Kürdistan’ın başkenti Amed, dün yine tarihi günlerinden birine tanıklık etti. Amed’te bir milyona yakın insan, sel olup aktı. Yüz binler, üç özgürlük savaşçısını ölümsüzlüğe uğurladı: Sakine, Fidan ve Leyla…
Uluslar arası bir cinayetle fiziki olarak aramızda ayrılan bu üç devrimci, her gerillanın gitmek istediği Kürdistan’ın yüreği Amed’e son kez beraber geldiler. Dün Amed’in rengi hüzün ve öfkeydi. Yediden yetmişe hangi Amed’li ile konuşmak istesek sözcükler boğazlarına yumruk gibi oturuyordu. Zaten gözleri de söze pek yer bırakmıyordu…
Dün için çok şey söylenebilir ama bence dünün en önemli özelliklerinden biri Amed’in Ankara’ya tokat gibi verdiği cevaptı.
Bilindiği gibi Paris’in orta yerinde işlenen uluslar arası cinayetin hemen ardından cenaze merasimi tartışmaya başlanıldı. Önce TC hükümetin yandaş medyası, sonra Erdoğan’ın başdanışmanı Akdoğan ve sonunda Erdoğan da bu konuya dâhil oldu. Bu cenahın ruh hali aslında derin bir korkuyu yansıtıyordu. Aldıkları her nefesle sömürgecilerin korkulu rüyaları olan devrimciler, cenazeleriyle de sömürgecileri korkuya boğmuşlardı. Bunu anlamak zor değil ama bu cenahın ardına sığındıkları gerekçeler gerçekten hem çok komik hem de düşündürücü…
Erdoğan güruhunun ağzına sakız yaptıkları “Habur ve provokasyon” aslında sömürgeciliğin psikolojik savaşın bir parçasını yansıtıyor. Önce bir hatırlayalım Habur’da ne oldu? Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan’ın çağrısıyla 2009 Ekim’inde bir grup gerilla dağdan ve bir grup sivil halk da Maxmur mülteci kampından barışa katkı yapmak için Türkiye’ye geldiler. TC devletinin beklentisi ve umudu gerillaların gelip kurbanlık koyun gibi başlarını sınırdan uzatmalarıydı. Gerillalar gelecekti ve TC de onları sıradanlaştıracaktı. Ama gerillalar Amed’e ulaştıklarında Batıkent Meydanı’na yine dün olduğu gibi iğne atsan yere düşmezdi. Amed adeta gerillalaşmıştı gerillalar da Amedleşmişti. Tıpkı dün aynı meydanda olduğu gibi…
Sömürgecilerin korktukları başına gelmişti. Yıllardır özel savaşın amansız cephelerinde gerillaya yapmadıkları saldırı kalmamıştı. Bununla da yetinmeyip kimyasal da dâhil her türlü silahla gerillana yönelmişlerdi. Hatta şehit ettikleri gerillaların cenazelerini parçalamaktan da geri kalmamışlardı. Ama yine de gerillayı Kürt halkının yüreğinden söküp alamamışlardı. Amed, o gün bunu her zaman olduğu gibi tekrardan ispatlamıştı tıpkı dün yine yaptığı gibi…
Ve sömürgecilerin kıyameti Amed’te kopmuştu… Sömürgeciler ortalığı velveleye vermişlerdi! Bir türlü kabullenemiyorlardı nasıl oluyor da Kürt halkı böyle sevinebiliyordu? Onlara göre Kürt halkı asla sevinmemeliydi. Eğer sevinmek, mutlu olmak kaçınılmaz olursa da bu, ancak sömürgecilerin belirlediği çerçevede olacaktı. Yani Kürt halkına açık açık şunu söylüyorlardı “biz nasıl istesek öyle sevineceksiniz. Mutluluğunuzun sınırını biz çizeceğiz. Çünkü siz Kürtler bizim sömürgemizsiniz.” 2009’da bu pervasızlığı gösteren sömürgeci TC, cenazeler konusunda da “Habur ve provokasyon” iddialarına sığınarak Kürt halkına şu mesajı veriyordu: “Sizin varlığınız bizim sömürgeliğimizden ibarettir. Sevincinizin sınırını biz belirlediğimiz gibi hüznünüzün de sınırını biz belirleyeceğiz.”
Sömürgeci TC devleti başbakanın öncülüğünde medyayı da arkalarına alarak cenazelerden günler önce kirli faaliyetlerine başladılar. Neymiş provokasyon olacakmış, süreç sabote olacakmış da mış mış… Amaçları cenazeye katılımı azaltarak dünya kamuoyuna “işte halk PKK’lilere sahip çıkmıyor” mesajını vermekti. Ama her zaman olduğu gibi Amed, Habur’dan gelen gerillaları karşıladığı aynı meydanda yüz binlerle tek yürek olup Ankara’ya tokat gibi şu cevabı verdi: “PKK HALKTIR HALK BURADA!”
Mem Amed
- Ayrıntılar
10 Ocak günü Paris’te Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda üç yoldaşımız katledildi. İsmi Sakine, ismi Fidan, ismi Leyla.
Sakine Cansız yoldaşın henüz PKK saflarına katılmadan önce ismini duyduğum ve yazılarını okuduğum bir PKK militanıydı. Özgürlük hareketini ilk günden başlayarak kadınlara farklı yaklaşan bir hareket olarak tanıdığımız için Sakine Cansız ismi anıldığında her zaman saygı uyandıran ve heyecan yaratan bir durumu yaşamışımdır. Bir dönemler Sakine arkadaş için Almanya’da özgürlüğüne kavuşması için bir dernek kurarak kampanya çalışması yürütmüştük.
Evet, Sakine yoldaşının böyle ismiyle büyüdük. Hayran olduk. Ve bizim olacaksa bir Roza’mız bu olur dedik. Ve bu duygularla Sakine yoldaşı 1991 yılında Bekaa’da Mahsum Korkmaz Akademi'sinde tanımıştım.
Hatırlıyorum bilgi gelmişti Sakine arkadaş bırakılmış diye. Önce Almanya’ya gitmiş ardından da Şam ve Şam’dan da Mahsum Korkmaz Akademi'sine gelecekti. O gün önderlikle birlikteydik. Aynı bu gün gibi aklımdadır, önderlik; “bugün yarın, bir militan göreceksiniz. Devrimciliğin ne olduğunu göreceksiniz. Yiğitliğin ne olduğunu göreceksiniz. Birde kendinizi göreceksiniz. Sakine Cansız yoldaşımız geliyor” derken gözleri gülüyordu. Sevinci zirvelerdeydi. Ve Sakine yoldaş gelmişti. İsmi Sara’ydı. Tanışma şansı bulmuştum. Almanya’daki kampanyamızı anlatmıştım. Yine o zaman Berlin’de çalışırken annesine ve kardeşlerini tanıma şansımda olmuştu, onları konuşmuştuk.
Sonra Sakine yoldaşı yani Sara yoldaşımızı Botan’da gördüm. Yanılmıyorsam Besta’ydı. Hareketli taburda yönetim düzeyinde yerini alıyordu. 1996 yılında ise Zap'ta yaşamını ele alan kitap çalışmasını yazarken basın mangasında yeniden görmüştüm. Bolca özlem gidermiştim. Sonrada hep gördük, güzel gülüşünü ve sıcak içten konuşmalarını ve bize yol göstericiliğini yaşadık. Ve Sakine yoldaşı en son 2010 yılında yine alanımıza geldiğinde görmüştük. Misafirimiz olmuştu.
Belki onu bazı yoldaşlar gibi anlatamam. Ancak onun benim için ve çoğumuz için ne ifade ettiğini dille getirebilirim. Sakine yani Sara yoldaşımız bizim için, benim için her zaman bizim Roza’mızdı. Roza Luxemburg’umuzdu. Roza’ya sadece direnişiyle, bilinciyle ve dirayetliyle benzemiyordu. Roza’ya dış görünüm olarakta benziyordu. Roza Luxemburg’un yaşam öyküsünü yani biyografisini okuduğumda Sakine yoldaşımızın gerçekten de bizim biricik Roza’mız olduğunu yeniden görmüştüm.
Bizim Roza’mız önderliğimizin dile getirdiği; “genç başladık, genç başaracağız” sözünün tam manasına göre olan bir militandı. Öyle ki yılların yıpranmışlıklarını şöyle ya da böyle birçok yoldaşta, -bunlar gençte olsa -görsekte bizim Roza’mız her zaman gençti. Zindanlar, dağlar, metropoller bir gün bile onu bu duruşunda soğutmamış, geri adım attırmamış, tam tersine örneğin en son 2010 yılında dağlarda yeniden gördüğümde bu performansını çok ileri düzeyde korumuştu. Neredeyse tüm gerilla güçlerini birim birim, birlik birlik dolaşarak yeni süreci anlatmıştı. Bizim bulunduğumuz güce de bu aktarımları yapmıştı.
Roza’mız böyleydi. Biz onun direnişçi yönüne, onun irade güçlü yaşamına, onun dil gücüne, kalem gücüne hiç değinmeyeceğiz. Çünkü bu yönleri fazlasıyla biliniyor. Diyarbakır zindanlarında halen ihanetçi olarak yaşayanlar bile onun zırnık bir milim geri adım atmadığını, düşmanlara ifade vermediğini, işkencelerde dik durduğunu anlatıyorlar. İradesinin çelikten oluşunu ise kendim dağlarda gördüm. Kalemini yine dil gücünü bizatihi hayranlıkla izleyen biri olarakta biliyorum.
Evet, böyle güzel ve hepimizin şöyle ya da böyle için için hayran olduğu büyüğümüz, sembolümüz, Roza’mızı bizden alıp götürdüler. Ama bilmiyorlar ki “genç başladık, genç başaracağız” sözünü nasıl pratikte tatbik ettiğini gören onun yeni nesil militanları olarak, ona yaraşırcasına inadına bizlerde bu ruhu koruyacağız. Bizlerde inadına Roza’mıza bağlı yaşayarak, onun o güzel insani ve devrimci meziyetlerinin tümünü kendimize ekerek devrimci direnişimizi sürdüreceğiz.
Birde Fidan’ımız vardı katledilen. Rojbin.
Dağlarda iki kez karşılaştım. Bir kez birkaç gün, bir defasında ise birkaç saat. Ve birde yazışmalarım olmuştur.
Avrupa Parlamentosu Sol Grup'un Fransız üyesi Marie-Christine Vergiat’ın “Hüzün ve acımı ifade edecek hiçbir söz bulamıyorum. Rojbin Fidan Doğan, benimle Kürt sorunu hakkında konuşan ilk insandı. Yaşam sevgisinin bireye indirgenmiş haliydi. O gülüşünü hiçbir zaman unutmayacağım” sözlerini okurken, bu sözleri ne kadar paylaştığımı ve gözlerimin dolduğunu da.
İlk merhabayla sanki yıllarca birlikte kalmışsınız gibi, sanki ona “önceden tanışıyor muyuz” sorusunu sormak gibi. Avrupa’da büyüdüğü halde sanki yıllarca dağların kızıymış gibi bir sıcaklık, güven ve rahatlık içinde. Bir insan ancak bu kadar güzel olabilir dedirtecek tarzda insana yakın sevgisiyle.
Onu çok anlatamayacağım ancak “Yaşam sevgisinin bireye indirgenmiş haliydi” sözleri ne kadar da ona uyuyor. Yine bir Türkiyeli gazetecinin yazdığı gibi: “Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen –yanılmıyorsam 9.’su idi- ‘Kürt Konferansı’nda herkesin yardımına hızır gibi koşan görevlilerden biriydi. Otel rezervasyonundan taksi ya da araç temini ile Avrupa Parlamentosu’na gidiş-gelişler, havaalanı transferleri, lokantalara ulaşmak gibi işleri gören, her tür uluslararası organizasyonda ‘olmazsa olmaz’ işlevi gören ‘meçhul askerler’in başında geliyordu.
Rojbin (yani Fidan Doğan), tıpkı gazete sayfalarına yansıdığı gibi, bembeyaz dişlerini açıkta bırakan sürekli gülümser haliyle, kıvır kıvır saçlarının altında sımsıcak bakan gözleriyle insanın içini ısıtıveren, alçakgönüllü ve son derece hareketli, sevimli, candan bir genç kız olarak canlandı hafızamda. Elbistanlı bir Alevi-Kürt kızı. Bizim toprakların gurbette yaşayan bir çocuğu.”
Bizim toprakların çocuğuydu Rojbin. Bunun için tanıştıktan sonra -tanışmadan önce de başka kanallarla selamlaşmamız oluyordu-her zaman ona selam göndermişimdir. Her zaman sormuşumdur. O güzel gülüşü, canlılığı, kıvrak zekayı, pratikçiliği, insan sevdalı duruşunu, insanı bir saniyede hemen kendine bağlayan sevgi selini unutmak mümkün değildir.
Böyle güzel bir insana kim kıyabilir? Hem de hiçbir ahlaki değerde yeri olmayan bir tarzda hunharca…
Bir Fidan’ımız kaydı gökyüzünde, unutulması ve kabul edilmesi mümkün olmayan…
Şunu belirtelim ki, Roza’mıza, Fidan’ımıza ve Leyla’mıza bizler onların özlemi olan özgürlük değerlerine sonuna kadar Kürdistan gerillası olarak bağlı kalacağız. Bağlı yaşayacağız.
Hiç kimse ama hiç kimse bizim Roza’mızı, Rojbin’imiz ve Ronahi’mizi unutacağımızı beklemesin. Bu vahşeti uygulayanları, çirkince saldırıyı gerçekleştirenleri asla ama asla af etmeyeceğimizi herkesin bilmesini de isteriz.
Dünyanın öyle sanıldığı kadar büyük bir dünya olmadığını da herkesin hele hele böyle pırlanta olan yoldaşlarımıza el uzatanların, dil uzatanların bilmesini isteriz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Birinin doğru söyleyip söylemediğini, en iyi, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiye ya da uyuma bakmak gerekir.
Söz ile eylem bir ise o zaman söylenenler kuru sıkı söylenmemiştir. Yok, eğer söylenenler ile yapılanlar arasında farklar hatta uçurumlar ve tezatlıklar varsa orada vuku bulan tamamen bir aldatma ve iki yüzlülüktür.
Bugün Rojava’da Kürtler 19 Temmuz’dan bu yana çok ciddi ve köklü bir kalkışı yani devrimi yaşıyorlar. Bu devrim Kürtler için beraberinde birçok kazanımı getirmiştir. Kürtler bu parçada ilk kez kendilerini idare edecek bir pozisyona kendilerini getirdiler.
Elbette bu kadar kazanımın bedeli ağır olmuştur. Kimilerinin ikide bir temcit pilavı gibi, “Esat ile anlaştılar” yalanına karşı onlarca değerli insan bu mücadelede ve bu değerlerin ortaya çıkmasında canını verdi, halende vermeye devam ediyorlar.
Kürtler Rojava’da kendi yönetimlerini ellerine alırlarken birçok Kürt çevresi, “yardım edelim, birliği güçlendirelim, arka çıkalım” gibi birçok söz sarf ettiler. Hatta kimisi sözde Kürtlerin ve Kürt hareketlerin arasını düzeltmek için Hewler’lerde toplantılar üzerine toplantılar yaptılar. “Birlik olmalısınız, başkalarının kuyruğuna takılmamalısınız, her şeye rağmen beraber çalışmalısınız” diyerekte bolca nasihatler da verdiler.
Bunlar söylenmeye söylendi ancak peki pratik nedir diye sormamız umarız yanlış sorulmuş bir soru olmaz.
Birlik ya da beraberlik kimin için kime karşı? Herhalde birliği kendi içinde, karşıtlığı ise Kürtleri parçalamaya kalkanlara karşı olarak söylenmişti.
Ne var ki bakıyoruz ki birileri ısrarla Kürtleri parçalamak için her türden oyunun içinde yer almayı kendilerine marifet biliyor. Bu marifet bilmeyi biz nereden biliyoruz diye sorulabilir.
Evet, söyleyelim, bugün Rojava’da Kürtler, Kürtlerin özgürlük hareketleri, Kürtlerin değerlerini korumak isteyen ne kadar güç varsa hepsi ayakta kalmak için müthiş direniyorlar. Esat’a karşı direndiler, çetelere karşı direndiler, TC devletinin çok çeşitli kirli oyunlarına karşı direndiler ve bugünlere geldiler.
Ancak öyle görülüyor ki bu direnci kırmak isteyenler rojava Kürtlerinin en nazik yerinden vurmak istiyorlar. Rojava Kürtlerinin en nazik yeri ekonomileridir. 2 yıldır kıran kırana bir savaş yaşanıyor. Yine Türkiye devleti Kürtlerin bulunduğu yerleşim yerlerine ambargo uyguluyor. Kaldı ki daha önceki yıllarda Suriye devleti Kürdistan’a tek bir yatırım yapmamıştı. Sonuç itibariyle bu durum Kürtler için ciddi sıkıntılar demektir.
Evet, şimdi ise hep birlikten beraberlikten dem vuranlar rojava sınırlarını kapatmışlardır. Hem de kesinlikle TC devletinin istemleri üzerine. Sınırı kapatma yetmemiş bu kez tel örgüler yapılıyor. Yani Kürtler rojava Kürtlerinin etrafı tümden sarılmak isteniyor. Bir yandan Türkler, diğer yandan Güney’de KDP. Kürtleri kendilerince kıskaca alarak her türlü kirli politikayla yapamadıkları bu kez rojava Kürtleri aç bırakarak yapmak istemektedirler.
Evet, şimdi soralım sözünüz ile eylemleriniz arasındaki bu kadar yaman çelişkileri neyle izah edeceksiniz?
Her gün her ortamda Kürtlerin birliğine ve beraberliğine vurgu yapan sizlere bu halk artık ne diyecek?
Her ortamda Kürtlerin değerlerini temsil ettiğinizi söylediğiniz o büyük sözlere peki artık kim inanacak? Hem de rojava ile sınır tel örgüleriyle kapatılırken.
Özcesi sözleriniz ve eylemleriniz bir değildir. Bir olmadığı için de Kürtlerin vicdanlarından giderek siliniyorsunuz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
90'lı yılların başından itibaren Tükiye metrepollerinde yaşamak zorunda bırakılmış Kürtlere karşı zaman zaman ırkçı ve faşist saldırılar yapılmaktadır. Çanakkele'nin Bayramiçi ilçesinde ilk kez Kürtlere karşı bir linç kampanyası başlatılmıştı. Daha sonra çeşitli il, ilçe ve kasabalarda Kürtlere karşı saldırılar artarak devam etmişti. Son birkaç yıl içerisinde ise saldırılar daha fazla yoğunlaşmıştır. İnegöl, Dörtyol, Bursa-Yıldırım, İstanbul-Şişli, Kocaeli, İzmir, Karadeniz bölgesinde mevsimlik işçilere ve Ahmet Türk'e dönük saldırı bu kapsamda değerlendirilebilir.
28 Aralık 2012 tarihinden bu yana Afyon'un Sultandağı ilçesi ve Karabük'te Kürt öğrencilere dönük yapılan saldırılar hala devam etmektedir. Bu saldırıların sömürgeci türk devletinin başbakanı tayyip Erdoğan’ın son açıklamaları bu saldırıları başlattı.
Yansıdığı kadarıyla halende Sultandağı ilçesindeki kardeşlerimiz tam bir abluka altında kalmış bulunmaktadırlar. Fırıncıların ekmek dahi vermediği, esnafın herhangi bir satış yapmadığı belirtilmektedir. Hatta yer yer de evler kurşunlanmaktadır. Hasta olanlar, hastaneye gidememektedirler. İlçenin kaymakamı ise Kürtleri ilçeyi terketmeye zorlamaktadır.
Sultandağı'ndan kuşatma ve tehdit altında bulunan Kürtler kaç gündür üst üste çağrı yapmaktadırlar. Ancak bu çağrıları ne duyan nede harekete geçen vardır. Bir iki BDP'li milletvekilinin açıklamasından ve birkaç Türkiye'li parti ve örgüt temsilcisinden benzer içerikte açıklama gelmiştir. Hepsi o kadar.
Kahredici bir sessizlik, tepkisizlik vardır. Neden? Acaba sömürgeci Türk devletinin başbakanı T. Erdoğan'ın "görüşmeler oluyor" demesinin yarattığı hava mı etkili oldu? Görüşmelerin olması demek, linç saldırılarına karşı sessiz olmak anlamına mı gelir? Yoksa Kürtler bu saldırılara bulundukları her yerde karşılık verirlerse sahta solcular tarafından "milliyetçi", sahte müslümanlar tarafından "ümmetin birliğini parçalayanlar" olarak adlandırılacaklarından mı çekinmektedirler? Yoksa "duygusal kopuş gelişir” türü özünde sömürgeci sistemin Küdistanda ve Kürtler üzerinde sürgit devam etmesini isteyen yaklaşımlar mı etkili olmaktadır. Nedir mesele?
Yani her türlü saldırı, linç, asimlasyon, soykırım, küfür, hakaret karşısında Kürtler boyun eğerse, iyi, Kürt kardeş, tersi olursa, yani karşılık verilir ve direnilirse kötü Kürt ve lanetlenmek. Artık bunu Kürtlere kabul ettirmek mümkün değildir.
Ama Kürtlerin, özellikle Kürt gençlerinin bu saldırılar karşısında sessiz kalmalarını anlamak mümkün değildir. Kürtler böylelikle metrepollerde korkutulup sindirilerek örgütsüzleştirilerek, Türkleştirme ve Türkleşmeye açık bir duruma getirilmek istenmektedir. Unutulmaması ve görülmesi gereken şey, sömürgeci soykırım politikası linçlerle sürdürülme gerçeğidir. Bu saldırıların öyle üç-beş gencin veya faşistin işi olarak görmemek gerekir. Yada bir anlık öfkenin veya galeyana gelmenin sonucu olarakta görmemek gerekir.
1910'lardan sonra, özellikle 1920'li ve 1930'lu yıllarda iskan kanunu çerçevesinde göçertilen Kürtlerin asimile edilerek Türk ulusu içerisinde eritilmesi hedeflenmekteydi. 90'lı yıllarda yapılan soykırım göçleri bu amaçla yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda Kürdistan'da izlenen ekonomik politikayla Kürtler açlığa, yoksulluğa ve işsizliğe mahkum edilerek göçe zorlanmıştır. Bununla da, Kürtler asimlasyona açık hale getirilmişlerdir. Fakat Kürtler Türk devletinin planlarını alt-üst edince bu kes korkutup sindirmeyle,dışlamayla etkisizleştirme yöntemini seçtikleri anlaşılmaktadır. Bunun çok iyi hazırlanmış bir plan olduğu da çok açıktır. Yani her iki yöntemle de Kürtlerin yokedilmesi, fiziki ve kültürel soykırımın tamamlanması hedeflenmektedir.
Dolayısıyla Kürtlerin bu saldırıları olayı sıradan basit bir kavga gibi ele almaları yanlış ve yanıltıcıdır. sömürgeci Türk devletinin tehlikeli soykırım planından habersizliktir. Öncelikle Kürt ulusunun ve bireylerin bu planın bilincinde olmaları gerekir. Ancak bu temelde bir karşı koyuş gelişebilir. Tüm bu gerçekliklerden hareketle başta Kürt halkı, gerçek devrimci ve gerçek müslümanlar bu saldırılar karşısında sessiz kalmamalıdırlar. Protesto eylemlerini yükseltmelidirler. Kendi varlığını, kendi milletine ve ulusuna ait insanları saldırılara karşı korumak hem hak hemde görevdir. Eğer Kürtler demokratik ulus olma iddialarını sürdüreceklerse ve Kürdistan'da özgür bir yaşam kurma kararında kesinlerse öncelikle bu saldırlara karşı kendilerini savunmalı ve hatta misilleme haklarını kullanmalıdırlar. Bu konuda bazı sol çevrelerin ve hatta Kürtler içerisinde sözümona kendisine sosyalistim, müslümanım diyenler bu tür karşı koyuşları "milliyetçilik vb" biçimde ucuz değerlendirebilirler. Zaten AKP sömürgecileri sözümona hem Türk hem Kürt milliyetciliğine karşı olduklarını söylemiyorlar mı?
İnsanın düşmanından onay, övgü aldığı veya beğenisi kazanmış olduğu görülmüş müdür? ya da böyle bir beklenti içinde olmak ne anlama gelir? Kürtler olarak kendimizi Türk egemenlerine mi, sahte solcularına mı, özümsenmiş kemalist Kürt solcularına mı yada sahte müslüman AKP tırşıkçısı, yardakçısı G. Ensarioğlu ve benzerlerine mi beğendireceğiz? Unutmayalım varlığı, kimliği, vatanı, ekonomisi, savunması özcesi özgürlüğü olmayanın hiçbir değeri yoktur. Kürtler soykırım kıskacında bir halktır. İşte Sultandağı, Karabük vb. yerlerdeki saldırılar bu soykırım çarkının nasıl kuvvetle çalıştığını gösteriyor. Biz Kürtler öncelikle bu mekanizmanın dişlilerini kırmaya, mekanizmayı bozmaya ve kendimizi özgür ve demokratik bir ulus olarak Kürdistan topraklarında ebediyen yaşayacak bir varoluşu gerçekleştirmeye adamalıyız. Diğerlerinin dikkate alınacak, dinlenecek hiçbir yönü yoktur. Türk sömürgecileri, faşist sivil ve askeri sürüleri insanları kıyım kıyım doğrarken kardeşlik inşa ediyorlarsa ve Kürtler kendilerini korumak için buna karşı koyduklarında kardeşlik bozuluyorsa bu kardeşliğin nasıl zalimane bir kardeşlik olduğunu, sahte, aldatmaya dönük bir demogoji olduğu açığa çıkmıyor mu? Eğer böyleyse bu kardeşlik bir an önce son bulmalıdır! Eğer Kürtler kendilerini savunduğunda din kardeşliği bozuluyorsa o da biran önce son bulmalıdır. Biz Kemal PİRLERİN, Deniz GEZMİŞLERİN ve Haki KARERLERİN, Mihri BELLİLERİN kardeşliğini istiyoruz. Yokoluşumuza, kadeh kaldıran sahte solcuların ve amin diyen sahte Müslümanların kardeşliğine artık son diyoruz.
Kürt ulusu olarak kendi topraklarınızda varsanız, barışınız ve kardeşliğiniz olabilir. Yokolanla kimse eşitlik peşinde koşmaz, gerçek anlamda kardeşleşmez! Direnişiniz yoksa, kimse sizi ciddiye almaz!
Metropollerde yaşamaya zorlanmış Kürtler, öncelikle yönlerini Kürdistan'a çevirmeli ve ülkeye dönüşü gerçekleştirmelidirler. Bunun için de birliklerini, örgütlülüklerini kurup geliştirmeli, dilini-kültürünü korumalı, savunmalı ve her türden ırkçı-faşist saldırılar karşısında güçlü bir biçimde karşılık vermelidir. Kürt ulusu olarak varlığını koruma ve özgürlüğünü savunmanın yolu da buradan geçer!
Herdem SERHILDAN
- Ayrıntılar
2012 yılı Kürdistan Halk Önderi Abdullah ÖCALAN'ın tayin edici büyük direnişi ile geçmiştir. Buna gerillanın halk savaşı, Kürdistan halkının önlenemeyen serhıldanları ve zindan direnişçilerinin görkemli çıkışı eşlik etmiştir. AKP sömürgeciliğinin KDP ve ABD ile birlikte yaptığı tüm engelleme çabalarına rağmen 19 Temmuz’da Batı Kürdistan’da gerçekleştirilen devrim, Türk sömürgecilerini adeta çılgına çevirmiştir. Kürdistan halkı sömürgeci Türk devletinin tüm faşist, soykırımcı saldırılarına rağmen alanlarda polis sürüleri karşısında direnişini büyük bir kararlılıkla sürdürmüştür.
Sonuçta şöyle bir siyasal tablo çıkmıştır. Direnen İmralı, savaşan gerilla, direnen halk, ulusal toplumsal bilinç ve örgütlülükte derinleşme yaşanırken, Kürdistan'da kaybeden, Türk kamuoyunda da sorgulanmaya başlayan, giderek bir başaşağı gidişi yaşayan sömürgeci AKP ve onun faşist şefi T. Erdoğandır. T.Erdoğan 2012 yılı sonunda yaptığı konuşmasında " Ada ile görüşüyoruz” Öte yandan " silahlar sussun fikirler konuşsun, düşüncesi olan varsa söylesin" dedi. Ancak düşüncesini dile getiren, yazan-çizen kim varsa hepsini esaret altına almaktadır. BDP li milletvekillerin dokunulmazlıklarını gündeme getirmektedir. Buna kim inanır artık.
Peki T.Erdogan neden bunları dile getirmektedir? Bir kez daha Kürtleri kandırmak, etrafını boşaltan liberalleri yanına çekmek, büyük vaatlerle dile getirdikleri yeni anayasada yaşanan tıkanmaları açmak ve bölgenin yeniden yapılanmasında Kürtleri bir kez daha yedeklemek için bunları söylemektedir. Ancak öte yandan “ya teslim olursun, Türkleşirsin, ya ölürsün, yada başka ülkeye gidersin” diye tehdit savurmakta, somut olarakta askeri ve siyasi operasyonları aralıksız bir biçimde sürdürmektedir.
Yine " bu ülkede bizimle final yapamazsınız. Avucunuzu yalarsınız" diyecek kadar basitleşmekte, böylelikle ırkçılıkla zehirlediği kitleleri coşturup Kürtlere, demokratlara saldırtmaya çalışmaktadır. Bununla aslında geçen yıl boyunca gerilladan yedikleri ağır darbelerin etkisini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bunun için de sözüm ona işgalci orduyu başarılarından dolayı kutlamıştır. Kimsenin aklına mı gelmiyor? Peki madem bu ordu başarılıydı da Tayyip Efendi, neden konserve tepesine teşrif buyurmadınız? Madem ordun başarılıydı, madem senin vatanındı neden gelmedin? KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan davet etmesine rağmen neden konserve tepesine gelmedin? Neden Kürdistan’daki Türk ordu birliklerini yaz boyu gerilla korkusundan dolayı uçaklarla taşıma gereği duydun?
Birkaç soru daha: Gerillanın başarı düzeyi yüksek devrimci harekatı ve Kürt halkının serhıldanları olmasaydı ve en önemlisi Batı Kürdistan'da devrim gerçekleşmemiş olsaydı sen Kürt Halk Önderinin ayağına gidermiydin gitmezmiydin? Seni Önder APO'nun ayağına götüren nedir? Gerillanın başlatmış olduğu ancak yarım kalan hesap sorma, tarihi intikam alma hamlesinin korkusumudur değilmi dir? Sen önce bunları açıkla...Onbine yakın çalışan, Kürt Welatparêz'inin esaret altına alınmasına rağmen Kürdistan halkı Kuzey Kürdistan'da ve dünyanın dört bir tarafına yayılmış Kürdistanlılar arasında ulus ve vatan bilincindeki derinleşme ve giderek köklü bir biçimde Türk devletinin sömürgeci-soykırımcı sistemiyle, kültürüyle, hukukuyla ve diliyle hiçbir biçimde yaşamak istememesinin yarattığı korku mu?
Şunu açıkça söylemek gerekir. Tüm bunlardan hareketle Kürdistan Özgürlük Hareketinin 2013 yılında ve sonraki süreçte avucunu yalamayacağı çok açık.. Ancak Kürdistan Özgürlük hareketinin T. Erdoğan'a tükürdüğünü yalatacağı ve gerilla mekaplarını yalatacağı çok açık. Bu sözcükler artık internet dünyasına girmiştir. Sömürgeci AKP şefleri daha sonra 2013 yılının sonlarında isterlerse bu yazıya bakabilirler. Yada eğer bir terslik olmazsa kendilerine hatırlatacağız.
T. Erdoğan ve AKP sömürgeciliği oturup-kalkıp bu güne kadar özellikle adına üçüncü dönem dediğimiz süreçte politik, demokratik çözüm arayışlarına, anlayışına, söylemine dua etsinler. Kürt tarafı defalarca tek taraflı ateşkes ilan etti. Birlikte ve eşit yaşama istemi türk sömürgecileri tarafından istismar edildi. Demokratik cumhuriyet denildi, kendisi cumhuriyeti zaten biz demokratikleştiriyoruz dedi. Ortak vatan denildi. Kendisi bu vatanda sadece bir millet yaşar, ortak-mortak kabul etmez, tanımayız dedi. Halkların kardeşliği, özgürlüğü ve eşitliği denildi. Eksik olan neyiniz var ki? Dedi. Din kardeşliğinden ve binyıldır birlikte yaşamaktan söz etti. Yani Şark Islahat Planı ile Kürt ulusunu tarihten silmek ve Türkleştirilmek için benimsemiş oldukları stratejiyi behemahal uygulamakta ısrar ettikleri çok açık. ( 1920 lerde söylenen “ behemahal herkesi Türk yapacağız” sözünü unutmuş değiliz). En son 4+4+4 eğitim sistemi ile bu amaca ulaşmak istedikleri apaçık ortadadır. Bunun öyle saklanacak hiçbir yönü kalmamıştır. Roboski katliamı ve soykırımı karşısındaki faşist Türk başbakanın söylediği sözler bu zihniyeti gözler önüne tüm açıklığıyla yeterince sermektedir.
Kürtler herşeye rağmen dünyanın gidişatını da göz önüne alarak iki eşit ulusun birlikte aynı siyasal çatı altında yeniden özgür iradeleri ile kurabileceklerini inandılar ve savundular. Yirmi yıldan buyana bunun mücadelesini yürüttüler. Kürdistan Özgürlük Hareketinin üçüncü dönem olarak adlandırdığı stratejik dönemin esas anlamının özeti budur. Fakat bunu ne klasik kemalist sömürgeci kesimler nede yeşil AKP faşizmi kabul etti. Bu yönde atılmış tek bir adım gösterilemez. Aralarındaki çelişki ve çatışmalar, iki gücün bir biri ile itişip-tepişmesi Kürtler için değil, tümüyle iktidar çatışmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla yakın tarih içerisinde bu her iki ırkçı faşist kesimin Kürtler tarafından tecrübe edilmesi, neyin olmayacağını ortaya koymuştur. Kürtler artık Türk sömürgecilerinin zulmü ve sömürüsü altında yaşamak istememektedir. Ortak bir siyasi çatı altında kalmakta istememektedirler.
Kürtler artık ANAVATANLARI olan kutsal KÜRDİSTAN topraklarında , bu topraklar üzerinde tarihten beri yaşayan halklar,inançlar ve mezheplerle tam bir eşitlik içinde özgürce yaşamak istemektedir. Büyük, küçük ulus demeden Asuri, Ermeni, Keldani demeden Alevi, Yezidi, sunni demeden herkesi kendi kimliği ile tanıma temelinde birlikte yaşamak istemektedir. Bu noktada BDP Eş Genel Başkanın Sayın Selahattin Demirtaş'ın " Roboski Kürtlerin bir Kürdistanı olmadığı için yapılmıştır. O zaman Kürtlerinde bir Kürdistanı olmalıdır, olmalı. Federal mi olur, özerk mi, bağımsız mı olur, ona Kürtler karar verir” sözü çok önemlidir. Evet yerinde ve doğru bir değerlendirme olmuştur. Kürtlerin eğer uluslararası alanda bir statüleri olmuş olsaydı, bu büyük soykırım denemelerine maruz kalmazlardı. Eğer Kürtlerin bir statüleri olsaydı bu saldırılar büyük olaylara yol açardı.
T. Erdoğan Kürt ulusunun temsilcilerinin barış, diyalog, müzakere ve demokratik çözüm çağrılarını sürekli bir zaafiyet olarak değerlendirmiştir. Bundan da cesaret almıştır. Oslo görüşmeleri sürecinde siyasal soykırım operasyonları eşliğinde sürdürmesi bunu göstermektedir. Kürdistan halkı ve özellikle Kürdistanlı gençler artık bu süreçleri biliyor, tartışıyor ve sonuç çıkarıyor. Kürtler artık aynı siyasal çatı altında yaşamak değil, Türk sömürgeci ve işgalci güçlerinin Kürdistandaki varlığına tahammülü kalmamıştır. Nitekim yılbaşı mesajında KCK yürütme konseyi başkanı sayın Murat Karayılan sömürgeci Türk devletine, “burası Kürdistan dır, ülkemizi seviyoruz, siz işgalcisiniz, siz çekip gidin!” demiştir.
Hele hele her sabah Kürt çocuklarını bağırta bağırta faşist-ırkçı Türk andını okutmalarına tahammül etmek artık hiç mümkün değildir. Şu sözleri bir kez daha da olsa Kürdistanlı okurlardan özür dileyerek buraya alıyorum. "Türküm, Doğruyum, çalışkanım...................... Varlığım Türk varlığına armağan olsun, Ne mutlu Türküm diyene " sözü bağıra çağıra söyletilmektedir. Yani Kürtler ulusal varlıklarını Türk ulusu varlığına armağan edecekler sonrada bundan mutluluk duyacaklar öylemi? Neden Kürtler, Kürt varlığını Türk varlığına kurban edecekmiş?
Zaten Türk sömürgecileri Kürtlüğün yokluğu ve inkarı temelinde Türk ulus devletini yaratmışlardır. Şimdide Kürtleri kendilerini Türklere kurban etmekten mutluluk duyacak kadar kendi özlerine, kültürlerine, tarihlerine, dillerine yabancılaştırılmak istemektedirler. Kimse kusura bakmasın. Bu dönem, artık bir daha geri gelmemek üzere bitmiş ve geride kalmıştır. Artık varlığını Türk varlığına armağan etmekten ve Türk olmaktan mutluluk duyacak Kürt ferdi kalmamıştır. Sömürgeci AKP'nin bazı hain ve yeminli işbirlikçilerden hareketle, benimdir dediği Kürtlerde yavaş yavaş ulusal özlerine dönüyorlar ve daha da döneceklerdir.
Dolayısıyla 2013 yılı Kürt Ulusunun kendi topraklarında, bayrağı altında demokratik öz yönetimi ile, dili ve kültürüyle( kurslara ve seçmeli derslere ihtiyaç duymadan) ve kendi öz savunma güçleriyle, ekonomik sistemiyle kendi kaderlerini tayin etmede önemli bir yıl olacaktır. Ve Kürdistanlılar, Kürdistan’daki Türk devletinin sömürgeci-işgalci sistemindeki her ferdin yakasına yapışarak, “sen ne hakla Kürdistan’da bulunuyor ve bana zulüm ediyorsun? Diye soru soracak. Hiçbir demogojilerini dinlemeden “ bu topraklar bizimdir, siz işgalcisiniz, halkımızın katillerisiniz,” diyecek ve ardından olanca öfkesiyle “ Kürdistan’dan defolun! ” diye haykıracaktır. Artık bundan sonra final oynanırmı oynanmaz mı? Avuç mu yalanır yoksa mekap mı yalatılır hep beraber göreceğiz. Kürdistanlılar bu konuda hiç olmadık kadar kararlıdır.
Şunun şurasında bahara ne kaldı ki?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Hemen hemen herkes kendi cephesinden 2012 yılının muhasebesini yapıyor, yeni yıla ilişkin öngörülerini dile getiriyor. Böyle bir yazı da yazılabilirdi. Ancak Roboski’nin insan belleğine kazınan ve hiç çıkmayan görüntüleri, Roboskili anaların-kız kardeşlerin dinmeyen gözyaşları ve arşı- alayı inleten çığlıkları böyle bir konuya, ulusal yaramız üzerinde durmayı gerekli kıldı.
Sömürgeci AKP devleti tarafından taammüden ve herkesin gözleri önünde yapılan Roboski katliamı karşısında öncelikle Roboski halkı, Kürdistan halkı(dört parça ve yurtdışında) Kürt siyasetçileri, aydınları, sanatçıları ve hemen hemen herkes tutumunu açıkça ortaya koydu. Halk geçen yıldan bu yana Roboski katliamı karşısında ilk günden başlayarak serhıldanlarla sömürgeci rejime karşı tepkisini ortaya koymuştur. Böylelikle AKP devletinin katliamı örtbas etme, unutturma politikalarının boşa çıkarılmasında ve katliamı gerçekleştiren sömürgeci Türk devletinin başbakanı ve genelkurmay başkanının gündemde kalmasında önemli bir rol oynandı. Bunda bazı Türk aydınlarının, demokratlarının önemli rollerini de unutmamak ve vurgulamak gerekir.
Kürdistanlı avukatlar tek tek ve Kürdistan’daki barolar kurumsal olarak da katliamın ilk gününden itibaren zaman zaman toplu, zaman zaman bölgesel ve zaman zaman da bireysel olarak protestolarını, tepkilerini dile getirmişlerdir. Sadece Roboski katliamıyla ilgili olarak değil, soykırım operasyonları, anayasa vb. konularda da kimi açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu çabalar olumlu olmakla birlikte daha da yapılması gereken görevler ve üzerinde durulması gereken konular vardır. Bu konuların başında soykırım gerçeğini deşifre ve hukuksal zeminde mücadelesini verme vardır.
Roboski katliamını izleme sözünü verme ve belli bir takip etme olmasına rağmen, sorunu olayın faillerini açığa çıkarma düzeyinde ele almayla sınırlandırma durumu, baroların ve avukatların tarihi bir katliam karşısında yetersiz kalmalarına yol açmaktadır. Bunun kaynağında ise, Türk devletinin Kürt Ulusunu yok etmek üzere kurgulanmış ve oluşturulmuş bir soykırım devleti olduğu gerçeğini yeterince gözönünde bulundurmama yatmaktadır. Örneğin bir hançer gibi Kürdistan’ın bağrına saplanan sömürgeci devlet sınırlarında 33 insanımızı katleden Türk sömürgeci ordusunun faşist generali Mustafa Muğlalı hakkında dava açıldı da, hatta bir süre cezaevinde kaldı da ne oldu? diye sormak gerekir Olayla ilgili çokça benzeştirildiği için bu örneği verdik. Oysa Kürdistan da Türk sömürgeci ordu birliklerinin Kürdistan da işledikleri o kadar fiziki soykırım örneği vardır ki? Hangi bir fiziki soykırımın mücadelesi bu perspektifle verilmiş ve uluslararası ilgili mahkemelere taşınmıştır verilmiştir?
Bizce Kürdistanlı Barolar ve tek tek avukatlar, olayı daha farklı bir pencereden ele almalıdırlar. Sorun sömürgeci Türk hukuk çerçevesinde ele alınarak çözümlenebilecek bir sorun değildir. Roboski katliamını, gerçek anlamda bir “ Soykırım” çerçevesinde ele alarak değerlendirmek gerekir.
BM’nin 12 OCAK 1951’de kabul ettiği soykırım kavramı ve içeriği ise şöyle ortaya konulmuştur:
“Ulusal, etnik veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla aşağıdaki fiillerden herhangi biri, Soykırım suçunu oluşturur:
a)Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b)Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c)Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d)Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbir almak
e) Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek.”
Bu kararlar çerçevesinde soykırım suçunun uygulandığı guruplar, milli, etnik, dini, ırki guruplar ile istikrarlı ve sabit guruplar, ekonomik ve sosyal guruplar, dilsel guruplar, cinsel guruplar, yaşlılar, bedensel veya zihinsel engelliler kategorileri olarak belirlenmiştir.
Tarihin tüm dönemlerinde ve özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra Soykırım bir insanlık suçu olarak kabul görmüş hem cezalandırılmış hem de lanetlenmiştir. 19. Yüzyılın başlarından itibaren, 20.yüzyıl ve özellikle sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunun ilanından itibaren Kürdistan’da Türk sömürgecilerinin uyguladığı tam bir soykırımdır. Rafel Lemkin’in soykırım kavram çerçevesi daha geniş ve kapsamlı olmakla birlikte BM’nin resmi olarak kabul ettiği soykırım kavram çerçevesi bile esas alındığında, Kürdistan’daki uygulamaların nasıl bir soykırım olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Eksik olan ne vardır? Soykırım kavramı çerçevesinde Kürdistan tarihi ele alındığında, bir soykırım tarihi yaşatıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Daha güncel bir konu olan 4-4-4 sistemi temelinde geliştirilen eğitim sistemi Kürtlerde soykırımı tamamlamak değil de nedir?
Bunu İttihat-Terraki yöneticilerinin konuşmaları, değerlendirmeleri ve başta İskan Kanunu olmak üzere çıkardıkları kanunlarda daha rahat görmek mümkündür. Yine başta Şark İslahat Planı, Takriri Sükun yasaları, Abdulhalik Renda’nın Raporu, İsmet İnönün Kürt Raporu, Abidin Özmen’in Raporu, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, sömürgeci sistemin başbakanı Ecevit’in çekmecesinden çıkan belgeler vb. başta olmak üzere daha birçok belge-bilgi bu soykırımın nasıl tasarlanarak, ayrıntılarına kadar nasıl planlanarak uygulama sahasına konulduğunu ortaya koymaktadır. 90’lardaki dört bine yakın köyün yakılıp-yıkılması, dört milyona yakın Kürdistanlının köylerinden-kasabalarından göçertilmesi de birer soykırım suçu niteliğindedir.
Roboski katliamını sadece bir katliam suçu olarak ele almak bütün bu nedenlerden dolayı yetersiz kalmaktadır. Kürdistanlı avukatların ve kurumlarının katliamın üstünün örtülmemesinde şüphesizki bir etkisi-payı olmuştur. Ancak daha fazlası gerekmektedir. Neden Roboski katliamından hareketle sömürgeci Türk devletine, bir soykırım davası açılmasın? Hele hele bu kadar birer soykırım suç belgesi niteliğindeki gizli belgenin açığa döküldüğü ve bu belgeler temelinde Koçgiri, Palu-Genç-Hani, Agiri-Zilan, Dersim, 33 Kurşun , Maraş başta olmak üzere 90’lı yıllardaki soykırımlar, Güney Kürdistan’daki Kendakole, Kortek katliamları ve en son Roboski katliamı gözönüne getirildiğinde, neden böyle bir dava açılmasın? Soykırım niteliğindeki bu katliamlar neden uluslararası hukuk zeminine ve mahkemelerine taşınmasın? Bu katliamların Miloseviçlerin gerçekleştirdiği soykırımlardan geri kalır yanı var mıdır? Geri kalır yanı yok diyorsak o zaman neden bunları gerçekleştiren ve talimatını verenler Miloseviç gibi uluslararası zeminde yargılanmasın ve mahkum edilmesi için gündeme getirilmesin?
Hele hele sömürgeci devletin başbakanı Tayyip Erdoğan açıktan açığa, “ kadın da olsa, çocukta olsa güvenlik güçleri gereğini yapacak” diyecek kadar bir ülkenin kadın ve çocuklarını hedef alan açıklamasından sonra böyle bir davanın açılması gerekmez mi? Yine Fethullah Gülen 2011 sonbaharında, “altlarını üstlerine getir, köklerini kurut” fetvasını açıkça verdikten sonra böyle bir dava neden açılmasın?
Bugün de Türk şehirlerinde Kürtler büyük bir linç saldırısıyla karşı karşıyadırlar. Geçen yıllarda Erdemli, Dörtyol, İnegöl, Bursa Yıldırım, Sultandağı, İstanbul’un çeşitli semtlerinde Kürt Ulusunun bireylerine bu çerçevede sömürgeci polis ve askerin korumasında yoğun saldırılar yapılmakta, Kürtler öldürülmekte, yaralanmakta, tutuklanmakta, malları talan edilmektedir. Aynı kapıya çıkmaktadır. Sömürgeci devletin başbakanı T.Erdoğan'ın Kürtlere dönük “ya sev ya terk et” yada “kendinize başka bir yer bulun” anlamına gelen açıklamaları aynı zamanda soykırım talimatı ve kamuoyunu yönlendirmek anlamına da gelmiyor mu?
Zaten asimilasyon ve kültürel soykırım Kürtlerin baskılanarak yerini yurdunu terk etmek durumunda kalması da bir soykırım suçu niteliğindedir.
Kürdistanlı avukat ve hukukçular kendi halkına uygulanan soykırıma karşı hukuk insanı olmanın bir gereği olarak hukuk mücadelesi başlatma göreviyle karşı karşıyadırlar. Bugüne kadar bu perspektiften hareketle ciddi ve kapsamlı bir hukuk mücadelesi yürütülmemiştir. Kürtlerin Ulus olmaktan kaynaklı en doğal haklarını birde hukuk cephesinde savunmak ve buna yönelik her türlü saldırı karşısında hukuksal bir barikat örmek 2013 yılını böyle karşılamak Kürdistanlı avukatlar açısından daha anlamlı olacaktır.
Kürdistan halkının, Ortadoğu halklarının ve tüm insanlığın yeni yılını en iyi dileklerimle kutluyorum.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Bir yandan Başbakan; “Roboski değil, Uludere” diyerek çıkışta bulunuyor.
Bir yandan bölgedeki AKP’liler “soruna daha akılcı siyasetler koymamız gerekiyor, bizi zorlayan gelişmeler var” diyerek serzenişte bulunuyor.
Bir yandan başbakan yardımcılarından biri “BDP’li kadın milletvekilinin acıklı geçmişine dair /empati/k” açıklamalarda bulunuyor.
Bir yandan farklı bir başbakan yardımcısı “çok yönlü ve uluslararası mücadele yürütüyoruz, silah bıraktıracağız” diyor.
Bir yandan da başbakanın akıl hocası olan hastalıklı bir adam malum gazetedeki haftalık makalesinde Osmanlı ile günümüz arasında, Kürtlerin sorunlarını ve PKK’nin bunda oynadığı rolü kendi mantık sınırları içinde açımlamaya çalışıyor.
Tüm bunların üstüne başbakan; “kuvvetler ayrılığından, bürokratik oligarşi”den söz ediyor.
Haydi gelin işin içinden çıkın! Ya da aklı erenler bu söylemlere, bu çıkışlara ve açıklamalara makul açıklamalarda bulunsun.
Öyle görünüyor ki; AKP ve onun kurmay heyeti yine seçim paradoksunu yaşıyorlar. Ondan dolayı da söylem erozyonu ve bilgi kirliliği devreye giriyor.
Elbette bu söylem karmaşası temel konu olan; Kürt sorunu ekseninde gelişiyor. Hükümetten birçok yetkilinin ve başbakanın söylemleri birbiri ile yoğun bir çatışma içinde.
Peki bunlar neden bu süreçte oluyor? Ya da ortaya çıkan bu tartışmaların tutarsızlıkları bir yana koyulduğunda; AKP’liler ve başbakanın kendisi ne yapmak istiyor?
AKP ve başbakan sınıfta kaldığı kürt siyaseti konusunda ciddi bir manada bir çıkış yolu arıyor. Etrafındakilerin ise bu konuda ciddi bir kabızlık içinde olduğu anlaşılıyor. Herhangi bir proje ya da fikir üretebilme gibi herhangi bir yetileri yok. Elbette başbakanın kürt siyasetinde açılım yapma ihtiyacı onun demokratik ya da insancıl karakterinden ileri gelen bir durum olmuyor.
Bu alanda ve sorunda ciddi bir açılıma ihtiyacı var; çünkü bu konu gün geçtikçe AKP’yi zorluyor, ona kan kaybettiriyor.
Daha öncesinde oluşturulan konseptlerin dışında, yeni dönemin ruhunu ve havasını oluşturacak gelişmeler ve enerji ihtiyacını sonbahardan bu yana toplumun, özellikle de kürtlerin gündemine koymak istiyor. Fakat bu güne kadar istenilen sonuçlar ortaya çıkmadı AKP cephesinde.
Her yönden vurmaya çalıştı ama kitleyi harekete geçiremedi. Özellikle 2005 ya da 2009’daki gibi bir atmosferin oluşmaması, AKP’nin ve beyin mutfağının işini güçleştiriyor. Hatta istenilen “siparişi” bir türlü ortaya koyamamaları, hem onları hem de okyanus ötesini zorluyor.
Malum önümüzdeki dönemde seçimler, her ne kadar günümüzdeki çeşitli yasa taslakları ve çeşitli değişikliklerle bu süreçlere yönelik hazırlıklar yapılmaya başlanmış olmasa da, AKP’nin esas hedefi daha önceki süreçlerdekine benzer bir pozitif iklim oluşturmak.
Açlık grevlerinin ardından biraz bu durum ortaya çıkar gibi oldu. Fakat KCK baskınlarının ve ardı kesilmeyen tutuklamaların gelmesi üzerine, potansiyel olarak bu atmosferin altına dinamit konuldu.
Olayı kamufle edebilmek için Erdoğan da; “dokunulmazlıklara” dokunarak gündemi değiştirmeye ve dikkat dağıtmaya çalıştı. Hakkını vermek lazım; kısmen de olsa bu konuda başarılı oldu Erdoğan. Başta BDP olmak üzere, birçok muhalif/demokratik kesim bu gündem çarpıtmasına enerjilerini harcadı, doğal olarak da AKP kısa vadede istediği sonucu aldı.
İşte bu dönemde AKP’nin yapmaya çalıştığı temel mizansen bu olmakta.
Hatta kürt teşkilatlarından ve milletvekillerinden gelen isyanı kulak tıkayarak, onları azarlayarak ayar vermeye çalıştı. Çünkü önümüzdeki dönemdeki tüm seçimlerde kürtlerin kilit olduğunu ve bu kilidi açmak için ciddi bir anahtar arayışı içinde olduğunu kimseye yansıtmak istemiyordu AKP’li yetkililer ve Erdoğan.
Hal böyle olunca; geldik mi yine bir “açılım” sözcüğünün eşiğine. Ya da çağdaş anlamda yeni bir “pandora kutusuna”!
İşte bundan dolayı da AKP’liler ve başbakanın kendisi gün aşırı bir söylem karmaşasını yoğunca yaşamakta. Bunun en önemli düğümünü ise yaklaşmakta olan “roboski katliamının” yıldönümünde büyük ihtimalle göreceğiz.
Burada büyük ihtimalle tavan yapacak gelişmeler yaşanacak ve AKP’nin kabızlığından belki bir kez daha “dağ fare doğuracak”... Bunun dışında yine daha önceki dönemlerde olduğu gibi “açılım” sözcüğü anlamını yitirmiş bir halde ağızdan ağza dolaşacak.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Roboski olayını anlamamız için öncelikli olarak TC devletinin Kürt halkı başta olmak üzere farklı toplumsal kesimleri baskılayarak, sindirerek, katlederek rapt u zapt altına aldığına bakmamız gerekir. Aksi taktirde olup bitenleri gelip bir kişinin ya da birkaç kişinin yaptığı bir olay olmaktan kurtulmayacaktır. Bu ise bu zihniyet sahiplerinin farklı zamanlarda farklı mekanlarda yeniden katliam yapmalarına imkan vermek demek olacaktır.
28 Aralık 2011 gününü hatırlayalım daha doğrusu 29 Aralık 2011 sabahını. O günün gazetelerine bakalım, o günün televizyon haberlerine bakalım, o günün ajanslarına bakalım. Ve tabii teknoloji çağı diye tabir ettiğimiz bu modern atom çağında iktidarda bulunan siyasi sorumluluğu taşıyan hükümete ve birde askerinin düşen bir düğmesini sorun yapmakla övünen, bir ordunun genelkurmaylığının açıklamalarına bakalım.
Evet, hepsine birden bakalım. Türkiye gazeteleri -bunların demokrat olanları da dahil- tek bir haber geçmemişlerdir.
Televizyonlar tek bir haber geçmemişlerdi.
Ajanslar tek bir haber geçmemişlerdi.
Hükümet bir açıklıma yapmamıştı.
Genelkurmay bir açıklama yapmamıştı.
Ancak bir gün sonra tek tük haberler ve açıklamalar onlarda şom ağızla yapılmışlardır.
Düşünün bir Roj TV gece boyu haber yapmasa, özgür ve muhalif Kürt medyası Roboski’ye gitmese ve birde bu olayda özelde BDP duyarlı yaklaşmasaydı, acaba kaç gün sonra Türkiye ve dünya bu katliamdan haberdar olurdu?
Bunun için bu katliamın siyasi sorumlularına dönük söyleyeceklerimizi söylemeden önce liberal, demokrat, muhalif geçinen ve çoğu zamanda gerçekten böyle olanlara eleştirilerimizi yöneltelim. Roboski katliamında tümü sınıfta kalmıştır. Tümü felç geçirmişlerdir. Bunu bir köşeye koyalım.
Bir parantez açalım: Türkiye basıncılığında ilginç bir durum gelişmektedir. Haber değeri taşıyabilmesi için öldürülenler kalkıp kendilerine dönük haber yapıp bu basıncılara gönderdiklerinde bir haber değeri taşıyacak. Başkada yapılan vahşetlere ve katliamlara ilişkin özgür basının yaptığı haberler kaale alınmadığı gibi yazdıklarının ispatlanmaları onlarda isteniyor. Halbuki habercilik öncelikli olarak gidip yerinde olayı inceleyip açığa çıkarmadır. Olay mahalline giderek incelemedir. Örneğin Güney Kürdistan’da TC devleti uçaklarla 7 sivil insanımızı katlettiğinde, “böyle olduğunu PKK ispatlasın” diyenler az değildir. Bre adam sen gazeteci değil misin, gelip olayda canını yitirmiş insanlarımızın aileleriyle mülakat yapıp durumu kendin daha iyi öğrenemez misin? Parantezi kapatıyoruz.
Siyasi karar sahibi olanlar olay tüm teferruatlarıyla ortaya çıkınca “Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmayacak” sözleri ardından, insanların kanlarını donduracak:
“Konunun takipçisi olduklarını Genelkurmay Başkanımdan tekrar duydum, dinledim. Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum. Çünkü bazı gerçekleri görüyor, biliyorum.
Devlet milletini bombalıyor diye göstermek isteyen bir kısım medyanın gayetlerini de gayet iyi biliyoruz.” Ve bu sözleri söyleyenler güya dehlizlerde kaybolmayacak sözü vermişlerdi. Peşinen birinci derecede fail olabilecek olana teşekkür etmişlerdi.
Süreci genel olarak takip edenler bilirler ki marangoz hatası yeryüzüne getirilen kişi ise:
“Yaşamını yitirenlerin, kaçakçılık yaparak geçimlerini sağladıkları gözden kaçırılmamalıdır. Yanlıştan doğru sonuç çıkmaz. Bu hayatını kaybeden vatandaşlarımız kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler. Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç olunca, yargılanamaz duruma gelip hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı gölgede kaldı… Bu insanlara 50 liraya, 199 liraya o güzergahta katırlarıyla birlikte dolap beygiri gibi döndüren de onlardır… Özür dilenecek mahiyette bir olay değildir. Özür dilenecek bir olay yoktur…
Yine RTE ismindeki kişi:
“Zaten sivil diye diye her türlü faaliyeti yapıyorlar.“ ”Onlar da belirtildiği kadar masum değildi.” “O arazi mayınlı olduğu halde, dikkat ederseniz, hiç biri mayına basmıyor” gibi oldukça çiğ, marangoz hatası sonucu oluşan yarattıktan daha geriye düşmüştür.
Ve birde unutmayalım 34 insanımızı katledenlerin baş sanıklarından olacak olan Hava Kuvvetleri Komutanı Mehmet Erten’e kahramanlık ödülünü veren yine bu iktidardır. Bu devlettir yani.
Yukarıda Roboski’deki katliamına dönük bu olayın sorumlusu olacak olan siyasi erkin sadece bir kaç sözünü buraya aldık. İlk günden bugüne kadar sarf edilen tüm sözler sadece ve sadece katledilen insanlarımızın katledilmelerini haklı gören, katledenleri kutlayan, ödüllendiren bir zihniyet olduğu gözler önündedir.
Halbuki bu çağda böyle alenen yapılan katliamlar kabul görmüyor. Kaldı ki bu siyasi iktidarı destekleyenler bile bunun AKP için bir kırılma noktası olduğunu belirtiler.
Peki, bu çağa rağmen neden bir devlet yaptığı katliamı alenen üstlenmez? Bırakalım üstlenmeyi, birde katledilenleri suçlar. Öyle ki “yaşasalardı yargılardık” der.
Bu soruya vereceğimiz tek bir cevap vardır o da: TC devleti sömürgeci ve işgalci bir devlettir. İşgal ve sömürge altına aldığı toprakları elinde tutabilmek için bu topraklarda yaşayan tüm halkları katletme hakkını, eritme yani asimile etme hakkını kendinden görüyor. TC devleti nerede, ne zaman ki bu eritme ve asimile etme yani özümleme politikası tehlikeye giriyor orada yaptığı ilk iş katletmedir. Yok etmedir.
Bunu 1915’te Ermenilere yaptılar. Bunu 1920’lerde Asurîlere yaptılar. Bunu 1920-1940’larda Kürtlere yaptılar. 1943’te Özalp’ta yeniden Kürtlere yaptılar. Bunu 1959’da Kürt öğrencilerine yaptılar. 1970’lerde Türk öğrencilerine yaptılar. 1978 yılında Maraş’ta alevi Kürtlere yaptılar. 1992 yılında Sivas’ta alevi ve sanatçılara yaptılar. Ve bu kirli şecere devam edip bugünlere kadar geliyor.
Evet, Roboski’yi anlamak için tüm bu seçereyi bilmek gerekir. Elbette bilmek yetmez tüm ezilenler olarak bu devletten zarar görenler olarak ortaklaşarak bu zihniyete karşı dik durarak hesap sormasını bilmek gerekiyor.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin hava kuvvetleri tarafından, tasarlanarak ve planlanarak 34 Kürt gencinin katledilmesinin birinci yıldönümünü karşılıyoruz. Bir kez daha sömürgeci-soykırımcı faşist AKP devletini olanca nefretimle lanetliyor, başta Roboskili aileler olmak üzere tüm Kürdistan halkına başsağlığı diliyorum. Onların anılarına ancak, umutları, hayallerini gerçekleştirilerek ve intikamları alınarak sahip çıkılabilir. Bunun biricik doğru anlamı ise, tüm Kürtlerin ve Kürdistanlıların birliklerini, örgütlülüklerini ve savunma güçlerini kurması temelinde, kendi toprakları üzerinde, sömürgecileri defederek, özgürce yaşamlarını kurabilmektir. Aksi takdirde daha çok Kürdistanlı genç, sömürgeci Türk devletinin katliamlarının hedefi haline gelecek ve daha çok Kürt anası kanlı gözyaşı dökmeye devam edecektir. Doğru anlamak ise, bir gün onların içinde ebedi istirahatlarına çekildikleri mekânlarına gidip, onlara Kürdistanın özgürlüğünü, yani zaferi zılgıtlarla iletmekle sonuçlanacak bir sürecin başlangıcı olacaktır.
Sömürgeci Türk devleti, Kürt ulusunu fiziki ve kültürel olarak tarihten silmek zihniyeti, siyaseti ve hukuku temelinde kurgulanmış bir devlettir. Her Kürdün, Kürdistanlının ilk önce belki de anasının-babasının adından önce öğrenmesi gereken bu gerçekliktir. Kürdistan’daki tüm uygulamalar, siyasi, askeri, istihbarı, ekonomik, kültürel, hukuki, eğitim ve yönetim-idari yapı bu çerçeveden ve bu bakış açısından ele alınmadan doğru anlaşılamaz. Dolayısıyla sömürgeci Türk devletinin Kürdistan’daki tüm yapılanması, yani sömürgeci Türk devletine ait olan ne varsa hepsi bu amaçla oluşturulmuş, an an bu amaçlarına varabilmek için çalışmaktadırlar.
19. yüzyıldaki katliamlar da dâhil olmak üzere, 20. Yüzyıl boyunca sömürgeci ittihat Terakkicilerden başlayarak, sömürgeci Mustafa Kemal sürecine, ondan Celal Bayar, Menderes, Demirel, Ecevit, Evren, Özal, Çiller, Erbakan ve Erdoğan’a kadar hepsi ama hepsi böyle bir stratejik hedefe ulaşmak için çalışmışlardır. Kendi aralarındaki çelişkiler, kimi üslup-yöntem farklılıkları Kürdistan ve Kürt ulusuna yönelik politikada bitmekte, aynılaşmaktadırlar.
28 Aralık 2011’de gerçekleştirilen Roboski katliamının üzerinden bir yıl geçti. Katliam Roboskili gençlerin şahsında Kürdistan özgürlük hareketine ve Kürdistan halkına gözdağı ve sindirme amacıyla yapıldı. Fethullah Gülen denilen münafık ve Kürt düşmanının Çelê eylemi sonrasında “köklerini kurut” fetvası temelinde bu katliamın gerçekleştirildiği de asla unutulmaması gereken bir gerçekliktir. Dolayısıyla katliam 2012 yılında Kürdistan özgürlük hareketini tasfiye etmek ve Kürdistan halkını korkutarak serhıldana kalkmaması temelinde planlandı ve uygulandı.
Yıl boyunca Roboski katliamıyla ilgili yapılan haberler, programlar, müzikler, tiyatrolar, belgeseller, konuşmalar, mitingler vb. Roboski katliamını gündemde tutmayı başardı. Sömürgeci–soykırımcı AKP hükümetinin tüm örtbas etme, unutturma ve gündemden düşürme yönündeki çabaları böylelikle boşa çıkarılmış oldu. Bunun için gerçekten de önemli çabalar ve emekler sarfedildi. Ancak sonuç almada yetersizlikte açıktır.
Asıl üzerinde durulması gereken, kimi önemli yetersizlikler ve yanılgılı yaklaşım ve söylemlerdir. “Failler bulunsun, hesap sorulsun !” denilmektedir. Failleri kim bulacak ve bu talebin muhatabı kim? Kimden isteniyor? Kim hesap soracak? Hangi mahkeme? Hele hele bazı Türk ve Kürt çevrelerinden “ bir devlet kendi vatandaşını bombalar mı?” (sanki Kürtler bir ulus değil ve Kürdistan denilen bir ülkede yaşamıyor ve Türk devleti de sömürgeci-işgalci bir devlet değilmiş gibi bir yansıtılış ve ifade ediş)yönlü soruların sorulması insanı gerçekten de isyan ettiren, çileden çıkaran yaklaşımlar olmaktadır.
Öncelikle Kürdün soykırımı temelinde oluşturulmuş Sömürgeci AKP devleti ve diğer çevrelerin faillerini bulma gibi bir sorunları varmış gibi bir yanılgı vardır. Yine, Kürdü Türk devletine ait görme gibi farkında olmadan inkârcılığı meşrulaştıran yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Hatta sanki gerçekten de Türk hukuku, mahkemeleri, İstiklal mahkemelerinin, sıkıyönetim mahkemelerinin ve devlet güvenlik mahkemelerinin devam değilmiş bir yanılgı yaşanmaktadır. Oluşumuyla ilk işi şeyh Saitleri idam eden istiklal mahkemelerine dayanan Türk hukuk sisteminden nasıl böyle bir beklenti içinde olunabilir?
Hatırlanırsa, Roboski katliamından sonra sömürgeci devletin başbakanı Tayyip Erdoğan bu katliamı gerçekleştirenleri kutlamıştır. Son günlerde de katliamı yapan hava kuvvetleri komutanına da ödül verilmiştir. Roboski de katledilenlerin sivil olmadıkları yönünde açık bir beyan da var. Bunun anlamı şudur, niye anlaşılmıyor ki… “ Evet, Türk devleti ve AKP hükümeti olarak bu katliamı yaptık, yine de yaparız, bu bizim hakkımızdır, görevimizdir, stratejimizdir”. Daha ne desin?
Avrupa-ABD’nin tavrı görmezden-duymazdan gelme oldu. Çünkü bilgi- istihbarat ve destek buralardan gelmektedir. Daha farklı davranmalarını beklemek, kelimenin gerçek anlamıyla gerçekten de safdillik olur.
Sömürgeci Türk devletini bugün elinde bulunduran AKP devleti yapacağını yaptı. Yaptığını da açıkça savunmaktadır. Eğer böyle bir durum olmazsa, katliamın saati belli, talimatı veren komutanlık belli, katliamı yapan uçakların pilotları bellidir. Karmaşık bir şey yok ortada. Hatta bir suçüstü durumu vardır. Bu öyle bilinmeyecek, bir yıl boyunca araştırılacak bir şey midir? Ama sınır-ötesi operasyon emirlerini verenin hükümet olduğu da bir gerçektir. Her ne kadar son zamanlarda BDP yönetiminden açıktan katliamın faili olarak Erdoğan gösterilse de, konu üzerinde odaklanma olmadığı için, bu yerinde tespit ve söylem arada kaybolmaktadır. Bu neden böyle olmaktadır? Yanılgılar, bakış açısında yetersizlikler vardır.
Madem emir-komuta zinciri içinde işlenmiş bir katliam ve insanlık suçudur, O halde bu emir komuta zincirinin başı, eli ve ayağı bellidir. Katiller, caniler, Kürt soykırımcıları bellidir. Türk devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan, Genelkurmay başkanı Necdet Özel ve Hava Kuvvetleri komutanı ve bizzat bombardımanı yapanlardır. Ancak bugüne kadar bu katiller üzerinde odaklanmadı. Habire “olay aydınlansın” deniliyor. Katliamı yaptıranlar da, yapanlar da ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta gezmektedirler. Ve işaret parmaklarıyla Kürtleri tehdit ederek “ yaptık, yine yaparız” demektedirler. Nitekim Arda Özgür isimli bir Kürt gencinin Amed-Sur sokaklarında vahşi bir biçimde herkesin gözleri önünde sömürgeci polis birlikleri tarafından katledilmesi, bu tehdidin en açık ifadesi olmaktadır. Zaten sömürgeci sistemin başbakanı Kürt katili Tayyip Erdoğan 2006 yılında “ kadın da olsa, çocukta olsa güvenlik güçleri gereğini yapacaktır” demedi mi? Ne tez unutuldu?
Kürtlerin, yaşlısı-genci-çocuğu, kadını-erkeği, aydını-işçisi, köylüsü-öğrencisi için artık şu soruları sorma zamanı gelmedi mi? Eğer üzerinde yaşadığımız toprak Kürdistan ve biz de Kürt ulusuysak- ki bu konuda şüphe yoktur- o halde Türk devletinin, kurumlarının, askerinin, polisinin, öğretmeninin, memur-bürokrat vb. kadrolarının Kürdistan da işi nedir? Türk devleti Kürdistan’ da ne hakla ve hangi hukukla bulunmaktadır? AKP hangi hakla Kürdistan da örgütlenebiliyor? Tek bir İsrail partisinin bile Filistin de örgütlenmesi, üyesi var mı? Kürdistan da bulunma hakkını nereden almaktadır?
Roboski’nin hesabını sormak mı? Bu hesap yukarda sorduğumuz sorulara, kendini yanıltmadan, dürüstçe cevaplar verilmeden sorulamaz. Kürtler mutlaka ciddi ciddi bu soruları kendi aralarında tartışmalı ve verdikleri cevaba göre hareket etmelidirler. İşte o zaman Roboskili 34 fidanımızın da, 90’lı yılların, 80’li yılların özetle Kürt ulusuna karşı işlenmiş tüm suçların hesabı sorulmuş olur. Hesap sormak, onları Kürdistan’dan defetmektir! Bir daha Kürtlere el uzatamaz duruma getirmektir! Bunun da yolu, birliktir, örgütlülük ve SERHILDANDIR!
Sömürgeci-işgalci Türk devleti ve onun temsilcisi AKP yapacağını yapmış ve onu da savunmaktadır. Şimdi önemli olan Kürt halkının ve dostlarının ne yapacağıdır!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
“Burası NATO toprağı”dır sözlerin ne anlama geldiğini adım adım görüyoruz.
Türkiye’ye patriot füzeleri yerleştirme tartışmaları yaşanırken, bu füzelere karşı gösterilen tepkilere tepki olarak RTE “Burası NATO toprağı” demişti. Biz ise buna çok şaşırmayarak, “zaten ABD’nin Ortadoğu’daki Truva atısınız” demiştik.
Tarihte Truva atı olayı meşhur bir olaydır. Yunanların Anadolu’yu işgal etmelerinin ilk kez başarıyla uygulandığı olayın kendisi Truva atı efsanesinde dile getirilir. O meşhur İlyada Destanı’nın ana teması Truva’nın, Yunanlara göre Troya’nın düşürülmesidir. Yunanlar ne kadar çok savaşsalar da, ne kadar çok savaşı uzatsalar da başaramazlar. Ancak Yunanların kurnazlıklarıyla tanınan Odyseusları Truva atı planıyla sonunda bir hileyle Truva’yı düşürür. Sadece düşürmezler, Truva’da hafızalarda silinmeyecek bir katliamda uygularlar.
Truva atı efsanesi gerçek mi değil mi onu bilmiyoruz. Ancak Truva atı hilesinin kaleyi içerden fethetme olduğunu iyi biliyoruz.
Batılı güçlerin bir şekilde hep Ortadoğu’yu düşürmek istediklerini tarihin çok gerilerinde de biliyoruz. Yunanlar mı kendilerini denemediler, Romalılar mı kendilerini denemediler? Ve tabii birde Haçlılar mı kendilerini denemediler ki? Hele birde “Kutsal toprakları fethetme” diye uydurdukları palavraları yok muydu? Hepsinin özü Ortadoğu’yu fethetmekti.
Haçlılarla önemli oranda Ortadoğu’yu ele geçirmişlerken bir Salladdin Eyubi adındaki savaşçı, siyasetçi, halkçı kişi onları engelledi. Bunun için Salladdin’e halen batılılar çok tepkili.
Şimdi, yaklaşık 1000 yıl önce yapamadıklarını bu kez başarmak istiyorlar. Kaldı ki Ortadoğu’nun birçok yerine bu kez sahiden yerleşmiş bulunuyorlar. Bir İsrail zaten onların. Bir Suudi’yi zaten onlar kurmuş yine onların. Bir Katar’ı, Kuveyt’i zaten onlar kurmuş yine onların. Ürdün’den söz etmek gerekir mi, bilemiyoruz. Abdullah’ın anası İngiliz. Abdullah gibileri ise sadece ve sadece tohumluk.
Birde tabi 1950 yılından beri uğraştıkları bir Türkiye vardır. Demokrat Parti döneminden beri NATO’lu olan bir Türkiye. İlk yıllarda Sovyet’e karşı bir blokaj duvarı olarak düşünülen Türkiye, şimdi tümden Ortadoğu’yu fethetme aracı haline getirilmiştir.
Dikkat edilirse özenle Ortadoğu’ya müdahale etmek için hazırlanmış bir Türkiye söz konusudur. Özelde de Akepe ile bu tamamen bu çizgiye getirilmiş bir Türkiye olmaktadır.
Akepe dini kimliği ile tanınan bir parti. Hem de muhafazakar dindar kimlikli bir parti olarak. Tuhaftır ama Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en Amerikancı ve batı yanlısı bir iktidarını görüyoruz. Günlük olarak Amerika’yla flörtleşen bir iktidarını. Stratejik ortaklık dedikleri olay esasta tamamen Amerikan çizgisinde seyreden bir Türkiye olmasından ileri geliyor.
Onca destek ve özenle hazırlanmalar ardından bu kez Ortadoğu’da batılı güçlere köstek olabilecek güçleri hizaya getirmek için Türkiye’ye patriot füzelerini NATO yerleştiriyor. Ve tabii her füze rampası için ise yaklaşık 200-300 asker -NATO askeri- ile birlikte.
Güya muhafazakar dindar kimliği ile tanınan bir iktidarı vardır Türkiye’nin. Ama her ne hikmet ise batılı güçlerin askerlerini Türkiye’ye hiçbir refleks göstermeden hem de çok istekli bir şekilde getirebiliyorlar. Ve tabii bunları yaparken “Burası NATO toprağı”dır diyerek Ortadoğu için nasıl bir rol oynadıklarının altını da kalan çizerek.
Türkiye NATO toprağı’dırın altındaki mantık ve hedef kesinlikle Salladdin döneminde başarılamayan Ortadoğu’nun işgalini kesinlikle bu kez başarmak üzere Ortadoğu’nun batılılara açılmasıdır. Türkiye’ye biçilen rol daha doğrusu Türkiye’ye verilenler ise iktidarda bulunan bir avuç kişi inanılmaz ölçüde maddi değerlerin sunulmasıdır.
Bugün Türkiye’nin bir NATO toprağı olduğunu öğrendik, yarın ise bunun karşılığında ne alındığını öğreneceğiz. Buna da kimse şaşırmasın.
K. NUDA
- Ayrıntılar