Tarih her zaman her kesime aynı düzeyde bağışlayıcı ve cömert davranmaz. Tarihi anlar vardır ve bu anlar her zaman yaşanmaz belki birkaç yüzyılda şans doluysa insan birkaç on yılda yeniden bu cömertlik yaşanır.
Evet, öyle tarihi bir an yeniden Kürdistan gençliği için yaşanıyor. Hani var “ya yürü ya kulum” diye bir atasözü aynen öyle. Kürdistan gençliği için tarih “yürü ya kulum” diyor, daha doğrusu “yürü ya Kürdistan gençliği” diyor.
Kürdistan gerillası elinden geleni yapıyor belki de şimdilik elinden geleni yapıyor diyelim. Çünkü gerilla tüm kartlarını sermemiştir. Dizmemiştir. Bilinir savaş ya da özgürlük savaşı uzun soluklu bir iştir. Ve savaşın bitimi ya da özgürlüğün elde edilişi sadece elimizde değildir. Savaştığımız bir güç vardır ve bu güç deyim ağırdır ama oldukça bön bir yapısı vardır. Bönlük biraz kendini beğenmişliği, kibirliği ve tabii ki Budalılığı da içeriyor. Özcesi akıl böylesine karakter özellikleri taşıyan tiplerde çokta önde olmadığı için bu tiplerle kavga da her zaman en iyisi olmuyor. Normal dünyada biriyle nedeni ne olursa olsun kavga edildiğinde bu kavganın giderilmesi için yollar aranır. Ancak bu bön kendini beğenmiş budala tiplemelerle savaşta sonuçlar ne olursa olsun bildiklerinden bir adım geri atmıyorlar. Israr ediyorlar. Yere sersen de yeniden kalkıyor ve diyor ki bu sayılmaz. Ya da sersen de kalkıyor ve diyor ki hakem hinlik yaptı. Ya da sersen de kalkıyor diyor ki ben düşmedim sadece ayağım kaydı.
Karşımızda tümden bön ve bön olduğu kadar kimyası bozulmuş faşist bir ordu ve ordu mensupları var. Böyle olunca herkesin yaptığı ve doğru da olan sorunlara çözüm arama yolları aralanmıyor. İlginçtir böylesine bönlükler hatta budalalıklar sadece TC ordusunda değil neredeyse tüm siyasetçilerinde de var. Hele bir Bahçeli’ye bakın. O kadar yaşamdan uzak, o kadar gerçeklerden bihaber. Halen Kürtleri kendi kapısındaki köle, yamanma biliyor. Hele bir Kılıçdaroğlu’na sözde Kürt olacak bir bakın adam meydanlarda gerçekten Dostoyevski’nin Budala’sı gibi dolaşıyor. Birde ringe meraklı askerlerin mevziilerine giderek pehlivan rolüne soyunuyor. Bre adam seni bir kroşeyle yere sererler. Kendini ne sanıyorsun. Ve tabii daha ilginç bir vaka ise Erdoğan. Yani Recep hem de Recep Tayip Erdoğan. O kadar yalan söylüyor ama hiç renk atmıyor. O kadar sahtekârlık yapıyor ama hiç istifini bozmuyor. O kadar insanın kanına giriyor hiç vicdanı sızlamıyor. O kadar büyük konuşuyor bir general konuştuğunda hemen sütten çıkmış kedi gibi kuyruğunu salıyor. Doğrusu bu Recep mi, Recep Tayip mi bilmeyiz ama çok mu çok attığı bir gerçek. Hani içimizden “atma Recep diyeceğiz” ama tüm Recepler gücenir diye söylemiyoruz. Yine bu adam bu kadar bireyin tabiatıyla uygun olmayan davranışları sergilemesi tıbben psikolojimken sadece ve sadece ruh hastalığına işarettir. Ya da gerçekten en iyi değerlendirmeyle budaladır. Yani ne yaptığının farkında değildir.
Evet, özgürlük hareketinin yürüttüğü devrim dalgası karşısında en büyük talihsizliği böylesine budala tiplerle hep savaşmış olmasıdır. Hâlbuki başka yerlerde olsaydı şimdiye dek bu savaş değil 5 kez on kez bitmişti, sonuçlandırılmıştı. Ama nafile hani var ya o malum olanın 9 çeşit yüzme bilipte suyun kenarına geldiğinde unuttuğu meselesi bunlar da öyle.
Evet, durum bu iken gerilla Ahmet Altan’ın deyimiyle 800 binlik orduyu ““küllüm” ediyor, hallaç pamuğu gibi atıyor ve de Öyle bir mangayı falan pusuya düşürmüyor, gidiyor karakolları, birlikleri, taburları basıyor, “en seçkin” birlikler denen komando tugayına saldırıyor” demesi gibi yaptığı halde bu kimyası bozulmuş yapı bir türlü burnundan kıl aldırmıyor.
İşte GENÇLERİN ZAMANI derken tamda bunu kastediyoruz. Gençlik bu burnundan kıl aldırmayan öyle ki burun delikleri kapanıp ölebileceğini bildiği halde bir türlü yola gelmeyen bu yapıyı dize getirmek için gerillayla el ele yola çıkmalıdır. Bu kadar gerillayla gençlik tarihin hiçbir anında benzer misyonlar üstlenmemişlerdir. Kaldı ki tarih misyonları tarihin kendisi verir. Gerillaya aynı misyonu paylaşmak tarihin bu canlı anı veriyor.
GENÇLERİN ZAMANI her zaman tarihen vuku bulmaz. Tarihi anlarda bu tarihi an gelir çatar insana. Ya da tarihi anlarda bu tarihi an ya da misyon gelip insanı bulur. Bu durumda gençlik ve gerilla buluşmuşlardır. Gençliğin yapacağı her eylem gerilla hanesine yazılacaktır. Gerillanın yapacağı her eylem de gençliğin hanesine yazılacaktır.
Gençliğin ilk kez bu denli geniş eylem perspektifi vardır. Kürdistan özgürlük mücadelesine zarar veren her yapı hedeftir. Kürdistan’daki savaşa TC’nin yanında giren herkesim hedeftir. Ekonomik olarak hedeftir, kültürel olarak hedeftir, tecrit edilmesi açısından hedeftir. Ve tabi ki birey olarak hedeftir.
Bu kadar geniş yelpazede hedefler gençlik için hiçbir zaman olmamıştır. Bir sivil polisi gizlice bulup yer sermek, bir ajanı tespit edip hak ettiği cezayı vermek, bir kontrayı yakalayıp kontralığına son vermek ve tabii ki o kadar ekonomik hedef varken bir kibrit çakmak ya da molotofla türkü söylemek hepsi imkân dahilindedir. Çok ciddi hazırlıkta gerekmez, sadece biraz gerillayı duyarlıca takip etmek yeterlidir. Gerillayı yaşamak yeterlidir.
GENÇLERİN ZAMANI sürecinde biz her Kürdistanlı genci bir gerilla olarak görüyoruz. Daha doğrusu HPG’li olarak ele alıyoruz. O zaman diyoruz ki tüm HPG’liler ileri. O zaman diyoruz ki tüm HPG’liler görev başına ve tabii diyoruz ki tarihle buluşmak için tüm gençler GENÇLERİN ZAMANI’na hoş geldiler.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kasım 1922’de Lozan da görüşmelere başlandı. Ve aynı yıl Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları, 24 Temmuz 1923’de kabul edilerek antlaşmasıyla sonuçlandı. Cumhuriyetin ilanından önce yapılan antlaşma da Kürtleri temsilen katılan meclis üyelerinin olmasına rağmen, İsmet İnönü’nün kendisini hem Kürtlerin, hem de Türklerin temsilcisi olarak kabul ettirmesi sadece bir aldatmaca değildir.
Bunun temelinde yatan o dönem meclisinin hala Kürtler ve Türklerin Meclisi olarak kabul edilmesidir. Böyle tehlikelerle dolu bir süreçte Kürtlerin, Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik stratejik görülmektedir. 1919’da Koçgiri İsyanı’nda izlenen yol barışçıl ve uzlaşma içeriklidir. Nitekim öyle de sonuçlanmaktadır. Yine çeşitli süreçlerde yapılan açıklamalar, ağırlıklı Kürtleri tanımaya dönüktür. Amasya Tamimi, Cizre Komutanlığına gönderilen talimatlar, İzmir Basın Açıklamaları hep Kürtlerle, Türkler’in nasıl birlikte daha güçlü yaşayacağını dile getirirler. Türk’ün Kürtsüz, Kürdün de Türksüz zayıf olacağı ve başkalarına alet olacağı tespiti yapılmıştır. Karşılıklı muhtaç olma ya da birbirine ihtiyaç kenetlenmeyi getiriyordu.
Neydi Lozan?
“Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. Türkiye’yi temsil eden heyet ve Ankara’da oluşan yönetim kendisini Türklerin ve Kürtlerin ortak yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı olmadı, yeri olmadı. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti, ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar. Lozan’da Kürtler yok sayıldı.
Aslında Kürtler katılmadılar ama bu Lozan görüşmelerinde Kürt sorununun Kürdistan’ın görüşülmediği anlamına gelmiyor. Hayır; çok sert tartışmalara hatta en sert tartışmalara Kürt sorunu üzerinde rastlandı. En sert tartışmalar Kürt sorunu üzerinde yaşandı, Kürdistan üzerinde yaşandı. Bunlar belgelerle sabittir. İsmet İnönü önderliğindeki Kemalist heyet, sıkıştığı anda kendisini Kürtlerin ve Türklerin ortak temsilcisi olarak sundu. Buna karşı İngiltere ve Fransa’da zaman zaman, çeşitli Kürt temsilcilerden aldıkları imzalı dilekçeleri görüşme gündemine getirdiler. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun İsveç Ataşelerinden olan Kürt Şerif Paşa var. Ondan işte ‘şu hakları istiyoruz biçiminde aldıkları dilekçeyi kullanmak istediler. Şerif Paşa’yı zaman zaman Lozan’a getirdiler. Ve onunla İsmet İnönü öncülüğündeki heyeti tehdit etmeye, dengelemeye çalıştılar. Sonuçta hem Türkiye Irak sınırı çizilemediği gibi hem de Kürtler yok sayıldılar. Türkiye’nin diğer alanlarda sınırları çizildi. Boğazlar sorunu çözüldü. Türkiye toplumu tanımlandı. Özellikle azınlıklar ve onların hakları belirlendi. Kürtlerin adı çok genel bir iki şeyde geçti.
Oluşan devletin üçte birini oluşturan bir toplum olmasına rağmen yer almadı. Yok sayıldı aslında. Hasıraltı edildi. Birbiriyle Kürdistan üzerinde sert mücadele yürüten, anlaşamayan taraflar sonuçta Kürdü yok sayarak, Kürt toplumuna dair herhangi bir şeyi anlaşma metnine koymayarak anlaştılar. Kürt inkârı işte böyle oluştu ve başladı. Daha sonra Kürt aşiret ve dini önderlikleri, ileri gelenleri ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadılar. Buna itiraz ve isyan ettiler. Kuzey Kürdistan’da ettiler. Güney Kürdistan’da itiraz ettiler. Doğu Kürdistan’da itiraz ve isyan ettiler. Fakat bu isyanlar feodal aşiretçi düzeyi aşamadı. Örgütlü ve bilinçli bir ulusal kurtuluş hareketi düzeyine gelemedi. Sonuçta, oluşan sistem tarafından ezildiler. Bastırıldılar. Katliamlarla Kürt toplumu susturuldu.” (Selahattin Erdem)
Nasıl ki 1071 yılında Malazgirt’te Alparslan’a Anadolu yolu açılmış ise ve nasıl ki 1514 yılında Yavuz Sultan Selime doğu yolu açılarak cihan imparatorluğunun yolu açılmışsa, bu kez silinmekle yüz yüze kalan tarihinin en zorlu süreçlerinden belirsizliğe yuvarlanmanın önünü tekrar Kürtler alıyorlar. Bu dayanışma ve ortaklık, TBMM’nin oluşumuna kadar gider. Meclis Kürt ve Türklerin meclisidir. 24 Temmuz 1923’te, yeni Türk Cumhuriyeti ile imzalanan bir antlaşmayla bugünkü üniter-ulusal devletin temelleri atılmıştır.
M. Kemal 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit'te, gazetecilerle yaptığı bir söyleşide (16 Ocak 1923) şunları söylemektedir:
“Kürt sorunu; bizim yani Türklerin çıkarına da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırlarımız içinde bulunan Kürt unsurlar, öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun durumdadırlar. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurların içine gire gire, öyle bir sınır çizmek istesek, Türklüğü ve Türkiye'yi mahvetmek gerekir... Söz gelişi, Erzurum'a kadar giden, Erzincan'a Sivas'a kadar giden, Harput'a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken, onları da (Kürtleri de) birlikte ifade etmek gerekir. İfade edilmedikleri zaman, bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Türklerin, hem de Kürtlerin yetkili vekillerinden (milletvekillerinden) oluşur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve geleceklerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz..." demektedir (Türk Tarihi Kurumu Arşivi, 1089 Numaralı Belge)
“Türk tarafının dağıtılma, bölünme fobisi ve özelde Musul-Kerkük'te İngilizlerin girişimleri dikkate değerdir. Kürtlerin saltanat ve hilafet yanlısı çıkışları ve cumhuriyetle çok sıcak yaklaşmamaları, devletin yereldeki otoriteleri daraltma girişimleri, dış kaynaklı tahriklerle desteklenince, birliktelik gerilemeye başlamıştır. Kürtlerde yeterince süreci sezecek ve ona uygun çözüm geliştirerek öncülüğün, liderliğin bulunmaması, Türklerde gelişkin olunan Türkist yaklaşımlarla birleşince, Türk ve Kürtlerin bağlarının kopmasına gidilmiştir. Giderek hilafetin kaldırılması, Kürt dilinin resmi dil olarak kabul edilmemesi, gelişecek isyanların kapısını sonuna kadar açmıştır.” (Kürt Halk Önderliği)
Fikret Artım
- Ayrıntılar
Kürtlerin kendi konjonktürel durumlarını çok iyi bilmeleri gerekir. Kürtlerle yaşabilme konusunda, köprüden geçene kadar ayıya dayı demeye benzeyen bir devlet politikası vardır. Bu Kürt-Türk ilişkilerinde oldukça belirgin olan bir durumdur. Devletin Kürt sorunu konusunda şöyle bir tecrübesi vardır. Sorunun dış hukuki boyutunu çeşitli tavizlerle çözerek, iç hukuku buna göre düzenleyen bir tecrübedir. Kürtlerin hukuk dışında bırakılması denilen şey bu anlama gelmektedir.
Sevr ve Lozan hatta daha öncesi birçok isyanda gözüken şey benzerdir. Lozan da geçtiği biçimiyle “Biz Türklerle birlikte yaşamak istiyoruz” denilen şey, hukuki bir argüman değildir. Lozan çıkmazı bittikten sonra TBMM’nin yapısı değiştirilerek yeni bir anayasa oluşturuldu. Yani Kürtler hukuk dışında bırakıldılar. Hukukun içinde olma ya da dışında kalma ikilemi Kürt -Türk ilişkilerinin önemli bir yanıdır. Lozan çok planlı gerçekleşti. Yani korktukları bir canlı ile köprü geçildikten sonra dayı hoşgörüsü geri alındı. Anayasaya böyle bir kavram (dayı) yerleştirilmedi. Zaten birçok Türk yazarının o dönemde yazdığı şey, hayvana bile yakıştırılmayan şeylerdir. Dışa da aynı şekilde yansıtıldı. İsyanların geri ve dinsel ideolojilere dayandığı yönündeki yalanlarına Lenin’i bile inandırdılar. Hâlbuki durum hiçte öyle değildi. Bütün isyanların içinde onlarca aydın vardır. Önderlik bir simge olarak ele alınır.
Kürt isyanlarında dini motif taşıyan Şeyh Said İsyanı aslında en fazla aydının içinde olduğu bir isyandır ve isyanın nedenini tekrardan gözden geçirmek, yorum farkını getirmek önem taşıyor. Hukuk dışında bırakılmaya karşı bir isyandır. Osmanlı ile hukuki bir ilişki içinde olan Kürtler cumhuriyet döneminde aynı statüye sahip olamadılar. Bu olunca doğal olarak buna isyan ettiler.
Bu ikilem hala sürüyor. Dolayısıyla anayasa değişikliği ve yeni bir anayasa Kürtler için bu anlamda çok önemlidir. 1923’leri yaşıyoruz derken, kastedilen şey bunlardır; bu ikilemdir. Kürtler, Şeyh Said dönemin siyasi konjonktürünü aşarlarsa bu süreçten başarıyla çıkarlar. Reber APO, “isyanlara erken doğum yaptırıldığını” söylemektedir. Aynı tehlikenin günümüzde de var olduğunu belirtmektedir. Yani erken doğum yaptırıp bastırma tehlikesi hala da vardır.
Şeyh Said İsyanı zamanında, isyan gerçekleşirken birçok aydın tutuklanır. Adeta isyan akılsız bırakılır. Dolayısıyla hepimizin bundan çıkartması gereken çok sonuç vardır. Peki, Kürtler şeyh Said zamanındaki Kürtler midir? Sorusuna verilecek cevap Kürtlerin çalışma temposu, siyasi yetenek ve güçlü savunma nitelikleri belirleyecektir. İmkânları değerlendirme, değerlendirmeme konusu her zaman aynıdır. Bir Kürt isyanı olan Şeyh Said İsyanı, örgütlü olsa Cumhuriyetin kaderini değiştirebilirdi. Kürtlerin böyle bir rezervi söz konusudur. Ama kullanılan miktar bunun çeyreği olmamıştır. Kürtler hep bu durumda olup, devletin burnu dibinde uyuyan ya da uyutulan bir dev gibi kalıp durmuştur. Zaten arada bir “PKK bütün Kürtleri temsil etmiyor” derken, kastedilen şey bu genel rezervdir.
Peki, Kürtler kendi kendilerini nasıl işletecekler? Bu rezervi nasıl ürüne dönüştürecekler? Soruları önem kazanıyor. Her şeyden önce bu soruya verilecek cevap, Kürtler artık eskisi gibi yaşamamalıdır. Kürtler, politik kimliğini devlete yıllarca göstermeye çalıştılar. Sıra bunun içini doldurmaya gelmiştir. Bu politik kimlik devletin politikalarından kaynaklı çok kapsamlı bir hale gelmiştir. Yani, eskiden olduğu biçimiyle kısmi yurtseverlik görevleri yeterli olmamaktadır. Her Kürt, Kürtlerin meşru savunmasından sorumludur. Her Kürt, Kürtlerin politik örgütlenmesinden sorumludur. Her Kürt, Kürtlerin ekonomik finansmanından sorumludur. Peki, bu sorumluluklar nelerdir? Ve kim hangi sorumluluğu göğüsleyebilir? Sorusuna gelince, bu durumlar kişisel davranış niyet ve istemleri aşmıştır. Çünkü Kürtler artık politik bir güçtür. Devletin idari biçimi dışında olan Kürt politik kimliği, kendi özgünlüğünde kendi politik ihtiyacını karşılayacak bir örgütlemenin iskeletini sağlamış durumdalar. Bunun ete kemiğe bürünmesi atılacak adımlarla belli olacaktır. Bu durumda gelişebilecek saldırılar karşısında, HPG kilit bir konumda olacaktır. Yani savunma durumu ön plana çıkacaktır.
HPG bütün Kürtlerin savunma gücüdür. Bir politik kuruma bağlı bir savunma biçimi değildir. Yani halkındır. Dolayısıyla büyütülmesi, güçlendirilmesi Kürt halkının işidir. Politik kurum ya da PKK diyelim bunun yürütme ve komuta ihtiyacını karşılar. Dolayısıyla katılım sayısını belirleyecek olan Kürt halkıdır. HPG güçlendirilmek zorundadır. Sayı yüz bini gerekiyorsa buna karar verecek olan halktır. Bir şehide karşılık yüz katılım kararını Kürt halkı vermelidir. Okul, iş yeri, hata evlerde bile bu tartışma yapılmalı, düşünülmelidir. HPG bu sayısıyla bile orduya paçavraya çevirdiğini söyleyen biz değiliz. HPG kahramanca direniyor, çağımızın yüksek teknolojik savaş gücüne karşı başarılı eylemler yapabiliyor. Bir ilktir ve halklar için ilham kaynağıdır. Kürtlerin özgürlük ve direniş tarihlerinin günümüze uyarlanmış bir modelidir. O halde daha da büyütmeliyiz.
Bu çağrı her Kürt gencinedir. Adeta her Kürt gencinin geçmesi gereken bir sınav, geçmesi gereken bir sorumluluktur HPG. Hukuk dışında kalmaya karşı en doğru yaklaşım nerede bir Kürt varsa kendisini bağlayabileceği siyasi bir irade bulmalı ya da kendilerini örgütlemelidir. Bunun dışında kalmak ezilmeyi getirecektir. Bu ilk adım iken diğer adımlar savunma biçimi olmaktadır. Bu da ifade etmeye çalıştığımız HPG oluyor. Hukuk dışında kalmaya karşı kendini savunma hukukunu sonuna kadar geliştirmek zorundayız. Kürtlerin savunma hukukunun kimliği de HPG’dir. Bütün Kürt gençlerini savunma hukukunu öğrenmeye çağırıyoruz. Geçmiş ve bu günkü siyasi konjonktürden çıkarılacak en iyi sonuç, bu olmaktadır!
Numan Amed
- Ayrıntılar
Apocu Hareket tarihin akışkanlığı gibi akışkan bir harekettir. Apocu Hareket demek en zorlu koşullarda çıplak bir yürek ve irade gücünden başka hiçbir şeyi olmayan, yine düşmanla birebir yüzleşildiği ortamda halkın, devrimin ve partinin çıkarlarını korkusuzca ve kahramanca savunmak demektir. Muazzam güç dengesizliği içerisinde eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir irade ile halkın, devrimin, partinin kimliğini çıkarlarını ve çizgisini savunmak en zor olanı olduğu gibi Apocu kahramanlığında özüdür. Kahramanlıkta korkaklıkta zor anlarda belli olur. Zor anlarda, darlıklarda, imkânsızlıklarda, kanıtlanmayan olağanüstülük ve kahramanlık, kahramanlık değildir.
PKK’li tutsaklar–özelde Mazlum, Hayri, Kemal ve önde gelen kimi kadrosu-zorlu süreçte asıl rolün ve devrim bayrağının dalgalandırılmasının zindanlara düştüğünün bilincindedirler.
Mazlum arkadaş “geri çekilme doğrudur, acele edilmesin, iki yıl sağlam bir hazırlıktan sonra fazla geç kalınmadan, bir kez daha ülkeye dönülsün” ve “o zamana kadar biz bu bayrağı devralacağız, o boşluğu dolduracağız, dışarıdaki devrimi biz zindanlarda sürdüreceğiz” diyerek bu sorumluluğu bizzat üzerine almıştır. Hayri arkadaş o süreçte tarihteki tüm Kürt direnişlerinin geride hiçbir yazılı belge bırakmadan bastırıldığını dolayısıyla tarihe mal olmuş miraslara dönüşemediğini-her ne pahasına olursa olsun-savunma yapmaları gerektiğini belirtecektir. Bu sözler düşmanın siyasi savunma yaptırtmayacağını gördükten sonra yapılan bir belirlemedir.
Bu ilkesel yaklaşım PKK’li tutsaklarının tarihte eşine ender rastlanılacak olan bir direnişi sergilemelerine götürecektir. Deri ve kemikten ibaret olan, dört duvar arasında dünyada ve yoldaşlarından kopuk olanla bu iradeyi ve azmi–ki azmin ve iradenin yırtamayacağı hiçbir şey yoktur-gerçeğiyle canlarını ortaya büyük insanlık onuru olan PKK için ortaya koymuşlardır.
Zindana girildiğinde çok tecrübe yoktur. Bir insanın kaç gün susuz kalacağı, açlık grevine ne kadar dayanacağı bilinmiyor. İlk deneme sekiz gün, ikinci deneme on beş gün olmuştur. Önceleri su içilmezken giderek öne çıkacak olan eylemin siyasal mesajıdır. O zaman su ve sigara da alınır. Okunan bazı kitaplar dışında gördükleri hiçbir deney yoktur. İlk büyük ölüm orucu 43 gün sürecektir. Ve giderek çelikleşen bir irade şekillenecektir. Kürdistan’da onlarca gün aç kalmak ve bunu halk için ülke için katlanmak yeni bir kültürdür.
Çünkü geçmiş isyanlarda teslimiyet ya da ölüm hep önde olmuştur. Ancak bu kez zindan da direniş destanları yaratılmaktadır. Düşman alabildiğine her yöntemi devreye koyarak teslim almaya çalışırken, iç ihaneti ve vahşi şiddetle eksiltmeyecektir. Nitekim bunun sonucunda 1981’lerin sonunda hep kırılmalar yaşanacaktır. Tek tek çift çift teslim olmuşların koğuşları dolacaktır. Öncü militanlar tek bir elin parmak sayısı kadar kalırlar ya da kalmazlar. Teslimiyet, korku bir virüstür, bulaştı mı tüm bünyeyi sarar. Bunun üzerine Kemal Pir ve Hayri arkadaşlar teslimiyetin ihanete dönüşmemesi için ve direnişi yeniden örgütlemek için teslim olanların koğuşlarına giderler. Ferhat Kurtay “Herhalde ben işkenceden, ölümden korkmuyorum. Apocu'luğa ihaneti de düşünmüyorum. Arkadaşların da öyle düşünmesini istemiyorum. Ama biz bu direnişi kaybettik, bütün arkadaşlarımız koğuşlarda kaldı ve koğuşlar düşmanın ajanlaştırma faaliyetleri için açık alanlar haline gelmiştir. Biz yapabilirsek onun önüne geçmeye çalışacağız” der.
İlk direniş kırıldıktan sonra her gün ve her saat yeni kurallar dayatılır. İşkencenin düzeyi giderek artırılır. İtirafçılık alabildiğine hızlandırılır.
Direnişten önce veya direniş sürecinde nispeten normal olan koğuşlardaki yaşam koşulları direnişin bitimiyle birlikte düşman cehenneme dönüştürür. Köpek gibi hırlatma, eşek gibi anırtma, kuzu gibi meletme, lağım çukuruna sokup çıkardıktan sonra birbirine yalatma, copla tecavüz, bir hücreye 56 insanı yerleştirme, birkaç kişilik yere kışın ortasında elbiseleri çıkartarak her gün su dökme, pencereleri açık bırakma, tazyikli su, mahkeme gidiş gelişlerde kelepçeleme, arabada zincirleme ve tüm yol boyunca coplama, sıcak yemekleri tutsakların üzerine dökme gibi insanlık dışı muameleler eksilmediği halde önder kadroları savunmalarını yazarlarken; “Bakın önderleriniz itiraflarını yazıyor” gibi birçok onur zedeleyici, insanlık dışı tutum ve davranış Diyarbakır zindanının günlük yaşamı olacaktır. “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” sloganı böyle karanlık, karabasan gibi çöken kâbuslu günlerin şiarı olacaktır. Onlarca insan-yurtsever ve militan dayanamayarak intihar girişiminde bulunmaktadır. Ölüme bile geçit verilmemektedir. Ölüm adeta tek kurtuluş yolu olarak kalmaktadır. Ancak buna da müsaade edilmeyecektir.
1982 yılının 21 Martına gelindiğinde ya bu baş aşağı gidişe dur denilecektir, ya da bir avuç Apocu militan sonuna kadar direnerek ihanet etmeden imha olacaklardır. Mazlum arkadaş yan koğuştaki bir arkadaşa (Karasu) bugünün Newroz günü olduğunu ve Newroz'u nasıl kutlayacağını sorduktan sonra kendisinin üç kibrit çöpüyle Newroz'u kutlayacağını belirtir. Mazlum arkadaşın eylemi baskıların arttığı, teslimiyetin geliştiği bir dönemde gerçekleşecektir. Mazlum arkadaş kravatların toplandığı gün mahkemede olduğu için kravatını düşmandan saklayabilecektir.
4. katta kalıyor, 4. kat meyillidir. Kravatla bir ilmik yapar, kravatını su vanasına takar. Daha sonra ilmiği boynuna geçirir ve ayaklarını kaydırır. Başka da bir direnişi ortaya koymanın imkânı bu şartlarda yoktur. Ölümü düşmanın elinde koz olarak almak, bunu Kürt ve Ortadoğu’nun kardeşlik, birlik, direniş geleneğinin günü olan Newroz'da üç kibrit çöpüyle alevleyerek kutlamak ölüm perdesini yırtmaktır. Ölüm ruhunun kol gezdiği günlerde ölümü pençesine alarak hiçleştirmek, ölümün üstüne üstüne yürümek adeta “git ölüm kahpe ölüm” demek bir direniş destanıdır. Apocu ruhun teslim alınamayışının öyküsüdür bu. Yıllar sonra Avrupa’da eser Altınok “PKK virüsü içime girdi, beni sarıyor” demesi işte bu ruhtur.
33. koğuşta bulunan Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyak ve Mahmut Zengin arkadaşlar Mazlum arkadaşın eyleminden sonra büyük bayraklar yapmak için yağlı boya, tiner, fırça vb. malzemeler alırlar. 17 Mayısı 18 Mayısa bağlayan gece dört arkadaş nöbet listesini kendi eylem planına göre hazırlarlar. Koğuşlarda nöbet tutmak askeri bir kuraldır o zaman. Her tutuklu bir gerilla, her koğuşta bir gerilla birimi olduğundan nöbetin tutulması şarttır.
18 Mayıs sabahı 4 arkadaş tüm yağlı boyaları üstlerine dökerek kibriti çakarlar. Arkalarından eylemlerinin nedenlerini, içeriğini ve anlamını izah eden geniş bir mektup bırakırlar. Eylem sırasında tutsaklar panikle uyanarak olay yerine koşarlar. Karşılarında dört militan ateş içinde ellerini birbirlerinin omzuna koymuş “Yaşasın PKK, kahrolsun sömürgecilik” sloganını haykırmaktadırlar. Panik havasıyla ateşi söndürmek isteyen arkadaşlara “yapmayın yoldaşlar, ateşi söndürmeyin, ateşi gürleştirin” karşılığını vererek sonra da şahadete ulaşırlar. Bu çakılan üç kibrit çöpünün yankısıdır. Direniş bireyleri gizliden sarmıştır, Mazlum arkadaşın eylemi; militanlar içinde birikmiş olan öfke, dolu kin, dolu hırsın kibritlerle çakılmasıdır.
Tarihi büyük ölüm orucu eylemi tüm bu yaşanılanlardan sonra gelişir. Bir gün mahkemeye götürüldükleri sırada Hayri Durmuş yoldaş söz alarak ölüm orucu eylemlerini duyurur. Uzun bir konuşma yapmayacağını belirten Hayri arkadaş aldığı kararı şöyle açıklar: “Biz insanca yaşam koşulları ve düşüncelerimizi savunma olanağı istedik. Fakat siz bunların hiçbirini kabul etmediniz ve insanlık dışı işkencelerinize devam ettiniz. Bu yüzden hiçbir talep ileri sürmüyorum. Bugünden sonra da ölüm orucu eylemine başlıyorum” diyecektir. Bu kesin bir karardır.
Hayri arkadaştan hemen sonra söz alan Ali Çiçek arkadaş “PKK bize teslimiyeti değil direnişi öğretti. Şu anda içinde bulunduğumuz konumla hem teslimiyet hem de ihanet içerisindeyiz. Benim PKK’de öğrendiğim bu değildir. Bunun için direniş yolunu seçiyor ve ölüm orucuna giriyorum” Ali Çiçek arkadaşlar arasında en genç olandır. Polise ifade vermeden tek kelime konuşmadan zindana gelen arkadaşlardandır.
Ondan sonra Kemal Pir söz alır. “Bende Hayri ve Ali Çiçek arkadaşların söylediklerine katılıyor, onların söylediklerinin altına imzamı atıyorum. Yaşamdan bıktığımız ve yaşam gücünü gösteremediğimiz için ölümü seçtiğimiz sanılmasın. Biz yaşamı çok seviyoruz. Yaşamı uğruna ölebilecek kadar seviyoruz” der.
Peşinde Akif Yılmaz ile Karasu arkadaşlar ölüm orucuna katılacaklarını söylerler. Sonrada ölüm orucuna katılım sayısı artacak direnişin tohumları yeşerecektir.
Mahkemede koğuşlara giderken Mehmet Hayri durmuşun “Başardık başardık başardık” diye sarf ettiği sözler şimdiden başarılmış bir eylemin haykırışı olmaktadır. “Kürdistan Vietnamlaşıyor çığlıkları duyuyor musunuz” sözleri mücadeleye olan inanç ve bağlılığın ta kendisidir.
Zindanda direniş tohumları filizlenirken “Teslimiyet ihanete direniş zafere götürür” sloganı Destanlaşır. Direniş ve kahramanlık şaha kalkarken ihanet durmayacaktır. Şahin Dönmez ve şürekâsı harıl harıl çalışacak, işkence yapmaktan tutalım, itirafçılık için insan ikna etmeye kadar. Kürt "teşisi" dönüyor, Kürt dokusu yine devrededir. Ancak bu kez galebe çalan direniş ve kahramanlık oluyor.
Kemal Pir 7 Eylülde, Mehmet Hayri Durmuş 12 Eylülde, 15 Eylülde Akif Yılmaz, 17 Eylülde Ali Çiçekler şahadetleriyle militanlar yeni bir dönem başlatacaklardır. Eylemi sürdüren başka PKK tutsakları da vardır. Onlar düşman yazılı savunma olanakları sağlama, işkenceyi durdurma, itirafçılaştırmak için kimseyi zorlamama gibi sözleri düşman verdikten sonra ölüm orucu eylemini sonlandırırlar. PKK tutsakları böylece ilk kez tarihi ters yüz ederek düşmanı dize getirirler. Kürt halkı onun dostları ve ilerici insanlık bundan böyle PKK’yi biraz da zindanlardaki direnişiyle tanıyacak ve anacaktır. Dört duvar arasında bir deri bir kemik kalan militanlar bu iradeyi gösterdikten sonra gerillayla buluşmuş militanlar neler yapmazlardı ki.
İhanet tohumunun tarihsel toplumsal dokusu vardır. Toplumsal bir organizmaya benzetilecekse ve bu her geçen gün bilimsel bir olgu olarak karşımıza çıkıyorsa, toplumun genlere sahip olduğunu da kabul etmek gerekecektir. Kürt toplumsal dokusunun örülüşünde ihanet ya da ihanet eden nüveler vardır. Jeo stratejik konum, işgal ve istilalar, göçebelik, meraya duyulan ihtiyaç. Sonuçta kendine güvensiz, dışa endeksli ve güdümlü kişilik yapılanmasını yaratmıştır. Bu öyle bir dokudur ki tarih ilerledikçe daha derinleşecek ve kanıksanır bir hal alacaktır. Yoksa dün keskin dava adamı görüntüsü veren kişilik bugün nasıl aynı kaynağa saldırır pozisyona geçer ki?
İhanetin objektif olarak sübjektifleşerek bireye nüfus etmesidir. Tasfiyecilik çok tasfiyeci olunmak istendiği için olunmuyor, tasfiyecilik o bakımdan bir tercih sorununu ötesinde bir eğilim bir karakter işidir.
Ara sınıfta gelen bir karaktere sahip kişilik ara sınıf özelliklerini taşıyacaktır. Gelgitlidir, üste öykünse de buna ulaşamaz. Onun için tepki tutar, alta daha fazla düşmekten korktuğu için ona çok eğilimli olmaz. İki uç arasında sıkışıp kalan ara sınıf kişiliği bu özellikleriyle hastalıklıdır. Buna bir de çok çarpıklaştırıcı sömürgeci karakter de eklenince adeta çözümsüz bir vaka ortaya çıkmaktadır.
“Şahin Dönmez tipik bir örnektir. Bu dönemin “gözde militanı” Şahin Dönmezdir. Yardımcılığıma oynuyordu. Fakat içte yoldaşına karşı ilk vahşi cinayeti (Pazarcıklı Muhtarın kızı Ayşe) o işlemişti. Kendini bu tür inisiyatiflerle güçlü gösterme istemi ağır basıyordu. Kompleksli olması aile yapısından kaynaklanıyordu. Önderliksel doğuşun bir zaaflı tarafıydı. Polis sorgusunda hemen çözülüşü erken Ortadoğu seferine yönelmeme yol açtı. Çözülmeseydi tarihin seyri bambaşka olurdu. Ayrıca onur savaşını veren yoldaşlarına yüklenip ölüm oruçlarına zorlamasaydı 15 Ağustos sürecine mevcut biçimiyle gelmeyebilirdi. Kürtler de zor koşullarda kolay saf değiştiren tipi temsil eder. Rahat ve ikbal günlerinde ise bunlar en öndeki gibi gözükmeyi tercih ederler.” (AHİM)
Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit, Hıdır Akbalık, Ali Gündüz gibi kişilikler Kürt toplumunda yaygındır. Bu kişilikler ortamın şartları ağırlaştıkça belirgin olarak ortaya çıkarlar. O dönemlerde zindan da bulunan Kani Yılmaz bir ara yoldaşlara işkence yapan konumdadır. Direniş geliştikçe mücadele bayrağı yükseldikçe tekrar Apocuların içine girecektir. Önemli olan zorlu şartlarda militan tavrı takınmadır. Yoksa rahat ortamlarda keskin olmak en önde görünmek rahattır. Nitekim 14 Temmuz eyleminin görkemli ve kararlı sonuçlanmasıyla düşman dize getirilir. PKK safları tekrar bilenir. Teslimiyet ihanete götürmeden tekrar devrim davasına onlarca yüzlerce militan kazanılır. Kürt toplum dokusunun bu karakterinden dolayı zaaf gösterenlere çok tepki göstermeden eğitim ve ikna ve ilgilenme yöntemleriyle halka hizmet eder hale getirmek birincil çalışma olmuştur.
14 Temmuz büyük ölüm orucu bir nevi kahramanlık için şafak atma iken ihanet için yarasaların kaçışını ifade eder. Berraklaşan direniş ortamı ve ruhuyla ihanetçi kukla piyon kişilikler deşifre edilerek etkisizleştirilirken binlerce militan ve yurtsever devrim çizgisine çekilerek ihanete batmalarının önü alınmıştır. Önceleri çok açık Yıldırım Merkit vb. gibi ihanet edenler bundan sonra Şener gibi daha gerilere gizliliğe çekilerek ihanetleri yapacaklardır. Bu önemlidir. Önceleri kol gezen ihanet geriletilerek Yunan mitolojisinde Hades diye tabir edilen yeraltı dünyasına çekilecektir. Bununla sınırlı değildir direnişin yarattığı sonuçlar. Deri kemik kalıpta tarihin altın sayfalarına altın harflerle geçenlerin önünde işgalci sömürgeci kolluk güçleri de selama geçeceklerdir. İlk kez Kürdistan tarihinde ihanetin önü alınacak ve ihanet dokusu PKK militanlar şahsında yenilgiye uğratılacaktır.
Şairin söylediği gibi; PKK’nin direnişi ve direniş geleneği, “İhanetin Göğsüne Hançer Gibi Saplandı.” Artık ihanet alenen olmayacaktır. Artık işbirlikçilik alenen olmayacaktır. Olsa da bir gizi perdesi kalmamıştır. 14 Temmuz büyük ölüm orucu direnişi, namussuzluk yapacaklara namussuzluğu dahi beceremeyecek düzeyde ar perdelerini indirmiştir. Ya insanlığın saffında yerine alacak ya da arsız olup ihanetinin bedelini ödeyecektir. Birde bu yönüyle bakılacak olursa Kürdistan tarihinde ilk kez ihanet, işbirlikçilik ve hainlik hak ettikleri yerleri almıştır. Yani, tarihin hurda vatlık çöplüğünü…
Teslimiyet ihanete, direniş ise ezilen, mazlum Kürt halkını zafere taşıyacaktır.
Not: bu yazı Kürdistan Tarihinde İhanetin Doku Şifreleri kitabında alınmıştır.
K.Nurhak
- Ayrıntılar
Evet, Şeyh Said’in torunları bugün Şeyh Saidleri ve cümle cemaat bu halk için emek sarfetmiş, kan akıtmış, çabalamış ne kadar direnişçi varsa hepsini hak ettikleri yere koyuyor. Onure ediyor. Unutulan o tüm kutsal değerleri yeniden tarihin sahnesine çıkarıyor. Ve öyle ki faşist devleti yaptıklarıyla her gün yüz yüze getiriyor. Ve daha da getireceğine dahil söz veriyor.
Şeyh Said’i ve arkadaşlarını Onure etmek biraz da onların yaşadıklarını yeniden yaşamamaktan geçiyor. Onları anarken cümle iblislerin onların başlarına getirdiklerini yaşamamaktan geçiyor.
85 yıl ya da 90 yıl önce ne olup bitmişti?
Osmanlı birinci dünya savaşına Almanlarla birlikte girmiştir. Kaybettiklerini Almanların eliyle ya da onların savaşta elde edecekleri başarırlarla yeniden ele geçirmenin planını yapmışlardı. Dimyat’a giderken evindeki bulgurdan olma deyimi Osmanlının başına gelecekti. Osmanlı, Almanların birinci dünya savaşını kaybetmeleriyle birlikte tarih sahnesinde silinecektir. Entante diye bilinen itilaf güçleri Osmanlı topraklarını işgal edecek, Osmanlı sömürge konumuna getirilecekti. Uzatmadan, bu işgale karşı Türkiye halkları direnişe geçecek ve görkemli bir direnişle bugün Türkiye diye bilinen yapı oluşturulacaktı. Kürtlerde Türkler gibi kurucu üyeler olarak bu yeni oluşumda yerlerini alacaktı, ancak Türkiye’yi daha önce işgal eden güçler Misak i Milli diye bilinen sınırlara göz koymuşlardı. Musul ve Kerkük’te petrol yatakları bulunmuştu. Yine Suriye’nin bir kısmını elerinde bulundurmak istiyorlardı.
Hikâye uzun, petrol yataklarını Türkiye’den koparmak için Sevr’de yapılan toplantıda Türkiye’nin adeta paramparça edilişi gündeme getirilir. Türkiye’nin bir kısmı Yunanlara, bir kısmı Fransızlara, bir kısmı Ermenilere, bir kısmı İngilizlere ve Kürtlere önceleri otonomi, daha sonra ise isterlerse bağımsızlık verilecekti. İtalyanları, Rusları da bu planların içine dahil ettiler.
Sonuç; Türkiye bölünmeyle karşı karşıyadır. Sözde Sevr bazı halklara haklar verecekti. Hâlbuki biz biliyoruz ki, bu şekliyle kurulacak Türkiye, sadece ve sadece kan revan içinde olacaktı. Kan revan, yani sürekli çatışma, sadece gücü fazla olanların yani emperyalistlerin işine yarayacaktır. Bir Irak’a bakın 90 yıl sonra bile halen kan durulamıyor. İstikrarsızlık üzerine kurulu bir yapılanmanın yaratacağı da durum, sadece ve sadece istikrarsızlıktır, ama bugün daha iyi anlıyoruz ki, bu bile Kürtlere ve Ermenilere çok görülmüş. Yapılan sadece bir blöftü. Meğer yapılan sadece bir B planıymış. Asıl plan Türklere ölümü göstererek sıtmaya razı etmekmiş. Bugünlerde Türklerin Kürtlere yaptıkları gibi. Musul ve Kerkük’e karşı Ermeni ve Kürtler için düşünülenlerden vazgeçmek. Ya da tersinden söyleyecek olursak; Musul Kerkük alınacak Sevr’de tarihe karışacak.
İngilizler, sadece iş olsun diye böyle işin içine girmiyorlar. Somut, pratik adımlar atıyorlar. Bunlar emperyalist işlerini tesadüflere bırakmazlar. Bir de bunlar, emperyalistler tek at üzerinden koşuya girmezler. Bunlar, her zaman birkaç at, birkaç jokey ve birkaç planla çalışırlar.
İlk planları güney Kürtlerini yanlarına alarak Türkiye’de yaşayan Kürtlerle birlikte Türkiye devletine karşı çıkarmaktır. Bunun için Şeyh Mahmud Berzenci’yi önce Süleymaniye kralı yaparlar, ancak Şeyh İngilizlerin oyunlarına gelmez, oyunları kabul etmez. Bunun üzerine İngilizler Kürtleri bombalamaya başlarlar. Hatta uçaklarla vururlar. Şeyh’i esir alarak Hindistan’a sürerler. Nafile! Kürtler, İngilizlerin siyasetlerine gelmezler. Kürtler, Türklerle birlikte Cumhuriyetin asli kurucu üyeleri olarak yer almak isterler. İngilizler planlarından vazgeçmezler. Şeyh Mahmut Berzenci’yi Hindistan’dan geri getirerek yeniden Süleymaniye kralı yaparlar. Kendilerince kulaklarını sıkarak, ancak Şeyh, bu oyuna yine gelmez. Şeyh, Türkiye devletinin yanında yer alır. Yani Misak i Milli sınırlarını savunur. Şeyh, bu oyunlara gelmediği için Kürdistan yeniden bombalanır ve Şeyh yeniden esir alınır. Bu kez Basra’ya sürülür.
Devam edelim. İngilizler dediğimiz gibi tek at üzerinden siyaset yapmazlar. Bir yandan Şeyh Berzenci’yi kendi yanlarına alarak Türkiye’ye karşı çıkarmak isterlerken, diğer yandan ise kuzeyde Azadi örgütüyle ilişki kurmak için uğraşırlar. Bir Şeyh Abdulkadir’le ilişki kurarlar. O ise, bu ilişkiyi Şeyh Said’e bildirir. Bu arada Türkler Kürtleri giderek daraltmaktadırlar. Kürtlere vaat edilenler yerine getirilmemiştir. Hatta bir Koçgiri isyanı kanla bastırılmıştır. Her ne kadar daha sonraları tatlıya bağlansa da, olup biteni herkes görmüştür. Daha önemli olan dediğimiz gibi Kürtlerin giderek dıştalanmalarıdır. Bir taraftan bu durum, diğer taraftan İngilizlerin vaatleri, bir diğer yandan Türkiye cumhuriyetin zorlanmaları ve tabii buna Hilafetin kaldırılması gibi birçok çevreyi etkileyen durumlarda etkilenince Kürtler daha fazla aktifleşeceklerdir.
İngilizler Kürtleri tahrik ederek yardım edeceklerini söyleyeceklerdi, ardından da Türklere "bakın Musul ve Kerkük bize bırakılmazsa bırakın Sevr’i bir Kürt devleti kurulacak ve genç Türkiye parçalanacaktır" diyeceklerdi. Yani Önderliğimizin dediği gibi "Tavşana kaç, tazı’ya tut" denilecektir. "Kürtlere ayaklan denilecek Türklere ise vur" diyeceklerdir. Tabii Musul ve Kerkük verilmiş ise.
Biz tarihi irdelediğimizde Lozan Konferansı öncesi aslında Musul ve Kerkük verilmiş, İngilizler Kürtleri satmıştı. Lozan konferansı esasta Kürtlerin öncesinden pazarlandıklarının ve inkâr edildiklerinin resmiyete dökülmüş belgesidir. Başka da bir şey değildir. "Şu şöyle söyledi, bu böyle söyledi" hepsi hikâyedir. Lafı güzaftır. Kürdistan’ın inkârında sadece teferruattır. Ayrıntıdır. Asıl olan Kürtlerin uluslararası sistem tarafından resmen inkâr edilmeleridir. O çok bilinen demokrat Amerikan Wilson’da bu inkârın içerisindedir.
İşte Şeyh Said ve yoldaşları bu kadar kapsamlı yürütülen bir uluslararası komployu göremeyeceklerdi. Hatta bu İngilizlerden medet umacaklardı. Kürtlerin ayaklanmaya hazırlandıklarını TC devletine bizatihi aktaranlar İngilizlerdir. Aynen 45 yıl öncesinden Şeyh Übeydullah Narinimizi ihbar ettikleri gibi, bu kez Şeyh Said’imizi, Cibranlı Xalitimizi ve tabii Yusuf Ziya paşamızı…
Emperyalistler ve onlara boyun eğen Türkler, Kürtleri zayıf pozisyonda yakalamak, erken doğum yaptırtmak için Şeyh’in bulunduğu köye gelerek, bazı kişileri esir almak istemeleri sadece ve sadece bir provokasyon iken, erken doğuma tahrik iken, hazır değilken isyanı patlatmak olduğu politikasını göremeyen Şeyh Said direnişi, hazırlıksız bir şekilde bilinçlice İngilizlerin ihbarı sonucu başlayacaktır. Direnişçiler hazırlıklı değildirler. Liderleri olan Cibranlı Xalit tutuklanmıştır. Azadi örgütü bir nevi başsız bırakılmıştır. Örgütlemeyi koordine edecek beyin alınmıştır. Örgüt koordinesiz kalmıştır. Sonuç kendi kendine gelişen bir isyan ya da direniş. Sonuç, tümden kendisini hazırlamış işgalci bir Türk ordusu ve devleti. Sonuç ayağa kalkanların katledilmesi ve direniş liderlerinin idam edilmesi.
Evet, bir yandan muazzam bir yürek ve yurtseverlik diğer yandan da müthiş bir yenilgi ve ardından da Kürdistan’ın derinlikli olarak işgal edilmesi ve soykırımlar…
Biz Şeyh Said’in torunları olarak olup biteni biliyoruz. Ve Şeyh Said’e pir u kalımızın “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup bırakmasınlar“ sözlerine Kürdistan özgürlük gerillaları olarak bağlı yaşayacağımıza ve Kürdistan gençlerinin de bu sözlere bağlı kalarak dağlara akacaklarına, size ve işgalcilerce idam sehpalarında sallandırılan tüm direnişçilere layık olacağımıza ve olacaklara söz veriyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sert bir mücadele sürecine girmiş bulunuyoruz ve bu varlığı koruma özgürlüğünü kazanma süreci öyle görülüyor ki daha da sertleşecektir.
Gerillalar olarak kendi cephemizden kardeşlik, barış ortamının sağlanması için yapılması ve gösterilmesi gereken ne kadar özveri varsa, hepsini göstermiş bulunuyoruz. Dünyanın hiçbir direniş hareketinin göstermediği tek taraflı ateşkesten tutalım da barış elçilerini gönderene kadar her şey, ama her şeyi bir iyi niyet göstergesi olarak yaptık, ancak devlet ve onun iktidar gücü olan AKP, bu iyi niyet yaklaşımlarımızı suistimal ederek komple Kürt halkına, onun legal ve seçilmiş legal güçlerine, körpecik çocuklarına ve gerillasına karşı saldırılar üzerine saldırılar başlatmış ve binlerce legal siyasetçiyi ve çocuğu zindanlara doldururken kendi elimizle, silahsız gönderdiğimiz barış elçilerimizi tutuklamış ve ardından da hava saldırılarıyla gerillamıza yönelmiştir.
Özcesi halkımıza ve gerillasına karşı komple bir imha saldırısı yöneltilmiş bulunuyor. Bu faşizan uygulamalarını yaparken de ihanetçi işbirlikçi bir sürü öğeyi de devreye koymuş bulunuyorlar. Yine gazeteci kimliği adına olmadık faşizan ağızlarla, halkımıza ve gerillasına hakaretler yağdırıyorlar. Bir sürü sözde siyaset bilimcisi, özel savaş uzmanını da piyasaya sürerek, Kürt halkının ve onun gerillasının nasıl tasfiye edileceğinin akılmendliğini yapıyorlar. Yine kendini bilmez, birçok geçmişi karanlık sözde kalemşor ise önderliğimize dönük akıl almaz saldırılarda bulunuyor.
Evet, süreç sertleşiyor. Öyle görülüyor ki daha da sertleşecektir. Bu durumda böylesine kritik bir süreçte Kürt gençleri ve demokratik gençlik çevreleri ne yapacaklardır? Olup bitene bakacaklar mıdırlar? Yoksa harekete mi geçeceklerdir?
Olmak ya da olmamak dedikleri temel kritik soru budur. Biz diyoruz ki, gençlik harekete geçmelidir! Ve biz diyoruz ki, şimdi tam da gençlik zamanıdır! Ve biz diyoruz ki şimdi tam da eylem zamanıdır!
Öncelikli olarak halka, gençlere yönelen polislere yönelme zamanıdır!
Ekonomik katkılarıyla faşist rejimi ayakta tutanlara ve onların malvarlıklarına yönelmenin zamanıdır!
İhanetçi işbirlikçi Kürdü sırtından vuran hainlere vurma zamanıdır!
İhanetlerini dilinde ötesine taşıyan, iktidarın ve devletin akıl hocalığını yapan kendi halkını satanlara yönelmenin zamanıdır!
Sözde turist olarak gelen ve milyarlarca para bırakarak Kürt halkının ve onun gerillasının başına bomba olarak geri dönen bu silahları finanse eden merkezlere yönelmenin tam zamanıdır!
Bu faşist devletin inkârcı ve imhacı sistemini ısrarla sürdüren bunda direten bürokratlarına, mal varlıklarına yönelmenin de zamanıdır!
Evet, gün topyekûn faşist kurum kuruluşlara onlara yamanan ihanetçi işbirlikçilerine ve ajanlarına yönelme zamanıdır!
Elbette bunları yaparken de hedef olması gerekenlerin dışında hiç kimseye ama hiç kimseye zarar gelmemesine dikkat edilmesinin de gerekiyor. Var oluşu savunma zamanı bizim varlığımıza yönelmeyenleri itinayla korumanın da zamanıdır.
Faşist devlet soykırım kararını almıştır. Bu soykırım kararına karşı bizlerin direnme ve kendi varlığını koruyarak özgürlüğümüzü kazanma zamanıdır.
Biz gerilla olarak elimizde geleni daha da ileriye taşıyacağız! Eksiklerimizi gidermek için korkunç çaba harcayacağız! Ve neler yapacağımızı giderek herkes daha iyi görecektir!
Gerilla ile gençlik, ilk kez bu yönlü ruhsal olarak birliğini ve beraberliğini yakalayacaktır. Bu ruh birliği temelinde her Kürt ve demokratik gençlik çalışanını özgürlük mücadelesinin bir neferi olarak görüyor ve öyle de yaklaşıyoruz.
Gençlerin vurma zamanı derken de gerillayla birlikte, ancak gerilla dağlarda, gençlik ise şehirlerde, hem de Türkiye şehirlerinde aynı ruhla, aynı dinamizmle, aynı amaçla ortaklaşarak vurma zamanı olduğunu daha gür ve hür haykırıyoruz!
Yeniden yeniden diyoruz ki:
GENÇLİĞİN VURMA ZAMANI!
Ve yapabileceklerin varsa imkanların gerillaya akma zamanı!…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Son süreçlerde yaşanan kayıplarımız ardından acaba ne kadar söz hakkımız vardır diye düşünüp duruyoruz. Tüm arkadaşlarla oturup tartışıyor, tekrar tekrar gözden geçiriyoruz yaşadıklarımızı. Eksikliklerimizi ve yanlışlıklarımızı, kayıplarımızın nedenlerini tartışıyoruz. Böylesi bir tecrübe ve deneyimin bu kadar kayıp vermesinin, özellikle böylesi toplu kayıplar yaşamasının tüm sebeplerini masaya yatırıp daha güçlü bir savunu ve vuruş gücünün nasıl kazanılacağını tartışıyoruz. Şüphesiz ilk değil bu tartışmalarımız ve son da olmayacak. Ne de olsa yaşadığımız bir savaş ve savaş değişen çağ ve koşullara göre yeniliği şart kılıyor.
Bu konuda çok eleştiri alıyoruz. Yani gerillalar bu kadar hazırlıklıydılar, hani o kadar eğitim almışlardı, hani öfke ve kinle dolu, büyük vuruş gücüne ulaşmıştı deniliyor. Halkını savunmakla görevli gerillaların kendilerini savunamadıkları söyleniyor. Eleştirilerin geldiği yer halk olduğunda tabii ki söyleyecek sözümüz yok özeleştiri vermekten başka. Tabii ki böylesi kayıpların kesinlikle gerekçesi olamaz. Sonuçta gerillalar olarak her türlü olasılığı hesap ederek yaklaşmalıydık.
Bunun yanında bazı gerçeklerin anlaşılması açısından da geniş bakabilmek oldukça önemli.
Yirmi altı yıllık gerilla mücadelesi içinde yürüttüğümüz savaş en çok halkımızı ve değerlerini, canlarını vurdu. Halkımız özgürlük uğruna, insanca bir yaşam için boğazındaki lokmayı, kucağındaki çocuğu onurlu mücadelemize katık etti. Sırf güzel bir gelecek, onurlu ve barış, huzur içinde bir gelecek yaratılsın diye her türlü inkar ve imha politikasına, baskı, işkence ve hakarete maruz kaldı. Eğer olacaksa barış içinde bir yaşam bu bedellerin hepsine kabul dedi.
Artık halkımız bu savaşın olmaması için küçücük bir imkân dahi olsaydı bunun değerlendirileceğini biliyor. Ama olmadı, başaramadık ve savaşmaktan başka bir çaremiz kalmadı. Yaşadığımız savaş sürecinde en çok kaybı veren halkımız olmasına rağmen bu zorunluluk karşısında bize yani gerillalarına güvenini belirterek savaşta da yanımızda olduğunu ilan etti. Meydanlarda yaptığı direniş ve intikam çağrılarıyla halkımız, zorlukları da olsa, acısı çok da olsa yine de özgür olabilmenin direnmekten, savaşmaktan geçtiğini gördüğünü beyan etti. Hareketimizin aldığı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma kararı çerçevesinde 1 Haziran ile başlattığımız yeni süreçte, yürüteceğimiz savaşta şüphesiz en büyük güç kaynağımız da halkımızın işte bu güven ve desteği.
Halkımızdan aldığımız bu güven ve istemlerimizin, haklarımızın meşruluğundan aldığımız güçle başlattığımız yeni savaş sürecinde üst üste yaşadığımız kayıplar şüphesiz halkımızın beklentilerine göre büyük bir eksiklik olmuştur. Her biri insanlık abidesi, narin bir çiçek, sarsılmaz bir dağ olan yoldaşlarımızın kaybından derin üzüntü duysak da uğruna düştükleri davanın başarıya ulaştırılması görevi karşısında her zaman yaptığımız gibi hüznümüzü kalbimize akıtıp daha güçlü ve eksiksiz savaşmak zorundayız. Bu da her şeyden önce içine girilen durumun güçlü çözümlenmesinden geçecektir.
Bugüne kadar yürüttüğümüz savaşta özellikle kontrollü ve savaş hukuku çerçevesinde yaklaştığımız dünyaca bilinmesine rağmen karşımızdaki faşist düşman bunları hiçe sayıyor ve tüm halkımız bir şekilde bu uygulamalara tanık olmuştur. Faşist uygulama, hile ve oyunların sadece siyasilere ait olmadığı yaşanan son olaylarla da görülmüş oluyor. Tabii ki yaşadığımız kayıpları gerekçelendirmiyoruz fakat gerçeklerin anlaşılması açısından içinde bulunulan durumun da bilinmesi faydalı olacaktır.
Türk ordusu tüm generalleri ve askerleriyle belki de tarihinin en itibarsız, yıpranmış ve düşmüş bir konumunu yaşıyor. Yürütülen savaş karşısında ciddi bir kırılma, ürküntü, dengesizlik, tepki, psikolojik bozukluk bütün ordu gücüne yansıyor. Ve eğer savaşta moral ve psikolojik üstünlük kaybedilmişse, bu konuda karşındaki güç senden kıyaslanamayacak ölçüde üstünse normal savaş yöntemlerinin dışına çıkmak zorunda kalırsın. Türk ordusunun da yaptığı tam anlamıyla budur. Gerillanın savaş kabiliyeti karşısındaki zayıflığını çağın son teknolojisiyle kapatmaya çalışıyor.
Yaşanan son gelişmeler ve gerçekleşen gerilla eylemleri göstermiştir ki karşımızdaki Türk ordusunun bir savaş gücü yoktur. Savaşma azimleri, güçleri yoktur. Başarıya inançları yok. Niçin savaştıkları konusunda bir cevapları ve verdikleri cevaplara da inançları yok. Biraz milliyetçilikle, şehitler ölmez vatan bölünmez edebiyatıyla bir propaganda yapılmak istense de söyleyenlerin kendileri de aslında inanmıyorlar artık buna. Dolayısıyla Türk ordusu moral ve psikolojik yönde yaşadığı zayıflığı bazı etkenlere sığınarak gidermeye çalışıyor. Tekniğe bunun için bu kadar sarılıyor Türk ordusu ve Türkiye’nin imkânlarını bu nedenle bütün dünyaya pazarlıyor. Savaş gücünün komutan ve savaşçılarının azim zayıflığını teknik gücüyle dengelemeye, gidermeye çalışıyor.
Yaşanan savaş pratiği çok açık bir şekilde göstermiştir ki Türk ordusunun en sağlam, en güçlü ve en tedbirli yerlerine bile girmekte, böylesi hedefleri dakikalar içinde yok etmekte hiçbir sorunumuz yok. Gel gör ki gerilla karşısında çaresizlik yaşayan Türk ordusu bu saldırı gücü karşısında kendini koruyamıyor. Bu yüzden yüksek teknik donanımla kendi askerlerinin ölümü pahasına gerillalara karşı saldırılara girişmekten kaçınmıyor. Gerillaların ele geçirdiği hedefleri kendilerine ait de olsa yok etmekten, bombalarla un ufak etmekten çekinmemektedir. Zaten bu savaş tarzı karşısında herhangi bir tepki ve engelleyici etken olmadığından da bunu rahatlıkla kamuoyundan gizleyebilmekte.
Bedeve tepesi eylemimizde de yaşanan aynen böyle olmuştur. Hedeflenilen tepeler düşürülmüş, tüm askerler tepelerden sökülüp atılmış, sinmiş ordunun askerlerinin çoğu tepeleri bırakıp kaçmıştır. Fakat tepede kalan ve yaralı olan askerler yanında tepeyi ele geçiren arkadaşlarımıza yönelik yoğun teknik donanımla, tanklarla bombardıman yapılmış, on iki arkadaşımız bu tank atışlarından şehit olmuştur. Yoksa ordu da çok iyi biliyor ki o teknik donanım olmasa, kesinlikle gerillanın zafer ruhu, saldırı ruhu karşısında bitli piyadeleri, sözde komandoları, özel güçleri ve her türlü emniyet güçleri ile bir şey yapamaz.
Yine Aqêr tepesi eylemimizde de arkadaşlarımız tepenin bir çok mevziisini ele geçirmiş, iki arkadaşımız da bu eylemde şehit düşmüştür. Fakat faşist ordu güçleri arkadaşlarımıza yönelik akıl almaz teknik saldırı gerçekleştirmiş, saatler süren bombardımanlarla sekiz arkadaşımızı da burada şehit düşürmüştür.
Burada düşman tekniğini abarttığımız, üstünlüğünü gösterdiğimiz anlaşılmasın sakın. Önderliğimizin yıllar önce söylediği gibi “İnsan En Büyük Tekniktir”. Şüphesiz ağır da olsa yaşanılan bu olaylarda bizlerin eksikliği var. Başarılı eylemler ardından gelen bu şahadetlerin nedeni yoğun düşman tekniği olsa da sorumlusu bizleriz. Eğer bu konuda her ihtimali göz önüne alsaydık şüphesiz önünü alabilirdik.
Yoldaşlarımızın saldırı ruhu, cesaret, fedakarlık konusunda en ufak bir tereddüdü yaşamadığı aksine bu konuda elinde tuttuğu kaleşnikofla koca orduya karşı, en yüksek donanımdaki teknik karşısında dahi en güçlü askeri hedefleri imha edebiliyor. Fakat göz ardı edilen küçük bir husus bile bazen savaşta istenmeyen sonuçlara yol açabiliyor.
Hareketimizin eksiklik ve yetmezliklerine karşı yaptığı özeleştiriyle her zaman daha büyük ve güçlü atılımlarla mücadelemizi bu noktaya getirdiği biliniyor. Bundan sonrası için bu konuda yaşadığımız eksikliği gidereceğimize ve bir daha asla böylesi kayıplara neden olmayacağımız bir gerçek. Hem hareketimizin içine girdiği dördüncü stratejik mücadele dönemimizin hedef ve görevlerini yerine getirerek toplumumuzu inşa etmede hem de bu amaç uğruna Kürdistan ananın göğsüne düşen yoldaşlarımızın intikamını almak için Kürdistan gerillalarının, Apocu militanların fedaice mücadeleleri çok daha güçlü bir şekilde devam edecektir. Buna duyduğumuz inanç güçlü, kararlılığımız ise tamdır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Yirmi gün önce Kelkit dağlarında.
Bir hafta önce Berwari’nin Osyan ve Aqiri köylerinde.
Şimdi de Şemzinan Bedeve köyü civarında.
Tarih tanıklık ediyor Turanilerin vahşiyane hovluğuna.
Kürtler ve Kürdistan Şeyh Said Serhıldanında, Zilan’da ve Dersim’de tanıktır.
Turanilerin bu vahşiyane hovluğuna.
Kürtler ve Kürdistan PKK direnişinde tanıktır.
Turanilerin bu vahşiyane hovluğuna.
Bu hovluğu yapan Turaniler ne insandır ne hayvandır.
Bu hovluğu yapan Turaniler virus soyludur.
Bu hovluğu yapan Turaniler dağa düşmandır.Ormana düşmandır.
Ota düşmandır.Yosuna düşmandır. Canlı ve cansız adına ne varsa hepsine düşmandır.
Bu hovluğu yapan Turaniler yekun olarak bitkiye, hayvana ve insana düşmandırlar.
Bu hovluğu yapan Turanilerin bu Cihanda varolmaması gerektiğinin zamanı gelmiş ve geçmiştir.
Çünkü bunlarlarda, ne ahlak var ne din nede iman.
Çünkü bunlarda, vicdan adına ne adalet var, ne de insan adına bir duygu var.
Çünkü bunlarda, kırım var.Katliam var.
Çünkü bunlarda, barbarlık var. Talan var.
Çünkü bunlarda, canlı düşmanlığı adına, insana düşmanlık adına ne ararsan var.
Çünkü bunlarda, yiğitçe savaşmak yok.
Çünkü bunlarda, yiğitçe vuruşmak yok.
Çünkü bunlar, gerilla cenazelerine tecavüz edecek kadar alçaklaşmış karekter var.
Çünkü bunlar, yiğitçe vuruşamadıkları için neredeyse her eylemde her çatışmada kimyasal silahla kullanacak kadar savaş suçunu işleyen zihniyet var.
Çünkü bunlar, Saddam’dan da daha gaddar olan yapısal bir ırkçılık var.
Çünkü bunlar Hitlerden de daha aşağılık bir şekilde sinsice cenazelere yapılan işkenceler var.
Bunların vahşiyane hovluğu, bunların bitişidir.
Bunların vahşiyane hovluğu, Kürtleri sindirmeyecektir.
Bunların vahşiyane hovluğu, gerillayı daha da intikam duygusuna sürekliyecektir.
Bunların vahşiyane hovluğu, Kürt genç kızları ile erkeklerini dağlara yöneltecektir.
Bunların vahşiyane hovluğuna karşı Kürtler, bugünden itibaren yeri ve göğü inleterek Kürdistanı ve metropolleri ceheneme çevirecek şekilde serhıldana kalkacaktır.
Dağ kaplanı Şehit Kahraman adına, Dağların Şêri Şehit Hebun adına, Farqin’den Kelkit dağlarına özgürlük stranını taşıyan Amed Sendoz adına, Norşin’in yiğit kızı Avaşin adına, kafası paramparça edilen Ş.Sipan ve O’nun vakurca duruşlu annesi Gulistan adına Serhıldana kalkmak Kelkit, Berwari, Beytulşebap ile Şemzinan şehitlerinin vasiyetidir.
Serhıldana kalkmak devşirmelerin partisiAKP ile Başbuğ gibi devşirmelerin ordusu Türk ordusunun katliamcı ve cellatlık yüzünü dünyaya duyurmaktır.
Bunların bu vahşiyane hovluğuna karşı intikam alalım demek serhıldana kalkmakla olur.
Bunların bu vahşiyane hovluğuna karşı bundan sonra AKP adına Kürdistan’da ne, neler ve kimler varsa defnetmek her onurlu Kürdün namus borcu olmalıdır.
Bundan sonra AKP kokusunun bile Kürdistan’a girmemelidir.
Çünkü AKP soykırım suçunu işlemiştir.
Çünkü AKP İslama karşıda düşmanlık yapmıştır.
Bunların bu vahşiyane hovluğuna karşı bilenmek, gerillaya katılmakla olur.
Bu andan itibaren her anı bir özgürlük direnişine, bir intikam eylemine dönüştürmek son şehitlerin emridir.
Şehitlerin bu emrini yerine getirmeyen her kim olursa olsun O artık insan olamaz.
Kendine insanım diyen her Kürt Turanilerin bu alçaklığını karşı başkaldırmalıdır.
Bu rejimi tarihten silmek herkesin görevidir.
Ey alçaklamış devşirme AKP’liler, ey alçaklaşmış devşirme Türk ordusu mensupları bu andan itibaren bu cihanda varlığınız bir meşrutiyeti kalmamıştır.
Bilinki vahşetiniz sizi bitirecek, Kürtleri bileyerek direnişe kanalize edecek ve özgürleştirecek.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Acının her türlüsü yaşanır da, bunlara ad takmak ya da ciddi olarak yorumlamak yaşayanlardan ziyade görenlerin, duyanların ve bilenlerin vicdani mukayesesi sonucu dilden dile dolaştırılır… Böylelikle öteden beri Kürt kültüründe olduğu gibi sözlü anlatım sanatı olarak bu acılar ve yaşanılan her türlü öfke bir sonraki kuşağa toplumsal bellek olarak aktarılır. Neyse bunları kısa olarak yazmak gerekiyor, konumuz toplumsal bellek değil de, yaşanılan acılar ve öfke karşısında gösterilmesi gerekilen hakkaniyet ve adilane insanlık duruşudur.
Yaklaşık otuz beş yılı aşkın bir süredir yürütülen özgürlük mücadelesi ve onun kahramanlaşan halkı bu iradi duruşu ve onuru en ufak bir tartışma konusuna yer bırakmayacak şekilde sergilemiş bulunuyor. Bundan sonrasında da bunun artarak devam edeceği aşikar olan bir husustur.
Geriye kalan ise bu yaşanılanları izleyen ve gören ve duyan diğer yığınların yaklaşımı da bugünün yaşanılanları ve sergilenen tavırlar doğrultusunda değerlendirme konusu olmaktadır.
Kısacası sözünü etmeye çalıştığımız aydın, yazar-çizer takımının bu konulardaki yaklaşımları siyasi bir yaklaşımdan ziyade, insanlık vicdani ve sesi olma yolundaki karakterlerine yönelik ciddi anlamda bir turnusol kağıdı olmaktadır.
Özellikle belirli bir kesim tarafından bu tür yaklaşımların bilinçli bir şekilde geliştirildiği ve yaşanan acıları ve vahşeti, “Taraf”sız ve bağımsız bir şekilde geliştirmelerinden ziyade daha çok askeri kayıplar karşısında hümaniter ve insanlık vicdanı ve duyguları konusunda yüksek perdeden atan kesimlerin, katliamların ve acının Kürtlere düşen payında ise tam anlamıyla üç maymunu oynamaktadırlar. İşte bu acıların hafifletilmesine ya da çözümün gelişmesine katkı sunamadığı gibi Kürtleri bir kere daha acıya ve vahşete sevk eden bir durum olmaktadır.
Aslında bunlar yeni olan konular ve hususlar değildir. Yani söz konusu olay karşısında elbette ki kimse Amerika’yı yeniden keşfetmiyor. Fakat bu şerefsizliğin ve alçaklığın sözümüz ona insani kurtuluşun, eşitliğin ve kardeşliğin her türlü argümanının kullanılmasına ve zevahirde böylesi bir amaca yönelik geliştiriliyormuş gibi bir atmosferin yaratılmaya çalışılması ise; tek kelimeyle dibe vurmuş bir insanlığın dışa vurumu ve prangalanmış vicdanların terazi kantarlarındaki aldatmacaları olmaktadır.
Özellikle son dönemde devlet erkanı ve basın yetkilileri arasında gerçekleşen toplantılar ardından bu tür yaklaşımların yoğunlaşması, kapalı kapılar ardında satılan insanlık onurunun, piyasaya sunulan insanlık vicdanının ve reyting/tiraj kaygıları ile bağımsız yorumlarının ortaya çıkamaması bugün çok net bir şekilde gözler önüne çıkmaktadır.
Gelinen noktada Kürt halkının bu ve benzeri satılmış kesimlere itibar etmeyeceği çok net bir gerçektir.
Gelinen noktada Kürt halkı; süslü laflarla ve ölen her asker karşısında bu duruma bir “dur” diyelim naraları karşısında, yine bu halkın onurlu, şerefli evlatlarına yönelik sürdürülen katliamlar karşısında ise avucunu ovanlara kesinlikle itibar etmeyecektir.
Bu satılık sürünün bu yaklaşımları sorunların çözümüne katkı sunması elbette ki, hocanın göle maya çalması gibi bir şeydir. Fakat bu yaklaşımların yani bu minvalde yürütülen özel savaş konseptinin Kürtleri rahatsız ettiği de bilgiye sunulan bir nokta olmaktadır.
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki; ister (sözde) STK olsun, (sözde de) yazar-çizer takımı olsun bu bıçak sırtındaki siyasi zeminde duruşunu ve tavrını net bir şekilde ortaya koymak zorundadır. Öyle ortada durarak, askerler karşısında barış, çözüm ve savaş karşıtı naralar atan, ama Kürtlerin uğradığı haksızlıklar karşısında ise “elveda Alyoşa” romansı gibi sus-pus olanların bu döneme çok acil bir şekilde dikkat etmesi gerekmektedir. Binlerce Kürt gencinin ve kahraman Kürt halkının dediği gibi gün gelir, devran döner; “Bu ateş onları da yakar!...”
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
“İdamlar 28 Haziran’ı 29’una bağlayan gece, saat 03.00’ten itibaren, şehrin Dağ Kapısı’nın dışında gerçekleştirildi. Açılan hendeklere yan yana dizilen ölülerin, halen Diyarbakır Orduevi Bahçesi ile Alman Hastanesi’nin arasındaki bölgede yattığı rivayet olunuyor “ böyle yazıyor bir tarihçi.
Bir devlet ki katlettikleri insanların ölülerinden korkuyor. Bir devlet ki katlettikleri insanların cenazelerini ailelerine vermekten korkuyor. Kendilerince gerekçeleri var. Bunlar da; mezarları türbeye dönüştürülür, kıble olur, kutsallaştırılır.
Mademki katlettiğiniz insanlar şaki, çete, halk düşmanı, yeni deyiminizle terörist diyorsunuz, o zaman neden öldürüldükten sonra kutsallaştırılsın ki? Neden o insanlar kahraman sayılsın ki?
Madem bölücü, madem kardeşkanı dökücü ve mademki eşkıya hem de zoraki halkın malına, varlığına ve namusuna el koymuşlar, neden halk onlara tapsın ki? Neden halk onları kendilere taç kılsın ki?
Evet, böyle onlarca belki de yüzlerce soru sorabiliriz. Ve her bir soruya verilecek onlarca cevap mutlaka da bulunur herhalde.
Çok uzatmadan bir devlet ki elinden her türlü öldürücü silah var neden bu kadar hileye, komploya, üçkâğıtçılığa ve kalleşliğe başvurur? Bir devlet ki “vücutlarında akan kan asil kandır” ve “ilk insanlık onlardan türemiş” ve tabii ki “tüm dünyaya sadece bir taneleri bedeldir.”
Evet, bu kadar kudretli bir devlet neden ölü insanların bedenlerinden bu kadar korkar ki?
Bu soruya ya da sorulara cevap vermek için herhalde katledilenlerin, idam sehpalarında insafsızca sallandırılanların son sarf ettikleri sözlerden yola çıkarak bulabiliriz.
Bir Cibranlı Xalit-Azadi örgütünün kurucusu ve önderliğidir-“Karşınızda yalnız değilim. Arkamda İran, Mezopotamya ve Türkiye'de muazzam bir Kürt ulusu bulunmaktadır. Bugün beni asıyorsunuz, fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız de sizleri yok edeceklerdir“ demiştir. Ve bu sözler katledenler için oldukça korkutucudur, ürkütücüdür.
Bir Yusuf Ziya “Bize mevki ve rütbe bahşetmek Suretiyle bizi aldatabilirsiniz endişesi içindeydim. Şükür Allah'a ki bizi mermi ve iple karşılıyorsunuz ve bundan dolayı biz hiç pişman değiliz. Verdiğiniz ders sayesinde torunlarımız öcümüzü alacaklardır” demiştir. Ve Yusuf Ziyaların torunları bugün o katliamların hesabını misliyle ödüyorlar.
Bir Şeyh Abdulkadir “Zaten sizler yakma ve yıkma konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz. Burasını da Kerbela'ya çevirdiniz. Şunu biliniz ki dehşet ve insafsızca sömürü ile şan ve şeref kazanılmaz” demiştir. Başka sözler de ekleyerek. Şeyh Abdulkadir’in son sözünü buraya almasakta, faşist bir devletin bugünkü başbakanı İsrail devletine “sizin nasıl insan öldürdüğünüzü, çocuk öldürdüğünüzü bilirim” derken önce Şeyh Abdulkadir’i-ki bir dönemler Osmanlıda Senato başkanlığı yapmış biridir-bu One Minute başbakanın okumasını öneririz. Yakma ve yıkmada kimin şöhret sahibi olduğunu bilmesi için de olsa iyi olurdu.
Bir. Avukat Tevfik “Cesedimi bütün dünyaya gösteriniz ve herkes bilsin ki kişisel haklar için değil, ulusal haklar için savaşıyorum. Yaşasın Kürdistan!... “ derken Binbaşı Kasım’ınızı, Hormek aşiretini ve Nazım Hikmetin dediği gibi “bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim ” cümle cemaat işbirlikçilerinizi, hainlerinizi, fesatçılarınızı, fırsatçılarınızı ve de bugün Kürt halkına arkadan bıçak sallayan o beyaz dönmüş, Converso, Mangurt Kürt çıyanlarınızı kast ettiğini herhalde bilecek düzeydesiniz.
Bir Şair Mola Abduhraman “Sefiller!... Sizi ayağımızın altında çok alçak ve küçük görüyorum. Biliniz ki Kürt bir ağaç değildir, ölür fakat eğilmez!.. “ evet, kürdü vurabilirsiniz ama asla boyun eğdiremezsiniz. Hele hele bu halk yeniden doğmuşken, yeniden kendini küllerinden yaratmışken bu daha da böyledir.
Bir Hanizade Şair Kemal Fevzi “Cennet Kürdistan bizimdir. Ev sahibi biziz ve kim ne derse desin biz yine içeri gireceğiz, buna hiç bir güç engel olamaz, çünkü O bizimdir....” Kimin beğenmezse bu ülkeyi, bu toprakları terk edip gitmesi gerektiğini Şairimiz çok çarpıcı cümlelerle dile getiriyor.
Ve birde ulu çınarımız, pir u kalımız, onur abidemiz Şeyh Said “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup bırakmasınlar “ demiştir. Ve Şeyh Said’in torunları bugün Şeyh Saidleri ve cümle cemaat bu halk için emek saffetmiş, kan akıtmış, çabalamış ne kadar direnişçi varsa hepsini hak ettikleri yere koyuyor. Onure ediyor. Unutulan o tüm kutsal değerleri yeniden tarihin sahnesine çıkarıyor. Ve öyle ki faşist devleti yaptıklarıyla her gün yüz yüze getiriyor. Ve daha da getireceğine dahil söz veriyor.
Evet, birde Şeyh Said isyanı’nı daha doğrusu direnişini birde bu pencere de bakmak anlamlı olacaktır.
Devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar