Devrimci görevler köklü olan görevlerdir. Şartlar ne olursa olsun yerine getirilmesi gerekli ve zorunlu olan görevlerdir.
Tarih Kürtlere ve dostlarına yeni tarihi görevler yüklemiştir. O zaman yapılması gerekli olan bu tarihi görevlerin hakkını vermektir. Aksi taktirde tarih bizleri-kendisine devrimciyim diyenleri af etmeyecektir.
Tarihi bir momentten geçiyoruz. Bu tarihi momentin sürükleyici ve de itekleyici güçlerin başında gençler gelmektedir. Bunun için en büyük görevler gençlere düşmektedir.
Başkan Apo yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreç herkese moral ve coşku vermektedir. Ancak bu sürecin çok ciddi tehlikeleri de vardır. Başkan Apo’nun belirttiği bu yeni çizgi birçok çevreyi harekete geçirebilmektedir. Çok geniş çevrelere ulaşma imkanı sağlamaktadır. Bugüne kadar ilişkilenemediklerimizle ilişkilenebilmekteyiz. Hareket sahamız ya da açılım sahamız çok genişlemiştir. Üstelik bu tüm çalışma sahaları için geçerli olan bir durumdur.
Diplomasiden siyasal çalışmalara, sivil toplum örgütlenmesinden çeşitli meslek çalışmalarına, kültürel etkinliklerden geniş sosyal etkinliklere, felsefik derinleşmeden ideolojik derinleşmelere, dünya halklarından bulunduğumuz alandaki halklara, inanç guruplarına derken kadınlara, yaşam arayışları ayrı olanlara, çevrecilere, sistem karşıtı birçok çevrelere ulaşma, ilişkilenme, ortaklaşma imkanları çok fazla artmıştır. Bunlar Başkan Apo’nun başlattığı yeni süreçle objektif olarak ortaya çıkan gerçeklerdir.
Ancak aynı durum yer yer belki de daha fazla bugüne kadar Kürtleri ve bu topraklarda yaşayan diğer halkları ve de farklı kültürleri baskılayan, yok sayan, küçümseyen ve çoğu zaman da bu ezenler içinde geçerlidir. Faşistlikleriyle nam salanlar bugün çok rahat bir şekilde sadece halkımızın arasına değil, insanlığın da arasına çıkma fırsatı yakalamışlardır. Dün itici ve nefret toplayanlar bugün tüm ekonomik imkanlarını da kullanarak bu durumu gidermek için de fırsatlar yakalamışlardır.
Dikkat edelim, posta posta Kürdistan’a akın etmeye başladılar. Dün halkımızın içine gelmeye korkanlar şimdi gövde gösterileri yapıyorlar. Ve zaman ilerledikçe bunu çok daha ileriye götüreceklerdir. Ekonomik, sosyal, teknik, medya derken tüm imkanlarını seferber edeceklerdir.
Açıkça belirtelim; Kürt halkını yine diğer farklı halkları, inanç guruplarını ve çevreleri öteleyen faşizan zihniyet yaptıklarını meşrulaştırmak için köklü bir SEFERBERLİK başlatacaklardır. Bu seferberliğin ilk işaretlerini şimdiden görüyoruz. Yılların psikolojik özel savaş tecrübelerini de kullanarak kesinlikle yeni süreci kendi lehlerine çevirmek için bin dereden su getirerek çalışacaklardır.
Bunu bilelim, buna göre yaşayalım. Başkan Apo’nun dile getirdiği: “Demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam süreci”ne etkili katılmak istiyor isek, gerçek manada yeni bir demokratik yaşam inşa etmek istiyor isek o zaman bu sürece yüklenmemiz gerekiyor.
Başkan Apo çok önceleri “çalışalım, çalışalım, çalışalım” demişti. Yine “çalışanlara selamlarımı iletin” demişti. Demek ki tarih bize her zamankinden çok daha fazla çalışmayı dayatıyor. Adeta bir saniyemizi boşa geçirmeden ulaşabileceklerimize mutlaka ulaşmalıyız. Unutulmamalıdır ki Mazlum Doğan yoldaşlar Diyarbakır zindanlarında kitle ilişkilerini nasıl oluşturduklarını bizlere anlatmışlardı. Bir insanla konuşabilmek için nasıl aç kaldığını, ne kadar zorluk çektiğini bize anlatmıştı. Yine bir Kemal Pir yoldaşın “gerektiğinde 3 saat konuştuk, gerektiğinde ise 300 saat konuştuk” çalışma tarzı bizim yeni dönem çalışma tarzımız olmak zorundadır.
Evet, dönem Kemal Pir ve Mazlum Doğan tarzı çalışma dönemidir. Buna tabii ki Haki Karer yoldaşın Antep ve Adana’da birkaç genci eğitebilmek için nasıl hamallık yaptığını da bilmeliyiz.
Evet, çalışma tarzımız Kemal Pir tarzından, Mazlum Doğan tarzından, Haki Karer tarzından olmalıdır ki, yaratılan onca değeri daha büyük değerlerle, özgürlükle, eşitlikle taçlandıralım.
Evet, tarihi bir momenti yaşıyoruz. Bu tarihi momentin sürükleyici güçlerinin başında gençler gelmektedir. Gençlerin ise rollerini oynayabilmeleri için kesinlikle çok köklü ve güçlü bir çalışma tarzına ihtiyaçları vardır. Bu çalışma tarzını ise büyük devrimcilerimiz, büyük önderlerimiz 30 yıl öncesinde bize göstermişlerdir.
Evet, tarih bize yeniden Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Haki Karer tarzından çalışmayı dayatıyor.
Devam edecektir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Dicle Üniversitesi’nde yaşanan olaylar önemli. Bu olaylar doğrudan adına “Çözüm süreci” denen yeni süreçle bağlı. Öyle ODTÜ ve diğer üniversitelerde yaşanan öğrenci olaylarından çok farklı. Eğer bir yerdekine benzetilecek ve bağlanacaksa, Suriye devlet güçleri ile adına “Muhalefet” denen bazı çete gruplarının Rojava halkına yönelik Halep, Serîkaniyê, Kamışlo ve Hasekî’de artan saldırılarına benzetmek ve bağlamak daha doğru olur.
Bir kere olayların oluşu çok açık. Dicle Üniversitesi’ndeki yurtsever öğrencilere adını “Hizbullah” koyan, Kürt halkının ise “Hizbulkontra” olarak ifadelendirdiği çete güçlerinin polis gözetimindeki saldırısı gerçekleşmiştir. Yani saldıran bir taraf var: Hizbulkontra. Saldırıya uğrayan bir taraf var: Yurtsever Kürt öğrencileri. Onların şahsında Kürt halkı ve Kürt Özgürlük Hareketi. Yine zemin yaratan ve saldırıyı destekleyen bir güç var: Muammer Güler yönetimindeki polis.
Bu saldırının amacı ya da amaçları da çok açık. Bir amaç, yerel amaç Dicle Üniversitesi’ni ele geçirmektir. Yani üniversitede kendi fikir egemenliklerini kurmaktır. Diğer amaç, genel amaç ise adına “Çözüm süreci” denen yeni süreci provoke etmektir. Yani PKK’nin ateşkesini bozmak ve gerillanın geri çekilmesini engellemektir. Dicle Üniversitesi’nde bile böyle bir saldırı olursa, o zaman PKK çatışmaları nasıl durdurabilir, ateşkesi nasıl yürütebilir, gerillayı nasıl Kuzey’den çekebilir? Bu saldırı ile PKK’ye mevcut süreci devam ettirdiğinde başına gelecekler gösterilmek istenmiştir.
Peki kimdir bu saldırıları yapan “Hizbullah” ya da Hizbulkontra? Bu güçleri Kürt halkı da, kamuoyu da çok iyi tanıyor. Çünkü bunları TC’nin özel savaş sistemi 1990’lı yılların başında Kürt Özgürlük Hareketine ve yurtsever Kürt halkına karşı tetikçi olarak kullanmıştı. Bu saldırılarla yaşanmış binlerce “faili meçhul” denen katliam var. Bu çeteci grubu 2000’lerin başında Ecevit hükümeti tutuklatmış ve ağır cezalara çarptırılmıştı. Ancak 2010 yılında AKP hükümeti bazı hukuksal numaralarla bu güçleri cezaevinden salıverdi. Kısa süre sonra haklarında yeniden tutuklama kararı verilmiş olmasına rağmen, çeteci grup sırra kadem salmıştı. Basına yansıyan bilgilere göreyse, bu grup İran’a geçmişti.
Bu çete grubu 1990’lı yılların başında Türk özel savaşının tetikçisi olarak Kürt yurtseverine saldırtılırken, bu grubun ardında İran’ın olduğu da söyleniyordu. Yani Türk özel savaşı ve İran birlikte Kürt yurtseverlerine saldırı yapıyordu. Tetikçi olarak iki gücün ortak kullandığı kesimse bu Hzbulkontra denen çeteci ekipti. Şimdi de aynı ekibin yeniden devreye sürülmeye başlandığı görülüyor.
O halde yapan belli olduğuna göre, yaptıranlar da bellidir. Hizbulkontra denen bu çete ekibinin arkasında İran ve Türk özel savaş güçleri vardır. Bu iki gücü, yani İran ile Türk özel savaş güçlerini bir araya getiren tek şey, Kürt karşıtlığıdır. Kürt Özgürlük Hareketine bu temelde Kürt varlığı ile Kürt sorununun çözümüne karşıt olmalarıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Newroz’da yaptığı büyük çağrının başlattığı yeni süreç bu kesimleri telaş içine sokmuştur. Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi bu kesimleri ciddi biçimde korkutmuştur. Hizbulkontranın yeniden devreye konması ve Dicle Üniversite’ndeki yurtsever öğrencilere saldırı bu süreci sabote etmek ve engellemek amaçlıdır. Rojava’da Kürtlere yönelik saldırıların artması da aynı amaçlıdır ve o saldırıların arkasında da aynı güçler vardır.
Bu durum bize, basına yapılan açıklamalarla gerçeğin çok farklı olduğunu göstermektedir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Newroz çağrısına destek verdiğini herkes açıklamıştı. MHP ile CHP bile açıktan reddedememişti. Tüm bölge güçleri ile küresel aktörler “Destek açıklaması” yapmıştı. Öyle ki, selamlayanlar, kutlayanlar, açıktan PKK’yi olumlayanlar peşpeşe gelmişti.
Fakat şimdi görülüyor ki, gerçek siyaset herkes açısından böyle değildir. Basına “Süreci desteklediğini” açıklasa da, aslında sürece karşıt olan ve el altından süreci engellemeye çalışan epeyce güç vardır. Hizbulkontra’nın bu güçlerden biri olduğu açığa çıkmıştır. Ardındaki İran ve Türk özel savaş güçlerinin de mevcut çözüm sürecine karşıt olduğu anlaşılmıştır.
Tabi karşıtlar topluluğu sadece bunlarla da sınırlı değildir. Örneğin KDP’nin gerçek tutumu pek net değildir. Çözüm sürecinden gerçekten yana olsa, o zaman Zağros TV böyle süreç karşıtı propaganda yapar mı? Yine Fransa ve Almanya gibi güçlerin de ikili oynadığından kuşkulanmak için çok neden vardır. Eğer bu güçler yeni sürece karşı olmasalardı, o zaman yüz güne yaklaşmış olunmasına rağmen Paris katliamı hiç böyle karanlıkta kalır mıydı?
Daha fazla irdeledikçe, neredeyse süreç karşıtlarının destekleyenlerden çok daha fazla olduğu açığa çıkacak. Belki de bu listenin ucu AKP’ye kadar gelecek. Dicle Üniversitesi’ndeki saldırının AKP yönetimindeki polisin gözetiminde yapılmış olması bu kuşkuyu daha da artırmaktadır. Yine sürecin yürütülmesindeki AKP isteksizliği ve süreci muğlaklaştırıcı yaklaşımları sözkonusu kuşkuyu neredeyse gerçeğe dönüştürmektedir. Bu durum adeta insana “Yoksa AKP gerillanın geri çekilmesine karşı mı?” sorusunu sordurmaktadır.
Dikkat edelim, “Silahlar sussun, fikirler konuşsun” diyen AKP, sürecin TBMM’ye götürülmesine ve yasal-siyasal çerçeveye kavuşturulmasına karşı çıkıyor. “Kürt inkârı ve asimilasyonu aşıldı” diyen AKP, yeni anayasada Kürt kimliğinin yer almasını istemiyor. Aslında AKP Kürt varlığını kabul etmek ve Kürt sorununu çözmek istemiyor. Deyim yerindeyse bir nalına bir mıhına vuruyor. İpe un sererek süreci sadece ateşkes konumunda tutmaya çalışıyor.
O halde Dicle Üniversitesi saldırısının AKP polisinin gözetiminde gerçekleşmiş olması bir tesadüf ve şaşırtıcı değildir. En azından AKP içindeki bir kesimin bu yeni sürece karşı olduğu ve dolayısıyla üniversite saldırısının ardında bulunduğu açığa çıkmıştır.
Tüm bunlar süreç konusunu daha da aydınlatıp, AKP yalanlarını gün yüzüne sermektedir. Bir kere bu yeni süreci geliştiren AKP değil, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. İkincisi, içte ve dışta süreç karşıtı çok fazla güç vardır. Üçüncüsü, hepsi değilse de AKP’nin bir kesimi de sürece karşıdır. O halde bu gerçekleri çok iyi görmek, çok duyarlı ve tedbirli olmak ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği bu yeni süreci iyi sahiplenmek gerekir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Kürtler, Kürtlerle birlikte birlikte aynı ezilmişliği, dışlanmışlığı, ötekileştirilmeyi, çoğu zaman da yok edilmeyi, horlanmayı yaşayan bu toprakların insanları için yeni bir mücadele dönemi başlamıştır.
Bazı sosyalist yoldaşların belirtikleri gibi Kürt sorununun çözülmesiyle artık tam da sınıf mücadelesinin dolu dizgin başlayacağı mücadele süreci…
Elbette Kürt sorunu henüz çözülmemiştir. Ne zaman çözüleceğini ise mücadele belirleyecektir. Bizlerin yani halkarın, ezilenlerin derken cümle cemaat insanı baskılayan sistemde zarar görenlerin mücadelesi...
21 Mart 2013 günü Başkan Apo yeni bir süreç başlatmıştır. Bu süreci Demokratik Siyasetin önünün açılması süreci olarak tanımladı.
“Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor” diye milyonlara hitap etti.
Başkan Apo sürecin bir mücadele süreci olacağını açıkça belirterek mücadeleye çağrı yaparken yer yer Başkan Apo’nun bu söylemlerini farklı yerlere çekenlerin çıktığını üzülerek tespit ediyoruz.
Bazı çevrelerde sanki mücadele bitmiş, artık başta Kürt sorunu olmak üzere sorunlar çözülmüş havası var iken. Kimisinde ise sanki hiç bir şey değişmemiş, aynen eskiden sürdülen mücadele sürdürülüyormuş gibi bir yaklaşım vardır. Ve yine bir kesimde ise bunların ikisi dışında süreci anlamaktan uzak, adeta provoke eden bir hal var.
Herkesin düşünme biçimi elbette kendine. Ancak denir ya “eğri otur ama doğru konuş” diye. Ya da tam böyle olmayanlara ise söylenenleri daha doğru ve derinliğine kavrayın lütfen diye.
Bir kere kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’de var olan sorunların tümü ortada durduğu gibi duruyor. Yani çözülmemiştir. Yapılan yeni bir siyaset biçimiyle var olan bu yığınca sorunlara çözümler üretmektir. Bu ise daha sert mücadele demektir.
Diğer yandan ise sanki dağlara çıkanlar ebediyen dağlarda yaşamak için çıkmışlardır. Dağlara çıkanların dağlara çıkış sebepleri sadece ve sadece Kürt sorununu ve de bu topraklarda yaşayan tüm ezilenlerin sorunlarına derman olmak içindi, içindir. Başkada dağa çıkanlar azdır. Özcesi, dağlara iş olsun diye kimse çıkmıyor. Murat Karayılan yoldaşın bir mülakatında belirttiği gibi; “dağlara çiçek toplamak için çıkmadık.” Bu ne demektir, var olan sorunun-sorunların farklı yollarda çözülme imkanı bulunuyorsa ve bu yol-yollar diğer bilinen sert yolda daha az bedel gerektiriyorsa o yolu seçmek en doğru olan tercih olmaktadır. Ve şimdi yapılan da budur.
Lakin öyle görülüyor ki Başkan Apo’nun başlattığı süreç tam anlaşılmıyor. Kaygılara kimsenin diyeceği bir şey olamaz. Ancak kaygıları olanların bu sürecin sağlam ve selametle ileriye götürülmesi için daha fazla çalışmaları gerektiği de ortadadır.
Biz savaş sürecinde barış diyenleri, görüşme süreçlerinde kavga diyenleri, barış süreçlerinde ise savaş diyenleri çok gördük. Böylelerini ciddiye almamızı kimse beklemesin. Böylelerine PKK tarihi çokça tanıklık etmiştir. Kaale alınmalarını kimse beklemesin.
Ariel Dorfmann: “Geçmişi öldürmek, iktidarda olan bazılarının iddia ettikeleri kadar kolay değildir. İnandıkları şey uğruna canlarını veren erkek ve kadınlardaki gizli ışığı tamamen söndürmek, bu dünyada halen onları hatırlamak ve diri tutmak isteyen tek bir insan var iken bunu yapmak mümkün değildir. Bu yeter; ahlaki çölde haykıran bir insan, önce biri, sonra biri daha, adalet kıvılcımının sönmesine engel olmak için bu yeter…
Bazen doğru olan imkansızı hayal etmek, imkansızı istemek ve imkansız için haykırmak.
Tarih bizi dinliyor olabilir. Tarih bize cevap verebilir.”
Yukarıda dile getirilenler ışığında tarihin bize cevap verebilmesi için bizlerin geçmiş zamanlardakinden çok daha fazla bir şekilde mücadele etmemiz tarihi bir görevdir. Aksi taktirde; “İnandıkları şey uğruna canlarını veren erkek ve kadınlardaki gizli ışığı tamamen söndürmek” isteyenlerin cabalarına destek vermekten başka bir şey yapılmış olunmayacaktır. Bunu ise tarih asla ama asla, ezilen halkların tarihi af etmeyecektir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Kürdistan özgürlük hareketi özgürlük mücadelesini tarihi bir dönüm noktasına taşımayı başarmıştır. Önder APO Türk devleti ile Kürt sorununu 90 yıllık inkar ve imha siyasetine son vermek amacıyla bir süreç başlatmış ve bu süreç önemli bir düzey kazanmış bulunmaktadır. HPG’nin Önder APO’nun ve KCK yönetiminin çağrısı üzerine ateşkes ilan ettiği, Önder APO’nun öteden beri önerdiği akil insanlar komisyonun tüm yetersizliklerine rağmen (daha önce bu konuda eleştirel bir yazı kaleme almıştım) hem Kürdistan’da hem Türkiye’de çözüm yönünde her iki halkın ezici çoğunluğunun çözümden yana eğilim ortaya koyduğu bir süreçte, Dicle Üniversitesinde Hizbil-Kontra’nın ortaya çıkmasını nasıl anlamak gerekir?
Bu bir tesadüf mü? Sıradan bir öğrenci kavgası mı? Sömürgeci Türk devletinin polis kuvvetlerinin tutumu ne olmuştur? Sömürgeci AKP devletinin tutumu nedir? Ve bu saldırıyla hedeflenen nedir? Bu soruları satır başlarıyla da olsa yanıtlamakta yarar vardır? Bu sorulara cevap verilmeden bu saldırıyı anlamak ve ona karşı doğru tutum takınmak mümkün değildir. Hareket ve halk olarak müzakere sürecinin bir tarafı olarak her zamankinden daha fazla sonuç almaya yakın bir durumdayız. Sakine, Leyla ve Fidan arkadaşların tam da bu dönemde katledilmesi bir tesadüf olmadığı çok açıktır. Bir ucu yeşil Ergenekona ve AKP devletine uzanırken diğer bir kolu ise Avrupa gladiosuna uzanmaktadır. Tüm veriler buna işaret etmektedir. Tabi ki öncesi de var. Lice kırsalında hem de yılbaşı günü Numan yoldaşın ve 10 HPG savaşçısının planlanarak katledilmesi ve sonraki süreçlerde Kandil’in defalarca bombardıman edilmesi tesadüf değildir. Bütün bunların bir amacı vardır. Amaç; Önder APO’nun inisiyatifinde ve öncülüğünde başlayan süreci sabote etmek PKK’yi zayıflatarak güçsüz düşürerek deyim yerindeyse eli ayağı kırılmış iyice hırpalanmaş bir PKK ile müzakere yapmaktır. Bir muhattap değil de adeta mecbur kılınmış bir halde konuşulan bir mağlupla süreci tamamlamayı hedefiemektedir. Hizbul Kontradan tam da Önder APO’nun Newroz açıklamasından ve aynı görkemlilikte doğum gününün kutlanmasının ardından böyle bir saldırının gelmesinin anlamı açıktır. Önder APO’nun ve Kürdistan Özgürlük Hareketinin sonuç almasını engellemek. Engellemek isteyen güç bir ucu İran’da, bir ucu yeşil gladio da olan ve kendisini Huda-Par biçiminde legalleştirmeye dolayısıyla maskelemeye çalışan Hizbul-Kontra’dır.
Bu hizbul-kontranın 90’lı yıllarda PKK’ye saldırdığı dönemi de hatırlamaya çalışalım. Kürdistan Özgürlük hareketi büyük bir kitlesel güce kavuşmuş halk serhilldanları önemli bir gündem oluşturmuş, halk ayaklanma halinde Kürdistan özgürlük gerillası ise askeri alanda bir çok alanda denge sağlamış ve sonuç alma hamlesine hazırlandığı bir dönemde jitemci albay Arif’in teşviki yönlendirmesi ve lojistik destek sağlamasıyla öte yandan İran’ın Kürdistan özgürlük hareketinin bölgede bir aktör olmasının önüne geçmek için harekete saldırılar başlatılmıştır. Yüzlerce masum Kürt Yurtseveri en alçak yöntemlerle katledilmiştir. Bu saldırıların Önder APO’nun esaret altına alınmasından sonra adeta bıçakla kesilir gibi kesilmesinin anlamı açıktır. Sömürgeci Türk devleti kendisine göre başı koparılmış gövde de parçalanmaya açık hale gelmiştir, o halde bu katil sürüsünü ne diye besleyelim bu konuda böyle bir karar sonucunda da Kontra Şefi Hüseyin Velioğlu sömürgeci Türk devleti tarafından artık işlevini yitirdiği için öldürülmüştür. Kürdistan Tarihinde her ihanetçinin işinin bitmesinden sonra devlet tarafından ortadan kaldırılması akibetinden kurtulamamıştır. Hizbul-Kontra tek bir PKK gerillasına kuşrun sıkma gücünü ve cesaretini gösterememiştir. Farqin, Bismil, Nusaybin, Batman, Amed vb. Yerlerde Jitem’in kontrolünde ve denetiminde masum Kürt Yurtseverlerine saldırmış ve katletmişlerdir. Bunlar kendi dava dosyalarında da tüm ayrıntılarıyla ortaya konulmuştur. AKP Kürdistan Özgürlük Hareketini zayıflatmayı, tasfiye etmeyi varlığının ve geleceğinin teminatı saymıştır. Önder APO’nun deyimiyle Tayip Erdoğan PKK’ye vurarak iktidardaki yerini sağlamlaştırmıştır. İktidar mekaniğini böyle kurmuştur. Bunun için de alttan alta Hizbul-Kontray’ı PKK’ye karşı semirtmeye özel bir gayret göstermiştir. Bir çok AKP milletvekilinin Hizbul-Kontra ile içli dışlı olduğunu hemen hemen bir çok basın yayın kurumu yazıp çizdi. Fakat bu durum bir iki lokal çatışmanın ötesine geçmedi. Ne zaman ki AKP 2011 seçimlere hazırlandı ve seçimlerden sonra Ortadoğudaki gelişmelerle birlikte fırsat bu fırsat diyerek PKK’ye karşı Sri Lanka modeli topyekün imha planlamasını yaptı, işte o zaman 2011’in başlarında Hizbul-Kontra’nın eli Kürt kanına bulaşmış şefleri güya yanlışlık oldu denilerek birer birer serbest bırakılarak hem örgütsel olarak hem de moral destek bakımından önemli bir hazırlık yapılmıştır. Ardından Çağrı TV gibi imkanlar sunulularak palazlandırılmaya çalışılmıştır. Öyle ki legal bazı unsurları tam da bu süreçte öne çıkarak Kürt Kürdistan adına “bizde varız!” deme noktasına işi vardırmışlardır. Kürt ve Kürdistan için sömürgei Türk devletine ve onun inkar sistemine karşı tek bir söz söylemeyen tek bir eylem yapmayan tek bir kurşun sıkmayan bu hain çete Türk devletinden aldığı silahlarla ilk yaptığı şey Kürt yurtseverlerini katletmek olmuştur. Başka ülkelerin bir biçimde kendi ülkelerindeki haksızlığa zulme karşı hizbullah oluşumları vardır ve halen de bu kimlik adı altında önemli bir mücadele de yürütmektedirler. Fakat sözüm ona kendine Hizbullah adını yakıştıranlar tümüyle içinde bulundukları ihanet konumunu gizlemek içindir. İğrenç yüzlerine geçirdikleri kutsal islam onların o lanet yüzlerini gizlemede bir araç olmayacak kadar temizdir ve yan yana getirilemezler. Takke düştü kel göründü. Fırsat bu fırsat PKK ateşkes ilan etmiş geri çekilmeye de hazırlanıyor üniversiteden başlayarak bir çıkış yapalım ve sonuç alalım hesabı yapmıştır ama çarpılmıştır. Çünkü Allah en fazla kendisi karşısında yalan konumunda olanları sevmez ve affetmez. Kendi adına yalan söylenilmesini ise hiç affetmez. Dolayısıyla ancak PKK’nin sonuca gitmemesi için kullanılacak bir araç en azından denenmeye değer bulunmuştur ve kullanılmıştır. Öncelikle kutsal islam dini adına bu Allah’ın lanetini hak etmiş, Mazlum Kürt halkının ahını almış bu çeteci kesimin gerçekliklerini bilerek bir yaklaşım geliştirilmeli. Kürdistan halkı bunların gerçek yüzlerini, yani domuz bağı yaparak insanları kendi çoluk çocuklarıyla yaşadıkları evin bodrumuna diri diri gömecek kadar insanlıktan çıkmış bu çetelere karşı uyanık olmalıdırlar. Yurtsever Kürt Gençleri her zamankinden daha çok birliğini ve örgütlülüğünü geliştirmeli. Her türlü saldırıyı alt edecek bir daha saldıramaz duruma getirecek tedbirleri alma göreviyle karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Tarihte bir oyunu iki kez tekrarlamak isteyenler traji komik bir duruma düşmekten kurtulamayacaklarını bilmelidirler. Birinci ihanetlerini sözüm ona bir özeleştiriyle yurtsever kamoyuna yutturmaya çalıştılar bu son ihanet saldırıları Kürt halkına karşı sömürgecilerin uşağı ve paramiliter gücü olmaktan öteye birşey olmadıkları gerçeğini çok yalın bir biçimde gözler önüne sermişlerdir. Kürdistan Özgürlük hareketi aslında onlara, kendi pratikleriden ve ihanet konumundan çıkma çağrısı yapmıştı. Öyle anlaşılıyor ki ortaya çıkan ilk fırsatta saldırmayı, ihaneti tekrarlamayı tercih etmişlerdir. Bu son pratikleriyle alınlarından bir daha sittin sene de geçse silinmeyecek kapkara bir ihanet lekesi işlemişlerdir. Bu konumda olanların ise Türk devleti’nin yeşil gladiosu ve İran’ın itlihatıyla yakın ilişkide olan çok sınırlı bir ihanetçi çete grubudur. Onun dışında kalanların bu gerçeği görerek kendilerini ihanetçilere kullandırtma pozisyonundan kurtarmalıdırlar.
Herdem Serhildan
- Ayrıntılar
Günlerden beri yurtsever basında, Murat İZOL adlı Kürt gencinin sömürgeci Türk devlet polisine yakalanmamak ve kurtulmak için Dicle nehrine kendisini attığı iddia ediliyordu. Günlerdir bu haber yurtsever gazete ve tv’ lerde işlenmesine rağmen ciddi hiçbir tepki ortaya konulmamıştır. Bir Kürt gencinin polisin eline düşmemek, tutuklanmamak için kendisini nehre atması haberine karşılık, ciddi bir tepki, olayı araştırma ve bunu bir kitlesel eylemliliğe çekme durumu yaşanmamıştır. Bunu nasıl anlamalıyız?
Bir insanın sırf yakalanmamak için kendisini Diclenin baharla birlikte kabarmış, hırçınlaşmış suyuna, üstelik giysileriyle atlarsa kurtulma şansının mucizelere kaldığını bile bile nehre atlaması nasıl anlaşılmalı? Bunu Dersim katliamı döneminde ateşe verilen köyün içinden can havliyle kurtulmaya çalışan bir Kürt kız çocuğunun, sömürgeci türk askerini görür görmez yeniden yükselen alevlerin içerisine koşmasından ne farkı var? Ha polisten kurtulmak için nehre atlayan Murat, ha askerin eline düşmemek için ateşe koşan Kürt kızı...
Ne farkı var?
Sömürgeci türk askerini görünce, onun eline düşmektense ateşlerde yanmayı, küllerinin havaya savrulmasını tercih eden Kürt kızının hikayesini önemli bir kesim bilmektedir. Yine yüzlerce belki de binlerce Kürt kızının, gelininin sömürgecilerin eline geçmektense kendisini Munzur suyuna ve uçurumlara attığını bilir. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi tarihinde birçok gerillanın düşmana esir düşmemek için son kurşunu ve bombayı kendisinde patlattığı, kendilerini uçurumlara attığı gerçeği de bir sır değildir.
Bunlar biliniyor. En azından şu an da Amed’in sivil toplum örgütlerinde, kent meclisinde, ilçe meclislerinde bilindiği ve birçok aydın, sanatçı ve yazarın da, siyasetçinin de gayet iyi bildiği açıktır. Amed duyarlıdır. Amed Kürdistan’nın kalbidir, yüreğidir ve hassastır. Ama neden günlerdir Murat İZOL isimli yurtsever Kürt gencinin polise yakalanmamak için kendisini Dicle sularına atması üzerinde durmadı? Bu barışçıl sürecin etkisi mi? Acaba ses çıkarırsak, eylem koysak sorumluların üzerine yürürsek, süreç mi bozulur? Acaba bu kaygılar mı besleniyor? Bu kaygılar yerinde midir?
Bu kaygıların yersiz hatta bir anlamının olmadığı çok açıktır. Silahların susması, ateşkesin yapılması demek, bir halkın kendisini savunmasız her türlü saldırıya açık hale getirmesi demek midir? Siyasal savaş, gençlerimizin katledilmesine sessiz kalmak veya her türlü saldırıyı sessizce sineye çekmek midir? Veya bir-iki sıradan basın açıklamasıyla görüntüyü kurtarmak mıdır? Barış kendin olmaktan vazgeçmek midir? Ateşkes, silahların susması kendin olmaktan veya kendini savunmaktan vazgeçmek midir?
Kürdistan Halk Önderi bu süreçte siyasetin öne çıkacağının altını çizdi. Fakat siyaseti de şu şekilde tanımladı: “Siyasal savaş, yurtseverlik savaşı, tarihe ve toprağa sahip çıkma savaşıdır”. Tanımlamanın böyle yapıldığını en iyi Kürt siyasetçileri bilir. Siyasal mücadele demek, parlementer sistem içerisinde ve onun sınırları içerisinde takılıp kalmak değildir.
Savaş ne için yapıldıysa, silah ne amaçla kullanıldıysa; siyasal mücadele de o amaçla yapılır. Fark; araç ve yöntemleridir. Artık siyasetle de sonuç alınabilinecek bir duruma-konuma ulaşılmıştır. Bu nedenle de Önder APO’nun Demokratik Kurtuluş Ve Özgür Yaşamı İnşa manifestosunun anlaşılmayacak hiçbir yönü yoktur. Gayet açık ve nettir. Anlaşılır olmayan, bu ve benzer durumlar karşısında yaşanan utanç verici sessizliktir. Kaldı ki Murat İZOL’un cenazesi bulunduğunda silahla vurulduğu yurtsever basın tarafından dile getirilmiştir. Bu durum karşısında da yurtsever gençliğin bir açıklaması ve bir-iki tekrarı aşmayan gençlik eyleminin ötesinde henüz ciddi bir tepki açığa çıkmış değildir.
Son birkaç ay açerisinde Özgür ARDA isimli Kürt genci sömürgeci AKP devletinin polisleri tarafından kurşunlanarak katledilmişti. Şahin ÖNER isimli welatparêz genç herkesin gözleri önünde katledilmesine, panzer altında ezilmesine rağmen, bir-iki sınırlı tepkinin ve çok sınırlı bir imza kampanyasının ötesine geçilmedi. Sonuca götürülemedi. Öncesi de var; Aydın ERDEM isimli welatparêz Kürt genci bizzat sömürgeci AKP devletinin polisleri hedef gözetilerek ateş edildi ve katledildi.
Öyle anlaşılıyor ki Amed’de kürt gençlerini korkutma, sindirme ve yıldırmaya dönük son derece bilinçli bir saldırı yürütülmektedir. Son iki gündeki Hizbi-Kontra saldırıları da bu kapsam ve plan dahilinde ele alınmalıdır. Bunu yapanlar ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar. Fakat bu saldırının hedefi konumundaki Kürt Halkı, Kürt gençleri hala bu saldırı karşısında ne yapmaları gerektiği, nasıl bir dil ve mücadele içerisinde bulunmaları gerektiği konusunda yeterli bir kavrayış, plan, program ve bu temelde bir mücadele içinde değildirler. Geçiş sürecinin bir ifadesi olarak ortaya çıkan bu durumun hızla aşılması gerekir.
Tekrar Önder APO’nun son zamanlarda yaptığı siyasal mücadele tanımına dönelim. “Siyasal savaş, yurtseverlik savaşı, tarihe ve toprağa sahip çıkma savaşıdır”. Şimdi süreci başlatan ve büyük bir kararlılıkla barış mücadelesini yürüten Önder APO’dur ve O’nun da siyasal mücadele tanımı budur. Burda toprağı, tarihi ve Kürdistan yurdunu savunmaya, korumaya çok çarpıcı bir vurgu vardır. Siyaset ve siyasal mücadelenin önüne tam da bu görevler konulmuştur. Kürdistan toprağında ve tüm Kürtlerin kalbi olan Amed’in orta yerinde herkesin gözleri önünde işlenen bu katliamlara sessiz kalmak ya da görüntüyü kurtaran tarzda bir-iki geçiştirici söz söylemek barışı geliştirmez, süreci ilerletmez. Tam tersine müzakere sürecini dinamitler. Sömürgecileri bu katliamları yapmaya cesaretlendirmekten başka sonuç yaratmaz.
Barış, bir ulusun-halkın kendi olmaktan ve saldırılar karşısında kendini savunmaktan vazgeçmek değildir. Tam tersine barış, tam da bir ulusun-halkın kendisi olmaktır. Kürdistani olmak ve Kürdistan topraklarında diğer halklarla eşit bir biçimde yaşama imkanına kavuşmak demektir. Bu da ancak bir ulusun-halkın kendisine yönelen saldırgan eli kırk yerinden kırabilme gücünü gösterebilmek veya hissettirebilmektir. Evet, barışçıl siyaset veya siyasetin öne çıktığı durum, kendini özgürce ifade etme imkanına kavuşmaktır. Bu da sürekli bir biçimde örgütlülük ve mücadele demektir. Halk olarak kendini savunma, her türlü saldırıya karşı koruma sistemini kurmaktır. Kendisini savunamayanın, savunma bilinci, gücü ve örgütü olmayanın barışı da olamaz. Siyasal süreç, kendi varlığını koruma, özgürlüğü sağlama amacından vazgeçmek değildir. Çünkü, varlığı tehdit altında olanın barışı olamaz.
Murat İZOL’a gerektiği kadarıyla ve layıkıyla sahip çıkamamak, bir rehavet ve mücadelesizlik durumunu ifade etmektedir. Bunun hem de neredeyse “rehavete kapılmamalıyız” söyleminin en çok kullanıldığı bir zamanda görülmesi, kabul edilemez bir durumu ifade etmektedir. Sömürgecileri veya Önder APO’nun inisiyatifinde gelişen bu süreci sabote etmek isteyenleri cesaretlendirir. Mücadele ve hesap sormak için ayağa kalkmak ve kendi insanını sahiplenmek, bunun için kıyamet koparmak ise, sürecin biricik güvencesidir.
Zaten Önder APO da bu görevi Kürt Halkına vermedi mi?
Amed halkı bu görevi öncelikli olarak alan bir halk olarak, Diyarbakır valisi ve Emniyet müdürünü bu topraklar üzerinde, bu şehirde kabul etmemelidir. Bu katil ikiliyi, Özgür Arda’nın, Şahin Öner’in, Murat İzol’un ve Komutan Numan ve on HPG savaşçısının katledilmesini planlayan ve operasyonu yöneten katiller olarak, Amedin başında ve kendilerini yönetmesine izin vermemelidir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın hazırladığı ve Newroz’da ilân ettiği siyasi hamle devam ediyor. Kürt halkı ve dostları benimsediği bu hamleyi zafer yolunda ilerletiyor. Önce 8 Mart kutlamalarında on günü aşan süre meydanları dolduran Kürt kadınları bu süreci sahiplendi. Ardından Amed Newroz meydanını dolduran milyonlar süreci zirveye taşıdı. İlk kez ‘Kürt Kahramanlık Haftası’ bu kadar kitlesel kutlandı. Sonunda 4 Nisan günü Halfeti ve Amara’yı dolduran onbinler Önder Abdullah Öcalan’ın nasıl halklaşmış olduğunu ve ilan ettiği siyasi mücadele hamlesinin nasıl sahiplenildiğini herkese gösterdi.
Kürtler, Önder Abdullah Öcalan’ın ilan ettiği bu siyasi hamle sürecinin adını da net olarak ortaya koydu: Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa hamlesi! Demokratik kurtuluştan kastedilen Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü oluyor. Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununun çözümünü ifade ediyor. Her alanda demokratik devrimlerin yapılmasını ve halkların kardeşliği temelinde demokratik birliğin yaratılmasını içeriyor.
Özgür yaşamı inşa demokratik toplumun yaratılmasını ifade ediyor. Başta kadınlar olmak üzere tüm ezilenlerin kendilerini örgütleyerek iradelerini ortaya koymalarını ve özgürce katılımlarını içeriyor. Özgür birey ve özgür toplumun yaratılmasını öngörüyor. Tüm geriliklerin ve gericiliklerin aşılmasını gerektiriyor. Özgür düşünce ve özgür davranış anlamına geliyor.
Bu gerçeği 4 Nisan doğum günü meydanında en çarpıcı bir biçimde yine Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ifade ediyor. Kürt Halk Önderi, “Sürecin yaratıcısı halkımızdır, halklardır” diyor. Demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa hamlesinin yürütücüsü ve başaranı olarak halkları göreve çağırıyor. Yine demokrasi ve özgürlük hamlesini en güçlü bir biçimde kadınların sahipleneceğini belirtiyor. 4 Nisan doğum günüyle de birleştirerek kadınları özgür doğuşa çağırıyor.
Kürt Halk Önderi halklar ve kadınlarla birlikte gençliğe hitap ediyor. Gençliğin gelecek olduğunu çok iyi biliyor. Düzenin kiri ve pasına en az bulaşmış olan gençliğin özgürlüğe ve demokrasiye daha yakın olduğunu görüyor. Bir de gençliğin o büyük dinamizmini ve potansiyelini harekete geçirmek istiyor. Çünkü ilan ettiği siyasi hamlenin ancak büyük bir mücadele ile başarılacağını iyi biliyor.
Nitekim bu süreci ilan ederken Kürt Halk Önderi, “Bunun bir son değil, bir yeni başlangıç olduğunu” ifade etmişti. Özgürlük mücadelesinin bitmediğini, tersine yeni bir mücadele hamlesinin başladığını belirtmişti. Şimdi bu yeni ve büyük siyasi mücadele hamlesini halkların, kadınların ve gençlerin başarıya götüreceğini vurguluyor. Tüm bu kesimleri başarı için zaman geçirmeden aktif mücadeleye çağırıyor.
Kürt Halk Önderi’nin bu tarihi çağrısı aslında Kürt halkı, kadınları ve gençleri nezdinde karşılık buluyor. Ancak bu, siyasi mücadele hamlesinin başarısı için yetmiyor. Başarı için tüm bu kesimlerin çok daha yaratıcı bir tarzda mücadele etmeleri gerektiği gibi, mücadelenin Türkiye toplumuna ve dış alanlara da yayılması gerekiyor. Çünkü demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü tüm bu güçleri de içine alıyor.
Siyasi mücadelede yaratıcılık kuşkusuz çok önemli. Bunun için derslerle dolu tarihsel pratikleri incelemek gerekiyor. Yine somut koşulları doğru analiz edebilmek, engeller kadar başarı etkenlerini de çok iyi görebilmek büyük önem taşıyor. Elbette güçlü bir amaç bağlılığına ve yoğunlaşmaya da ihtiyaç var. Hamlenin başarıya ulaşması için gereken yaratıcılık ancak böyle açığa çıkar.
Şimdiye kadar çoğunlukla görülen ise, ya yeterince yaratıcılık gösterememe, ya da işe tersinden yaklaşma oldu. Birçokları sürecin görevlerini doğru bir anlayışla sahiplenmek yerine, “AKP’den bir şey beklenmez” diyerek ucuz redçi bir yaklaşım içine girdi. Sanki AKP’den devrim ve demokrasi bekleyen varmış gibi. Bu tür devletten ve hükümetten beklentili yaklaşımın çok tehlikeli olduğu ve sorunların çözülemeyişinin altında bu yaklaşımın yattığı bir kez daha açığa çıktı.
Şimdi bu yaklaşım kısmen aşılıyor. Kürt Halk Önderi’nin çabaları herkesi doğru yola çekiyor. Bu değişik toplumsal kesimler açısından geçerli olduğu gibi, hükümet ve benzeri güçler açısından da geçerli. Nitekim PKK için “Nasıl geldilerse öyle gitsinler” diyerek sorunu siyasal alana taşımaktan çekinen hükümet, şimdi bazı yeni adımlar atmaya çalışır görünüyor.
İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile BDP heyeti arasındaki görüşmelerin sürmesi bu adımlardan biri. “Akil İnsanlar Heyeti” adıyla bir komisyonun oluşturulması söz konusu adımlardan bir diğeri. Yine mecliste komisyonlar oluşturmayı tartışmak da yeni adım atma çabasını ifade ediyor. Yeni anayasa yapma çabalarını yoğunlaştırmak da böyle görülebilir.
Kuşkusuz hükümetten gelen bu adımlar çok yetersiz ve kendine göredir. Bu tür adımlarla Kürt sorunu gibi devasa bir sorunu çözmek zordur. Bu nedenle AKP hükümetinin tutum ve yaklaşımları ağır eleştiri götürür. Nitekim başta kadınlar olmak üzere birçok çevreden yükselen ciddi eleştiriler de vardır. AKP hükümeti yaptıklarıyla da ciddi eleştiri altındadır.
Ancak sözkonusu bu eleştirileri de iki bölümde ele almak gerekir. Birincisi başta kadınlar ve Kürtler olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinden gelen ve yapılanları yetersiz ve yanlış bulan eleştirilerdir. Örneğin, başta KJB (Koma Jinên Bilind) olmak üzere çok sayıda kadın örgütü oluşturulan “Akil İnsanlar Heyeti”ndeki kadın azlığına sert tepki göstermişler ve eşit sayıda olmalarını önermişlerdir. Bunlar yeni süreci benimseyen, ama yürütülmesindeki hata ve eksiklikleri eleştiren yaklaşımlardır. Kuşkusuz bu tür eleştiriler çok değerlidir ve süreci yönetenlerin bu eleştiri ve önerileri mutlaka dikkate almaları gerekir.
Ama bir de CHP ve MHP gibi güçlerin, süreci reddedenlerin eleştirileri var ki, bu tür eleştiriler yapıcı değil yıkıcı ve bozucudur. Zaten pek anlamlı da değildir. Süreci reddedenlerin, süreç içindeki hataları eleştirmelerinin fazla bir anlamı yoktur. Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP tümüyle anlamsızlaşıp MHP çizgisiyle bütünleşir hale gelmiştir. Kendisine sosyal demokrat diyen bir partinin bu hale gelmesi acı vericidir. Bu gerçek ya var olan faşist özden kaynaklanır, ya da iyi yönetilememesinden. Herhalde CHP’de bu iki husus da vardır.
Tüm karşıtlıklara ve AKP gibi her şeyi parti çıkarına bağlayan yaklaşımlara rağmen, demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa hamlesi sürekli gelişecek ve zafer yolunda ilerleyecektir. Önder Abdullah Öcalan’ın, Kürt Özgürlük Hamlesinin ve Kürt halkının kararlılığı bu yönlüdür. Bu kararlılık da, nasıl ki çok karanlık bir ortamda böyle yeni bir süreci hazırlamayı başardıysa, her türlü engele karşı zafere taşımayı da başaracaktır.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Kürdistan halk Önderi Abdullah ÖCALAN’ın 64. Doğum günü büyük kitlesel kutlamalarla karşılandı. Dünyada ve bölgemizde yaşayan hiçbir Önder kişinin doğum günü böyle kitlesel bir biçimde kutlanmamaktadır. Sadece Önder Apo’nun şehri,ilçesi ve köyünde değil, tüm Kuzey Kürdistan, Kürdistan’ın diğer parçaları ve yurt dışında da aynı istek, coşku ve kararlılıkla doğum günü kutlanmaktadır.
Kürdistan halkı, Önder Apo’nun doğumunu kendi doğumu olarak görmektedir. Halk olarak yokoluştan, tarih sahnesine bir kez daha çıkmasıyla Önder Apo’nun doğuşunu bir ve aynı görmektedir. Milyonların Önder Apo’nun doğum gününü kutlaması ve Amaraya akan sevgi selinin temelinde böyle bir kaynak vardır. Bu nedenledir ki, Kürdistan halkı Önder Apo’nun doğuşunu, doğuşları, yaşamını yaşamları, özgürlüğünü, özgürlükleri olarak kabul etmekmektedir. Bir Kürt ve Kürdistanlı olarak ben de Önder Apo’nun doğuşunu varlığım, yaşamını yaşamım ve özgürlüğünü özgürlüğüm olarak kabul ediyor ve bu temelde, “rojbuna te piroz be ey Serok Apo!” diyorum.
Kürdistan halk Önderi yıllardan beri Akil İnsanlar/Akil Adamlar ifadelerini dillendiriyordu. Model olarakta esas olarak Güney Afrika pratiğini örnek veriyordu. Kürt sorunun çözümünün tartışıldığı her durumda, bu örneklerle sıklıkla vurgu yapılmıştır. Bunlar bilinmektedir. Ancak sömürgeci devletin başbakanı T.erdoğan, sanki kendisi keşfetmiş gibi konuştu. Başka konularda kendisini abartmasını, yalan söylemesini anlamak mümkün, ama bu konuda da yalan söylemesi, yine bir inkara kalkışması süreç konusundaki samimiyet düzeyini bir kez daha gözler önüne serdi.
Akil insanların listesinin oluşturulma biçimi bir kere sorunlu olmuştur. Belki bazı çevrelerden de öneri gitmiştir, ancak sonuçta listeyi belirleyen T.Erdoğan ve yakın çevresi olmuştur. BDP açıktan açığa önerilerinin değerlendirilmediğini belirtti. Yani Güney Afrika’daki gibi istişare ve seçimle oluşturulmamıştır. Daha çok adeta kendi suyunda-huyunda olanların yeraldığı bir liste olmuştur. Elbette doğru çalışacağından kuşku duyulmayan bazı insanlar da vardır. Ama ekmeğini Kürdistan özgürlük hareketine küfür etmek üzerinden kazanan bazı işbirlikçi hainlerin varlığı, listeyi kuşkulu ve tartışılır kılmaktan kurtaramaz. Listede yeteri kadar, savaşın en büyük yükünü taşımış olan kadınların bulunmaması ciddi bir yetersizliği ortaya koymaktadır. Yine liste her şeyi kendisi belirleme, istediği gibi yönlendirme ve yürütme üzerine kuruludur. Başka ülke pratiklerinden de biliyoruz ki, bu yöntem hayırlı sonuçlar doğurmaz.
Açıklandığı kadarıyla akil insanlar bölge esasına göre örgütlendirilerek adeta başbakana bağlı birer komite gibi çalışacaklar. Komite başkanlarıyla da zaman zaman başbakan görüşecekmiş. Daha kısa periyodlarla rapor sunacaklarmış. Ancak Önder Apo ve KCK yönetimiyle görüşmeden hiç sözedilmiyor. Savaşan iki taraf var, görüşmeler iki taraf arasında ama akil insanlar bir tarafın kontrolünde… olacak şey mi?
Eğer sorunun çözümüne ve barışa hizmet edecekse oluşturma biçimi böyle olmamalıydı. Oysa bu listeler oluşturulurken daha titiz olma, özenli davranma gereği vardır. Eğer hükümet belirliyorsa, seçilenlerin, bazı bireyler dışında, sömürgeci hükümetin kadroları gibi çalışacağından kuşku yoktur.
T.Erdoğan ve çevresinin açıklamalarına bakılırsa, algı yaratmakla ve yapacakları toplantılardan edindikleri izlenimleri hükümete sunmakla sınırlı bir görevleri var.
Ne algısı? Hangi algıyı yaratacaklar?
Bunun cevabını listeyi oluşturan sömürgeci devletin başbakanı veriyor. T. Erdoğan, süreci “kardeşlik hukukunu tesis etme, silahı aradan çıkarma" ve " terörün sonlandırılması süreci" süreci olarak niteledi. Yine “red ve asimlasyona son verdik” diyor. Yine konuşmasında, sömürgeci devletin yaptığı insanlık dışı suçlar ile, Kürdistan özgürlük hareketinin ortaya çıkışını ve eylemliliklerini aynılaştıran bir tanımlama yapmıştır.
Eğer inkarı kaldırdınsa, hala Kürt çocuklarının Türk dilindeki eğitimine ve her sabah kendilerini inkar eden ırkçı andıokumalarını neyle açıklayacaksın?
Demek oluyorki, sorun bir halkın inkarı, inkarı sürdürmek için işlenen insanlık suçları ve ona karşı bir onurlu direniş mücadelesi değilmiş! Tayyip Paşa böyle buyuruyor! Yine tüm bu çalışmaların amacı da Kürt sorununu çözmek, yani bir halkın halk olmaktan kaynaklanan haklarını inkar eden zihniyetin aşılarak, halk olmaktan kaynaklanan haklarını tanımak değil de, “terörün sonlandırılması” olarak ifade ediyor. Calışmanın amacı böyle tanımlandıktan sonra , her halde bazı akil insanların da ne yapacağı yeterice açıklanmış oluyor. Yani talimat çok net!
Yani T. Erdoğan ve AKP lehine bir hava oluşturmak, hep sorunu çözecekmiş gibi bir beklenti yaratmak ve böylelikle Kürt sorununu çözmek değil de, “PKK’yi çözmek” isteyecekleri çok açık. Kürt halkını PKK’den uzaklaştırmak…Amaç budur.
Yoksa amaç gerçekten Kürt sorununu çözmek ise, bu o kadar karmaşık değildir. Öyle yüzyıllık, iki yüzyıllık sorundur birkaç günde nasıl çözülür, samimiyetsiz sorusunu da fazla ciddiye alınacak bir soru olmadığını belirtmek isterim. Bazı iyi niyetli kişiler de böyle sorular soruyor. Ama belikli tarih bilinçleri zayıftırlar.
İki halk madem 1919-23 yılları arasında emperyalizme karşı direndiler, nasıl oldu da, Cumhuriyet Kürt ulusunun inkarı üzerine ilan edildi? Lozan ile cumhuriyet ilanı arasındaki 95 günlük süreyi göz önüne alanlar, bu inkarın süresinin bu 95 gün içinde nasıl mayalandığını gayet iyi bilirler.
Eğer bir inkar üç ay, haydi beş ay, bir yıl içinde oluşturuluyorsa, o zaman çözüm niye daha kısa bir zaman içinde olmasın? Neden?
Türk devleti, bir yalan ve küfür devleti olarak kuruldu. Bu yalanı söyleyenler, sonradan “behemahal herkesi türk yapacağız” dediler ve bunun gereklerini yapmaya yöneldiler. İş aslında o kadar karmaşık bir olay değil.
Ey akil insanlar! Eğer bizi yanıltarak, gerçekten de Kürt sorununu çözmek istiyorsanız, önce yalan ve küfürden uzak durmalısınız. Şimdilik başlangıç niyetine şu soruların yanıtlarını açıklasanız çok iyi olur.
Lozan ile inkarın zemini nasıl oluşturuldu?
Neden tek devlet, tek dil, tek vatan,tek bayrak,tek kültür temelinde cumhuriyet ilan edilerek büyük yalan söylendi?
Kürdistan’ı bir ülke, Kürtleri bir ulus olarak tüm haklarıyla varolması gerektiğini Türk halkına dolandırmadan anlatacak mısınız?
Kürt ulusunun inkar edilen haklarını anlatacak mısınız? Bunlar için anayasal güvenceye eğip-bükmeden konulmasını savunacak mısınız?
Kürdistan özgürlük gerillasına ve Kürdistanlı siyasetçilere, gençlere, kadınlara yönelik tasfiye amaçlı operasyonlara karşı çıkacak mısınız? Bu süreçte gerilla alanlarını daraltmak amaçlı ve Kürt tarihini sular altında bırakmak amacıyla geliştirilen baraj yapımından vazgeçecek ve yapım sürecinde olan barajların yapımının durdurulmasını söyleyecek misiniz?
Kürdistan’daki sömürgeci sistemin önce operasyonel ve sonra da işgal birliklerini geri çekerek, Kürtlerin ve Kürdistan üzerinde yaşayan diğer halkların kendi demokratik, eşit, özgür geleceklerini kurmalarını açıktan savunacak mısınız?
Kürdistan halkının kendini yönetme hakkını dile getirecek misiniz? Bayrağına ve sembollerine saygı duyulmasını söyleyecek misiniz?
Sömürgeci Türk devletinin başbakanının çağrısı üzerine toplandınız da, peki Önder Apo ile de görüşmeyi dayatacak mısınız? Böyle bir gündeminiz var mı?
İşleri fazla karıştırıp, kafaları bulandırarak, AKP’ye oy devşirme değilse amacınız ve gerçekten de Kürt sorununu çözmekse, sömürgeci Türk devletinin son iki yüzyıl da ve özellikle de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, AKP’de dahil Kürtlere ne yaptığını anlatın, inkarı, katliamları, sürgünleri, soykırım planı olan şark islahat planını, 12 Eylül vahşetini ve 90’lı yılların soykırımını vb. anlatın yeterlidir. Anlatın ve Türk devletinin bu yaptıklarından dolayı özür dilemesini savunun.
T.Erdoğan konuşmasında “"Cumhuriyetimizin kuruluşundaki kardeşlik ruhu ihlal edilince tek parti döneminde maalesef o yaşadığımız sıkıntılar başlıyor.” Diyor. Yalan söylüyor. Ya tam bir tarih cahili, ya bilerek yapıyor ya da malum ezberi bırakmak istemiyor. Her neyse… gerçek şudur ki, TC. sömürgeci devleti, tam da Kürt inkarı üzerine kuruldu. (şüphesiz başka inkarlar da vardır) t. Erdoğan, şimdi cumhuriyetin ruhundan sözediyorsa, bu inkardan sözediyor anlamına gelir. Böyle bir zihniyet ne kadar çözümleyici olur? 24 anayasası da bu inkarı yasal, hukuki bir çerçeveye kavuşturdu. Yani öncesi var. Şark islahat planı sonrasında geliyor.
Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan da helalleşmeden sözetti. T.Erdogan da…helalleşme,karşılıklı olarak herkesin birbirinin ihlal edilen, ayaklar altına alınan, çiğnen hakkını, hukukunu tanımaktır.
Yani helalleşmek, Türk devletinin kapitalist modernitenin güçlerine sırtını dayayarak, Kürdistan halkına yıllarca kaybettirdiklerini kazandırmaktır.
İşte barış, işte eşit özgür yaşamanın esasları! İşte Akil insanlardan beklentiler ve bizdeki görev tanımı!
Siz bunlara var mısınız?
Eğer yoksanız, AKP’nin, T.Erdoğan’ın seçim çalışmalarını yürüten bir komisyondan öte nesiniz?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Urfa’yı bizler peygamberler diyarı olarak biliyoruz. Ve öyledir de.
Peygamberler, toplumların hafızalarını yüz yıllarca hatta bin yıllarca etkileyen kişiliklerdir. Çünkü onlar bir toplumu çoğu zaman birçok toplumu hatta o zaman bilinen tüm insanlığı yüreğine alarak yaşayanlardır. Böyle olmalarından dolayı toplumu, toplumları yüz yıllarca dediğimiz gibi bin yıllarca etkileyebilmişlerdir.
Peygamberler diyarları bunun için kutsal bilinir. Mekke’nin, Kudüs’ün, Urfa’nın kutsallığı buradan gelir.
Tarihi kişiliklere yarışır bir yaşamın ya da pratiğin sahibi olmak ise o tarihi kişiliklerin çıktığı coğrafyanın tarihi olaylara vereceği cevaplarla ölçülür.
Dün Urfa’nın Halfeti ilçesinde bu topraklara yarışırcasına bir doğum günü kutlandı. Bir nevi bir 4 NİSAN DEVRİMİ yaşandı.
Kürdistan’da doğumlar her zaman sancılı olmuştur. Kürdistan’ın yüz yıllarca adeta zulmün cenderesinde kalmasından ve de sürekli bu zulmün acısını yaşamasından olmalıdır ki doğumlar burada uzun yıllar anlamlı olmadı. Bunun içindir ki dünyanın başka yerlerinde herkes doğum günlerini kutlarken buralarda doğum günleri başka bilinen günler gibi ele alınmıştır. Bırakalım doğum günlerini kutlamaları neredeyse çok az insan doğum gününü bilmiştir. Nedeni ise açıktır, bir halkın günleri karartılmışken doğum günlerinin ya da başka kutsallık içeren günlerin ne anlamı olabilir ki!
Özgürlük mücadelesiyle bu değişmiştir. Kürdistan’da Kürtler başta olmak üzere ezilen tüm halklar yeni bir yaşam direnci kazanmışlardır. Yaşamları yeniden anlam kazanmaya başlamıştır. Bu yeni anlam kazanmalarla zulme ve baskıya karşı da dirençleri ve direnişleri gelişmiştir. Özelde Kürt halkının ama genel manada da burada yaşayan farklı halkların bir başkaldırısı yaşanmaya başlamıştır.
Evet, tüm bu başkaldırmaların sonucunda buradaki insanlar daha rahat hareket etmeye, hakaretlere karşı koymayı öğrendiler. Kendi kimliklerine yeniden daha onurluca sahip çıkmaya başladılar.
Baskıcıların en çok baskıladıkları kadınlar özgürlük mücadelesinin gelişmesiyle kimlik kazandı, ruh kazandı. Gençliği keza öyle. Kıymetlendi. Yaşlı anaları hak ettikleri değeri görmeye başladılar. Aydınları dinlenir oldu. Meleleri, Dedeleri ve ru spîleri tarihin o tüm birikimlerini halklarına yeniden vermeye başladılar. Yaşlı çınarlık bilgelerimiz bilgeliklerini aktarmaya başladılar. Bu topraklarda dışlanmış ve horlanmış farklı halklar ve inanç gurupları yeniden tarihin gün yüzüne çıkarak baskılanmaları durduruldu.
Yukarda dile gelenleri yaşama aktaran kişiye buralarda yaşayan tüm halklar ve inançlar minnetlerini bildiriyorlar. Saygı duyuyorlar. Yüreklerine basıyorlar.
Kürt halkı başta olmak üzere diğer halklar ve farklı inançlar saygılarını bildirirlerken toplumun farklı kesimleri ise daha ileriye giderek tümden bu durumu ortaya çıkaran gerçekliği sahipleniyor. Bağlanıyor ve “yolun yolumuz” diyerek yollara düşüyor.
İşte 4 NİSAN URFA DEVRİMİ derken kast ettiğimiz gerçeklik budur. Bir bireyin doğum günü bir halkın doğum günü oluyor. Ve bu doğuşu salt bir fiziki doğuş olarak ele almak yukarıda dile gelenlerden dolayı yetersiz ve yanlış oluyor. Buradaki doğum ya da doğuş bir halkın doğumu ve doğuşu oluyor.
Bu gerçekliği en çok 4 NİSAN GÜNÜ AMARA’dakiler ve de tüm Kürdistan’da yaşayanlar bilir. Dünyanın başka yerinde bu gerçekliği eğer sağlıklı bir sosyal bilim gerçekliği ile yaklaşım gösterilmezse anlaşılamaz. Anlam verilemez. Hatta çoğu zaman birçok yanlış anlamalara kadar da gidebilir.
Özgürlük mücadelesini bugünlere getiren Önder Apo’nun uluslar arası güçlerinin çok kirli oyunlarıyla Türkiye’ye teslim edildiği günü kara bir gün olarak ele alarak oruç tutuluyorsa, bir halk 4 Nisan gününü ise kendi doğum günleri olarak biliyor ve sahipleniyorsa, bunun için on binleri Halfeti’ye yığılıyorsa orada durup iyi düşünmek gerekiyor. Orada durup özgürlük hareketini ortaya çıkaran gerçekliğe saygı duymak gerekiyor.
4 NİSAN URFA DEVRİMİ sadece bir bireyin doğum gününü kutlama değildir. Yine yanlış yorumlanarak bir bireyin kutsanması da değildir. 4 NİSAN URFA DEVRİMİ bir halkın tarihe yeniden görkemli bir şekilde çıkışının ve yaratılışının kutlanmasıdır.
Evet, bunun için diyoruz ki 4 NİSAN 2012 URFA HALFETİ’DE olanlar bir DEVRİMDİR.
HEM DE BİR URFA DEVRİMİ…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Son dönemlerde herkesi bir samimiyet tartışması alıp götürüyor. Samimiyeti en yalın haliyle içten olma olarak ifade edebiliriz. Yani yalansız, dolansız olarak yaklaşım göstermek oluyor samimiyet.
Ne var ki Türkiye’de son zamanlarda öyle görülüyor ki samimiyetin en kötü bir şekilde suiistimal edilen bir kavram haline getirildiğini üzülerek izliyoruz. Samimiyeti yani içten olmayı kendi bakışlarına göre hareket etmek olarak ele alma haline getirilişini de ayrıca esefle karşılıyoruz.
Örneğin:
“Yurtdışına çıkış yöntemi, ‘silahlı mücadele dönemi geride kaldı’ diyen terör örgütü için bir çeşit samimiyet testi olacaktır. Bu süreçte samimiyet; silahsız, sivil kıyafetlerle ve görünmeden, geldikleri gibi gitmelerini gerektirir” diyen bir zihniyetin samimiyetine inanmak gerçekten zordur.
Hem Kürtlerle barışmak istediğinizi söyleyeceksiniz, hem tarihi bir süreçtir diyeceksiniz hem de özgürlük gerillalarına halen terör terör örgütü mensubu diyeceksiniz.
Doğalında böyle bir zihniyetin Kürt halkıyla onun özgürlük düşünceleriyle ve örgütleriyle ne kadar barışmaya hazır olduğunu inanmak gerçekten zordur. Dil düşmanca bir dil. Dil eski Kemalist dil. Dil Kürt halkına karşı düşmanlık kokan bir dil.
İkinci olarak: “Bu süreçte samimiyet; silahsız, sivil kıyafetlerle ve görünmeden, geldikleri gibi gitmelerini gerektirir” sözleri ise tümden samimiyetsiz ve yaşanan gerçeklerden, yaşamın kendisinden uzaklığında ötesinde, sanki Kürdistan’da mücadele etmiş olanlar suçlu.
Öncelikli olarak şunu belirtelim; Kürdistan’ı işgal edenler belli. Kürdistan’da Kürt halkının doğuştan gelen haklarını gasp edenler belli. Kürtlere karşı suç işleyenler belli. Kimlerin Kürdistan’da Kürtlerin köylerini yaktıkları ve kimlerin Kürtleri göç etmeye zorladıkları hepsi belli.
Durum bu kadar açık iken kim gizliden bu topraklarda çekilecek? Hem de sivil, hem de silahsız.
Türk devleti ve yine onun yetişmesi olan bir zihniyete karşı dağlara çıkan gençler, bu zihniyet halen ortada duruyorken-silahsız, sivil kıyafetlerle hem de gizliden çıkacaklar-sözleri sadece ve sadece Kemalizm de değildir. Kemalistlikten çok öteye bir zihniyet ve inkardır.
Dediğimiz gibi samimiyet kavramını içini boşalttıkça boşaltılar. Samimiyet burada öncelikli olarak Türk askerinin kendi kışlalarına çekilmesidir. Samimiyet öncelikli olarak gerillanın bulunduğu alanlarda tüm karakolların terk edilerek normal pozisyona geçilmesidir. Samimiyet öncelikli olarak Kürdistan’da fazladan bulanan tüm askerleri, polisleri ve diğer devlet görevlilerinin geri merkeze yani Ankara ve Türkiye’ye geri çağrılmasıdır.
Samimiyet budur. Madem içten olarak Türklerle Kürtlerin barışmasını istiyorsunuz o zaman Kürtlerden aldıklarınızı geri vereceksiniz. Çaldıklarınızı geri iade edeceksiniz. Zaten oturup kalkıp “Kürt halkına bu kadar haksızlık yapıldı” demiyor musunuz? O zaman öncelikli olarak bu haksızlıklar giderilirse samimiyet testinden alnınızın akıyla çıkmış olursunuz. Aksi taktirde o söylenen tüm samimiyet hikayeleri sizin için geçersiz olacağı gibi daha farklı şeyler söylemek durumunda kalırız.
“Bunu bir şova, resmigeçide çevirmeleri samimi olmadıklarını göstereceği gibi güvenlik güçleri açısından seyirci kalınamayacak durumlar yaratır. Eğer gerçekten silahlı dönemi geride bırakmak istiyorlarsa, silahlarını bırakırlar, normal sivil kıyafetleri giyerler ve giderler. Silahlar, sonra güvenlik güçleri tarafından toplanır. Bunun dışında başvuracakları yöntemler bu konuda samimi olmadıklarını gösterir.”
Al bir tanede burada yak diyeceğiz ama yakmıyoruz. İçimizi kirli dumanlarla karartmıyoruz.
Dikkat edilirse yine kavram kargaşası. Haklı olanlar dağlarda gelecekte halkların kardeşliği için büyük fedakarlık sergileyerek geri çekilebilecekleri söylerken birileri tuş olmasına rağmen “aman ha gövde gösteresi olmasın” diyerek yenilmiş olan halini yenmiş gibi pazarlama derdinde.
Amed meydanları halkımızın kiminle olduğunu, halkımızın nasıl ayakta olduğunu herkese göstermiş iken halen böyle kasaba politikacılarının o bilinen günü birlik politikalarına sarılmak tek kelimeyle ayıptır. Günlük olarak birde utanmadan “PKK'liler büyük kayıplar verdikleri için geri çekilmeyi kabul ettiler” gibi büyük yalanların arkasına sığınarak şov yapmayı esas alanlar, bizlere aman ha gövde gösteri yapmayın, yaparlarsa “samimi” değildir diyerek ne kadar içtenlikten uzak olduklarını göstermez mi?
Amed’de iki milyondan fazla insan adeta bir referandum gibi gerillasının arkasında olduğunu herkese göstermiş iken, kimin Kürdistan’da hangi durumda olduğu gözler önündeyken halen aslı astarı olmayan yalanların arkasına sığınmaları tek kelimeyle yakışıksız kalıyor.
Özcesi söylediklerinizi biraz kulaklarınız duysun. Dünyanın sadece sizden ibaret olmadığına artık alışın. Tamam, yine bir Türk dünyanın tümüne bedel olsun, lakin yine de dünyada olup bitenler o dünyaya bedel olan Türk’ten sorulmuyor.
Samimiyet özelikle bu gerçeği artık kabullenmektir. Ve birde samimiyet artık Kürtlere ve onun özgürlük hareketine hakaret etmekten vazgeçerek Kürt halk önderliğinin meydanlara haykırdığı gerçekleri görerek az da olsa kendinizi gözden geçirmektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Öncelikle Kürdistan halkının Kahramanlık haftasını kutluyorum. Agit yoldaş şahsında tüm Kürdistan devrim şehitlerini, Mahir Çayan şahsında tüm Türk devrimcilerini saygıyla anıyorum. Anılarına Önder Apo’nun özgürlük manifestosunu pratikleştirmek, hepimizin boyun borcudur.
Kürdistan halkı Newroz ruhuyla kahramanlık haftasını karşıladı. Şimdide aynı ruh, coşku ve kararlılıkla Amara’ya yürüyor. Newroz’la birlikte başlayan Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı inşa sürecinin nasıl pratikleştireceğini tartışıyor ve anlamaya çalışıyor. Sömürgeci Türk devletinin Başbakanı, Cumhurbaşkanı ve muhalefeti Önder APO’nun yaptığı tarihi, stratejik ve çözümleyici adımı, Kürdistan halkının ve Türkiye demokrasi güçlerinin bu çağrıya verdiği eşi görülmemiş kitlesellikteki desteği bir yana bırakarak “neden orada bayrak yoktu” söylemini öne çıkardılar. Ve bayrağın asılmamış olmasını bir provokasyon olarak değerlendirdiler. Provokasyon sözü bizzat Erdoğan’a aittir.
Önderliğin açıklamalarını “olumlu bulmakla” birlikte bayrağın olmamasını provokasyon olarak değerlendirmesi samimiyetsizliğin de ifadesi olmuştur. Aslında T. Erdoğan sonuç alacağını bilse ve konjonktür uygun olsa Habur sürecinde olduğu gibi “başa döneriz” diyebilirdi. Fakat herkesin tespit ettiği bir durum vardır ki, AKP çok istediğinden değil, bu sürece mecbur bırakılmıştır. Nitekim M. Ali Şahin’in “aksi takdirde bölünecektik” sözü bunu teyit eder niteliktedir. Onun için açıktan “başa döneriz” demedi, diyemedi. Ama 29 Mart akşamı Kanal D-CNN Türk ortak yayınında bunu farklı bir biçimde dile getirdi.
Kürdistan Özgürlük gerillasının, TBMM’nin devreye girerek, yasa çıkarması temelinde geri çekilebileceği yönündeki açıklamalara karşılık olarak, sömürgeci devletin başbakanı “silahlarını bırakıp çekilirler, yasaya gerek yok, nereye giderse giderler”, “silahta diretirlerse biz şehit, onlar ise pisi pisine giderler” biçiminde bir değerlendirme yaptı. Bu bir çözüm anlayışı değil, teslimiyeti dayatmaktır, Kürdistan özgürlük savaşçılarına hakarettir. Şehitlerimize hakarettir. Bu Önder Apo’nun projesini boşa çıkarmaya yönelik bir adımdır. Ama sömürgelerde, ezilen halklara karşı haksız bir savaşı yürütenlerin değer gördüğü nerede görülmüş ki…Ancak kendi toplumunu haksız bir savaşa motive etmek için kullanılan bu ifadenin fazla bir değerinin olmadığı çok açıktır.
Belli ki, Önder Apo’nun “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı” inşa etme manifestosunun Kürdistan’da, Türkiye demokrasi çevrelerinde ve uluslararası alanda yarattığı etkiyi hazmetmemiş. Milyonların pür dikkat hem Newroz meydanında hem de televizyon başında Önder Apo’nun mesajını dinlemeleri ve açıktan desteklerini ortaya koymaları sömürgeci Türk devletinin başbakanının kimyasını bozmuş gibi gözüküyor. Abuk-sabuk konuşması bundandır.
Hatırlanırsa sömürgeci Türk devleti, Kandil ve Maxmur’dan gelen barış gruplarının milyonlar tarafından karşılanması üzerine sömürgeci Türk devletinin başbakanı “ başa döneriz” demişti. O ne umuyordu gelişlerden? Gelenler süklüm-püklüm, pişmanlık ruhuyla gelip Türk devletine sığınacaklardı. Ama böyle olmadı. Milyonlar karşıladı. Barış elçileri de, en ufak bir taviz vermediler. İlk günde gelişleri olumlu gören sömürgeci devlet yetkilileri, hem kitle gücünü hem barış grubunun tutumunu görünce, ağız ve politika değişikliğine gittiler.
Şimdide Kürdistan halk Önderinin açıklamasının yarattığı olumlu havayı ve hesaplarının alt-üst olduğunu görünce, “başa döneriz” anlamına gelen “silahlarını bırakıp çekilirler, yasaya gerek yok, nereye giderse giderler”, “silahta diretirlerse biz şehit, onlar ise pisi pisine giderler” türünde seviyesiz ve provakatif sözler sarfetti.
Sömürgeci Türk devletinin başbakanı T. Erdoğan’ın Newroz günü Önderliğin yapılan açıklamalarını esas alma yerine, bayrağın olmaması üzerinden Özgürlük Hareketine ve Demokratik siyaset alanına yüklenme gereği gördüğü şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bu açıkça siyasi ve psikolojik saldırıdır. Amaç şudur. Kürtlerin özgüvenlerine, sevinçlerine ve geleceklerine müdahale ederek sınır koymaktır. Daha açıkçası “ istediğiniz kadar kitlesel olabilirsiniz ve sevinebilirsiniz ama efendiniz biziz, bayrağımız sizin tepenizdedir.” Bu aynı zamanda bir tehdit ve gözdağı anlamına da geliyor. Yani Türk efendiler olarak kölesi kabul ettikleri Kürtlere “fazla ileri gitmeyin giderseniz kötü olur. Atacağınız adımları da biz belirleriz, sizin kutlamalarınızın ve sevinciniz sınırını da biz belirleriz.” demek istiyorlar.
Türk başbakanının barıştan, teslimiyeti, kardeşlikten köleliği anladığı çok açıktır. Bir “Türk barışı” dayatması içinde olduğu çok açık. Tüm barıştan yana olan güçler, kesimler bu gerçeği iyi görmelidirler. Kim gerçek, onurlu bir barıştan, kim savaştan yana?
Türk devletinin, Akp’nin, Chp’nin ve Mhp’nin tutumlarını ve yaklaşımlarını anlamakta ve yorumlamakta bir sorun yoktur. Fakat bazı Kürt siyasetçileri “bizim bayrakla bir sorunumuz yok, bir yetersizlik olmuş, aklımızda olsaydı asardık” yönlü açıklamalar doğrusu Kürtlerin ve o muhteşem Newroz kitlesinin ve sürecin asla hak etmediği bir yaklaşım olmuştur. Belki bunu sözüm ona ortamı yumuşatma, politik esneklik adına ve yine hassasiyetler üzerinden söylemişlerdir. Böyle de düşünmüş olabilirler. Ama doğrusu yakışmamıştır. Bu yaklaşım politik olarak gerilemedir. Kürtlerin büyük direnişlerle kendilerini yeniden yarattıkları özgüveni dikkate almamayı ifade etmektedir. Sömürge toplum psikolojini ifade etmektedir. Kürdistan halkının direnişçi özünü ifade etmemektedir. Önder Apo’nun deyimiyle artık “Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı.” Bu yaklaşım Kürt halkının ulaştığı düzeyi ifade etmemektedir.
Eğer bu düşük yoğunluklu bir kriz ise bu krizi iyi yönetememişlerdir. T. Erdoğan kurnazlık ve sinsice gerilim siyaseti yürütmüştür ve ne yazık ki, Kürt siyasetçileri bunu görmemişlerdir. Diplomatik ilişkilerde gerilim siyaseti son derce bilinçli olarak uygulanır. Buna bir tür “blöf” ve “şantaj” da denilebilir. Bu görülememiştir. Kürt halkının hassasiyetlerini yeterince gözönüne alamama vardır. Burada sürecin ve Önderlik projesinin de yeterince anlaşılmadığı görülmektedir. Böyle hemencecik adeta “hata yaptık izin verirseniz hatamızı düzeltiriz” babında ifadeler sürecin ve önümüzdeki dönemin yeterince anlaşılmadığını ve kavranmadığını göstermektedir. İşte bir Kürt siyasetçinin bir türlü anlam veremediğimiz, kimsenin de anlam veremediği “ özür dileme” de bunun bir tezahürüdür. Özür bir yere oturtulamamış, boşta kalmıştır.
Şimdi şunu belirtmekte fayda var. Efendi-Köle, sömürgeci-sömürge ve inkar-imha üzerine kurulu olan Kürt- Türk ilişkileri değişecekse, eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden inşa edilecekse o zaman Türk bayrağı da değişecektir, değişmek zorundadır. Bayrak değişmez diye bir şey yoktur.
Öncelikle şunu belirtelim ki, Kürdistan halkının Türk bayrağına dönük “bu bizimde bayrağımızdır” şeklinde bir algısı, içten bir benimsemesi yoktur. Bunu adeta Kürtlerin böyle bir yaklaşımı varmış gibi yansıtmak, Kürtlere yabancılaşma ve bir hakarettir. Her Türk’ün evinde veya çeşitli özel günlerinde bir veya birden fazla bayrak görebilirsiniz. Ama her Kürt’ün evinde bu bayrağı göremezsiniz. Hele hele Newroz halkında bunu hiç göremezsiniz. Ancak bazı işbirlikçi kesimleri bunun dışında tutuyoruz. Kaldı ki bu bayrak doksan yıldan bu yana Kürtlerin gözünde, inkâr, imha, asimilasyon, katliam, sürgün, zindan ve işkence ile özdeşleşmiştir. Bu kadar kötü şeyi sembolize etmektedir Kürtler için. Yani Türk devletinin Kürdistan’daki katliam ve soykırım temelindeki hâkimiyetinin sembolüdür. Bunu aklı ve vicdanı olan Türkler dahi dile getirmektedir. Amed zindanında neredeyse büyük bir Türk bayrağının çizilmediği koğuş koridor yok gibidir. Bugün üzeri badanansa da hala yakından bakılınca gözükmektedir. Bazı koğuşlarda ise duvarlar yeterli görülmemiş olacak ki, tavanlara da çizilmiştir. O Türk bayrağının altında, yanında vahşetlerin yaşandığını herkes bilir.
Son iki yüz yıl içinde Osmanlı ve Türk devletleri adına bayraklarında değiştiğini biz biliyoruz. Dolayısıyla bayraklar ve semboller değişmez değildir. Değişir. Yeniden oluşturulacak bir anayasa ile birlikte, bayrak kanununda da kimi değişiklikler yapılarak, Kürt değerlerini ifade eden renkler o bayrağa eklenebilir. Ama bugün Kürtlerin gözünde bir zulüm simgesidir. Kimse bunu barış, kardeşlik adına Kürtlere sevdirmeye kalkmamalıdır.
Hele hele sömürgeci Türk devletinin “başa döneriz” havasındaki sözlerinden sonra…
Kürdistan Halk Önderi milyonların gerçek, onurlu barışını, Kürt ulusunun eşitlik-özgürlük temelindeki tarihi çözümleyici yaklaşımını ortaya koyduktan ve Kürdistan özgürlük hareketi elindeki esirleri serbest bıraktıktan ve sorunun çözümü için bir fedakârlık olarak ateşkes ilan ettikten sonra, eğer başa dönülecekse, buyurun başa dönelim!
Önderliğimizin ve bizim tercihimiz hiç kuşkusuzki başa dönmek değildir. Biz Önder Apo’nun projesinin pratikleşmesini istiyoruz. Kürdistan özgürlük hareketinin tüm çabaları ve Kürdistan halkının talepleri bu yöndedir. Ancak ille de Kürdistan halkına sömürgeci savaş dayatılır, yani başa dönülürse de, bir kez daha kazanan Önder APO, Kürdistan Özgürlük gerillası, Kürdistan halkı, barış ve özgürlük olacaktır. Kaybeden Türk sömürgeciliği ve şimdiki temsilcisi T. Erdoğan olacaktır! Çünkü Kürtler eskisi gibi yaşamamakta ve savaşmamakta kararlıdırlar. OLACAKSA BİR YAŞAM ÖZGÜRCE OLACAK YA DA HİÇ!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar