Gezi Parkı etrafında gelişip, giderek siyasal ve toplumsal bir soruna dönüşen gelişmeler bir kez daha konu üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır.
Önder Apo’nun ve Kürdistan Özgürlük Hareketinin Taksim’deki direnişi selamlayıp belli bir ağırlık koymaya başlayınca, Taksim’in rengi de, sesi de değişmeye başladı. İlk günlerde hakim olmaya çalışan CHP, Ergenekon, ulusalcı vb. kesimler ortalıkta daha az görünür olmaya başladılar. Bunları alanı dolduran ve belli bir görsellik oluşturan pankart, döviz, slogan v.b’de de görmek mümkündür. Denilebilir ki, Kürdistan ve Türkiye’nin gerçek devrimci-demokratik muhalefet bileşenlerinin ortak mücadele platformu gecikmişte olsa pratik olarak ortaya çıkmış oldu.
Devrim sembollerinin yanısıra, daha çok halkların eşit, özgür kardeşliği, devrim, sosyalizm, demokrasi, demokratik çözüm, Kürt sorunun çözümü, barış vb. kavramlar öne çıkmaya başladı. Öteden sömürgeci Türk devletinin hükümetleri Kürdistan ve Türk devrimci ve demokratlarının biraraya gelerek mücadele birliklerinin gelişmemesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Fakat Önder Apo’nun özenle hazırladığı , Kürt sorunun çözümünü ve Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesini öngören projesinin Newroz’da açıklanmasıyla birlikte belki de ilk kez böyle bir çıkışın güçlü bir zemini de ortaya çıkmış oldu. Taksim’deki gelişmeler başlatılan böyle bir sürecin öne çıkardığı olaylardır. Bu konuda yanılmamak gerekir.
Ergenekoncu ve ulusalcıların rejim sözkonusu olduğunda, rejimi koruyacakları çok açık. Öyle görünüyor ki, Kürdistan özgürlük hareketinin konu üzerinde durmasıyla birlikte önemli ölçüde sahneden çekilmişlerdir. Bu çekilme iyi de olmuştur. Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimci-demokrat güçler ile, diğer tüm ulusal, inançsal gruplar ile AKP sömürgeci hükümeti bir anlamda başbaşa kalmış oldular. Böylelikle direniş yeni bir döneme girmiş oldu.
AKP sömürgeci hükümeti ya diyalog yolunu, ya da ezme yolunu seçmekle karşı karşıya geldi. AKP hükümeti özellikle T.Erdoğan’ın ağırlığını koymasıyla birlikte, muhalefeti kırma, bastırma yöntemi önplana çıktı. Aslında birkaç gün önce de, İstanbul Güvenlik kurulu’nun almış olduğu kararlar da bu yöndeydi. 11 Haziran saat 7.30 sularında başlayan bastırma operasyonları bu temelde başlatıldı. Bir taraftan kamuoyunda “ başbakan direnişçilerle görüşecek” beklentisi yaratılırken, öte yandan taksime operasyon hazırlıkları tamamlanarak, pratiğe geçirilmiş oldu. Şu anda bu direniş kırılmaya, ezilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir saldırı sözkonusudur. Taksim-Gezi Parkı ne kadar böyle bir saldırıya hazırdı? Bilemiyoruz. Ancak bir anda pankart ve dövizleri toplayabilmeleri ve pek az kişinin direnme konumuna geçmesi, güçlü bir hazırlığın olmadığını göstermektedir.
Saldırı sadece fiziki değildir, psikolojik, ideolojik ve politiktir. Böylesi toplumsal direnişlerin homojen bir kitlesi yoktur, olamaz da. Farklılıklar vardır, olacaktır da. Başta sömürgeci sistemin başbakanı, bakanları, yandaş medyası, polis müdürleri, öncelikle bu direniş kitlesini bölmeye, parçalamaya, bazı grupları ayrıştırmaya, yalnızlaştırmaya çalışmaktadır. Özetle, böl-parçala yönet politikasını son derece kurnazca ve sinsice uyguladıkları görülmektedir. T. Erdoğan, ideolojik-politik olarak “ dış güçler” vb. teraneler tekrar tekrar dile getirmektedir. “Camiye bira ile girmişler, başörtülü bacılarımıza saldırmışlar, Türk bayrağını yakmışlar vb. diyerek açıkça yalan söyleyerek sunni kesimleri ve ırkçıları harekete geçirmeye çalışmaktadır. Öte yandan, ekoloji için mücadele yürütenlerin adeta direnmemeleri gerektiğini salık vermektedir. Özellikle T. Erdoğan, devrimcilerin astığı pankart, bayrak, flama, resim vb. için ise paçavra diyecek kadar alçalabilmektedir.
Şimdi bu saldırı karşısında izlenmesi gereken tutum ne olmalıdır?
Konuyla ilgili önceki yazımızda da söylemiştik. Üçüncü bir çizgi olarak sömürgeci AKP zulmüne karşı ortak, geniş bir cephe örgütlenmesiyle güçlü bir direniş pratikleştirilmelidir.Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve Kürdistan’ın statüsü ile Önder Apo’nun özgürlüğü temelinde, Türkiye ve Kürdistan direnmeli, ama Taksim’in yalnız direnmesi yetmez, başta İstanbul olmak üzere, tüm Türkiye ve Kürdistan direnmelidir. Bu saldırıya güçlü bir karşılık verilerek yeşil faşizm püskürtülmelidir. Bunun için de Taksim platformunun şu saatten itibaren, Tayyip Erdogan ile konuşacak hiç birşeyinin olmaması gerekir.
Sömürgeci hükümet, görüşmek istediği kesimleri ezerek, öylece görüşmek istiyor. Eğer bir görüşme olacaksa,direnişi ezilmiş bir Taksim’in temsilcisi olarak değil, direnişi sürdüren ve dalga dalga her yana yayılan bir direnişin temsilcisi olarak görüşme masasına oturulmalıdır. Direnişi ezilmeye çalışılan bir Taksimin temsilcileri olarak masaya oturmak, sadece ve sadece AKP faşizmini meşrulaştırır. Kürdistan ve Türkiye’de giderek meşruiyetini yitiren bir hükümete, hem de 15 günlük direnişten sonra kendi elimizle meşrulaştırmış oluruz. Tam tersine AKP faşist hükümetinin meşruluğunun giderek yoğunca tartışıldığı bir dönemde, direnişi büyüterek, meşruiyetinin olmadığını iyice açığa çıkarmak gerekir.
Kürdistan Özgürlük Hareketinin, Önder Apo’nun başlattığı müzakere ve diyalogla sonuç alma süreci çerçevesinde üzerine düşeni olanca ciddiyeti ve samimiyeti ile yerine getirdiğini herkes görmekte ve izlemektedir. Ancak sömürgeci Türk devleti hükümetinin bu konuda attığı tek bir olumlu adım yoktur. Atacağına dair de ortada ciddi bir ibare gözükmemektedir.
Sömürgeci AKP devleti Kürdistan özgürlük gerillasının özellikle tam bir disiplin içinde Kuzey Kürdistan savaş sahalarından geriye çekilmesi karşısında, atmaları gereken pratik adımlar vardır. Özellikle Kürdistan’da, “artık Türk devletinin adım atması gerekir” söyleminin, talebinin yükseldiği bir dönemde, “ bakın bu kadar sorun var, nasıl adım atarım” diyerek süreci kendi lehine çevirmeye çalıştığı da görülmelidir. Yani sorunun çözümü, moda deyimle yapması gereken “ yol temizliği” konusunda görevlerini yapmaması için Taksim sürecini kullanmaya çalıştığını görmek lazım.
Yeni bir anayasanın yapımının tartışıldığı bir dönemde, eğer Türk ve Kürt halkları başta olmak üzere tüm inanç ve halklar ile, örgütlü güçleri birlik olursa sonuç alınabilir. Kürdistan statüsü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi talepleri temelinde güçlü bir direnişi yükselterek sonuç almanın zamanıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Ekranlarda: “Gerilla yürüyor, direniş sürüyor” diye analarımız, gençlerimiz ve de kadınlarımız tarafından yazılmış olan bir slogan okuyoruz.
Gerilla kuzey Kürdistan'da silahlı güçlerini adım adım çekiyor. Güneye çağırıyor. Gerillamız ise parça parça güneye doğru yol alıyor. Bazı guruplarımızın güneye daha doğrusu Medya Savunma Alanlarına ulaştıklarını ise hepimiz birlikte izliyoruz.
Süreç bu şekilde devam ediyor. Önderliğimizin çağrısı üzerine gerilla güçlerimiz çekiliyor. Birçok kez dile getirdiğimiz gibi bu geri çekiliş mücadeleden bir geri çekiliş değildir. Mücadeleyi zayıflatmak hiç değildir. Bunun böyle olmadığını Önder Apo Amed meydanında milyonların huzurunda:
“Bugün yeni bir dönem başlıyor.
Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
…
Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum.
Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır” diyerek yeni dönemin görevlerini açıkça dile getirdi.
Yani mücadele çok daha sertleşerek yürüyecektir. Felsefik, ideolojik, siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik, psikolojik derken yaşamın tüm alanlarında hem de keskinleşerek bu mücadele devam edecektir.
Bunun için GERİLLA YÜRÜYOR DİRENİŞ SÜRÜYOR! sloganını ya da pankartını çok anlamlı buluyoruz. Gerilla yürüyüşünü sürdürecektir ancak direnişini de her zamankinden kat be kat artıracaktır. Yürüyüşü sadece bir geri çekiliş olarak almamak önemlidir. Demokratik siyasetin görevlerini yerine getirebilmek için önümüzde binlerce yapılacak iş vardır. Bu işlerin başında birçok kez dile getirdiğimiz gibi zihniyetimizi yeniden oluşturmamızdır, yeniden ele almamızdır. Sürece cevap vermekten uzak olan düşünce yapımızı, bilgi birikim düzeyimizi düzelteceğiz. Geliştireceğiz. Bu ise gerçekten tümden bir yapma işidir. Yani bir inşa işidir.
Peki, bu yapma ya da inşa işi nasıl olacaktır? Tabii ki yürüyüşümüzü sürdürmekle direnişimizi güçlendirmekle olur. Bunun için diyoruz ki Gerilla yürüyor sözlerini KÜRDİSTAN GENÇLİĞİ GERİLLAYA YÜRÜYOR! diye genişletmek yukarıda dile getirdiğimiz zihniyetle birebir alakalıdır. Zihniyetin en berrak bir şekilde aydınlanacağı mekanların başında; iktidar güçlerinin, devlet güçlerinin, kapitalist modernist güçlerinin ulaşamayacağı mekanlar gelir. Var olanın dışında kendi zihniyet taşlarımızı oluşturacaksak o zaman gerçekten de var olan sistemin dışında bir yerlerde kalarak, günlük olarak kirli olan kapitalist zihniyetin olmadığı ya da az olduğu mekanlara gelerek bunları aşmaya çalışmamız gerekiyor.
Kapitalist modernist kültürün ve zihniyetin ise hakim olmadığı tek yer şimdilik Kürdistan dağlarıdır. Dağların doruklarıdır. Gerillanın bulunduğu özgürlük mekanlarıdır. Dağların özgürleştirici ter temiz ortamlarıdır.
Yeni dönemin görevlerinden bir tanesi olan zihniyet yapımızı güçlendirmek için geleceğimiz ya da gideceğimiz yerlerin başında kesinlikle dağlar olmalıdır. KÜRDİSTAN GENÇLİĞİ DAĞLARA YÜRÜYOR! derken söylemek istediklerimiz bunlardır.
Elbette dağlarda öğrenilecek birçok değer vardır. Alınacak birçok bilgi ve birikim vardır. Önemli olan bu değerleri, bilgi ve birikimleri alarak yeniden bu kez bilinçli bir şekilde yeni dönemin inşa çalışmalarında yer almaktır. Dönem gerçekten de bizlerde özelde de Kürdistan gençlerinde yeni dönemde çok daha büyük bir aktivite istediği açıktır.
Sonlandırırken, KÜRDİSTAN GENÇLERİNİN DAĞLARA YÜRÜYÜŞÜNÜ şimdiden gerillalar olarak selamlıyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
İktidar güçlerinin kendi kirli iktidarlarının yanı sıra kendi ürettikleri kavramları, tanımlamaları, sözleri zamanla herkese bulaştırmak istediklerini az çok biliyoruz. Ancak bu kadar kısa zamanda kendilerince iktidar karşısında yer alanların iktidarın kavramlarını kullanmaları doğrusu bizlere tuhaf geliyor. Tuhaflığı şurada, bizler kendimizi sistem karşıtı bir hareket olarak gördüğümüz için mümkün mertebe söyleyeceklerimizi kendi sözlerimizle dile getirmeyi esas alırız. Hatta şimdiden başlayarak kendi kurumlarımızı var olan sistemin dışında kurmaya çalışıyoruz. Böyle olunca gerçekten de sistemin karşısında olanların iktidar odaklarının kullandıkları sözleri sarf etmeleri bizim çok fazla tuhafımıza gidiyor.
Bir örnek verecek olursak: Taksim Gezi Parkında hepimizi heyecanlandıran bir direniş yaşanıyor. Bu direniş Türkiye’nin her yerine yayılmış durumda. Nereye kadar bu direniş uzanır göreceğiz. Ancak şunu görüyoruz ki birçok yerde iktidarın vurucu polis güçleri, oldukça haklı olan eylemcilere karşı şiddet kullanıyor. Cop kullanıyor, tazyikli su kullanıyor, biber gazı kullanıyor, taş kullanıyor. Küfürleri, saç çekmeleri, yerlerde sürmeleri, hakaretleri derken birçok onur kırıcı yaklaşımlarından söz bile etmiyoruz. Polis doludizgin şiddet uyguluyor. Durum budur.
Durum böyle iken iktidarın bürokratları yine iktidarın siyasetçileri polisin orantısız güç kullanmadığını, eğer orantısız güç kullanmış ise bu orantısız güç kullananlara dönük sözde soruşturmalar açabileceklerini dile getirdiler.
Biz iktidar güçlerinin bu tür bir açıklamaya yapmalarını garipsemiyoruz. Nedeni de açıktır; onlara göre Gezi Parkı Direnişinde yer alanlar “ÇAPULCU”durlar. “Çapulculara” karşı ise çapulculuklarını engellemek için yapılması gerekli olan yönelmedir. Vurmadır. Sürmedir. Dövmedir. Tutuklamadır. Zindana atmadır. Özcesi ”çapulculara” karşı yapılması gerekli olan polis ya da başka güçlerle zor kullanarak yönelmedir.
Dediğimiz gibi devlet gibi iktidarın en yoğunlaşmış olan bir kurumun kendi polisi aracılığıyla şiddet uygulaması anlaşılırdır. Çünkü devlet ve iktidar odakları zor ile ayakta durmaktadırlar. Zorbalıkla ayakta durmaktadırlar.
Ne var ki polisin güç ile şiddet kullandığına ORANTISIZ diyen iktidar güçlerinin yanında birde aynı sözleri, sözde bu iktidarın karşısındakiler söylüyor. Örneğin BDP’liler “polis orantısız güç kullanmıştır” diyebiliyorlar. Ya da başka sol ya da demokratik kurum ve kuruluşlar bu sözleri sarf edebiliyorlar. “Orantısız güç kullandılar” sözlerini sarf etmek, tek kelimeyle polisin protesto eylemi gerçekleştirilenlere karşı uyguladığı şiddeti onaylamak demektir. Kabul etmek demektir. Yani “polis vurabilir ama vurmanın biraz ölçüsü olsun!” demektir. Niyetlerin dışında gerçeklik budur. Yapılan budur. Dile getirilenler bunlardır.
Böyle anlaşılmak istenmiyorsak, öncelikli olarak polislerin kullandığı her türden şiddeti şiddet olarak görerek ret etmek, karşı durmak ve asla ama asla kabul etmemek gerekiyor. Yine direnişçilerin, protestocuların var olanı ret etme haklarının olduğunu iyi idrak etmek gerekiyor. Direnişçilerin haklı olduklarını söyleyeceğiz ancak polisin şiddetini “bu kez fazla oldu” diyeceğiz. Bu olmaz. Tek bir polisin halka, sokaklara dökülen insanlara tek bir laf söyleme hakkı yoktur. Bırakalım coplarla vurmayı, dil uzatma hakkı bile yoktur. Bir kere bunu böyle göreceğiz.
Böyle görmezsek iktidar güçlerinin ısrarla ama ısrarla: “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” diyerek polisine arka çıkmasını anlamış olamayız.
Bunun için diyoruz ki “ORANTISIZ GÜÇ KULLANMAYIN!” sözlerini artık terk etmemiz gerekiyor. Söylememiz gerekli olan cümle ise, “POLİS, ŞİDDET KULLANMA!” ,”POLİSİN HER TÜRDEN ŞİDDETİ SUÇTUR!” olmalıdır.
Sonuç itibariyle, iktidar güçleri ile farkımızı koyamaz isek yapacaklarımızın tümünün iktidar güçlerinin hanesine götürüleceğinden emin olmalıyız. Bunun böyle olduğunu kapitalist modernist iktidar güçlerinin son 200 yılda sergiledikleri pratikler oldukça hepimize öğreticidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
BDP heyeti Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile altıncı görüşmesini geçen Cuma günü yaptı. Beşinci görüşmeden yaklaşık iki ay sonra yapılan bir görüşme oluyor bu. Görüşmede nelerin gündem olduğunu ve nasıl tartışıldığını fazla bilemiyoruz. Zira henüz ilk açıklamalar yapılmış durumda. Fakat iki ayda bir sefer görüşme yapılmış olması zaten başlı başına bir konu.
İki ayda bir sefer görüşme yapılarak bu süreç yürür mü? Önder Abdullah Öcalan ancak iki ayda bir görüşme yaparak, bir heyetle bir-iki saat tartışarak bu süreci yürütebilir mi? Bunun çok zor olacağını söylemek dahi olmayı gerektirmiyor. Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi gibi devasa sorunların böyle çözülemeyeceği açık. Kırk yıllık çatışmaya son verilerek barışa ulaşılamayacağı ortada.
Peki bundan kim sorumlu? AKP’nin sorumlu olduğunu söylemek için de alim olmak gerekmiyor. Çünkü İmralı’ya gidip gelmek, Kürt Halk Öderi ile görüşme yapmak AKP hükümetinin iznine bağlı. Tüm bunları Adalet Bakanlığının organize ettiği gözleniyor. BDP heyetinin ise tam iki hafta önce başvuruda bulunduğu biliniyor. Böyle kritik bir süreçte heyet ancak on beş gün sonra görüşme yapabiliyor.
Burada süreci yürütmede bir yavaşlatmanın olduğu ve bunu da AKP’nin yaptığı açık. Zira Kürt tarafının temposu zayıf değil, tersine en yüksek düzeyde. Şu yapılanlara bir bakalım. Daha ortada henüz somut bir şey yokken Newroz öncesi PKK elindeki esirleri serbest bıraktı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Newroz günü hiç kimsenin beklemediği geri çekilme çağrısını yaptı. KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı 23 Martta ateşkes ilân etti. 25 Nisanda yaptığı basın toplantısında 8 Mayıstan itibaren gerillanın geri çekilmeyi başlatacağını duyurdu. 14 ve 15 Mayıs günlerinde de ilk gerilla grupları Medya Savunma Alanlarına geçti.
Aslında bu düzeye Haziran başında ulaşılması hedefleniyordu. Oluşturulan eylem planı bunu içeriyordu. Fakat PKK hızlı davranarak bu düzeye on beş gün önce ulaştı. Bu temelde de BDP heyeti İmralı’ya gitmeye hazır hale geldi ve başvurusunu yaptı. Ancak tüm bunlara rağmen 7 Haziranda görüşebildi. Bu da AKP hükümetinin süreci yavaşlatmakta olduğu, biraz ağırdan alarak oyalama yaptığı izlenimini doğurdu.
Peki AKP bunu niçin yapıyor? Elbette kendine göre bazı hesapları vardır. Sorunları çözmekten ziyade AKP’nin seçim kazanmayı esas aldığı ortadadır. Bunun için de sadece ateşkesin sürmesi AKP için yetmektedir. Belki de bu konuda gizli planları söz konusudur. Bir de gözle görülen bu ağır davranma durumunun Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti ardından gerçekleşmesi dikkat çekicidir. Bazıları ABD’nin bunu istediğini, sorunları çözmek yerine AKP’yi PKK’yi sınırlandırmaya yönlendirdiğini söylemektedir.
Kuşkusuz esas nedeni tam bilemeyiz. Belki de birçok neden vardır ve bunların hepsi de geçerlidir. AKP böyle bir plan dahilinde hareket ediyor ve bundan sonuç almayı hesaplıyor olabilir. Bir yönüyle bu durum mümkün de olabilir. Fakat bunun bir de tersi var. Demokratik çözüm sürecini yavaşlatmanın içerdiği risk ve tehlikeler söz konusu. Yine en çok da AKP açısından durum böyle. Çünkü bu yeni sürece karşı olan ve engel olmaya çalışan iç ve dış çok çeşitli kesim var.
Örneğin Taksim Gezi Parkı’nda başlayarak her tarafa yayılan olayların bu durumla kopmaz bağı söz konusu. Yıllardır AKP’nin tekçi zihniyetine ve tekçi-ötekileştirici yönetimine karşı çeşitli halk kesimlerinde yoğun bir tepkinin oluştuğu ortadaydı. Bu tepkiyi Kürtler mücadeleye dönüştürürken, diğer halk kesimleri yaşanan savaşın yarattığı ağır şovenizm ortamında içine atıyordu. Şimdi bu tepki sokağa dökülüyor ve bunun ne kadar kapsamlı olduğu açıkça görülüyor.
Peki AKP’nin tüm bu olanları önleme şansı yok muydu? Kuşkusuz vardı. Geliştirilen yeni çözüm süreci AKP açısından bu konuda çok önemli bir fırsattı. Eğer demokratikleşmeye ve Kürt sorununun çözümüne ciddi yaklaşsa ve geciktirmeden demokratik değişim adımlarını atsaydı, o zaman elbette ki bu tür olaylar olmayacak ve toplumsal tepki eyleme dönüşmeyecekti. Fakat AKP hükümeti bunu yapmadı, sürecin gerektirdiği ciddiyet ve hızla yaklaşmadı. Kürt tarafının hızlı ve cesur adımlarına karşın, AKP hep yavaşlatıcı ve içini boşaltıcı davrandı.
İşte bu bardağı taşıran son damla oluyor. AKP’de gerekli ciddiyeti ve demokratikleşme adımını göremeyen kitleler sokağa çıkıp inisiyatifi ele alıyor. AKP’nin tekçi, ötekileştirici ve oyalayıcı politikalarına tepki gösteriyor. Şimdiye kadar Kürdistan’daki savaş nedeniyle içe atılan halkın demokratikleşme öfkesi artık sokağa taşıyor. Türkiye toplumu artık acil demokratikleşme istiyor.
Gezi Parkı olayları bir işaret, bir kıvılcımdır. AKP çok iyi bilmeli ki, Kürt Halk Önderi’nin geliştirdiği plan doğrultusunda demokratikleşme adımlarını atmazsa, bu tür direniş olayları daha çok gelişir. Çünkü Türkiye toplumunun artık sabrı kalmamıştır. 12 Mart 1971’den beri süren faşist despotizme ‘Artık yeter’ diyor. Gençler, kadınlar, emekçiler demokrasi istiyor. Hem de hemen şimdi! Hem de gerçek demokrasi!
Kuşkusuz gelişen halk direnişleri süreç için bir tehlike veya engel değil. Tersine sürecin motorları konumunda. Fakat AKP iktidarı açısından da ciddi bir tehlike. Eğer AKP bu gerçeği görmezse hızla kaybedebilir. Zira sadece bu tür acil demokrasi isteyen olaylar değil, süreci engellemeye çalışan çok yönlü çabalar ve provokasyonlar da söz konusu. Dicle Üniversitesi provokasyonu bunlardan biriydi. Rojava’da yayılan çatışmalar bir diğeri oluyor.
Rojava Kürdistan’da yaşanan çatışmaları Suriye’nin iç durumundan daha çok bu yeni sürece bağlı olarak değerlendirmek anlam taşıyor. Örneğin Halep savaşı tamamen Önder Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği demokratik çözüm sürecini sabote etmek isteyenlerin işiydi. KDP baskılarının ve Afrin’de çete saldırılarının da bundan farkı yok. Bunların hepsi Kürt sorununda demokratik siyasi çözüm sürecine karşı olanların işi. Arkasında bazı bölgesel ve küresel güçler var. Rojava savaş alanı haline getirilerek mevcut ateşkes ve çözüm arayışları işlemez kılınmak isteniyor.
Demek ki rahat ve kolay bir süreç içinde değiliz. Paris Katliamından Rojava savaşına kadar sürece karşı geliştirilen birçok provokasyon söz konusu. Ayrıca toplumun acil demokrasi istemi durdurulamaz bir arzu durumunda. Toplumsal sabır taşma noktasında. Eğer AKP bunları görmez ve oyalama politikaları yürütürse yeni isyanlarla karşı karşıya gelebilir. Bunu bilmesinde yarar vardır. Oyalama ve yavaşlatma politikası AKP’yi süpüren bir isyana yol açabilir.
O halde herkes aklını başına toplamalı. Yeni çözüm sürecine doğru yaklaşmalı ve üzerine düşeni yapmalı. Yoksa halk yapmasını ve yaptırmasını bilir. Artık demokrasisiz yaşaması mümkün değildir. Bu temelde tüm özgürlük ve demokrasi savaşçılarını ve özgürlük direnişlerini selamlıyoruz!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Gezi Parkı Direnişi’ni öncelikli olarak selamlıyor ve bu direniş içerisinde bedenlerini gelecek yarınlara feda edenlerin anıları önünde saygılıyla eğiliyoruz.
Gezi Parkı Direnişi tek kelimeyle dönemin bizden istediği toplumsal sorunlara karşı gösterilmesi gereken refleksin gösterilmiş olmasıdır. Çok kez devrimci duruşlardan söz edilir. Tek kelimeyle ifade edecek olursak, Gezi Parkında sergilenen direniş tamda istenen devrimci duruştur.
Devletler, kuruluşları gereği anti demokratik ve anti toplumcudurlar. Söylendiği gibi yurttaşların haklarını gözetmek için kurulmuş olan yapılar değildirler. Tam tersine devlet yurttaşların haklarını çalınmasıdır, birilerinin çıkarlarını da korunmasıdır. Toplumun yüzde 90’nının haklarını gasp ederken, geri kalan yüzde onluk kesime ise bunları peşkeş çekmektir.
Devlet zor bir aygıttır. Hırsızdır. Gaspçıdır. Sadece vergiler adına yapılan vurgunlara bakmamız bile yeterlidir. Özelde de kapitalizm çağındaki devlet kesinlikle böyledir. Başkan Apo’nun belirttiği gibi:
“Kapitalizm çağının kendisini toplumsal kriz olarak nitelemeyi uygun bulduk. Kapitalizmin en ekonomik uygarlık denilen ama ekonomi olmayan, kendini dıştan ekonomiye dayatan bir güç tekeli olarak meşru görülemeyeceğini temel tez olarak vurguladık. Toplum gibi çok kapsamlı bir topluluklar bütünü olan bir olgu üzerinde kapitalizm gibi en bencil, çıkarcı ve en çok savaşa başvuran bir gücün tahakküm kurması tarihte ‘olağanüstü’ bir durumu, yani ancak kriz halini ifade edebilir. Finans çağı bu gerçeğin bütün yönlerden toplumun her parçasında kendini yüzeye vurmasıdır. Sistemin sürekli terör üretmesi, toplumun büyük kısmını işsiz bırakması, işçiliğin bile bir nevi işsizlik durumuna indirgenmesi, kitle ve sürü toplumuna yol açılması, sanat, seks ve sporun endüstrileştirilmesi, iktidarın toplumun kılcal damarlarına kadar sızdırılması sistemin tükendiğinin göstergeleridir.”
İktidar ise devletten daha köklü ve yaygın olan bir gerçekliktir. Öyle ki iktidar karakteri gereği tüm toplumsal gözeneklere sızmadan edemez. Çünkü kesintisiz olmak zorundadır. İktidar bir yerlerde sekteye uğradı mı tümden adım adım ortada kalkışı söz konusu olabilir. Bunun için her yere girerek fethetmesi gerekir. Bir nevi toplumun tüm gözeneklerine sızarak tecavüz eden kültürdür.
Başkan Apo’nun şu tanımı çok çarpıcıdır: “Devlet tek kelimeyle oluşum itibariyle tabi bir terör yapılanmasıdır. Devleti elinde bulunduran iktidar ise daha vahim bir durumu yaşamaktadır. Doğası gereği iktidar baskısız yaşayamaz.”
Boşuna anarşistlerin önderlerinden Bakunin: “En demokrat adamın başına iktidar tacını geçirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacak veya ahlâkı bozulacaktır” dememiştir.
Bunun için bizler AKP iktidarının yaptıklarını da anlamaktan zorlanmıyoruz. Ya da AKP’nin başındaki kişiliklerin komplekslerini anlamıyor değiliz. İktidar insanı en kötü diktatörden daha alçak yapar. Yeter ki iktidarının önünde engel görmezsin ve yeter ki atını koşturtmasının yolunu bulsun.
Sonuç itibariyle iktidar bir tecavüz kültürüdür. İlk günden beri de böyledir. Çünkü oluşum mayası birilerinin yetkilerini gasp ederek başlamıştır. Birilerini güç kullanarak kendine bağlamıştır. Birilerini güç kullanarak kendi mülkü etmiştir. Özel mülk dedikleri bir başkasına tecavüz ederek el konulan değerlerin kendi eline geçirilmiş çalınmış mallar değil midir? Bunların tümünü tarihi belgelerde okuyabiliriz, öğrenebiliriz.
“İktidar kendisinin olmadığı halde sürekli bir şeyleri güçle ele geçirme, kendine ait sayma, asimile etme, mülkleştirme, yurtlaştırma, aksi durumlarda yine zorla kendisinden atma, sürgün etme, yurtsuzlaştırma, işsizleştirme, mülksüzleştirme, genel olarak maddi ve manevi açıdan değersizleştirme eylemi ve sanatıdır. Bunu sadece ekonomik artık-ürün ve değere el koyma eylemiyle sınırlandırmak çok dar bir yaklaşım olur. Bu konuda ele geçirme asıldır. Fakat buna giden yolda binlerce başka değer de iktidar güçlerince ele geçirilir ki, toplamına iktidar demek daha gerçekçidir.”
Bunun için diyoruz ki AKP’nin liderlerinin ya da her hangi bir AKP’li yetkilinin konuşurken bile insana tecavüz eden sözlerini anlarız. Ancak anlamadığımız tecavüze karşı gösterilmesi gerekli olan refleksin gösterilmemesidir.
Halbuki insan doğası en küçük baskılamaya karşı bile sessiz kalamaz. Dikkat edilirse hoşumuza gitmeyen bir hareket bizi nasıl bir refleks göstermeye iter. Yer yer içimizde nasıl sunturlu küfürler savururuz.
Evet, insan doğası asla ama asla baskıya açık olan bir doğa değildir. İnsan doğası kesinlikle isyana açık olan bir yapıdadır. Öyle ki bir baskılamayı hissettiği anda depreşir. Öyle ki çoğu zaman o depreşmeyi kontrol edemez. Edemez çünkü içine işlemiştir.
Ne var ki Türkiye’de depreşmeler çok olsa da dışa vurma yoktur. Ya da dışa vurmalar kendi bedenimiz dışına taşmaz. En fazla evimizde ya da mahallemizde birkaç söz söyleriz. Ötesi gelmez. Bu bağlamda GEZİ PARKI DİRENİŞİ anlamlıdır. Ve Türkiye toplumunda bir şeylerin değişmeye başladığına işarettir.
Sorun birilerine karşı durup durmamak değildir. Sorun insan olarak sahamıza girildiğinde göstereceğimiz doğal ve örgütlü olan reflekstir. Kimilerine göre 12 ağacın kesimine karşı başlayan sivil bir protestoydu. Olsun. O ağaçların bize ait, topluma ait, doğaya ait olduğunu düşünür ve kesilmesini kendimizden bir şeylerin eksilmesi olarak ele alıyorsak o zaman protestomuz sadece haklı değil, bin kere de olsa meşrudur. Meşru olanı ise kendi doğamızda hissederek sahiplenmemiz kadar insani bir şey olabilir mi?
GEZİ PARKI DİRENİŞİ halbuki günlük olarak her yerde sergilenmesi gerekli olan bir direniştir. Aksi taktirde günlük olarak bizlere, haklarımıza, geleceğimize tecavüz eden devlet ve onun iktidar gücü olan hükümetlerin bu tecavüz kültürünü nasıl sınırlandıracağız?
Doğası gereği iktidarların despot olduklarını söyledik. Peki, kimler bu despotları ya da diktatörleri frenleyecek? Elbette ki bizler, sokaktakiler, analar, kadınlar, gençler, komüncüler, babalar, ihtiyarlar, neneler, sanatçılar, doğaseverler derken insanım diyen herkes. Her hangi bir durumda rahatsız olan herkes.
Özcesi tecavüz kültürünü durdurmak bu tecavüzü bedeninde hisseden herkesin görevidir. Yeniden GEZİ PARKI DİRENİŞİ’Nİ Kürdistan gerillaları olarak selamlıyoruz ve her zaman her baskı ve haksızlık yaşandığında her yerin GEZİ PARKI DİRENİŞİ kimi olması dileğimizle.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Özgürlük mücadelesi sıcak günleri yaşıyor. Sıcaklık sadece mevsimle bağlantılı gelişen bir sıcaklık değildir. Sıcaklık mücadelenin dozajıyla ilgilidir. Her geçen gün daha hızlı bir tempoyla özgürlük mücadelesi sürdürülüyor. Evet, bunun için dağlara, özgürlük dağlarına akış eskisini kat be kat aşan bir nicelik ve nitelikle sürmelidir.
Reber Apo Newroz’da halkımıza ve halklara dönük yaptığı tarihi konuşmasının bir yerinde:
“Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik. Bu fedakarlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler öz benliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı.
"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" noktasına geldik. Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürdüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor.
Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor” demektedir.
Yukarıda dile getirilenler neyi ifade ediyor? Özgürlük mücadelesinin bitmediğini tam tersine geçmişi kat be kat aşan bir kavgayı, mücadeleyi gerektiğini ifade ediyor.
Yine öyle kiminin dile getirdiği gibi sanki her şey bitmiş gibi bir gerçekliği kesinlikle ifade etmiyor. Tam tersine zorluklar geçmişten kat be kat daha fazla olduğunu dile getiriyor. Bunun için bizlerin kendimizi kat be kat daha fazla eğitmemiz, yapmamız, örgütlememiz, eyleme geçmemiz, dilimizi kültürümüzü derken komple kişiliğimizi daha çekici kılmamız gerektiğini söylüyor.
Peki, bu kadar görev nasıl yerine getirilecektir? Durduk yerde bu görevlerin yerine getirilemeyeceği açıktır. Hele hele durduk yerde kendimizi halkımızın yüreğine yatıracak özelikleri kendimizde yaratmamız asla ama asla mümkün değildir.
Dikkat edilirse demokratik siyasetten çok yoğun bir şekilde bahsedilmektedir. Demokratik siyaset zihniyetin köklü değişmesini ya da derinleştirilmesini gerektirir. Bu ise ideolojik, felsefik ve teorik derinleşme demektir.
Peki, bu ideolojik, felsefik ve teorik derinleşmeyi özel savaşın, psikolojik savaşın ve de kapitalist modernist insanı anlık olarak teslim alan ortamlarında sağlıklı yürütülebilir mi? Ya da bu kadar bireyciliklerin, kirlerin, yine sistemin alıklaştırıcı yaşam biçimlerinin hakim olduğu ortamda rafine edilmiş ideolojik, felsefik, teorik yani derinleşmiş zihinsel dönüşümler mümkün müdür? Elbette ki hayır. Bireyin düşüncelerini rafine edebilmesi için mekanların çok önemli etkilerinin olduğu tüm peygambersel hareketlerde biliyoruz. Tüm peygamberlerin büyük yoğunlaşma hareketleri her zaman dağların en uç kuytu köşelerinde, uygarlık diye bilinen yaşam canavarlarından uzak mekanlardan gerçekleşmiştir. Yine birçok devrim hareketlerinde de bunu görebiliyoruz.
Özcesi sürecin dilini, üslubunu, eylemciliğini, gerekli olan eylem biçimlerini yakalayabilmek için, yaratıcı fikirlerle demokratik siyaseti tüm topluma yayabilmek için gerekli olan derin yoğunlaşmalar mutlaka ama mutlaka uygarlığın dışındaki alanlarda yakalana bilir.
Bazıların söylediği gibi özgürlük kavgası bitmemiştir. Tam tersine kavga eskisinden dediğimiz gibi kat be kat daha büyük bir çapta ve derinlikte asıl şimdi başlamıştır. Bunun için kimin ne söylediğine bakmadan özgürlük mücadelesini bugünlere getiren değerlere inanarak, bağlı kalarak özgürlük kavgamızı kesintisiz yürütmemiz temel bir görevimizdir.
Bu görevlerimizi yerine getirebilmek için de dediğimiz gibi zihniyet yapımızı mutlaka ama mutlaka yeniden gözden geçirmeliyiz. Zihniyet yapımızı en iyi bir şekilde hem gözden geçirecek, hem derinlik sağlatacak, hem de yeniden eksikleri varsa oluşturulacak olan sahaların en temeli dağlardır. Dağların zirveleridir. Dağların doruklarıdır.
Bunun için diyoruz ki gençler dağlara akmalıdır. Dağlara yeni zihniyet formunu kazanmak için akmalıdır. Demokratik siyaseti, kültürel gelişmeyi, sosyal bilimi, felsefeyi, bilimi derken gelecekte Kürdistan'da çok aktif olarak çalışmak isteyen bir genç için ne gerekliyse onu edinmesi için dağlara, hem de özgürlük dağlarının doruklarına…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Demokrasi halk yönetimi demek. Demokratik yönetim de halkın kendi kendini yönetmesi. Sayısı az toplum ya da topluluklarda kendi kendini yönetme işi doğrudan gerçekleşiyor. Nüfusu çok toplumlar ise bu işi seçilmiş temsilcilerin oluşturduğu meclisler üzerinden yapıyor. Yani seçilmiş halk meclisleri halkın iradesi ve karar gücü oluyor. Bu bakımdan halk yaşamında hayati öneme sahip rol oynuyor.
Meclisin böyle bir rol oynayabilmesi için her şeyden önce adil olarak seçilmiş ve yeterli olması gerekiyor. Yeterlilik sayı, temsiliyet ve nitelik noktasındadır. Yani bir toplumu temsil edecek meclisin, o toplumun nüfusuna göre yeterli sayıda olması, toplumu oluşturan tüm kesimlerin yeterli temsilcilerinin bulunması ve işe uygun bir bileşime sahip olması gerekir.
Seçim konusu ise çok daha büyük bir önem arz ediyor. Çünkü günümüz dünyasında meclissiz yönetim kalmamış durumda. Bu meclislerin hepsi de bir biçimde seçilerek oluşuyor. Atama topluluklara artık meclis denmiyor. Yönetimin mecliste olması ve meclislerin de seçimle oluşması, iktidar güçlerini seçim olayı üzerinde iyice yoğunlaştırmış bulunuyor. Bu temelde çeşit çeşit seçim tarzlarından binbir türlü seçim hilelerine kadar çok yönlü bir durum söz konusu.
Bu nedenle her seçim adaletli olmuyor. Bazen isteyen aday olamıyor, çoğunlukla aday olsa bile eşit koşullarda yarışamıyor. İktidarı, gücü ve sermayeyi elinde tutanlar ticaret yapar gibi seçimi de kazanıyorlar. Sonuçta ortaya seçilmiş bir meclis çıkıyor, ama bu meclis toplumun iradesini yansıtmıyor. Esas olarak iktidar ve sermaye sahiplerinin çıkarını gözeten bir topluluk oluyor.
Kuşkusuz bu tür seçimler adaletli değildir. Dolayısıyla seçilen meclis de demokratik olamaz. Bu tür meclislere demokratik halk meclisi denemez. Halk meclisleri halkın iradesini ortaya çıkaran adaletli bir seçimle oluşmuş ve demokratik yeterliliğe sahip meclislerdir. Ancak böylesi meclisler demokratik yönetim gücü olabilir.
Bir de meclislerin işleyiş ve çalışma sistemleri var. Bir meclisin demokratik yönetim gücü olabilmesi için adaletli seçilmesi ve yeterli temsil gücüne sahip olması gerekir, fakat bunlar yeterli olmaz. Bunlarla birlikte demokratik yönetim işlevini yerine getirecek bir örgütlülüğe ve işleyişe sahip olması gerekir. Bu noktada komisyon esasına göre çalışmak ve demokratik bir işleyişe sahip olmak öne çıkmaktadır.
Komisyon esasına göre çalışmak bir meclisin başarısı için şarttır. Bu, yeterince uzmanın gücüne dayanarak çalışmak anlamına gelir. Bu da meclisin karar gücünü geliştirir. Toplum yaşamının her alanına dair uzmanların oluşturduğu komisyonlar temelinde çalışması bir meclisi her zaman doğru ve yeterliliğe yakın kararlar almaya götürür. Böyle olmazsa meclisler karar alamazlar, alsalar bile kararları yeterli ve çözümleyici olmaz.
Komisyon gibi demokratik işleyiş de meclisin karar gücü açısından önemlidir. Komisyonlar karar metinlerini hazırlayan ön çalışma gücü olurken, demokratik işleyiş de bu metinlerin doğru ve yeterli karar haline getirilmesini sağlar. Rahatça tartışılan, herkesi katan, eşitlik ve adalet uygulayan bir ortamın doğru ve yeterli karar gücünü geliştireceği açıktır. Yoksa güçlünün ya da çoğunluğun dediği olur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, demokratik konfederalizm sistemini her düzeyde bir halk meclisleri rejimi olarak tanımlamıştır. Kürdistan Halk Kongresi(Kongra Gel)’nden başlamak üzere parça, eyalet, bölge ve şehir düzeyindeki halk meclislerinden köy ve mahalle komünlerine kadar örgütlenmeyi ve tüm toplum yönetimini bu meclislere vermeyi öngörmüştür. KCK sisteminin demokratik olması bu duruma bağlıdır.
Bu doğrultuda yaklaşık on yıldır Kürdistan parçalarında ve yurtdışında örgütsel faaliyet yürütülmektedir. Bir parti-cephe sisteminden örgütlü demokratik toplum sistemine, yani halk meclislerine dayanan demokratik konfederalizm sistemine geçilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda çok yoğun çabalar harcanmış ve çok önemli bir tecrübe yaşanmıştır. Şimdi tüm bunların dökümünü yapmaya ve bu konuda yeni bir hamle geliştirilmeye ihtiyaç vardır. Önder Abdullah Öcalan’ın yürüttüğü yeni demokratik çözüm süreci bunu gerektirmektedir.
Her şeyden önce, yaklaşık on yıldır yürütülen söz konusu çalışmalar hangi sonuçları vermiştir? Kaç meclis ve komün örgütlenmiştir? Bu meclis ve komünlerin sürekli olma ve rol oynama durumu nedir? Ne kadar karar veya kanun çıkarmış ve kendini ne kadar yönetim gücü yapmıştır? Kürt halk demokrasisini ifade eden halk meclisleri rejimi ne kadar gelişmiştir? Bu konuda olumlu ve olumsuz sonuçlar nelerdir? Her yerde ve herkesin bu sorular temelinde bir değerlendirme yaparak yeni hamleye yönelmesi başarı açısından şarttır.
Kuşkusuz biz burada geniş bir değerlendirme yapacak değiliz. Bu ne doğru ve ne de gereklidir. Bunu herkesin kendisi yapmalıdır. Fakat görünen o ki, halk meclislerini örgütleme ve işletme doğrultusunda yakın geçmişin heyecanında azalma yaşanmaktadır. Halk meclisine dayalı yönetim sistemi üzerine araştırma ve düşünce üretme de zayıftır. Yeterli düşünce olmazsa yaratıcı pratik nasıl gelişecek?
Bu konuda pratiği zayıflatan bazı hususlar vardır. Bunların tespit edilip giderilmesi, yeni bir hamleyi örgütlemek için kesin gereklidir. Örneğin araştırma zayıflığını ve heyecan azlığını belirttik. Oysa bunlar aşılmadan yeni hamle olmaz. Yine bu çalışmanın önünde ciddi zorluklar da vardır. Her yerde aynı olmasa da, birçok alanda ciddi engel ve zorluğun yaşandığı bir gerçektir.
Örneğin Kuzey’de bu çalışmalar suç sayılmış ve yasaklanmıştır. AKP yönetimi halk meclisleri örgütlemeyi “terör faaliyeti” sayıp yüzlerce siyasetçiyi tutuklamıştır. Hala binlerce tutuklu, onlarca toplu siyasi dava vardır. Bu saldırılar halk meclislerini örgütleme çalışmasını ciddi biçimde zorlamıştır. Bunlar biliniyor. Fakat her şeyi buraya bağlamak, bu durumu gerekçe göstererek yeni meclisler örgütlememeyi ve meclis sistemini geliştirmemeyi izah etmek doğru değildir. Evet, ciddi engel ve zorluk vardır, fakat ısrarlı ve direngen bir çalışmayla da bu engel ve zorluklar aşılıp çalışma geliştirilebilir. Burada ısrar ve direngenlikte zayıflık yaşanmaktadır.
Diğer yandan, bu konuda parti kadrosunun ciddi bir darlığı ve tutuculuğu yaşadığını geçen hafta yazmıştık. Kadro dar ve tutucu olursa meclis örgütlenmesine kim öncülük edecek? Demekki hızlı bir düzeltme gerekiyor. Kadrodan veya karşıtların baskısından kaynaklı olsun, bu konuda mevcut durum şudur: Halk meclislerini örgütleme çalışmasında bir zayıflık ve yetersizlik var. Geçmişte örgütlenenlerin bir kısmı dağılmış veya dağıtılmış. Olanlar da doğru ve yeterli bir tarzda işletilmiyor. Dolayısıyla halk meclisleri gerçek anlamda meclis olmuyor. İmkânlar varken yeni meclisler oluşturulmuyor.
Şimdi bu duruma kesin bir son vermek gerekiyor. Yeni süreç bu konuda engelleri kaldırıp yeni imkânlar açtı. Rojava devrimi çok önemli bir alan yarattı. Bunların etkisi dört parçada ve yurtdışında var. Halk meclislerini örgütleyip işletmek ve demokratik konfederalizm örgütlülüğünü bu temelde geliştirmek için her alan ciddi imkâna ve fırsata sahip. O halde her türlü hata ve yetersizliği aşarak bunları değerlendirmek lazım. Şimdi devrimci görev bu!
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Her yerde hep birlikte diyebilmek için sözü yüz yıllar öncesinden söylenen bir söz. Tam olarak, “yârin yanağından gayri her yerde her şeyde hep birlikte diyebilmek için”dir. Söz Şeyh Bedrettin’e ait. Bir dönemlerin Şeyh ül İslam’ı da olan Şeyh Bedrettin ortaklaşmanın ne kadar önemli olduğunu dile getirmektedir bu sözler.
Arada yüz yıllar geçmiştir, ortaklaşmanın ne kadar önemli olduğunu mücadele ederken öğreniyoruz.
Büyük Şair Nazım Hikmet’in kaleminden dile getirildiği gibi:
“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
Hep beraber sularda çekmek ağı
Demiri oya gibi işleyip toprağa
Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
Yârin yanağından gayrı her şeyde,
Her yerde,
‘hep beraber’
diyebilmek için...”
Bizler Kürdistan devrimcileri olarak yeni tarihi bir eşikte duruyoruz. Başkan Apo’nun 21 Mart Newroz manifesto açıktır. Herkese çağrılar yapmaktadır. Öyle ki
“Bu Newroz hepimize yeni bir müjdedir.
Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor.
Batının çağdaş uygarlık değerlerini toptan inkar etmiyoruz.
Ondaki aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerleri alıyor kendi varlık değerlerimizle, evrensel yaşam forumlarımızla sentezleyerek yaşamsallaştırıyoruz.
Yeni mücadelenin zemini fikir, ideoloji ve demokratik siyasettir, büyük bir demokratik hamle başlatmaktır.
Selam olsun bu sürece güç verenlere, demokratik-barış çözümünü destekleyenlere!
Selam olsun halkların kardeşliği, eşitliği ve demokratik özgürlüğü için sorumluluk üstlenenlere!”
Başkan Apo bizlere böyle hitap ediyor. Bizlere yeni dönemde nasıl çalışmamız gerektiğini de belirtiyor. Ve önemli mesajı ise dinlerin ortak değerlerine sahip çıkmamızı istiyor. Dinlerin ortak değerleri öncelikli olarak ahlaki değerleridir. Ortakçılıklarıdır. Birlikte bir arada yaşama istemleridir. Ve tabii ki haksızlıklara karşı duruşlarıdır. Ve de özelde de Ortadoğu’da dinlerin kapitalist modernist kültüre karşı bir nevi kendini savunmanın ve de korumalarıdır. Bunu yaparlarken de Ortadoğu toplumlarını bir nevi kapitalizmin sızmalarına karşı korumaktadırlar.
Şimdi bizlere böyle yüklü misyonlar biçilmişken, bizlere adeta gece gündüz çalışmamız için fırsatlar doğmuşken, gerçekten de bunu yapıyor muyuz? Adeta kapı kapı dolaşarak çalışmaların tam ortasına kendimizi atıyor muyuz? Ya da işin tam ortasında yerimizi alıyor muyuz? Yoksa çalışmanın emek yoğunluğu olmayan çalışmalara mı göz dikiyoruz?
Bu soruları herkes, hepimiz elbette kendimize sormalıyız.
Örneğin Kürdistan başta olmak üzere kaç kişimiz köylere bir tane komün kurmak için yollara düşüyoruz? Kaç köye gidip kaç tane örgüt kuruyoruz? Kaç tane köyde büyüyen insanımıza bir şeyler vererek, başkasına muhtaç olmadan yaşamasının yolunu öğretiyoruz?
Böyle soruları çoğaltabiliriz. Bizler bir köye gidip bir tane gençle, kadınla, yaşlıya, ya da anayla konuşma yerine şehirlerden dışarıya çıkmadığımız açıktır. Nede olsa şehirlerin imkanları çok fazladır. Çok fazla bizlere “maddi ve manevi” imkanlar sunmaktadırlar. Söyleyeceklerimizi” entelektüel sözleri daha iyi anlayabilmektedirler.” Birde ulaşım daha rahat. Konuşmak daha rahat. Yaşam daha rahat. Ancak köylere gitmek için biraz yorulmak gerekiyor, biraz koşuşturmak gerekiyor. Yürümek gerekiyor. Dil dökmek hem de herkesin anlayacağa bir dilde kendimizi yorarak konuşmamız gerekiyor. Ve tabii köyde, köy ortamında bir köylü gibi gerekirse yaşamamız gerekiyor.
Lakin bunlar zor şeylerdir. Bilinçli ya da bilinçsiz olsun sonuç yada ortaya çıkan gerçekler bunlardır. Bunun içinde köylere gitmiyoruz, bir tane komünün kurulmasına öncülük etmiyoruz. Ya da komün kurup içinde yaşamıyoruz. Sonra da sürece hazır olduğumuzu en tok sesle dile getiriyoruz.
Açıkça söyleyelim, sürece hazır olmak öncelikli olarak gidip bir köyde komünler oluşturarak birlikte yaşamaktan geçer. İnsanlarımızı kendilerine yetecek hale getirmekten geçer. Aksi taktirde sürece ve sürecin gereklerine göre yaşanıldığı söylenemez.
Benzer bir durum ise kentlerdeki varoşlar için geçerlidir. Yani Gettolar için. Şimdi soracak olur ise kaç kişi, kaç tane Getto’ya giderek insanlarımızın dertleriyle uğraşmaktadır? Yada başka bir şekilde soralım, Gettolarda hakim olan ideolojik çizgi kimlerindir? Bizler ezilenlerin ve ötekileştirilenlerin yanında olduğunu söylenenler mi etkili yoksa iktidar yada iktidarı pekiştiren başka güçler mi daha faal? Açık ki iktidar ve iktidara yakın duranlar karış karış, mahalle mahalle dolaşarak Varoşları kendilerine zemin yapmaktadırlar.
Halbuki varoşlar yani Gettolar bizlerin yerleridir. Bizlerin her gün oralarda kalarak, oradaki insanların dertlerine çözüm üretmemiz gerekiyor. Birlikte yaşamamız gerekiyor. Onların komünlerini oluşturarak yerinden dolaysız demokratik ilişkileri ya da doğrudan siyaset yapacakları zeminleri yaratmamız gerekiyor. Bu ise iş demektir. Bu ise emek demektir. Bu ise oralarda bizatihi yaşamak demektir. Bu ise çok ama çok emek demektir. Güzel üslup ve güzel insan ilişkileri demektir.
Lakin bunlar yapılmıyor. Yapılan şehirlerde ya da metropollerde bilinen, tanıdığımız ilişkilere gitmektir. Bizi rahat karşılayabileceklere giderek kendimizce bir şeyler söylemek oluyor.
Evet, “her yerde hep beraber diyebilmek için” öncelikli olarak köylere, varoşlara giderek gerçekten her şeyden birlikte diyebilmemiz gerekir. Birlikte o yaşamı paylaşmamız gerekiyor. Ve tabii ki bizatihi oralara giderek halkımızın yaşama reflekslerinin daha da güçlenmesi için kendi kendilerini yürütebilecek yol yöntemleri göstermemiz gerekiyor.
Aksi taktirde bizler tarihin bu önemli dönemecinde zamanımızı boş harcamış olacağız. Ve tarihin bize yüklediği misyonunu yerine getirmemiş olacağız. Ve tabii birde kendimizi sürece katmamış olacağız.
Yukarıda dile gelenler ışığında özelde Kürdistan gençleri başta olmak üzere Kürdistan ve Türkiye’de halkların kardeşliğini savunan herkes yeni döneme bu çalışma azmi ve tarzıyla yüklenmek zorundadır.
Başkan Apo’nun dile ifade edecek olursak, selam olsun varoşlarda ve köylerde gece demeden gündüz demeden çalışan demokratik siyaset öncüsüne.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bizler yeni bir sürece adım atmış bulunuyoruz. Başkan Apo bu süreci, “DEMOKRATİK KURTULUŞ VE YENİ YAŞAMI İNŞA SÜRECİ” olarak tanımladı.
Geçmiş yıllarda da özgürlük hareketi her zaman tarihi önemi yüksek olan anlarda, süreci ifade eden dönem Şiarlarını tespit etmiştir. Süreci en iyi ifade edebilecek, anlamı daha da güçlendirecek Şiarlar dediğimiz gibi her zaman özgürlük hareketi tarafından formüle edilmişlerdir. Lakin her zaman en iyi sözleri, en iyi başlıkları, en iyi şiarları, en iyi sloganları, en iyi açıklamalarını yapmak yetmiyor. Güzel ve formüle edilmiş tanımlamaların hayat bulması için başka şeyler gereklidir.
Öncelikli olarak söylenenlerin hayat bulması için doğru bir zihniyet yapılanması gerekiyor. Zihniyet yapılanması bu davaya kendisini adadığını söyleyen, söylenenlere inanan, bir şeylerin yapılması gerektiğini bilince çıkaranların işidir. Bir kere bu davaya inanmış iseniz o zaman bu davanın gereklerini de yerine getirmeniz gerekmektedir. Önce beynimizle kendimizi yeniden yaratacağız. Yani beyinde zihniyetimizde kendimizi yeniden yaratacağız. Onlarca yazı, belge, araştırmalar vardır. En azından Başkan Apo’nun sunduğu çok sayıda savunmaları vardır. Bir kere bunları alıp iyi özümseyeceğiz. İyi okuyup anlamaya çalışacağız. Yanlışlıklarımızı görüp önce düşüncede aşacağız. Aksi taktirde eğer düşüncemiz yanlış kurgulanmış ise istediğimiz kadar emek sarf edelim, istediğimiz kadar koşturalım, koşuşturalım ortaya çıkacak sonuçlar parlak olmayacaktır. Boşuna yanlış kurgulanmış yaşamlar doğruya ve düze çıkmaz dememişlerdir. Boşuna yanlış yaşanan hayatların doğru yaşanamayacağı söylenmemiştir.
Özcesi doğru yaşamak istiyor isek, önce zihin yapımızı düzelteceğiz. Zihinsel dünyamız kapitalizmin tüm kirleri paslarıyla dolmuş ise ortaya halkların ortaklaşmasını, paylaşmasını, komünal yaşamasını savunan yaşamlar çıkmaz. Hele hele kapitalizmin karşısına halkların komünal değerleriyle hiç mi hiç çıkılamaz. İnsanlığı kirleten zihniyetten arınamayacağımız için varacağımız yer ya da yerler yine bilinen yer ve yerler olacaktır.
Özcesi zihin dünyamızı gözden geçirmeliyiz. Kendimizi yapmalıyız. Bu bireysel okumayla olur, ortak okumayla olur, toplu tartışmalarla olur. Her hâlükârda beyin dünyamızı kesinlikle gözden geçirmemiz gerekiyor. Bunun zor olduğu açıktır. Yıllardır körelmiş, felç edilmiş zihin dünyamızı, dünyalarımızı arındırmak kesinlikle büyük emek ve yürek ister.
Ve tabi bir kere düşünce dünyamızı düze çıkarmış isek bu kez yaşamımızı düze çıkarmamız gerekiyor. Yaşamımız ortaklaşmayı yani komünal yaşamı öngörüyor. Toplumumuzu, toplumlarımızın ortak değerlerini ilke edinerek onları savunmayı öngörüyor. Kapitalizm başta olmak üzere bildiğimiz o tüm kirletici uygarlık değerleriyle kirletilmeye çalışılmış olan o temiz değerlere yeniden sahiplenmeyi öngörüyor.
Bizler öncelikli olarak toplumumuzun ve toplumlarımızın direniş güçlerini, enerjilerini yeniden açığa çıkarmalıyız. Yani direnişçi toplumu yeniden ortaya çıkaracağız. Kolay kolay dışarıda gelipte baskılayan her hangi bir saldırıyı kabul etmeyen toplumsal özü yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Bunu yapabilmek için hem toplumumuzun içine gireceğiz, hem de o toplumumuzun bilinen tüm ahlaki değerlerini yeniden açığa çıkararak toplumsallaşmasına ön ayak olacağız. Toplumsallaşması güçlü olan ancak ısrarla kapitalizmin kirletici, bireycileştirici, maddiyatlaştırıcı ve de özel mülkiyetçileştiren yaklaşımlarıyla zayıflatılan bu toplumsallığı yeniden inşa edeceğiz.
Bu gerçekten çok zor bir iştir. Toplumun o güzel yönlerini yeniden ortaya çıkarak güçlendirmek, hem de dışarıda kirletici olarak bir nevi sızdırılmış olan toplumu düşüren ve zayıflatan virüslere karşı mücadele etmek ciddi çaba ister.
Öncelikli olarak dirayet ister. İrade ister. Çaba ister. Dayanırlık ister. Sabır ister. Ve tabi bir de kesinlikle önce kendini o tüm uygarlık kirlerinden temizlenmeyi ister. Herhalde işin en zor yönü de bu olmalıdır.
Beyin ve yürek işi derken kast ettiğimiz budur. Demokratik kurtuluşun yapılması için gerekli olanlar elbette sadece bunlar değildir. Toplumun kültürünü öz kültürünü yeniden inşa etmek. Sosyal ve siyasal yapısını kendi kendisini ayakta tutacak düzeye yeniden getirmek. Geçmiş yıllarda olduğu gibi kendi kendine karar verme, karar alma mekanizmasını yaratmak. Her türden kararlaşmayı bizatihi kendi iradesiyle alır hale getirmek. Ve tabii ki toplumun geçmiş yıllarda olduğu gibi ortaklaşmasını, paylaşımcı karakterini yeniden gün yüzüne çıkarak, dışarıda sızdırılan bireyci ve maddiyatçı olan kapitalist kültürü dıştalamaktır.
Yukarıda söylenenlerin pratikleşmesinin ne kadar zor olduğu açıktır. Ama unutulmamalıdır ki bizler zor olanı hayata geçirmek için yollara düştük. Ve zor olanı başarmak için bu ülkenin, bu toprakların ne kadar civanmert evlatlarının toprağa düştüğünü de unutmamak gerekiyor. Yani yanlış yaşanmış olan bir yaşamı doğru yaşanır hale getirilmesi için gerçekten de çok büyük emekler gerekmektedir.
Madem ki yeni demokratik kurtuluş sürecine yine onun yeni yaşam inşasına varız diyoruz, o zaman bulunduğumuz her yerde herkes, hepimiz mutlaka beyin ve yüreğimizi bu işe yatırarak üzerimize düşeni yapmalıyız ki Kürtlerin eline geçen bu tarihi fırsatı kaçırmayalım.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan halk Önderi zindanda, en zorlu koşullarda tarihi bir adım attı. PKK-KCK yönetimi, sözü iki etmeden, kendi Önderliğini kayıtsız-şartsız izledi. Kendilerine göre senaryolar oluşturup, Önder Apo ile, Kürdistan özgürlük hareketinin yönetimini karşı karşıya getirmek isteyen, bunun üzerine senaryolar kuran ve sonuçlarından nemalanmak isteyen sömürgeci Türk devletinin hükümeti ve bu temelde etkilemeye çalıştığı geniş kesimler de fena halde yanıldılar.
Savaş varsa, savaşan taraflar vardır. Barış varsa da, barışan taraflar vardır. İnsanlar, kesimler, halklar ne için savaşırlarsa, barışın da bu temelde oluşmasını isterler. Yani ne için, hangi amaç için savaşılmışsa, barışı da o amacın gerçekleşmesi olarak anlarlar. Eğer amaç gerçekleşmiyorsa o zaman o duruma barış denilmez. Savaşa yol açan nedenler ortadan kalkmıyor, Kürt halkının halk olmaktan kaynaklanan hakları tanınmıyorsa, o zaman durumu nasıl tanımlamak gerekir?
Önder Apo, Kürt halkının amaçlarına artık demokratik siyaset yoluyla gitmesini istedi. Bunu yaşanan mücadelenin, tarihin, toplumun ve bölgenin içinde bulunduğu durumdan hareketle söyledi. Sömürgeci Türk devletinin yetkilileriyle yapılan müzakereler sonucunda, bir yol haritası ortaya konuldu. Üç aşamalı olan bu eylem planında tarafların yapması gereken görevler birer birer belirlenmiştir.
Önder Apo Kürdistan özgürlük hareketinden mektuplar yoluyla ve BDP heyetleri üzerinden talepler de bulundu. Kürdistan Özgürlük Hareketi, Önder Apo’nun söylediklerini talimat olarak anladı, anlamlandırdı ve gereklerini yerine getirmeye başladı. İlk önce bir iyi niyet adımı olarak, HPG’nin elindeki esirleri bıraktı. Ardından, Önder Apo Newroz’da tarihi çözüm deklerasyonunu, barış manifestosunu yayınladı. Bunu Özgürlük hareketinin ateşkes ilanı ve ardından da, 8 Mayıs’ta da geri çekilme kararını açıkladı. HPG Komutanlığı, hem Önderliğin, hem KCK Başkanlığının açıklamalarını esas alarak, geri çekilme talımatını Kuzey Kürdistan’da bulunan gerilla birliklerine alenen iletti.
Tabiki bu öyle kolay bir karar değil di. Kürdistan özgürlük hareketi ve gerillası kendisini, 2011-2012’de başlatıp da, kimi yetersizlikler nedeniyle sonuca götüremediği devrimci halk savaşını, daha güçlü bir eğitim, hazırlık ve özeleştiri temelinde başarıya götürme kararını almıştı. Bunun için bölge ve Kürdistan koşulları da uygun haldeydi. Düşünce ve motivasyon buydu. Her komutan ve savaşçı böyle bir kararlaşma ve motivasyon içindeydi. Tam da böyle bir durumda ateşkesi ve geri çekilmeyi tartışmak bile zordu. Bunu kabul ettirmek kolay değildi. Aynı şeyi Kürdistan halkının geniş kesimleri için de bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ortada sadece savaş-barış kararını veren bir hareket ve gerilla yok, bu savaşa en yiğit, en cesur, en fedakar ve en güzel oğullarını-kızlarını vermiş bu halkın da elbette ikna sorunu vardı. Hem gerilla hem de halk açısından, elbette hassasiyetler vardı. Elbette riskler de vardı. Ancak Önder Apo ve PKK yönetimi birlikte, herşeyi göze alarak kararlaştırılan adımları birer birer attılar. Ve atmaya devam ediyorlar.
“Gerilla Kuzey Kürdistan’dan çekilmeden, devlet sınırları dışına çıkmadan, silahlar susmadan, kan akarken nasıl Kürt sorunu çözülür” ya da “ hükümet olarak biz nasıl adım atabiliriz” diyerek, sürekli bir biçimde işi yokuşa süren, bunu ipe un serme gerekçesi yapan AKP hükümeti bundan sonra ne diyecek diye, Kürt ulusu başta olmak üzere tüm Türk ve dünya kamuoyu merakla beklemektedir. Oslo sürecinin ilk tartışma gündemlerinden birisi, yani 2008 yılından bu yana sömürgeci AKP hükümeti, esas olarak gerillanın devlet toprakları dışına çıkmasını, çözüm yönünde adım atmanın bir temel şartı, olmazsa olmazı olarak görüyordu. Öyle anlaşılıyor ki, son görüşmelerde de böyle bir istem ve talepte bulunmuşlardır.
Önder Apo ve Kürdistan özgürlük hareketi, madem sorunun önündeki engel- böyle olmamakla birlikte- gerillanın Kuzey Kürdistan’daki varlığı ise, “ biz bunu çözeriz” dediler. Ve bu temelde Kürdistan özgürlük gerillası demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etmek için bir özgürlük ve demokratik çözüm yürüyüşü başlattı. Herkes şunu bilmelidir ki, ilk silahlı propaganda birliğinden bugüne kadar, gerilla Kuzey Kürdistan’a hangi amaç ve hedefle yürümüşse, ordan geri çekilmeyi de o amaçla yapmaktadır. Gerilla Kuzeye yönünü dönerek, yürürken de amaç, Kürdistan topraklarında Kürt halkının ve diğer tüm halkların-inançların demokratik bir ulus temelinde özgürce kendi yaşamını kurmasıydı ve Türk halkıyla yeniden eşit-özgür temelde birlikte yaşamasıydı, bugün de Kürdistan özgürlük gerillası çekilirken de, aynı amaç için çekilmektedir.
Ve gerillanın ilk grupları tüm dünyanın gözleri önünde çekilme işlemlerini başlattılar. Sömürgeci Türk devletinin keşif, pusulama, operasyon, hava koşullarının sertliği vb. rağmen gerilla grupları zorlu bir çözüm yürüyüşünün ardından medya savunma alanlarına çekildiler. Çekilme çalışmaları halen de devam etmektedir.
Gerillanın çekilme kararını duyduklarında, çekilme sürecinde ve medya savunma alanlarına çekildiklerinde nasıl düşünceler ve duygular yaşadığını hep birlikte izledik. Bir gerillanın, yirmi bine yakın özgürlük gerillasının, adeta her karışına kanının karıştığı topraklardan, mekanlardan geri çekilmesinin ne anlama geldiğini sanıyoruz, herkes izleyebildi. Kendi yoldaşını, silah arkadaşını kendi eliyle toprağa gömerek geri çekilmenin ne kadar zor olduğunu, biraz vicdanlı, ahlaklı hatta biraz insanlıktan kırıntı kalan herkes az-çok tahmin edebilir. Biraz enpati yababilir. Ama demokratik çözümün, halkların eşit-özgürlüğü için, gerillalar yüreklerine taş basarak, acılarını yüreklerine gömerek geri çekildiler.
Herkesin bunun anlamını çok iyi bilmesi ve taktir etmesi gerekmektedir!
Evet! AKP Hükümeti! Şimdi Kürt sorununu çözmemek, adım atmamak için elinizde bir gerekçe kaldı mı? Yeni uyduruk gerekçeler üretmezseniz, ipe un sermek, suyu yokuşa sürmek için elinizde hiç bir gerekçe kalmadı. Hele hele,” gerillanın geri çekilmesi yetmez, silahta bırakması gerekir “ gibi gerillayı ve Kürt ulusunu çileden çıkaracak uyduruk gerekçeler ileri sürmezseniz. Adım atma sırası sömürgeci Türk devletinindir.
Kürt ulusu ve dostları soruyor:
Siz şimdi, Önder Apo’nun ve diğer esaret altına aldığınız tutsakları serbest bırakacak mısınız? Kürt halkının halk olmaktan kaynaklanan haklarını tanıyacak mısınız? Bunu öyle muğlak-belirsiz, her tarafa çekilebilir biçimde değil de, açık, dobra dobra Kürt inkarına son verecek misiniz? Yeni yapılacak anayasada Kürt ulusunun varlığına ve haklarına aynı açıklıkta yer verecekmisiniz? Örneğin en azından İspanya modeli bir anayasal güvenceyi, yani demokratik özerkliği Kürt ulusuna verecek misiniz? Kürt halkının kendisini özgürce yönetme hakkı da dahil, dil-kültür vb. Alanlarda sınırlamalardan vazgeçecek misiniz? Cumhuriyet tarihi öncesi ve sonrasında Kürt ulusuna ve diğer ermeni, alevi, çerkez, laz vb. Kesimlere yönelik politikaları açığa çıkarmak üzere arşivleri açacak mısınız? Başta Ermeni ve Kürt uluslarına yönelik soykırımı kabul edecek misiniz?
Güncel olarak, halkımızın temel bir talep olarak dile getirdiği, karakolların yapımını durduracak mı, Kürdistan’daki askeri varlığını devam ettirip daha da derinleştirmek için yürüttüğü baraj inşaatlarını ve yol yapımlarını durduracak mı? Ve en önemlisi, Kürdistan’daki işgal güçlerinizi ne zaman çekeceksiniz?
Yoksa oyalama politikasına devam mı? Ya da bazı kırıntılarla Kürtleri uyutma politikası mı?
Şu bilinmelidir ki, Önder Apo’nun sömürgeci Türk devletine verdiği son şanstır. Eğer karşılık verilmez, Kürt halkını ikna edici adımlar atılmazsa, varolan kimi kırık-dökük, iyice yıpranmış, adeta pamuk ipliği zayıflığına gelmiş bağları da koparır. Kürt ulusu böyle sahte,aldatan yaklaşımları kabul etmeyecektir.
Bazıları, akıl insan, aydın vb. adına Kürtlerin Türk hassasiyetine dikkat etmesi gerektiğini söylüyor. Öyle inanıyorum ki, bu yazımızı da Türk hassasiyetinin dikkate alınmadığı vaazedenler çıkabilir. Onlara uslubumuz içinde kalarak sadece şunu söylemekle yetiniyorum: Behey vicdansızlar, siz de hiç ölçü-izan yok mu? Biraz son yüzyıl tarihinize bakma lütfunu neden biraz göstermiyorsunuz? Liderleriniz, tek istemleri özerklik olan koçgirilileri katliamdan geçirirken, hem de iki halkın meclisi adına bu katliamı yaparken ne tepki gösterdiniz? Devletiniz, sizin adınıza, Lozan’da Kürtleri inkar ettiğinde neredeydiniz? O pek öğündüğünüz Türkiye cumhuriyeti devleti, Kürt ulusunun inkarı ve yokluğu temelinde büyük bir yalan ile ilan edildiğinde neredeydiniz? Peki herkesi Türk sayan 1924 anayasası yapıldığında ne yaptınız? Ya palu-genç-hani katliamları yapılırken? Şeyh Saitler, Seyit Rızalar idam sehpalarına çekilirken? Peki İstiklal mahkemeleri kurulup, takriri sükun ve iskan kanunları çıkarılırken?
Siz hangi hassasiyetten sözediyorsunuz? Kürt ulusunun hiç mi hassasiyeti yok? Ne zaman Kürtlerin hassasiyeti, varlığı ve devletinizin katliamlarla gasp ettiği, ulus olmaktan kaynaklarar hakları diyeceksiniz?
Halkımız ve dostları, tüm Türkiyeli demokrasi güçlerini AKP devletinin de bazı somut, elle tutulur ve çözümleyici adımlar atması için mücadelelerini daha da yükseltmeleri gerekir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar