Türk ordusu üzerine çeşitli yazılar yazılmaktadır. Avrupa’daki gibi ordu sistemine geçemeyişin nedenleri tartışılıyor. İlk örgütlemesinden şimdiye kadar ki durumun analizi yapılıyor. Osmanlı’dan bu yana, bu ülkedeki hiçbir sorunun muhatabı ve çözüm gücü halk olmamıştır. Türkiye’nin sorunları askerlikte öğrenilir, hatta toplumsal rüşt askerlikten sonra başlar.
Bu ülkede ordunun tarihi vardır. Devlet kuran ordudur. Birçok olgu ordu ile yapılmış değiştirilmiştir. Sivil siyaset bir üniforma değişikliğidir. Türkiye’deki Devlet ulus zihniyeti bir ordu icadıdır. Bilim ve siyasetin değişimler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Ordu, bunu hacimce çok kalabalık bir sayı ile gerçekleştirdiği gibi askere aldığı insanı aynı mantıkla eğiterek, asker ocağı dediği şeyle toplumu askerleştirmiştir. Bu sistemle milyonlarca insan asalakça geçinmekte bununla beslenmektedir.
Subay sayısı, Avrupa ülkelerindeki orduda yer alan askerlerden daha fazladır. Emekli sayısının da eklerseniz, Türkiye nüfusunun orta yaş oranlaması olarak yüzde ondan fazlası ordu elemanıdır. Çalışan sayısını hesaplayıp, yüzdeliğe vurursanız dörtte bir gibi abartılmış bir sayı çıkar. Subay ve askeri eleman seçiminin olduğu bölgelerde belidir. Toplumu bir karınca gibi yöneten bu mantık, çabuk çabuk değişmek istemez. Savaş gibi bir olayın gündemde olması bu kesim için tam bir bayramdır. Savaş paranoyası ekmeklerine yağ sürer. Konvansiyonel savaşlarda hayatları tehlikeye girdiği için, bu tür savaşların yanlısı değildirler, Ama düşük yoğunluklu savaşlar onları besler, kasanın ağzını onlara açar. Yani bu sayının elerinde olması dış tehdit için değildir, tam tersine siyaset üstünde etkili olmak içindir.
Kürt sorununun devam etmesi ordunun çıkarınadır. Ordu sayısını bu miktarda tutmanın belki de en büyük nedeni savaşı toplumsallaştırmak içindir. Acılar yayıldıkça sorun derinleşmektedir. Ordu yarattığı zihniyeti tüketiyor. Türkiye ordusunda her zaman savaş vardı. Şu an olan şey bunun gerçek halidir. Bütün toplum bir savaş paranoyasıyla şekillendirilmiştir. Bütün Türkiye’yi savaşa koymak bir gelenektir. Şu an bir orta çağ savaşını yaşıyoruz. Türk ordusu gerilla ile halkı savaştırıyor. Bir zihniyet savaşıdır. Ordu bir milyon sayı ile bile gerilladan korkuyor, sayı korkusu oradan gelmektedir. Amanoslardaki halka, Karadeniz halkına zorla silah verip köyler karakollaştırıldı.
Profesyonel ordunun bu şartlarda gerilla ile savaşması mümkün değildir. Zaten fiiliyatta bir özel ordu vardır. Özel timin gerillaya karşı başarılı olamaması, savaşın yenilgiye doğru gitmesine sebep olur. Eğitimli bir askeri kandırmak, tehlikeli yere göndermek, ölümün üzerine yollamak zordur ama bir Anadolu köylüsünün vatan duygularını sömürmek çok kolaydır. Yıllarca, gerillanın Ermeni olduğu yalanıyla binlerce Anadolu gencini hiç anlamadığı bir savaşa sürükleyerek canlarına kıydılar. Savaş şartlarındaki bir yaşamdan on kat daha kötü hale getirilen toplumsal yaşamdan savaşa gelmek, rahat ikna etme olanağını sağlamaktadır. Evinde barbunya bulamayan bir Anadolu gencinin, askerde fabrika depolarındaki eskimiş konservelerle üç öğün yemek yemesi, askerliği evinden daha rahat bir yer olarak görmesine neden olmaktadır. Paralı bir askeri böyle yaşatmak ve savaştırmak çok zordur.
Türk ordu tarihinde, paralı askerlerin çok kötü bir sicili vardır. Ya isyan etmiş ya da komutanlarını öldürmüşlerdir. Yeniçerilerin tarihi bu türlü şeylerle doludur. Dolayısıyla her halükarda böyle bir değişim komutanların işine gelmemektedir. Değişmemenin başka bir nedeni de, Türk subaylarının dar, dogmatik ve kıt akılı olmaları, taktikten anlamamalarıdır. Öküz hücumu diye bir saldırı biçimi vardır. Panik artıkça öküzlerin kaçma ve saldırma yönleri aynı yöne doğru olur. Sayılarının fazlalığı, karşı duran şeyi sayıca zorlar. Dolayısıyla, Türk ordusunun böyle binlerce operasyonu vardır. Akıl ile yapılan bir savaştan çok, her tepenin başına bir tabur yerleştirilerek operasyonlar yapılırdı.
Ordunun bu hali, bu kıt kafa ve askeri taktikten uzak olan komutanlar için bulunmaz bir Hint kumaşıdır. Sayının azalması demek, asker değerinin artması anlamına gelecektir. Değerin artması demek, savaşın sorgulanmasını doğuracaktır. Savaş sorgulansa birçoğunun rahatı kaçacaktır.
HPG gerillasının yüksek hız performansı ile Kürdistan’da ki coğrafik yapının genişliğine karşı, özel ordunun baş etmesi mümkün değildir. Sayı da çare değildir. HPG gerillası, bu yapılanması ile var olan asker sayısının daha üstündeki bir sayı ile de savaşacak kapasitesi vardır. Her taşın başına bir askerin bulunması sadece gerillanın yolunu uzatmaktadır. Yani biraz ağırlaştırmaktadır. Çıkacak her hangi bir çatışma da ise şimdiye kadar nasıl olmuşsa yine öyle olacaktır. Anadolu çocuklarının ölümleri tabutlara konulup, merasimlerin önünden geçilecektir. Bu ise kabul edilecek bir durum olmamalıdır.
Söylemek istediğimiz; sorun ordunun sayısını azaltmak ya da artırmak değildir. Sorun, haksız savaşı sorgulamaktır. Haklı olanlar-er ya da geç-milyonlarca orduları lağvetmiş ve yenmişlerdir. Bunu en iyi bilmesi gerekenlerin başında da Kurtuluş Savaşını o kadar kıt kanat imkânlar içerisinde mücadele vermiş olan Türkiyeliler bilir.
- Ayrıntılar
Bedelli askerlik çıksın ya da çıkmasın diye tartışıyor kamuoyu. İlgili ilgisiz, askerliğini yapmış, yapmamış, toplumun her kesimi bu konuda bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyor ki bu kadar konuşuluyor. Tartışmak güzel bir şey. Fakat nedense tartışmayı başlatanın kurduğu cümleler ve kullandığı kelimelerden örülü önerme etrafında sınırlı kalıyor tartışmalar. Şöyle kenarından, kıyısından ya da tam tersinden okumalar bu yüzden sınırlı kalıyor.
“Hadi, bak eksik yan kalmış da ben tamamlayayım” diyen de, yazı ve yorumlarını buna dayandırmayan da yok değil.
Bedelli askerlik bilindiği gibi birilerinin vatani görevini(!) para ile yapabilmesine imkan sunan bir uygulama. Ve yine bilindiği gibi birçokları bu uygulama resmi olarak onanmamış olsa da faydalanabilmişler. Ama bu da bir tarafa…
Bedel, bir karşılık oluyor galiba.
Neyin? On sekiz ayın.
Bedel para mı? Evet.
Peki, ne için veriyorlar bu parayı?
Kimileri aşağılanmamak, küçülmemek, iğdiş edilmemek, insanlıktan çıkmamak, hizmetçilik yapmamak, onuruna sahip çıkmak için bu bedeli vermeye hazır olduklarını söylüyorlar. Ama zaten bu sebeplerden askerlik yapmak istemeyenlerin geçim derdinden muzdarip kesimler olması nedeniyle böyle bir avantajdan hiçbir zaman faydalanamıyorlar.
Bir de başkalarının var. Vaktini harcamamak, kazanılacak paranın olması, farklı sınıf ve tabakalarla bir arada bulunmama istemi. Vatan da ne, borç da ne diyenler. Anlaşılacağı üzere bunların böyle bir şeye balıklama atlayacakları da kesin. Zaten ekonomik açıkların arttığı, nakit sıkıntısının olduğu bir dönemde bedelli askerliği yeniden gündemleştirmek de bu kesimlerden alınacak paraların çekiciliğinden ileri geliyor. Belki de o yüzden hükümet buradan beklediği paranın kesilmesi ardından kara kara düşünüyor.
Peki, askerlik yapanlar sanki bedelsiz mi yapıyorlar askerliğini?
Bedelli askerlik deniliyor.
Bedelsizi yok ki bu mesleğin. İşte bu yüzden aslında herkes bedelli. Ama nereden?
Gelin askerden kurtulmak isteyenlerin ödedikleri parasal bedelleri bir kenara bırakalım da askerlik yapanların ve askerliğin kutsallığını savunanların ödedikleri bedellere bakalım bir de.
Her şeyden önce askerliği ve bunun kurumu olan orduyu bir tanımlayalım. “İdeolojik olarak sunulduğu gibi asker-ordu şan, şeref, kahramanlık için değil (Bunlar işin özünün önemini perdelemek ve çarpıtmak amacıyla geliştirilen ideolojik propagandalardır), iktidar tekelinin vazgeçilmez öğesi olarak vardır. Özünde ekonomiktir. Ordu ekonomiye dayalı olan, ekonominin üstünde ve uzağında duran, ama gelirini (maaşını) en garantiye alan, karşı çıkılması zor, diğer tüm tekel kesimlerinin uzlaşmak ve paylaşmak zorunda oldukları tekeldir.”1
Topluma baktığımızda bu ideolojik perdelemelerin gücünün kimsenin karşı gelemeyeceği kadar içselleşmiş olduğunu görürüz. Neredeyse en kutsal değerlerin bile üzerinde, en insani hakların ve ihtiyaçların üzerinde var olan bir kurumlaşma ve gelenekle karşı karşıya olduğumuz ortada. Bir de her zaman büyük fedakârlıklardan söz edilir. Ama görüyoruz ki orduların günümüzde en güçlü şirketlerle ortaklıkları, en çok sermayeye sahip bankaları, binlerce sivil toplum kuruluşları ve milyonlarca sempatizanı olan örgütlere dönüşmüş durumda. Ama tabii ki bu bir başlangıç.
“Askerileşme, militarizm sermaye ve iktidarın en keskin örgütlü kolu olduğuna göre, toplumu en çok hükmüne, kafesine kapatan kurum olması işinin doğası gereğidir.” 2 İşte sorun burada başlıyor. Kendi içinde kendi kendini finanse eden bir örgüt olması normal olabilir. Ama böyle değildir. Ve toplumun sırtında, en keskin propagandayla asalakça duran, sömürüye doymaz bir örgüttür. Tabii, toplumun en yaşamsal kaynaklarını bir sünger gibi çekip kurutan böylesi bir örgütün halkı savunma gibi bir derdi yoktur ve olamaz da.
Öylesine güzel gizleniyor ki esas amaç, gerçek muhataplarının bu gerçeği görmemesi için her şey yapılıyor. Bilinçlendirme işlevi olan medya aptallaştırırken, ideolojik olarak eğitim kurumlarında gerçekler gizlenirken, devlet katındaki en kutsal(!) ve güvenilir kurumda yer almak için yarıştırılırken insanların bunca yıl neden hiçbir şeye karşı çıkmadıkları da anlaşılıyor. Toplumun tüm sorunlarının temelinde yer alanın gasp ve talan üzerine kurulu asker/ordu düzeninin olduğu gerçeğinden hareketle toplumun ordunun varlığına şükretmesi değil yaşadığı her türlü hak ihlali ve mağduriyetinin hesabını ordudan sorması gerekir.
Demek ki ordu ve bağlı olarak askerlik kurumu toplumun yarattığı değerlerin (Geçmişte kendi dışındaki halkları sömürerek ve denetim altında tutarak ama bugün direkt savunduğunu iddia ettiği halkından) gasp edilmesi için oluşturulmuş olan bir kurum. Demek ki askeri ve askerliği yücelten, evlatlarını feda eden halkın kendisi maddi ve manevi değerlerini askerliğe BEDEL veriyorlar. Emeğiyle, alın teriyle kazandığını, boğazından eksilttiğini mağduriyet pozisyonu(şehit edebiyatı, vatan, millet, Sakarya) ve propagandayla bu sistemden kazanan elit bir kesime kaptırıyor.
Toplumun genelde yaşadığı kaybı, ödediği bedeli bir de gençler üzerinde görmek gerek. Yaşamının baharında on sekizinde, yirmisinde gençlerin yaşadıkları. Neyin ne olduğunu anlamasın diye onca eğitimden geçmiş, devletin kılıcını, geleneğin dayatıcılığını başının üstünde hisseden nice genç hangi savaşa koşturulmadı ki? “Adam ol diye, evlenesin diye, iş bulasın diye, sözün geçsin diye” diyerek motive edilen ve en azgın boğalar kadar kızıştırılmış ruh dünyasıyla, kırılmış onuru ve sıfırlanmış gururuyla itaate alıştırılmış nice gençlerin yaşadıkları.
İşte büyük BEDEL sahiplerinden biri de bu gençlik oluyor. Hani bazı yıllara ve dönemlere ait kılınmış bir kayıp nesil söylemi var ya, aslında onu askerlik vecibesini yerine getiren herkes için kullanmak pek de yabana atılacak bir tanım olmasa gerek. Sendromdan sendroma atlayan savaş görmüş gençlerin, komutanların yaşadıkları, cinnete geçmiş toplum resimlerini zaten yeterince bildiğinizden anlatmaya gerek yok. Ama gelin şu toplumda içselleşmiş şiddetin bu askerlik kurumundan nasıl beslendiğine bir bakalım.
“Savaş, normal yaşamın, insan ilişkilerinin ötesinde bir durum olduğuna; zor ve yok etme olayı olduğuna göre savaşı yürüten gücün özelliklerinin, karakterinin buna göre olması veya şekillenmesi gerekiyor. Niye? Toplum üzerinde baskı uygulayabilmek, şiddet kullanabilmek; hem bunu yapabilecek hem de buna güç getirecek bir düzey kazanabilmek için. Yani hem baskı, zor uygulayabilecek, karşıdakini imha edecek bir iş yapmayı kendine yedirecek hem de onu yapabilecek, yapma gücü kazanacak bir pozisyonda olmak bunu gerektiriyor.”3
Askerde çoğunun aklı havada dediği gençlere ilk öğretilen bu oluyor. Birisini öldürmek. Bir can almak. İşin aslını astarını bilmeden önceden oluşturulmuş düşman öbeklerine karşı sistemli bir şiddet hareketinin güçlü, sarsılmaz bir neferi olarak en zor koşullar altında insan öldürmeye ayarlı robot olmak. İçinde sorgulama yok. İçinde düşünce yok. İçinde özgür irade yok. İçinde salt ve kuru itaat. Mantığın bittiği yerde başlayan askerlik mesleğinde mantığın oturmadığı gençlere öğretilen bu görev algılamasının toplumda yarattığı etkileri bir de bu bakışla bir değerlendirsek mi acaba? Bir gencin askerlik öncesi ve sonrası resmi alınarak en yakınlarının bile şaşkınlığına yol açan değişimler görülebilir tabii.
Ama en genel anlamda toplumun içinden çıkmış gencin tekrar topluma dönmesiyle yaşananın üst düzeyde bir zıtlaşma olacağı görülebilir. Çünkü toplumdan soyutlanmaya dayalı olarak örgütlenen ordu ve askerlik kurumundan eğitim almış biri olarak karşısında olması gerektiği söylenen toplumun içinde asla eskisi gibi bulunamayacaktır. Etrafında yaşayan insanların onun gözünde ordu eğitimlerinde anlatılan düşman öbeklerinden birine ait olma ihtimali olacaktır. Bu tedirginlik ve ruh hali ile ne kadar normal yaşanabilirse öyle yaşarlar. Hele bir de Kürdistan’da savaşa katılmış biri ise, gelsin psikolojik destek ve rehabilite merkezleri, cinnetler, şiddet yanlısı dernekler, tetikçiler…
“Ayırmak, askeri alanı ayrı bir alan yapmak toplumdan yabancılaşmayı içeriyor. Yabancılaşma olmalı ki karşıdakine şiddet uygulayabilsin, ona düşman olabilsin. Bir düşmanlaştırma durumudur. Düşmanlaştırma olmasa savaşçılık olmaz. Onun üzerinde baskı uygulanamaz. Oraya saldırı yapılamaz.”
Toplum kuzularını kurt olmaya gönderiyor. Askerlik biraz da böyledir. Anasının, babasının kuzusu, yarının umudu gençler tüm doğallıklarını, insancıllıklarını atıp bir kurt gibi avına yönelen, parçalayan, hatta yeme ihtiyacının ötesinde talana kalkan bir kültüre katılıyor. Analar, babalar gelin uğruna nice BEDEL ödediğiniz ordu ve askerlik arasına bir mesafe koyun. Göndermeyin çocuklarınızı. Bu işin bedelsizi yok. Kanmayın bedelli, bedelsiz tartışmalarına…
- Ayrıntılar
Askerliğin bedeli her zaman ağır olmuştur. Ve öyle görülüyor ki askerlik var oldukça da devam edecektir. Askerlik ise, adaletsizlik ve hırsızlık var oldukça var olacaktır. Ne de olsa birileri yaptıkları, çarptıkları, yaktıkları, tokatladıklarını kontrol altında tutmak ister. Bunu yapabilmek için ise asker her zaman lazım olacaktır. Askerlik ise bu adaletsizliği ve hırsızlığı savunmak için bedel ödemek zorunda olacaktır.
Devlet denen canavarın hatta tek dişli canavarın halkların mal varlığına farklı yol ve yöntemlerle el koymasını güvenlikli bir şekilde yapabilmesi için, bir vurucu güce ihtiyaçları hep olmuştur. Bu vurucu gücün başından askerler gelir, peşinden de bilinen diğer önemli güç ise polislerdir. Buna siz gizli istihbarat, özel kuvvet, korucu, milis vb. güçleri de ekleyebilirsiniz. Ne kadar çok hırsızlık ve adaletsizlik varsa o kadar bu yukarıda sayılana ihtiyaç duyulacaktır. Buna inanmıyorsanız dünyanın sayılı hırsız güçlerine bir bakın. Hırsızlıkları oranında askeri ve polis güçlerini artırırlar.
Devam edelim; dünyanın en büyük hırsız devletleri, kendi hırsızlıklarını hem saklayabilmek hem de daha rahat sürdürebilmek için ne kadar fazla silahlı güç toplarlarsa toplasınlar yine de yapmak istediklerini güvenli yapamazlar. Yaptıklarını sağlama alamazlar. Buna iyi bir örnek geçenlerde sözde geçmişin solcusu ve sosyal demokratı bugünün AKP’lisi Ertuğrul Günay’ın söylediklerinde öğreniyoruz. Türkiye’de 17 milyon korsan satılan ürün varmış. Ve bu büyük bir hırsızlıkmış. Bu müthiş bir vurgunmuş. Ve bu devlete büyük zarar verirmiş. Çünkü bu korsan satışlardan dolayı devlet vergi alamıyormuş ve halkta zarar ediyormuş.’
Kim vurgunun büyüğünü yapıyor; devlet mi yoksa birkaç ürünü korsan satan mı? Devlet olarak sen ne yaptın ki, sen ürününü satandan vergi alıyorsun daha doğrusu başkasına ait olanın cebinden çalıyorsun. Asıl hırsızlık yapan, hırsızlık yapmak isteyen, hırsızlık yapamadığı ya da hırsızlayamadığı için rahatsızlık belirtiyor.
Özcesi; biz anlıyoruz ki adaletsiz ve hırsız sistem ne kadar silahlı gücü olursa olsun kendi hırsızlığını güvence altına alamıyor. İşte tam da bu noktada başka bir gerçeklik ortaya çıkıveriyor. Bu kadar askeri güce rağmen hırsızlığını kontrol edemeyen hırsız devlet, ne kadar eril ve dişil varsa hepsini kontrol altına alarak bir nevi herkesi kendi silahlı gücün yaparak kontrol altına almak için her şeyi yapıyor.
Bu kadar büyük bir orduyu ısrarla tutmanın ve beslemenin nedeni budur. Sözde bedelli askerliği tartışıyorlar. Kaldı ki askerliğin bedellisi de bedelsizi de, bedeli ağırdır. Birisi canını vererek bedel ödüyor, birisi de malını mülkünü satarak bedel veriyor. Her halükarda askerlik yapan bedel ödüyor. Ancak asıl bedel ödemeden kazanan hırsızlık üzerine kurulu olan devlettir. Daha doğrusu bu durumda devleti elinde tutan güçlerdir. OYAK gibi kan emmici kurum ve kuruluşlardır.
Para vererek bu işin içinde sıyrılanlar maldan olurlar. Ancak kan emmici kurumlar için bu kan emme yeterli değildir. Onlar öyle bir sistem istiyorlar ki askerliğe aldıkları bir insanı hep sömürebilsinler. Nitekim öyle de yapıyorlar. Genel anlamda askerlikte özellikle de Türkiye’de askerlik ocaklarında ilk elden bireyler birey olmaktan çıkarılmaları için burunları iyicene yere sürülür. Ve peşinden de bir insanda onur adına ne varsa tek tek alarak onursuzlaştırmanın en alasından geçirerek birey olmaktan çıkarırlar. Küfürlerle, hakaretlerle, ezmelerle, rencide etmelerle ve tokatlarla bunu yaparlar. En hafifinden peş para etmez birisinin karşısında saatlerce esas duruşta bekleterek bunu yaptırırlar.
Özünde askeri kışla dedikleri yerlerde insanı küçültmenin tüm yolları uygulanır. Ve öyle bir insan yaratılır ki o on yıllarda geçse devlet babadan öcü gibi korksun. Ve on yıllar sonra da halen onbaşısından, çavuşundan, subayından nasıl tokat yediğini anlatsın. Ve öyle bir mekanizmadan geçirilirken bir insanın ne kadar direnç noktaları varsa hepsi kırılsın. Başka bir deyimle stabilize edilsin. Egemenlerin ve onların askerliğin felsefesi budur.
İşte bunun için diyoruz ki askerliğin bedeli ağırdır. Tartışılacaksa öncelikle askerliğin kaldırılması tartışılsın. Zorunlu askerlik yerine profesyonel askerlik tartışılsın. Paralı askerlik tartışılsın. Zaten bu gün Türk ordusunun tüm generalleri zengin tayfasından sömürücü mekanizması olan OYAK’larıyla sayılmıyorlar mı? Madem askerlik ve subaylık bir rant kapısı olmuş o zaman zorunluluğu askerliği kaldırarak, paralı askerlikle hak edecekleri paraları öyle alsınlar.
Geçenlerde elimize Yeni Rehber Ansiklopedisi diye bir ansiklopedi geçti. Askerlik bölümünde aynen şunları yazıyor: ‘Dünya tarihine, askerliği şan ve şerefle yazmış tek millet Türklerdir. Yaratılışlarındaki asalet, İslam’ın şerefiyle birleşince askerlik tarihinin unutulmaz destanlarını yazmışlardır. Asker deyince Türk, Türk deyince asker akla gelmiştir. Dünya orduları içinde çeşitli muharebe usullerini en iyi bilen ve uygulayan Türk askeri, yıldırım harbinin de ilk ve en güzel örneklerini iman, cesaret ve kabiliyeti ile çok defa ortaya koymuştur. Türk askerinin karşısında ekseriya tek milletin ordusu değil, müttefik ordular zor dayanmış ve ekseri mağlup olmuşlardır.‘ diye tanım getirmiş.
Madem bu Türk askeri bu kadar her yere nam salmış o zaman neden bu kadar zorunlulu askerliği dayatıyorsunuz ki? Bırakın yapmak istemeyen yapmasın. Bırakın gönüllü asker olmak isteyen ve yedi düvele karşı savaşmak isteyen gelsin. Ne de olsa ‘Asker deyince Türk, Türk deyince asker akla gelmiştir.’
Bugün 5 bin gerilladan bahsediyorsunuz. Ve bunun karşısına da resmi olan 730 bin askeri dikiyorsunuz. Tabii bunun içerisinde polis, korucu, özel tim, MİT falan filan da yok. Sayıca oldukça büyük bir ordu. Siz buna birde dünyaya bedel olan asker ruhunuzu da katın gerisi çocuk oyuncağı. Kaldı ki yedi düvele karşı değil, yedi düvel yanınızda gerillaya karşı savaşıyorsunuz. Bunun için bırakın askerlik yapmak isteyen yapsın. Yapmak istemeyeni rahat bırakın.
Askerlikten söz açılmışken; hiçbir Türk genci askerliğe gitmesin, gelmesin. Her askere gelen var olan bu hırsızlığa ve adaletsizliğe bir nebze de olsa katkı sunuyor. Özelde de Kürt gençleri askerliğe gitmeyin. Yüz binlik bir orduyla birkaç bin gerillanın üzerine yürümek başlı başına bir adaletsizlik. Sen de bir Kürt genci olarak bu adaletsizliğe alet olma, katkı sunma, hırsızların hırsızlığının üstünü örtme.
- Ayrıntılar
Türk meclisinde BDP’li Sabahat Tuncel bir konuşma yaptı.
Kürdistan’da savaş var dedi demesine de, Türk ırkçılığının yeşil renklisi AKP milletvekilleri köpürdüler. Har û har oldular.
En başta köpüren ve har û har olan biri vardı. Meclis başkanı denen zat-ı aliler varya.
Hani ismi Mehmet Ali Şahin olan.
Hani Oramar eyleminde HPG’nin esir düşürdüğü askerler için “keşke öldürülseydiler daha iyi olurdu” diyen kan rantçısı ırkçı Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin vardı ya, ondan bahsediyoruz.
O zat-ı ali Sabahat Tuncel’e cevap vererek diyor ki, savaş yok.
“Ben ne diyorsam siz de onu deyin, savaş demeyin” diyor.
Pişkine bakın. Kendini akıllı zannediyor.
Bu pişkin ile tüm Türk Yeşil Irkçısı AKP’lilere soruyoruz.
ABD, Irak’ı işgal ederken 110 bin askerle işgal etmedi mi?
Herhalde buna cevabınız evet olur.
Buradan ikinci soruya geçiyorum.
110 bin askerle yapılan işgale savaş denilir mi?
Herhalde buna cevabınız çok acele bir şekilde evet olur.
Buradan esas soruya geçiyorum:
Kürdistan’ın işgalinde resmi olarak kullanılan asker sayısı kaçtır?
Siz bu soruya kem kümlü cevap vermeye çalışırsınız ama ben hemen cevap vereyim, tam tamamına resmi olarak kabul edilen asker sayısı 300 bin dir.
Bu askerler kılıfına uydurularak jandarma sınıfında gösterilmiştir.
Ya batıdan yani Trakya’dan, Ege’den, Anadolu’dan geçici görev ve jandarma sınıfından gösterilerek şu anda Kürdistan’ın işgalinde kullanılan asker sayısı ne kadardır?
Tam tamamına 300 bin askerin üzerindedir.
Buna en az 50 bine yakın JİTEM elamanları da eklenirse toplam asker sayısı 650 bin olur.
Ya korucu sayısına ne demeli?
Türk devletinin resmi bilgilerine göre korucu sayısı 67 bin yedi yüz yetmiş kişidir.
Sıra özel hareket timlerine geliyor.
Ya Kürdistan’daki özel tim sayısı ne kadardır?
Net olarak 6 bin dört yüz elli kişidirler.
Ya ne kadar polis var?
Yanlış duymadınız, tam olarak 400 bin polis bulunduruluyor Kürdistan’da.
En az yüz bin civarındaki MİT ile İt’ini de eklersek Türk Devleti’nin Kürdistan’ın işgalinde konuşlandırdığı silahlı işgal gücünün toplam sayısı 1 Milyon iki yüz yirmi dört bin iki yüz yirmi( 1 224 220) çıkıyor.
Tam tamamına 1.224.220 kişilik silahlı güçle, Kürdistan’da savaş yürüten Yeşil Türk Irkçısı AKP’liler savaşı inkara kalkıyorlar.
ABD 110 bin askerle Irak işgal ederken buna sadece savaş da değil, büyük emperyalist savaş diyen AKP’li inkarcılardır. Devşirmelerdir.
Amma ve lakin kendileri Bir milyon yüz yirmi dört bin iki yüz yirmi ( 1.224.220) kişilik silahlı güçle Kürdistan’ı işgal ederken buna başka ad takmaya çalışıyorlar.
Yani ABD’nin on katı silahlı güçle Kürtleri soykırımdan geçirirken, bu hakikati söyleyen BDP’lilere hakarette bulunuyorlar.
Bakın bugün Şemzinan Xapuşke alanından Güney Kürdistan’a girmeye çalışan Türk ordusuna karşı gerilla meşru bir şekilde direnişte bulunuyor. Bu direniş sonucunda altı asker ölüyor. Bu ölen askerlerin içinde Erkan Ayaz diye bir uzman çavuşta var. O’nu da geçici görevle Kürdistan’a yolladıkları ortaya çıktı. Yani Kürdistan’a geçici görevle gönderilen 300 bin askerden biri de ölen uzman çavuş Erkan Ayaz’dır. Başka bir yerde görevli olan bu uzman çavuş Kürdistan’a yollanıyor ve ona deniliyor ki, “git Kürdistan gerillalarını öldür”.Bunu yapan kim? Yeşil Irkçı Erdoğan, M.Ali Şahin gibi kan rantçıları.
Bu uzman çavuşun ailesi ile diğer asker aileleri bunları görmüyorlar mı?
Savaşta ısrar eden, savaşı büyüten, savaşı devam ettirerek asker ölümlerine neden olan ve bundan birinci derecede sorumlu olan AKP’den hesap sorma hakkı öncelikle çocukları savaşa gönderilen ailelere düşüyor.
Savaşı büyütmesine, savaş devam ettirmek için İsrail, ABD ile AB’ye, Kürdistan ve Anadolu toplumlarının maddi ve manevi değerlerini peşkeş çeken AKP’dan hesap sorma hakkı herkese düşüyor.
En önemlisi de Irak’ın on katı bir silahlı güçle Kürdistan’da savaş yürütülürken eğer AKP bunu inkar ediyorsa, herşeyden önce bu inkarcı ve yalancı AKP’lilerden hesap sorma en öncelikli görev olabilmelidir.
Kimse bundan sonra HPG gerillaları kendisini savunmasın diyemez.
Eğer Kürdistan’da Irak’ın on katından daha fazla bir silahlı güçle bir işgal hareketi yürütülüyorsa.....
Eğer bu işgal hareketini AKP gibi Yeşil Türk Irkçısı bir parti yürütüyorsa, buna rağmen bunu inkara kalkıyorsa......
Kürdistan gerillasına tek alternatif kalıyor, o da Kürdistan halkın varolma hakkı ile özgürleşme mücaddelesini yükseltmedir.
- Ayrıntılar
Halkımız ve halkımızın evlatları hakkında konuşmayı, onları aşağılamayı, bir meslek edinen insanların derin bir kompleksi olmalı ki bunu hastalık haline getirmişler. Her şeyi kendi dar penceresinden bakmayı bir alışkanlık haline getiren bu insanların, kendileri nasıllar acaba gibi bir soruyu hiçbir zaman kendilerine sormayı akıl etmezler. Türkiye’nin Emniyet Teşkilatı, bir araştırma yapmış. Güya, dağlara çıkan insanlar geri feodal yapıdan bir kaçış içinde, kötünün kötüsüne kaçma gibi sivri zeka ve dahiyane bir buluş ile bilime damgasını vuracak sosyolojik bir sonuca varmışlar. Tarzan’ı dağa çıkartan nedenleri, yirminci yüzyılın başlarındaki bir medeniyet havası içinde sunma gibi bir başarıya imza atmışlar, Oysa Kürtler sizinle birlikte sizin modernleşme tarihini yaşamış bir halk ki traji komik bütün hikayelerinizi bilen bir halktır. Ancak Kürtler şu sahip olmadığınız erdeme sahipler ki insanlık nereye gidiyor sorusunu soruyor, insanlığından ödün vermemeye çalışmaktadır.
Biz sizin giydiğiniz elbiseden, taktığınız tabancaya kadar bütün eşyalarınızın tarihini biliyoruz, Ama o kadar erdemliyiz ki tek bir gün alay etmedik. Kendiniz kendinize ait değilsiniz. O kadar fakirsiniz ki sadece bir maaş için, sadece komşunuzdan farlı olmak için alemin kırk yıl önce giydiğini giyiyor, depolara attığı yiyecekleri yiyorsunuz.
Bizce sizi anlatmanın zamanı gelmiştir. Bize yakıştırdığınız kavramlardan bir tanesi ile başlayalım. Mağarada yaşayan ‘’kıro’’ tabiri artık zamanla Türkçe dillinin argo hazinesine girmiş durumdadır. Hayvan kelimesinin mecazi karşılığı oluyor. Hayvandan kaçışın bilinçaltındaki bu hali aynı olgunun yaşanmasının psikolojik biçimidir, yani hasta bir insanın ruh halidir. Demek ki aynı psikolojik parametre yaşanmaktadır. Bunu biz söylemiyoruz. İnsana yakıştırma kelimeler kullanma, lakap takma bizim ahlakımıza aykırı bir şeydir, Ama kendilerinden öğrendiğiniz hocalarınızın sizin hakkında ne söylediklerini yazmak, aynı şeyi bize yansıttığınız için psikoterapi ye ihtiyaç vardır. Bu ezik ruh halinizi aşmak için faydalıdır. Tavuk ve hindi tabirleri sizin yaşadığınız bin yılık bir evrim sürecinde, çekik gözden zeytin göze geçişin bir tespitidir. At sırtındaki kadınlarınızın tombul ve yuvarlak fizik yapılarını bu iki hayvana benzeten edebiyat, aslında bilimsel bir tespite dayanıyor. Biz bu tür antropolojik verilere karşıyız, ancak batılıların bir zamanlar bayıldığı bir bilim alanıydı.
Tanzimat’tan sonra bilimle tanışan bu zihniyet, aynı hastalığa bulaştı. Bilimsel alanda sağlıklı bir altyapı olmadığı ya da ataları çekik güz ile tüysüz olduğu için batılıların Herkül ve Afrodit’ine benzeyen bir fizik yapıdan yoksundular. Bilimin hal etmediği bu konuyu edebiyat ve sanat ile yapmaya çalıştılar, Ama bilim önemlidir çünkü gerçeğe dayanmaktadır. Antropoloji çılgınlığı o düzeye vardı ki platonun kurucular eşleşirken yaptığı seçime benzer bir yöntem denediler, nihayetinde Hitler’in çılgınlığını hepimiz biliyoruz. Kürtlerde bu gelenek hayvanlara yapılır. At ya da katır üretiminde bu kuralı iyi bilenler, iyi at çıkartabiliyor.
Sizler de bunun edebiyat ile yapıldığını söyledik. Maço, kıllı ve ya anlatılan erkek sıfatları nedense uzak doğu insanının antropolojik yapısına uymuyor, Ama bu gün bu zihniyetin erkek sembolü haline getirilmiştir. Demek ki burada bir bilinçaltı zaafı var. Coğrafya ve toplumsal ilklimin bu konuda şaşırtıcı cilveleri söz konusudur. Bu zihniyetin geliştiği yer, coğrafik olarak batı ve doğu arasında bir yerdedir. Bunun genetik olarak iki yer arasında bir şekillenme alacağı aşikardır. Sultanlar, kendi zamanında cariye ve ya eş olarak aldıkları kadınlarla elit kesimin genotipini değiştirdiler. Dominant olarak kadın başat olmuş ki çocuklar sarışın ya da mavi gözlü doğmuştur. Peki, ya kıllı ya da tabir edilen erkek tiplemesi nerden geldi? Bizce bu araştırılmaya değerdir, çünkü anlatılan erkek tipi atalarımıza benziyor. Bir Kürt yaşlısının askerde iken anlattığı anıları aklımıza geldi, şöyleydi: Biz asker de iken subaylar, genelde Kürt askerleri kendi ev işlerinde çalıştırırdı. Bizlere güveniyorlardı ama eşlerinin bu askerlere karşı derin bir zaafı vardı, nedenini hala anlamıyorum demişti. Demek ki bu gelenek çok eskidir. Bilim yeni tanımış olsa da, bu bilinçaltı zaafın bu şekilde kendisini dengelediğini söylemek mümkündür.
Dünyanın hiçbir yerinde erkek ulusu tabiri yoktur, ama bu zihniyette maalesef vardır. Asker ulus ile Erkek ulus aslında aynıdır. Her iki olguda demin saydığım psikolojik eziklikle yakından bağlantısı bulunmaktadır. Bu erkek ulus anlayışı askeri bir terim olarak, askerlikte anlatıldığını biliyoruz. Peki, gerçekten böyle midir demekte fayda vardır. Bu bilincin, ezik ve yetersiz erkek anlayışından çıktığını kanıtlamak hiçte zor değildir. Basına konu olan son general eşinin kocası hakkında söyledikleri yabana atılacak şeyler değildir, Kocasının iki cinsli olduğunu basına bile verdi. Demek oluyor ki bu şaşalı erkek, hiçte sanılan bu erkek tiplemesine uymuyor. Erkek edebiyatı, bu tarihi erkek ezikliğinin dengeleyici unsuruymuş.
Kürdü yılarca aşağılamanın altında yatan şey, ona bir türlü benzemenin şizofrenik ruh haliymiş. Bu kültürle büyümüş zihniyet Kürtlere akıl veriyor. Dağa çıkma mağaradan kaçmakmış, tespitine ulaşmışlar. Yani bir mağaradan başka bir mağaraya kaçış oluyor. Bin bir yolun olduğu çağımızda, insanlar kar kış demeden birçok şeyi göze alarak dağa çıkıyorlar gerçeği ne tuhaf bir çelişkidir. İstanbul kentleri, dizi ve pembe hayatların sıraya girdiği hata arabesk çağının hala hatırlarda olduğu o şatafatlı kent hayatının yolları, dağın yolundan daha rahattı. Bin bir kelepçe ile bağladığınız bu yollara acaba bu insanlar niye başvuruyor? Moderniteniz niye yeterli değil? Bu kadar film, kaffe ve köylere kadar inen moda ya kadar her şey var iken, niye bu insanlar dağa çıkıyor? Peki, üniversite okuyup da sizin gibi polis olup her cop karşılığında biraz daha para alıp yaşayamazlar mı? Yaşayabilirler. Peki, niye yaşamıyorlar sorularının cevaplarını öğrenmek için yukarda demin saydığım tarihi bilince sahip olmanınız lazım. Bu zihniyet sahipleri bunun özerine bir araştırma yapsalar daha faydalı olurdu. Kürler sizin patolojik hastalıklarınızdan bıktı. Dağ onlar için boy aynasıdır, orada ne kadar güzel olduklarını keşif ediyorlar. Hasta olmadıkları için her şeyleri fazlasıyla vardır!
- Ayrıntılar
“Yargılama yetisini kaybeden insan, iyice aptallaşır” (I. Kant)
Bazı anlar ve mekanlarda sözün anlamı ve derinliğini kavrayabilmek için, yazının o kolay görüntüsünün altında cevahir gibi bir yürek istediği kendinden menkul bir durum olmaktadır.
Aynen bu sözün algılanması için gereken yürek gibi bir yürek! Yoksunluk varsa, bu cümleyi kolay kolay anlayamazsınız!
Yıllarını dağlarda geçirmiş ve bunun uğruna büyük bedeller ödemiş, yeri geldiğinde “akşama görüşürüz” dediği yoldaşının/mücadele arkadaşının ölüm haberini, daha kaç ay öncesinde görüştüğü ve o anda tekrardan görüşmenin getirdiği coşkunun içinde öğrendiğinde, yaşadığı coşkunun içine (o anda yaşadığı burukluğu) gizlediği hüznü sığdırmaya çalışan insanların, yani dağların insanlarının hayatında önemli bir anlamı vardır bu cümlenin!
Çünkü yargılama her şeyden önce soru sormadır!
Ezber bozan ve verileni olduğu gibi kabul etmemedir yargılama!
Aslında yargılama kendi başına bir eylem değildir, beraberinde insanı yargılarının sonuçlarına göre harekete geçiren en temel faktör olmaktadır. Yani yargılama hakkaniyetin sağlanmasında ve vicdani mukayesenin geliştirilmesinde bir nevi sırat köprüsü ve hatta syrxs ırmağındaki sal, sadece sal’da değil, o salın cefakar kürekçisi olmaktadır.
Bizim için böylesi bir anlamı olan yargılama eyleminin başına her zaman kendimizi koyarız! Yani her şeyden ve herkesten çok kendimizi yargılarız! Dağın insanının ve gerillanın, muakkiplerinin her gün bu kadar çoğalmasının ve artmasının temel tılsımı budur! Yoksa öyle “ekonomik nedenlerin veya feodal yaşantının baskılarının” insanları dağa götüren temel nedenler olduğunu varsaymanın gerçekle hiçbir alakası yoktur.
Yargıladığımız için de en çok ve en derin sorularımızın içinde “özgürlük nedir?” kelimeleri geçmektedir.
Yargıladığımız için de sürekli “temel haklarımızın ve özgürlüklerimizin” ihlalinin zihniyetini sorgularız!
Yargıladığımız için bizi yargılamaya çalışanların, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük anlayışlarına adam akıllı bakarız!
Samimiyetinin ölçüsüne önem veririz, hatta gösterdiğimiz bu önemi de ciddi hareket ve davranışlarla sergilemekten geri durmayız!
Tüm bunların yanında, yani sorguladığımız ve yargılayabildiğimiz oranda doğruya olan yolculuğumuza devam edebilir ve yanlış olduğuna inandığımız zeminlere yönelik mücadele ederiz!
Bu her yerde böyle midir?
Tabi ki, değil! Mesela Türkiye toplumunda öyle bir ambiyans ve bilgi kirliliği oluşturulmuş ki, otuz yıllık bir savaş çok kolay bir şekilde “terör” olarak nitelenebiliyor.
Çok rahat bir şekilde ve hatta insanın tüm şaşkınlığıyla “hadi be” dedirtecek şekilde, mağdur/maktul saptırması yapılabiliyor! Öyle ki, bu toplumda “ölüden/ölümden” ulusal kahramanlar yaratılıyor!
“Demokrasiyle mayın arasındaki” güzergahlarda yorum yapılabiliyor ama katledilen onca gazetecinin faili hakkında, adam akıllı yazı yazılmıyor, hesap istenilmiyor hepsinden önemlisi soru soramıyor!
Şimdi tekrardan çatışmaların gündeme geldiği bu dönemde;
Kimse yüksek sesle bu kadar çocuk neden halen tutuklu?
Bu kadar siyasetçi neden halen “burjuva” hukukuna göre dahi yargılanamıyor?
Böylesi hır-gür içinde cılk’ı çıkartılan siyasi mantıkla geliştirilen anayasa tartışmalarının ve olası bir düzenlemenin memleket sorunlarına ne kadar etkisini olacağını sorgulamıyor?
Birçok kesimler yumruk’u ve akabinde gelişen eylemde öldürülen polisler hakkında methiyeler diziyor! Nedense o mütemadi soruyu sormuyor!
Hatta bu methiyelerde biraz Nietchevari veya Sartrevari üsluplar kullanılıyor ama;
Kimse ya da herhangi biri Nietche gibi “Tanrıyı biz öldürdük” diyemiyor!
Veya Sartre’nin Cezayir savaşına yönelik ele aldığı kocaman kitaba isim olarak yazdığı gibi “Hepimiz Katiliz” diye bir yazıya başlayamıyor!
Şimdi günümüzde methiyeler düzmenin, olayın yasal tartışmalarının cacığını çıkarmanın, neden dağa gelindiğinin/dağdakilerin yaşamını romantize etmenin kayda değer bir getirisi olmayacaktır.
Neden mi?
Zamanı takip ettiğimizde ve sorularımıza bunlar temelinde yenilerini eklediğimizde; geliştirilen saldırıların ve yürütülen kirli siyasetlerin ortaya çıkardığı temel gerçek; bu konu hakkında hem var olan üslubun ve hem de uygulanılmasında ısrar edilen metodun bu günle uyum sorunu yaşaması olmasıdır!
Ondan dolayı yeni dönem olarak da izan edilen bu dönemin enstrümanları ve argümanları da değişmiştir, değişmektedir!
Hem, değişimin kendisi sürekli yeni sorulara gebedir, tabi bu gerçeklikte soru soranlarla ilgili olmaktadır! Yani/ yanisi;
Şimdi yargılama-soru sorma, değiştirme zamanıdır!
- Ayrıntılar
İlgi çekici haberlere göz atarken karşılaştık ve seslice okumaya başladık. Okumak sabır istiyor. Okudukça yüzleri daha bir geriliyor yoldaşların. Tabii, tepkiler yazının bitişiyle parladı birden.
Anlayışsızlığa, cahilliğe öfke ve nedenlerine ilişkin yoğun tartışmaların içinde bıraktığım yoldaşlarla aynıydı duygularım. Ve aklımdaki o cümleler
“Kendileri yılanların akreplerin arasında, en iptidai koşullarda yaşarken PKK’lıların “Önderlik, ölüm çukurunda sinüzitten çok çekiyor” diye hayıflanmaları insana gerçekten tuhaf geliyor.”
“Bu satırları okurlarsa çok sinirlenecekler ama sanki silahlı bir örgüt liderinden ziyade bir tarikat şeyhinden bahsediyor gibiler.”
Bu sözleri söyleten ne diye epey düşündüm yol boyunca. Kendisi yıllardır gazetecilik yapan ‘bilinçli!’ denilen bir insan olmasına rağmen neden böylesi yorumlara ihtiyaç duymuştu?
Tabii, dedim sonra, anlamak değil ki amacı, yargılamak. Bilmediği, bilemediği, tanımadığı ve anlayamadığı bir insan topluluğunun karşısında cehaletin söylettiği sözlerdi bunlar.
Toplumun gelmiş olduğu sosyal bunalım ve kendini bilmez bir bireycilik içinde akıp giden hayatların şekillendirdiği algı dünyalarında başkaları için acı çekmenin, hayıflanmanın, başkaları için bir şeyler yapabilmenin, fedakâr olmanın bir şeyler çağrıştırmayacağını bilsem de yine de gelir diye imana, söylemek lazım sözünü insana…
Son süreçlerde Türkiye kamuoyunda en bilinmez alan olarak bırakılan gerilla, PKK ve Önderimiz hakkında söz söyleme yarışı devam ederken pes doğrusu dedirten ayrı bir yazı işte. Hani içinde çözümleme, içinde anlama çabası, bir eleştiri olsa amenna. Onu da boş ver, hakkıyla karşıtlık yapılacaksa dahi, anti propaganda yapmak istiyorsan bile her şeyden önce tanıman lazım karşındakini, değil mi? Yazmadan önce okumak lazım. Okuyamıyorsan, şöyle genişçe bakman lazım, değil mi? Ama nerde.
Tamam, bir sorun ne kadar komple ise onunla ilgili görüş ve düşünce de haliyle (zenginlik mi desem, karmaşa mı desem bilmiyorum) oldukça çok oluyor. Ne de olsa herkes düşüncelerini açıkça tartışma hakkına sahip. Ama biraz insaf, biraz edep ve biraz da haddini bilmek gerektiğini muhataba iletmek de o derecede hakkımız olsa gerek.
Yıllardır bize yönelik her türlü onur kırıcı, aşağılayıcı suçlamalarla yapılan haber, atılan başlık, yazılan köşe yazılarının sahibinin vicdanında -ki varsa tabii- bir gün bir yara olabileceği temennisinden başka yapacak bir şey yok. Terörist, bebek katilleri, vatan hainleri, uyuşturucu kaçakçıları vb. birçok tanım artık o kadar da takıldığımız şeyler değil. Ne de olsa artık bu söylemlerin kaynağı olan cehalet karşısında ancak bilinçlere serpiştireceğimiz anlam damlalarıyla sonuç alabileceğimizi biliyoruz.
Ama onlar, harlayıp dursa da ateşi, rüzgârın bir an yön değiştirip körükçüyü yakabileceğini anlayamıyorlar.
Dağlar ve dağların insanlar için anlamı farklı olabilir. Ne de olsa kavuşulmak istenen yar ile arasında bir engel olarak görülen türküler dışında, belki coğrafya derslerinde rastlanılan anlatımlardan başka yerlerde görülmemiş olduğundan bir bakıma anlam da veriyor insan.
Ama söyleyelim ki dağ anlamın, bilincin ve özgürlüğün kalesidir. Bizleri dağlarda akrep ve çıyanlarla yaşayan, gerici feodal ilişkiler düzeninde bir adanmışlıkla cahilliğin yönettiği insanlar olarak görmek isteyenlerin anlayamayacağı kadar derin ve felsefik anlamları olan bir mekândır. Şehir ışıklarının yalancı aydınlığında kendilerini var eden doğanın renk ve seslerinden uzaklaşan modernite tutkunu ‘gelişkin!’ insanların mahrum kaldığı bir yuvadır. Doğa ananın cömert ve mütevazı evidir.
Ama tabii, anlayana…
Hadi diyelim ki bizi ideolojik, siyasi, askeri anlamda beyni yıkanmış insanlar olarak görüyor, tercihlerimizin farkında değilsiniz. Olabilir. Peki, insanlığı o kadar derinden etkileyen insanların yaşamları hakkında da aynı şeyleri mi söylüyorsunuz. Bir dönem kesinlikle vatan haini dediğiniz ve şimdilerde ardılı olmak için birbirinizi ezerek koşuşturduğunuz o devrimci gençlik önderleri için de mi aynı şeyi düşünüyorsunuz. Onların tercihi de dağdı.
Hz. Muhammed, Hz. Musa ve nice peygamber mücadelelerine dağlarda başlamadılar mı? Emperyalist işbirlikçisi, vatanı peşkeş çeken faşist yönetim karşısında Türk’üyle, Kürt’üyle kutlu devrimci çocuklar Türkiye ve Kürdistan’ın dağlarında aramadılar mı özgürlüğü. Bedrettin, dağlarda ve dağ eteklerinde kurduğu düzeniyle kafa tutmadı mı gerici Osmanlı egemenliğine. Hira’da, Sina’da, Munzur’da, Kütahya’da, Dersim’de, Nurhak’ta, Cudi’de yaşı farklı, cismi, kimliği farklı nice insan, adandıkları ve kurtuluşu gördükleri inançları için feda etmediler mi kendilerini?
Evet, Kürdistan dağlarında yaşayan Kürt ve Türk gençleri, Arap, Alman, Rus gençleri PKK kimliği altında Abdullah Öcalan’ın yarattığı özgürlük yürüyüşünde kendi onur ve istemleriyle yer almaktan hep gurur duydular. Ölümüne, evet canları pahasına, hiçbir şaşalı ilişki ve gelecek hayaline mecbur kalmadan doğa kadar sade, katıksız yaşamayı tercih ettiler. Ne bir boy aynasının, ne insanın olmazsa olmazı denilen her türlü aracın mecburiyetini hissetmeden, ihtiyaç duymadan yaşamayı seçtiler. İnsanın yüz hatlarında, bakışlarında var olan güzelliklerin ancak iç dünyasında çalkantılarını aşan insanın eseri olduğunu bildiklerinden olsa gerek yüksek dağ doruklarından usulca akan derelerdeki su kadar berrak yaşamayı esas aldılar. Şehirlerin birbirini yiyen, her gün yeni bir şiddet ve cinnet dalgası içinde geçiren insanına tercih ettiler yüksek bir amaç uğruna kendini feda etmek isteyen insanları, yoldaşlarını, kardeşlerini.
Ha, evet, biz Önderimizin etrafında kenetlenmiş, onun için her şeyi göze almaya hazır insan topluluğuyuz. Ve de öyle kalmaya devam edeceğiz. Ve kaygılanacağız onun her hali için. Neden mi?
Çünkü o şimdi sizin de içinde yaşadığınız ülkeyi biraz da olsa nefes alınabilir bir pozisyona taşıyan insan. Bir halkı, yok sayılan, beton mezarlara kapatılan, dili, kültürü, kimliği yasak bir halkın var olduğunu ispatlayan insan. Kırk yıla yakın bir zamandır tüm enerji ve çabasını kendisi dışında yaşayan ve var olan insanlar için adayan bir insan. Farkında olup olmamak arasında gidip geldiğiniz toplumsal kaostan çıkış için, binyılların özgürlük arayışçılarının, halkların, küresel tekelci sistem karşısında yürüttüğü mücadelelerin çağımızın değişimlerine uygun bir tarzda gerçekten özgürlüğün kazanacağı bir tarzda güncelleyerek güçlü bir düşünce sistemini, paradigmayı yaratan insan.
Yerinde bir yorum yapmak istiyorsan, önce bunları bileceksin. Bilmek için de önce o önyargılarını ve yıllardır edindiğin ezberleri bir beş dakika kenara bırakıp anlamaya çalışacak, okuyacaksın. Ama ikinci üçüncü ağızdan değil. Sözü söyleyenin dilinden.
Tabii, yalnız bu da değil.
Yaşadığınız kültürün diri diri toprağa gömdüğü küçücük kızlar için, sokakta kolu kırılan, on ikisinde kurşunlanan, havanlarla parçalanan çocuklar için kederlenen bir insan. Bir halkın, halkların özgür ve demokrasi içinde yaşayabilmesi için on iki senedir tek başına, hiç kimseye dokunmadan ve korkularak ve anlaşılmadan ve tecrit içinde ve rencide edilerek ve işkenceyle yaşıyor. Ve direniyor. O bilmediğiniz anlamadığınız ve anlamak için çaba sarf etmediğiniz fedakârlığı, direnişi, insanlar, biz ardılları için yaşıyor.
Evet, O, özgür bir insan.
Ve özgür bir insanı savunmak, onun için kaygılanmak insan olmanın bir gerekçesidir.
- Ayrıntılar
Türk ordusunun tek öğretmeni gerilladır ve tek değiştirici gücü de gerilladır. Ordunun paralı asker sistemine geçişin tartışmaları yapıla dursun; bu ordunun otuz yılık yaptığı savaş gerçeğini iyi anlamadan, bu değişimin yapılabilinmesi imkânsızdır. Türk ordusunu gerillaya karşı başarılı olarak gösteren zihniyet, büyük bir yanılgı içindedir. PKK, ‘93 ateşkesinden sonra kontrollü bir savaş yürüttü. Eski stratejik doktrinde yer alan stratejik saldırı tabirini pratikte uygulamadı. ‘93’ten önce bu stratejik saldırıyı yapacak askeri gücü vardı ve bunu on katına çıkartabilecek bir potansiyele sahipti. ‘93 ateşkesi, TC gerillanın halk potansiyelini ezmek için kullandı. Ordunun gündüz bile girmekten çekindiği yerlere ateşkese güvenerek girildi. Arazi tutma, yol hatlarını denetleme, karakolları gözden geçirme ve köy boşaltmalar ile birlikte en önemli olarak da psikolojik rahatlama yaşadı. Gerillanın kalbinde dolaşabilmenin olabileceğini gördü. PKK bütün bunları göze alarak, askeri üstünlüğünü barış için tehlikeye soktu. Yani bu dönemlerde idea edildiği gibi, Türk ordusu savaşarak gerillanın stratejik saldırısını engellemedi. Askeri strateji olarak, kâğıt özerinde öyle bir plan olsa da PKK bunu hiçbir zaman denemedi. Önderliğimizin tek bir çağrısı, seferberlik için yeterliydi. Amed, Mardin ve Botan’dan yüz bin genç gerillaya çıkardı. Büyük şehirlerde konumlanan askeri garnizonlara saldırmak anlamına gelen stratejik saldırı yapılsaydı, şehir ayaklanır ardından da şehir savaşları başlardı.
PKK’nin o dönem elindeki gücün hatırı sayılır bir kısmını kullanması demek, savaşın bir ay içinde Türkiye şehirlerine sıçraması demekti. İki halk birbirine girecekti ki hem denetlenmesi hem de ilerdeki birlikte yaşama imkânlarını ortadan kaldıracaktı. Türkiye’deki Kürt ve Türk halkının demografik yapısı faturayı çok ağır hale getirecekti. Bazı aklı kıt çalışan tipler şunu diyebilir: ‘Zaten ayrı bir devlet kurmak istiyordunuz,’Vietnam’da bir milyon insan öldü, devlet kurmanın bedeli buydu, bunları bilmiyor muydunuz’’ şeklinde bizi tahrik edebilir de Önderliğimiz tahriklere gelmedi. Zaten onun için ‘93 ateşkesinde Türk ordusundan daha fazla biz şaşırdık. Yukarda demin saydığım savaşın imkânları fazlasıyla vardı, Ama kan deryası içinde yüreğimize kadar işleyen kan lekeleri ile olacaktı. İşte, Önderliğimiz ona izin vermedi.
Artık, bundan sonra bazı itirafların zamanı gelmiştir. Burada bunu söyleyen bir sivil değil, bizzat bu süreçleri yaşayan insanlarız. ‘93 yılının ateşkesinden sonra, Batman rafinesine yakın duran petrol sitelerini rafineye havan atarak infilak etme planlamasını yapmıştık; bin insan ölebilirdi, Çoğu da Türkiye den gelen mühendis ve ailelerinden oluşacaktı. Bunu Önderliğe bildirdik ama aldığımız cevap aynen şuydu: ‘Ahmak serseri siz ne yapmaya çalışıyorsunuz’ oldu. Dolayısıyla, baştan beri kontrolde tutulmaya çalışılan bir savaş vardı. Önderlik, hiçbir zaman Vietnam ve Çin örneklerine itibar etmedi ve çok da tartışmadı. Halk dirilişine ilişkin, silahlı propaganda dışında savaşı hep denetimde tutmaya çalıştı. Dörtlü çete anlayışına bu kadar öfkeli olmasının nedeni budur.
Yani yapay kahraman Osman Pamuklu ile bu sürecin generallerin anlattıkları anılar tümden yanlıştır. Bunların yaptığı şey, PKK’nin barış istemlerini suiistimal etmek oldu. Bunun özerinden ucuz kahramanlık rantı dışında yaptıkları hiçbir şey olmamıştır. Bu ordu gerillanın stratejik saldırısını engelleme şurada kalsın, tek bir karakol ve tepesini savunamamıştır. PKK’de, karakol ve tepe saldırılarının yüzde yetmişi başarılıdır. Cesaret örneği olan bazı çatışmaların taktik hata olmasına rağmen, on gerilla ile on bin askere karşı yapılmış binlerce örnek vardır. Peki, bu ordunun başarısı nerededir? 300 bin asker, 100 bin polis ile 80 bin korucunun katıldığı bu savaşta başardıkları nedir? Bu güç ile devletler yıkılır ele geçirilir, peki, ya siz neyi başardınız? Gerilla bir adım bile geri atmadı. Hatta yaptığınız savaşı bile gerilladan öğrendiniz? Nasıl öğrenildiğini, sonraki yazıda daha detaylı anlatmaya çalışacağım.
- Ayrıntılar
Serdeşt bir zaman…
Yani öfke ve kardeşliğe yönelik beklentiler, duygu yoğunluğu iç içe… artık hangisi galip gelirse!
Münferit vakalar revaçta ve gaste köşelerinden, ekranların plazmatik coolluğundan dökülen sözler, edevatlar…
Ben o dönemleri görmedim ama anlatılanlara inandığımdan ve her anlatılanı beynimde tezahüre dönüştürdüğümden olacak ki, yaşanan sürecin ‘80’ler öncesiyle çok ama çok yapısal benzerlikler arz ettiğine inanmaktayım.
Toplumsal tansiyon buradan bakıldığında da çok rahat bir şekilde görülebildiği gibi kelimenin tam anlamıyla; keman yayı gibi gerilmiş durumda…
Tarihin 14 Nisan olmasının ve yaklaşık bir yıllık süre içerisinde bu tansiyonun bu şekilde yükseltilmesinin elbette ki, bu yazıya çeşitli boyutlarda aksını yansıtması söz konusu olmaktadır.
Son dönemlerde Kürt ve demokrat siyasetçilere dönük bu yönlü saldırıların yoğunlaştırılması ve ülkenin belirli kesimlerinde, coğrafyalarında toplumsal temayüllerin renginin daha belirgin haller kazanması dönemin hali pür melali olmaktadır.
Ama;
Bunlarla birlikte geliştirilen kapalı ardı toplantılar,
Yürütülen sevkiyatlar ve bunlara yönelik gizli pazarlıklar
Belki de tüm bunların üstüne çıkan bu “sudan sebep” faraziyeler, yani baraj planları var…
Yürütülen bu tartışmalara yönelik yapılan açıklamalarda bir nokta var ki, gerçekten de dikkat çekmekte ve birçok yönüyle normal bir mantığın algılamasında ciddi sorunları ortaya çıkartmaktadır.
Geçtiğimiz Pazar günü yapılan ve üçlü ittifak olarak yürütülen tartışmalarda ulaşılan temel sonuçlardan bir tanesi (en azından basına yansıdığı kadarıyla) Şırnak’tan Şemzinan’a kadar sınırı barajlarla doldurmak ve o şekilde PKK’ye yönelik bir mücadele yürütmek!
***
Daha önce bu şekilde olmasa da, benzeri noktalarda yani aklın yolunda oluşturulan bu ve benzeri hülyalı stratejilerin tutmayacağını belirtmiştik ve her defasında zaman bizi haklı çıkarmıştı. Sözün eylem olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?
Yoksa, devam edelim!
Şimdi devlet geleneğinin ve onun hem yerli, hem de uluslar arası uşaklarının önünde bir baraj gerçekliği var. Ve bu baraj işletildiğinde birçok konuda ön açıcı ve sorun çözücü bir niteliği beraberinde getirecektir. Aksi takdirde devlet geleneğinde siyaseten değil sadece, toplumsal olarak da 30 yıl öncesine dönecek bir dönemin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Mesele o ki;
Sözde sınır hattına barajlar yapma ve bu şekilde PKK’yi yenebileceğini sanmak veya bu hülyalarla peşkeş siyasetini benimsemek yerine,
Anayasa tartışmalarında seçim barajlarına daha çok odaklanabilirler mesela.
Ya da toplumsal tansiyonda oluşturulan kutuplaşmaları ve bunların açığa çıkardığı barajları ortadan kaldırabilirler pekala!
***
Aksi takdirde;
Coğrafyayı barajlarla Waterworld’e çevirmeye çalışmak ne sonuç getirir, ne de ele avuca sığacak bir demokrasiyi ortaya çıkartır. Neden mi?
Böyle devam ederse;
Ne el kalır, ne de avuç!
Ne yumruk kalır, ne de Orhun abidelerine benzer kınama mesajları…
Ne deli kalır, ne de akıllı
Ne bent kalır, ne de baraj…
- Ayrıntılar
Çok değil daha dün akşam izlediğim bir filmin, bugünün gündemine bu kadar yoğun bir şekilde denk gelmesi başlı başına tesadüfi de olabilir, tabi sistem denilen o canavar göz ardı edilirse!
Gerçekten o canavar göz ardı edilirse ve buna istinaden gerçeğin arayışçısı olunmaya çalışılırsa güllük gülistanlık bir dünya kurulur mu?
Ya da karanlığa küfredercesine bir mumun yakılması sonucu, nereye tüküreceğini şaşıranlar, gerçeği bulmuş şimendifer gibi ortalıkta gezinmeye devam etseler dahi, gerçeğin bütün hikayesi (ki her hikayede olduğu gibi, bu hikaye de tüm çıplaklığını sonuna kadar gidenlere göstermeyecek mi?) daha çok tılsım kazanmayacak mı?
Soruları çoğaltmaktan ziyade izlemiş olduğum filmle konuya giriş yapmak daha makbul olabilir. “Ara sıra Nisan” ya da orijinal adıyla “Sometimes Aprıl”, Ruanda’da yaşanan bir iç savaşı bir yüz başının başına gelenlerle anlatmaya çalışıyor. Nisan 1994’de Titu’lar ve Hutu’lar arasında yaşanan, aslında iktidardaki Hutu’ların, Titu’lara yönelik yürüttüğü soykırımcı saldırıları, 2004’ün Nisan’ında, Titu olan eşinden, Rahibe okulundaki büyük kızından ve eşinin yanında canını kurtarmak için yollara düşen iki oğlundan yoksun bir şekilde güncel ile geçmiş arasında yolculuk yapan Yüzbaşının karelerinden anlatmaya çalışıyor.
Bunlar filmin temel öner semesi oluyor, bunun yanında ufak ve yan kareler de var. Belki de bunlar filmin bütünlüğündeki inandırıcılığı oluşturan ve orada yaşananlarda dahi buraları da gösteren temel fragmanlar oluyor. Faşist bir partinin üyesi olan ve ulusal radyoda, Hutu’ları her gün savaşa, yıkıma çağıran bir diğer karakter de yüzbaşının kardeşi oluyor.
Ve bir yerde iki kardeş arasındaki diyalogda; radyoda çalışan, “Senin ailen benim, unutma sen de, ben de Hutu’yuz” diyor.
Gerçekte yaşanan bir olayı bu şekilde yansıtan bu çalışmanın bir başka önemli özelliği de; o dönemde yaşananlarda ortaya çıkan bilançoları da aralara serpiştirmiş olmasıdır. O bilançolar bile insanı hayretlere düşürüyor;
İlk gün; sekiz bin Titu vahşi bir şekilde katlediliyor.
İkinci gün; öldüren Titu’ların sayısı on beş bine yükseliyor.
On beşinci gün de ise; öldürülen Titu’ların sayısı 280.000’ni buluyor.
Bunun da anlamı bir günde ortalama; 1.867 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Onun da kabaca hesabı, bir saatte 78 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Bunun da ötesinde yaklaşık olarak dakikada bir insan ya da dakikada bir Titu öldürmüşler Hutu’lar.
Filme yönelik merak duyanlar, ilk elden fazla zaman kaybetmeden bu filmi izleyebilirler.
Tabi burada pek ala bir şekilde denilebilir ki; bugünle ne alakası var bunların?
Gözler ve sözler 27 Mayıs’ta patlayan mayına ve onun gerçeğine çevrilmişken, Kasım ayının sonlarında Kürt Halk Önderliğinin çözüm konusundaki samimiyetini göstermek için çağrıda bulunduğu ilgililerin buna uyması sonucu, bilinen o meşhur Habur sendromunu bu ülkede yarattılar.
Şimdi o gruplara 20’şer yıllık taleplerle cezalar açılmakta. Ve herhangi bir yerde ciddi olarak, kayda geçecek şekilde herhangi bir sendrom da yok!
Yine gün aşırı Kürdistan’ın birçok bölgesine ve özellikle sınıra sıfır noktalara askeri sevkıyatlar son hızıyla devam etmekte. Buna yönelik de herhangi bir ses, görüntü ya da civanmert bir şekilde karşıt duruş söz konusu olamıyor.
Sözün özüne gelecek olursak;
Barış gruplarının yargılanmasının ortaya çıkaracağı sonuçlar üzerine düşünülmesi gerekir. Yine bunun yanında Zir, Poyrazköy vs soruşturmalarından ziyade Şırnak’ta, Cizre’de neden faili meçhul aramalara yönelik herhangi bir gelişmenin olmadığının sorulması gerekir. Günümüzde dahi bunların farklı ve aynı zihniyetle iş başında olduğunu daha gerçekçi bir şekilde görmek lazım!
Bunun yanında bölgede bu kadar yoğun askeri sevkıyatın ve lokal operasyonların, sözü edilen demokrasi hamlesiyle ya da değişen Türkiye’yle bağını iyi kurmak gerekiyor. Köşelerden ya da ekranlardan değişim sancısının yaşandığını söylemek yerine; nasıl bir değişim? sorusuna yerinde ve doyurucu cevaplar vermek gerekiyor.
Yoksa salt 27 Mayıs’ta Çukurca’da patlatılan mayınla gündem yaratmak ve belirli kesimlerin de “bizi yıpratmayın” edebiyatlarıyla, nereye tüküreceğini şaşıranların yapabileceği çok fazla bir şey de yoktur. Yukarıdaki sorular ve çelişkiler açığa çıkarıldığında ya da cevaplandığında karanlığa mum dikmek daha da anlamlı olur.
Böyle olmazsa, gün gelir Hutu’lar ve Titu’lar da olduğu gibi Kürt-Türk savaşında ne kadar insanın öldüğü, dakikada kaç insanın öldürüldüğü hesaplanır. Bunun da anlamı çok ama çok yazık olur!
- Ayrıntılar