içerikte kalmıştır.
Bu ve daha birçok nedenden ötürü evet, tüm sömürge tanımlarına göre Kürdistan sömürülen bir ülke, Kürt halkı da sömürgeleştirilmiş bir halktır. Kürdistan, dört parçasıyla hem bölgesel gericilik hem de uluslararası gericilik tarafından sömürülmektedir.
Bu gerçeklere rağmen düşmanına sevdalı, sömürgecisinin eğitim sistemine, kültürüne, yaşam tarzına imrenen bir Kürt gerçeğinin yaratılmış olduğunu da görmek gerekiyor.
Bu anlamıyla Kürtleri Türkleştirme operasyonu Kürdistan’da belli boyutlarıyla başarıya ulaşmıştır. Artık orijinal Kürt kültürünü, Kürt dilini sahiplenmek, Kürt gelenek ve yaşam tarzıyla yaşamak, bunu gelecek nesillere aktarmak için yapılanlar maalesef sömürgeciliğin hızına yetişmekte zorlanmaktadır.
Her ne kadar Kürdistan’da siyasi alandaki sömürgecilik, askeri anlamdaki işgal karşısında belli bir bilinç ve anlayış gelişmiş olsa da özellikle kültür ve dilin sömürgeleştirilmesi, yine sömürgeciliğin beyinlerde meşruluk kazanması konularında belli bir zayıflığın olduğu çok net görülebilmektedir.
Siyasi ve askeri anlamda görünün yüzüyle düşman Kürtlerde ciddi bir tepki geliştirmekle birlikte yavaş yavaş, adeta bünyeye yayılan bir zehir gibi etkinlik kazanan düşünsel sömürgeciliğe gerekli karşılık verilememektedir.
Türk ırkçılığının amentüsü olan “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” çerçevesinde oluşturulan eğitim sisteminin rolünü düşünsel sömürünün temel nedeni olarak ele alabiliriz. 40 yıllık mücadeleye ve tüm gerçeklere rağmen halen Türk okullarında gelecek edinilebileceğine duyulan inanç, Kürdistan’ın tüm okullarında Türkleşmek için verilen çaba ise bambaşka bir değerlendirmeyi gerektiriyor.
Bir döneme kadar şiddet, kandırma, zor, tehdit ve şantajla zorla Kürtlere aşılanmaya çalışılan bu ırkçı düşünceler artık birçok Kürt ailesi ve genci için gönüllü ve hatta meşru görülen bir durum haline gelebilmiştir.
Ama gerçek bu değildir.
Birkaç nesil, hatta onlarca nesildir düşmanlarımızın, işgalcilerin, sömürgeci devletlerin egemenlikleri altında yaşıyor olsak da burası Kürdistan topraklarıdır. Kürt halkının vatanıdır Kürdistan.
Sokak başında rastladığınız polisler, askerler, özel savaş valileri, kaymakamlar, okullarda, camilerde gizlenmiş asimilasyon güçleri, siyasi partiler, televizyonlar, haber kanalları, gazeteler, internet siteleri, Kürdistan’a ait değiller.
Çok iyi bilinmelidir ki devlete ait olan, devleti temsil eden her güç Kürtlerin katledilmesi, yok sayılması, inkar edilmesi, sömürülmesi için eğitilmiş düzen bekçileridir. Bunlar, devletin tüm silahlarıyla bizi sömürgenin, katliamın, soykırımın, asimilasyonun meşru olduğuna ikna etmeye çabalıyorlar.
Amaç beyinlere yerleşerek dilini, kültürünü, şarkısını, geleneklerini unutan, Türklüğü ilelebed Kürdistan’da hakim olacak bir güç gibi gören bir zihniyet yaratmaktır.
Fakat buna karşı mücadele de bu iddia var olduğu sürece devam edecektir. 1978 yılında yayımlanan manifesto gerekli mücadele alanlarını da kısaca özetliyor:
“Sömürgeci eğitim ve kültür politikasına karşı mücadelede bugün kavranılması gereken esas halka, ulusal inkarcı düşünceyi yıkmak;
Sömürgeciliği meşru ve katlanılabilir bir rejim olarak göstermek ve bazı reformlarla düzeltmek isteyen reformist küçük-burjuva milliyetçiliğini teşhir ve tecrit etmek;
Feodallerin ve aşiret reislerinin ihanet dolu tarihleri yerine, halkımızın direnme tarihini araştırmak, öğrenmek ve yaymak;
Sömürgeci burjuvazinin yoz yaşamı geliştiren sinema, spor ve televizyon kanalıyla yaydığı kültüre karşılık dünya halklarının ve halkımızın ilerici kültürüne sahip çıkmak olmalıdır.”
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Demokrasinin en güzel tanımı kesinlikle yetkilerin çok geniş bir çevreye dağıtılmasıdır.
Demokrasi kavramının Demos ve Krasi kelimelerinden türetildiğini bugün biliyoruz. Demos halk, Krasi ise yönetim manasına geliyor. Halk yönetimi olarak bunun için çokça ifade edilir. Demokrasi.
Ancak bugün yine biliyoruz ki Yunanistan’da var olan Demoslarda ilhamını alan demokrasi kavramı bizim çokça dile getirdiğimiz demokrasiye ile özdeş değildir. O zamanın Yunanistan’ında kadınlar yaşamın dışındadırlar. Yine kölelerin seçme hakları yoktur. Özgür yurttaşlar ise sadece ve sadece yunan polislerinde yani şehirlerinde yaşayanlar olabiliyorlar.
Yinede Yunanistan’da gerçekleştirilmiş olan eksik demokrasiyi küçümsememek gerekiyor. Hele hele o yıllarda başka alanlarda olup bitenlere bakınca bunun kıymeti daha iyi anlaşılıyor.
Demokrasi kavramı yıllar yılı peyderpey halkların, aydınların derken var olanı kabul etmeyen, despotlara karşı direnişlerle gelişme göstermiştir.
Örneğin Magna Charta anlaşması esasta kral ile Vasal’ları arasındaki ki bir yetki dağıtılması ya da kralın tek başına her şeye karar verme yetkisinin kısaltılmasıdır.
Demokrasi kavramına en ileri düzeyde katkıda bulunan bir isim ise Charles-Louis de Secondat Montesquieu’dir. Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. 20 yıl üzerinde çalıştığı “De l'esprit des lois” adlı kitabında yasama, yürütme ve yargı'yı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır. Montesquieu 1689-1755 yılları arasında yaşamış bir Fransız filozofudur. Unutulmamalıdır ki o yıllar mutlakıyetin gerçekten de tam mutlak uygulandığı yıllardır. Yani birinin ağzından çıkan adeta herkesin yaşamını belirleyebilmektedir. Ancak bu yıllar aynı zamanda hemen Fransa’nın yanı başında İngiltere’de devrimlerin doludizgin yaşandıkları yıllardır da.
İşte bu yıllarda Montesquieu mutlak iktidarın ne kadar tehlike arz ettiğini görerek “Kuvvetler ayrımı ya da ayrılığı” kuramını geliştirmiştir. Bu kurama göre yargı, yasama ve yürütme birbirinden bağımsız olmalı, birbirini denetleyerek tekleşmeyi engelleyerek mutlak hükmedeceklerin önünü almalıdır.
Yıllar yılı Montesquieu’nin bu kuramı kabul gördü ve demokrasi kavramı kullanıldığında kesinlikle güçler ayrımına bakıldı. Tabii daha sonraları basın özgürlüğü, hoşgörü, cinsler arası eşitlik, insan hakları, kadına karşı pozitif ayrımcılık, ekolojiyi koruma, azınlıkları koruma derken birçok değer demokrasinin içine alınarak demokrasi kavramı daha da geliştirildi.
Artık o eskide Yunanistan’da bilinen ve uygulanan demokrasiye bugünün demokrasi kriterleri benzemiyorlar. Bugünün demokrasi kriterleri bir hayli ilerleme kaydetmiştir.
Ancak ne var ki ata erk karakter her zaman tüm erki elinde toplamak için can atmaktan bir türlü vazgeçememektedir. Fırsat bulur bulmaz tüm erki eline almak için her şeyi yapmaktadır. Dünyamızda çokça bilinen despotik rejimler ya da darbelerin tüm ortak özelliği iktidarı tek elden toplayarak hem savcı, hem hakim ve hem de infazcı olma dürtüsüdür. Hem hakim, hem savcı ve hem de infazcı olmak demek tek kelimeyle faşizmdir. Tek kelimeyle kendini tanrı yerine koymadır.
Evet, ata erk ya da ataerkil karakterin her zaman eğilimi iktidarı tek elden toplama hastalığıdır. Ata erk yapılara sahip olanların temel karakteri çoğul sistemleri ret etmeleridir. Çoğulculuğu kabul etmemeleridir. Bu konuda en iyi bu karakteri Hitler ve Mussolini’nin sözleri ifade ediyor.
Örneğin:
Hitler:"Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez" demiştir.
Mussolini: "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" demiştir.
Erdoğan ise: “ya sev ya terk et” diyerek başka düşüncelere ve başka türlü yaşamak isteyenlere tahammül edemediğini göstermiştir.
Yine Erdoğan’ın “düşünmezsen yoktur” diyerek Hitler ve Mussolini’nin çok ilerisine geçtiğini de görüyoruz.
“Roboski demeyin Uludere” deyin derken de Hitler’i sollamaktadır.
“Kürt Sorunu Demeyin” derken de Mussollini’yi sağlamaktadır.
Ve tabii şimdi de “kuvvetler ayrılığı hikayesi var ya” diyerek temel dürtüsünün ne olduğunu tüm dünyaya alenen duyurmuş oldu.
Şimdi bakalım “demokrasiye gönül verdik” diyen Erdoğan’ı kim kurtaracak? AKP içerisinde birçok kurmayın şimdi Erdoğan esasta “ne demek istediğini” açıklamaya çalışacak. “Yok demek istediği şuydu” diyecek.
Biz AKP kurmaylarına bir şey demeyeceğiz. Ne yapalım elin ağzı çuval değil ki biz onların ağzını bağlayalım misali AKP’nin ağzı ve çuvalı kendisine. Ama bizim meramımız Türkiye’de demokrasiye az da olsa inananlara.
“Kuvvetler ayrılığı hikayesi var ya ”nın ne demek olduğunu artık siz karar verin.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Faşizm, tek kelimeyle tekçi ve yekçi zihniyettir.
Daha geniş tanımlayacak olur isek: “Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğretidir.”
Kimisi: “FAŞİZM: Kapitalist döneme özgü ulus-milliyetçiliğini şoven ve ırkçı düzeyde bir araç olarak kullanan, her şeyin temeline ulus-devlet ideolojisini koyarak toplumun tüm gözeneklerine nüfuz eden totaliter, demokratik teamüller karşıtı ve her türlü şiddeti mubah sayan bir diktatörlük rejimi” diyor.
"Tek şef, tek parti, tek devlet" anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir. İşçi de işveren de, sermaye sahibi de emekçi de "Üretimciler Birliği" içinde bir aradadırlar, işçilerin ayrıca örgütlenip ağırlığını duyurması yolu tıkalı bulunduğundan, bu sistem içinde işçilerin susması ve büyük sermayenin isteklerine göre ekonomiye yön verilmesi sağlanmış olmaktadır. Sınıflar arası çatışmanın yerini ulusal birliğin alması amacına böylece ulaşılmaktadır.” Türkiye şahsında ele alacak olursak buna birde İslam’ın suni yorumunun hakim kılınmasını da eklemek gerekecektir.
Türkiye’de Akepe öncülüğünde yıllardır adım adım geliştirilen bilinen faşizmin ötesinde bir faşizmdir. Öyle sadece “tekçilikle” yetinen bir faşizm de değildir. “Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet dedik” diyen bir Akepe ve RTE’si vardır ancak kesinlikle bununla sınırlı kalan bir Akepe ve RTE yoktur.
Faşizmin ulusçuluğu daha doğrusu ırkçılığı kendisine ülkü edindiğini az çok biliyorduk. Ne de olsa biz bunu Hitler Almanya’sında yapılanlarda, söylenenlerde çokça gördük ve duydukta. Kendilerini Aryen ve seçkin gören Nazi faşizmi Yahudileri insanlık sıralamasında “köpeklerin” bir kademe önüne koyduklarını da biliyoruz. Irkçılıkları bu kadar derin ve insanlık dışıydı.
Ancak Akepe ve onun başındaki RTE’nin faşizmi kesinlikle Hitler faşizminden çok daha insanlık dışı ve kirlidir.
Örneğin Mussolini’nin, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" derken, Akepe ve RTE muhalefet edebilecek ne kadar güç varsa bir bir teslim alarak, teslim olmayanları da tasfiye ederek yol aldığını hepimiz görüyoruz.
Yine Hitler'in:"Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez" sözüne uygun olarak tüm bakanlarını saldırı pozisyonda tutarak, hakaret etmelerine teşvik etmektedir. Başka da “marangoz hatası” sonucu oluşmuş bir İNŞ’i niye ısrarla halkların üstüne sürsün ki?
Ancak hem Hitler’i, hem Mussolini’yi, hem Salazar’ı, hem Pinochet’i, hem Saddam’ı, hem Batista’yı, hem Franco’yu hem de kesinlikle Kenan Evren’i aşan bir RTE’yle karşı karşıyayız.
Örneğin en son olarak BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına dönük rahatsızlık gösteren kimi bölge milletvekillerine söyledikleri kesinlikle faşizmin en yeni biçimidir. Yani Neo Faşizmdir. Tekçilik faşizmdi. Ancak artık RTE bırakalım tekçiliği, beğenmediğini yok sayıyor, “görmeyin” diyor. “Silin” diyor. “KÜRT SORUNU DEMEYİN” hatta kendisini tutamayarak 28 Aralık 2011 günü Roboski’de katledilen 34 insanın katledilmesi olayına atfen “Roboski olayı” demesine karşı çıkarak, “Uludere” demesini istemesi tek kelimeyle RTE’nin yaşadığı faşizmin dozajıdır. Ve bu faşizmin dozajı ise Neo Faşizmdir.
Artık Neo Faşist Akepe ve RTE’ye karşı Türkiye’nin tüm duyarlı ve onurlu insanlarını mücadele etmeye davet ediyoruz.
K. Nuda
- Ayrıntılar
“Kürtleri korumak için de PYD’ye karşı çıkıyoruz diyor “Komşularla Sıfır Problem” bakan.
Davutoğlu’nun bu cümlesini duyunca “Kürt sorunu o kadar önemli bir sorundur ki Kürtlere bırakılmayacak kadar önemli” diye on yıllarca sömürgeciler tarafından sarf edilen sözler aklıma geldi.
Sömürgeyi: “Bir devletin kendi ülkesinin sınırları dışında egemenlik kurarak yönettiği ekonomik veya siyasal çıkarlar sağladığı ülke, sömürülen ülke, müstemleke, koloni” olarak tanımlıyorsak, sömürgeciyi ise işgal ettiği topraklara ilişkin kendisinden her şeyi söyleme, yapma, kaldırma, yasaklama, dayatma hakkını görmek olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Sömürgecilere ilişkin yapılan birçok tahliller yapılmıştır. En belirgin olarak öne çıkan tespitleri; buyurganlık, tepeden bakma, hor görme, küçümseme, kendini beğenmişlik, otoriter, ata erk, iktidarcı, bastırmacı, dayatmacı gibi sıralamak mümkündür.
Dünyanın neresine giderseniz gidin başka halkların topraklarını işgal edenleri kullandıkları söylemler aynıdır. Hep üsttendir. Hep belirleyen konumdadırlar. Kendileri özne işgal edilmiş toprakların insanları ise nesnedirler. Siz özne olursanız, hükmünüze aldıklarınızda nesne hale getirmiş iseniz çok doğaldır ki onların kendilerine ilişkin alacakları her türlü karar geçersizdir, yok hükmündedir. Ne de olsa işgal edilenlerin düşünce yapıları kıttır. Kıt olduğu içinde kendilerine dönük karar almaları her zaman yanlış ve eksik olacaktır. Hatta böylelerinin kendilerine dönük karar almaları çok tehlikeli olur. Tehlikeli olur çünkü aldıkları kararların çoğunu başkaları belirlemişlerdir. Yani sömürge insanının karar alma hakkı değil yetisi bile yoktur. Bu kadar bilinçten ve kendisi olmaktan yoksundurlar.
Yukarıda söylediklerimiz, sıraladıklarımız tipik bir sömürgecinin görüşleridir. Sömürgecilere göre kendileri dışında başkaları karar alma hakları yoktur. Çünkü karar hakkını tanrı sadece ve sadece sömürgecilere bırakmıştır.
Türk egemen zihniyet yapısında “sosyalizm gerekiyorsa onu da biz getireceğiz” hakim olan mantık tamda budur. Dediğimiz gibi dünyanın neresine giderseniz gidin egemenler, işgalciler yani sömürgecilerin en belirgin ortak özellikleri başka halkların karar haklarının olmadığını düşünerek onların yerlerine kendilerinin karar vermeleri gerektiği düşüncesi ve inanışlarıdır.
Dikkat edelim sözde oku okumuş, sözde prof unvanı almış ve hatta güya uluslar arası arenada akademisyen kimliği ile tanınan “Komşularla Sıfır Problem” bakanı “Kürtleri korumak için de PYD’ye karşı çıkıyoruz” diye bilmektedir.
Dünyada Kürtlerle en büyük sorun yaşayan devletin Türkiye devleti olduğu ve bu büyük sorunu Kürtlere yaşatanların başında da AKP faşist yapısının geldiğini herkes biliyor iken “Kürtleri korumak için de PYD’ye karşı çıkıyoruz” demek sadece ve sadece faşist bir sömürgecinin sözleri olabilir.
Daha dün Hakkari’de “Ya Sev Ya Terk Et” faşist anlayışını Erdoğan tüm Hakkarilere ve Kürtlere söylemişken “Kürtleri korumak için” sözleri çok ciddi bir ahlaksızlık eğer değil ise çok ciddi bir ahmaklık ve aymazlıktır.
Kürtler ise bu ahmaklığa ve aymazlığa karşı kendi dilleriyle mücadele etmesini bileceklerdir.
Mehmet Guyi
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukat ve yakınlarıyla görüştürülmemesi süreci beşyüz günü aştı. Kürt halkının deyimiyle beşyüz gündür İmralı’da “Ağırlaştırılmış tecrit ve işkence” uyugulanıyor. Beşyüz gündür Önder Abdullah Öcalan’ın düşünememesi, düşündüklerini konuşarak veya yazarak halka ve insanlığa ulaştıramaması için her şey yapılıyor. Bunun kanun ve ahlak dışı bir zulüm uygulaması olduğu açıktır. Kürt halkı ve insanlık tarihi benzeri bulunmaz bu zulüm uygulamasını asla unutmayacaktır.
Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümet sözcüleri tarafından ifade edilmektedir ki, Kürt Halk Önderi’nin kendisi görüşmek istememektedir. Avukat görüşünü yasaklamış olsalar da, aile görüşü önünde bir engel yoktur! Görüşmek için yakınları İmralı’ya gitmemektedir! Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan hiç kimseyle görüşmek istememektedir! Mevcut koşulları ve süreci görüşme yapmak için uygun görmemektedir.
Bu ifade bir boyutuyla elbetteki doğrudur. Geri çekildiğini ve görüşmek istemediğini Kürt Halk Önderi’nin kendisi açıklamıştır. İmralı’da bu anlamda eşsiz bir duruş ve direniş vardır. Ama neden ve neye karşı? Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan durup dururken avukatları ve yakınlarıyla görüşmekten çekilmemiştir. Elbette bunun nedenleri vardır. Yoksa Kürt Halk Önderi’nin kendisi “Sorunların görüşmelerle çözülmesini istediğini” defalarca ifade etmiştir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan İmralı’daki görüşmeleri durduruşunu iki nedene bağlamıştır. Bu nedenlerden biri siyasi, diğeri ise hukukidir. Siyasi neden olarak, Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi doğrultusundaki çalışmaları mevcut İmralı koşullarında yürütmeyi artık doğru ve sonuç yaratıcı görmemektedir. “Mevcut durum devlete de PKK’ye de zarar veriyor” demiştir. Yani barış ve sorunların demokratik çözümü doğrultusunda İmralı koşullarında yapılabileceklerin azamisi yapılmıştır. Bundan ötesi ancak İmralı koşullarının değişmesiyle yapılabilir. Bu da Kürt Halk Önderi’nin “Sağlık, güvenlik ve özgür çalışma koşullarının sağlanmasını” gerektirir.
Hukukî boyut ise, İmralı’daki görüşme koşullarıyla ilgilidir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı’da avukat ve yakınlarıyla yaptığı görüşmeler kameralarla izlenmekte ve dinlenmektedir. Dahası avukat görüşme yerinde görüşmeyi izleyen ve dinleyen bir devlet görevlisi bulundurulmaktadır. Bu görevli, “Ses kayıt memuru” gibi, ses kayıt cihazını masaya bırakmakta ve tüm konuşulanları kaydetmektedir.
Böyle bir uygulamanın demokratik hukukla bağdaşmadığı açıktır. Hatta bu tarz bir uygulamanın faşist hukukta bile yeri yoktur. Bu biçimde Kürt Halk Önderi avukat ve yakınlarıyla istediği ve gerekli gördüğü hususları konuşamamaktadır. Bu tarz dinleme nedeniyle ve dinlenenler delil gösterilerek otuzdan fazla avukat tutuklanmıştır. Böylece avukatlarıyla nasıl savunma yapacağını tartışamamaktadır. Görüşlerini avukatları üzerinden ifade edememektedir. Kardeşleriyle anadili olan Kürtçe ile selamlaşamamakta, konuşamamaktadır.
Kısaca İmralı’da öyle bir görüşme ortamı yaratılmış ve avukatların tutuklanmasıyla bu durum öyle bir noktaya götürülmüştür ki, geriye kalan ağzını kapatıp birbirinin yüzüne bakmak olmaktadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün zerresi bile bırakılmamıştır. “Avukatlarla her düşündüğünü konuşuyor ve kamuoyuna aktarıyor” denilmektedir. Peki ya ne yapacaktır? O görüşmeler konuşma ve tartışma için değil de niçin yapılmaktadır? Kürt Halk Önderi herkesi aydınlatan düşüncelerini konuşmayıp da ne yapacaktır?
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan düşünüp konuştuğu için ve buna engel olmak amacıyla kaçırılıp İmralı’ya konmuştur. Şimdi İmralı’da da düşünüp konuşması engellenmek ve tamamen susturulmak istenmektedir. Düşüncesine ve konuşmasına fırsat verilmezse, Kürt Halk Önderi daha niçin görüşme yapacaktır? Herhalde avukatları ve yakınlarını seyretmek için görüşme yapamaz. Kürt Halk Önderi kalpazanlık nedeniyle, ihaleye fesat karıştırdığı için, yolsuzluk ve evrakta sahtecilik yaptığı için, cinsel taciz nedeniyle değil, Kürt halkını özgürlük bilinciyle eğitip örgütlediği için ve Kürt düşmanı güçler tarafından kaçırılarak İmralı’ya konmuştur. Onun yaşamı ve çalışmaları tamamen bu amaç içindir.
Görülüyor ki, önce fiili olarak Kürt Halk Önderi’ne avukat ve yakınlarıyla görüşme imkânı bırakılmamış ve geriye çekilmek zorunda bırakılmış, sonra da “Kendisi görüşmek istemiyor” denerek bu hukuk dışı faşist uygulama maskelenmek istenmiştir. Bunun özünde ise, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın düşünemez kılınması ve düşündüklerini halka ulaştırmasının engellenmesi amacı vardır. Zaten kaçırılması ve İmralı’ya konması da bu nedenledir. Ondört yıllık İmralı zulmü bunun için uygulanmaktadır. Demekki Önder Abdullah Öcalan’ın düşüncelerinden korkulmaktadır. Bu düşüncelerin halka ulaşmasından duyulan korkuyla bu kadar faşist baskı ve zulüm geliştirilmektedir.
Açığa çıkıyor ki, İmralı sistemi düşünce ve ifade özgürlüğüne karşıdır. Kürt halkının özgülük bilinci edinmesine ve örgütlenip demokrasi mücadelesi yürütmesine karşıdır. İmralı sistemi ve Önder Abdullah Öcalan’a yönelik uygulamalar, Kürt halkının varlığına ve özgürlüğüne karşı uygulamalardır. Bunlar Kürt halkına yönelik soykırım uygulamalarının bir parçasıdır. Kürt kültürel soykırımını tamamlamaya dönüktür. Kürt halkına karşı faşist-sömürgeci zulüm ve insanlık dışı bir hakarettir.
Herkes çok iyi bilmeli ki, Kürtler, Önder Abdullah Öcalan’a yönelik baskı ve işkenceyi kendi varlığına ve özgürlüğüne yönelik bir saldırı ve hakaret olarak görmektedir. Kültürel soykırım rejimi tarafından özümsenmiş, teslim olmuş, ruhunu sömürgeci kapitalizme satmış, düşürülmüş bir avuç fosil Kürt dışındaki Kürt halkının yüzde doksandokuz kararı böyledir. Bu karar yeni bir Kürt varlığı, duruşu ve özgürlüğü yaratmaktadır. Özgürlüğü için direnen Kürt halkını var etmektedir.
Kürtler Önder Abdullah Öcalan ile kendileri olmayı, varlık ve özgürlük için mücadele etmeyi öğrendiler. Yeni Kürt onuru bu temelde şekillendi. Kürt halkının yeniden dirilişi bu temelde gerçekleşti. Dolayısıyla Önder Abdullah Öcalan’ın kendileri için hangi öneme sahip olduğunu iyi biliyorlar. Önder Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit ve işkencenin, baskı ve terörün kendilerine yönelik olduğunu, kendileri için onur kırıcı bir hakaret durumunu ifade ettiğini çok iyi anlıyorlar.
Bu nedenle Kürtleri korkutmak ve aldatmak artık mümkün değil. AKP hükümeti ve soykırımcı rejim belki ruhunu satmış birkaç hain ve işbirlikçiyi denetime alabilir, ama özgürlüğü için onuruyla direnen Kürt halkını asla! Kürtler Önder Abdullah Öcalan’la ulusal onuru ve özgür yaşamı öğrendiler. Korku duvarını yıkarak özgürlük için direnme cesaret ve fedakârlığını kazandılar. Onları ne baskı ve terör, ne tutuklama ve işkence, ne dokunulmazlığı kaldırma, ne de savaş asla korkutamaz ve yıldıramaz.
Kürtler beyaz Türkçü faşizmin nasıl bir soykırım rejimi olduğunu gördükleri gibi, yeşil Türkçü faşizmin de kendileri açısından nasıl daha sinsi ve tehlikeli soykırım rejimi olduğunu çok iyi görüyor ve anlıyorlar. AKP’nin faşist zulmü kendilerini korkutmadığı gibi, başta İmralı zulmü olmak üzere tüm halka yönelik uyguladığı saldırılar onları daha da çok eğitiyor, AKP gerçeğini daha iyi görmelerine yol açıyor. Bu da mücadele azimlerini biliyor, cesaret ve fedakârlıklarını artırıyor.
Bu açıdan Kürtleri korkutup aldatmak mümkün olmadığı gibi, özgürlüksüz baskı altında tutmak da artık mümkün değildir. Mücadele ne kadar uzun sürerse sürsün, ne kadar bedel isterse istesin hepsine dayanacak güce ulaşmışlardır. Sonuna kadar özgürlükte ısrar edecek, son ferdine kadar özgürlük mücadelesini sürdürecektir. Bunu herkes de böyle bilmelidir. Önder Abdullah Öcalan üzerindeki İmralı zulmü sadece Kürt halkının mücadele azim ve kararlılığını artırır, başka da etki yapamaz. Bu gerçeği herkesin doğru okumasında büyük yarar vardır.
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜRPOLİTİKA
- Ayrıntılar
Tarihi direnişlerin her zaman tarihi dönemeçlerde ortaya çıktıklarını bize tarih söylüyor. Öyle insanlar istedikleri için direnişlere kalkmıyorlar, hele hele tarih yazacak, kader belirleyecek direnişler ise hiç birilerinin keyfine ve istemine göre ortaya çıkmıyorlar. Direnişler birileri tarafından sergilenen zulme karşı halkların ya da toplulukların gösterdikleri refleks olarak ortaya çıkıyorlar. Zulüm ne kadar katmerliyse direnişte o kadar büyük ve geniş oluyor.
Direnişler vardır ki, katmerli olan zulme karşı koyuşu ifade ederler. Onurlu olmanın bir gereği olarak zulme karşı duruşu ifade ederle. Ancak tarihte birde kader anları diye tanımlanan anlarda ortaya konan, ortaya sergilenen direnişler vardır ki halklar ya da topluluklar açısından sadece bir direnme olarak kalmaz aynı zamanda direnenlerin bir daha boyunduruk altına girmeme temelinde özgürlükleri elde ettikleri direnişlerdir.
Kürtler dünyada belki de saldırılara karşı en çok direnen halkların başında gelmektedir. Hiç şüphe yoktur ki yaşadığımız dünyada böyle çok halk vardır. Ancak dediğimiz gibi herhalde en fazla direnmek zorunda kalan halkların başında birde Kürt halkının geldiği kesindir.
Tarihin şafak vakti diye bilinen anlarda bugüne bu direniş sürüp gelmektedir. Sümerlerin, Sargon’un, Asurların, Farsların, Yunanların, Partların, Romaların derken yeniden Sasaniler, Araplar, Türkler, Moğollar, Safeviler, Osmanlılar, yine Türkler ve cümle cemaat emperyalistler. En azgınları olarakta İngilizler.
Yukarıda ismi geçenlerin Kürdistan tarihinin bir döneminde Kürdistan’ı işgal ederek tarumar ettiğini bize tarih anlatıyor. Kürtlerin de bunlara karşı direnişleri anlatıyor. Bu direnişlerin birçoğu namusu kurtarmak içindir. İşgali def etmek içindir. Ancak bu tarih kesitler içinde bazı anlar vardır ki kader belirleyecek anları ifade ederler. Örneğin Safevilere karşı direnişte Osmanlının yanına geçerek, Osmanlının yanında Safevilere yönelme böyle bir kader an’ıdır. Ne var ki Kürtler bu tarihi an’ı değerlendiremedikleri için Osmanlılar 200-300 yıl sonra Kürtlere daha doğrusu beylerine yönelerek tasfiye etmişlerdir.
Başka tarihi bir an birinci dünya savaşı sonrası ortaya çıkan fırsatlardır. Dünyada herkesin şöyle ya da böyle kendisini milletler cemiyetine dahil etmeye çalışarak varlığını korumaya çalıştığı bu tarihi an’da Kürtler çok direnseler de gerekli olan öncülüğü gösteremedikleri için belki de tarihlerinin en karanlık günlerine doğru yuvarlanmışlardır. Tam 90 yıl boyunca Kürtler bu başarısız ama onurlu direnişlerinden dolayı yok sayıldılar. Kimilerine göre Allahın üvey çocukları görüldüler, kimine göre avukatsız halk olarak kabul edildiler. Ve nitekim tüm bunlardan dolayı da bir türlü özgürlüklerini elde edemediler.
Şimdi yine tarihi bir dönemeçte geçiyoruz. Bu tarihi dönemeç 2000’lerin başından beri gelen süreçtir.
Kürtler inadına direniyor. Ve bu direniş sadece bir onuru kurtarma direnişi değildir. Olmamalıdır. Bu direnişle kader değiştirilebilecek bir tarih an yakalanabilir. Tüm Ortadoğu yeniden düzenlenirken Kürtler bu kez tarihe ciddi bir not düşerek kendi özgürlükleri elde edebilirler.
Evet, tarihi anlar yaşanıyor. Ancak bu tarihi anlarda direnişler eskisi gibi dediğimiz gibi sadece onuru kurtarmak için olmamalıdır. Bunun içinde direniş çok sert olmak zorunda. Özelde de halk boyutunda direniş çok sert ve kitlesel olmak zorunda. Yanı başımızda bir Yunanistan’da ekonomik krize karşı gösterilen radikal duruşunun çok mu ama çok ötesinde daha sert bir duruş ve direniş gösterilmek zorunda. Arap komşularımızın Tahrir Meydanında 300-400 bin insanla haftalarca sürdürdükleri direnişi kat be kat aşan bir nicelik, nitelik ve yoğunlukla yüklenmekten başka artık bizlerin, Kürt halkın çaresi kalmamıştır.
Diyorlar ya; “yürü ya kulum” aynen bu slogan temelinde yürüyerek önümüzde duran tüm çitleri yıkıp aşmak için bu kez daha ileri düzeyde bir direnişin tam ortasında yerimizi almasını bilir isek, Kürtlerin yüz yıllarca hak ettikleri kader tayin edici özgürlüğü mutlaka yakalayacağımız kesindir.
Bunun için diyoruz ki; Tarihi Direniş Anları’nı yaşıyoruz. Bu direnişe nasıl katılacağımız ise biz Kürtlerin özgürlük sorunumuzu çözüp çözmeyeceğimizi gösterecektir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar