9 Temmuz 1937 yılında kendilerini TC'ye satmış kelle avcıları tarafından katledilen Alişer ve Zarife’nin anısını taze tutmak her yurtsever Kürdün bir görevi olmalıdır. Bir yandan Alişer ve Zarife’yi tanımak diğer yandan ise işbirlikçiliği, ihaneti ve de hainliğin varacağı yeri görmek açısından sürekli anılması gereken bir olaydır Alişer ve Zarife’nin şehadeti.
Her yurtsever Kürt çocuğu Alişer ve Zarife’nin hikâyeleriyle büyütülmesi ve yetiştirilmesi gerekir. Kürt kızlarının birer Zarife ve oğullarının birer Alişer olması için ise Alişer ve Zarife’yi iyi tanımak gerekir.
Alişer ve Zarife Kürtlerde birer kahraman olarak ele alınırlar, öyle de anılırlar. Yıllar önce onlarla birlikte yaşayanların dilinden alıntılar yaparak, hem de çok az yorum katarak, Alişer ve Zarife’yi anlatmak daha anlamlı olacaktır.
Kürt aydını ve direnişçisi Nuri Dersimi Zarife için: “O aslan ki, kendi dönemin de okuma- yazma bilen, hem siyasi hem de askeri bir Kürt kızıydı. Çok sefer Alişer bir şey yapmadan önce onun düşüncesini sorar, fikrini alırdı. Ona sormadan karar vermezdi. Zarife savaşçıydı. Çok sayı da bayan da onunla birlik de savaştılar. Onlar da silahlıydılar. Çarpışmalar başlamadan önce silahlı eğitim aldılar, yaptılar” der.
Başka bir akrabası Zarife’nin şahadetinden sonra şöyle anlatacaktır: “Zarife! Bambaşka bir insandı. O Koçgiri'liydi. Kahraman, şair, Kürt davasına inanmış Alişer'in karısıydı. Amcam Kasım’ın oğlu aşiret reisiydi. Nazmiye'de kaymakamlıkta yapmıştı. Aşiretler arasında hatiplik yapardı. Seyit Rıza'ya çok yakındı. Sık sık birbirlerini ziyaret ederlerdi. Seyit Rıza Agdat'ta yaylaya çıkacağımız bir yeri bize temin etti. Oraya ‘ Warê Kasım oğlu ‘ denir. Amcama çok misafir gelirdi. Baytar Nuri'ye ‘ Çolık Nuri ‘ derlerdi. Zarife ve Alişer 'de gelirlerdi. Amcam bu çifte bir ev tahsis etti. Onlarla birlikte yaşadık. Zarife cesur, çok akıllı, silahşor, yiğit bir kadındı. Bu kadını hepimiz, herkes seviyorduk, seviyoruz. Ben onun adını kızlarımdan birine taktım. Ve onun ismini koyduğumu da gizli tuttum. Kızımın aynı onun gibi olmasını istiyordum. Zarife'nin ismi dünyada kalsın, kaybolmasın diyordum.
Zarife misafir ağırlar, bir kadının yaptığı her şeyi yapar ve Kürtlük davası için uğraşırdı. Kışlada (Topuzlu köyü, Askeri konak) bir heyete karşı askeri hareket yaptılar. Heyeti Pardive –Kısık ( Qızıq ) köyü arasında pusuya düşürüp, yüksek rütbelilerle beraber hepsini teslim aldılar. Her şeye el koydular. Birkaç gün sonra aşiret kararıyla teslim aldıkları kişileri serbest bıraktılar. Bu askeri harekâtta Zarife'de vardı. Abim Hıdır ( Xıdır ) kavgacıydı, nişancıydı.. Sürekli Zarife'yi övüyordu. ‘ Zarife bizimle olsun, Hozat’ı teslim almak iş değil’ dedi.” Ve ekledi; “İsimlerini çocuklarımıza verdik. Onları unutmadık”
Başka bir yerde Nuri Dersimi şöyle devam edecektir: “...Alişer, kendi akrabasından Zarife adında bir kızla evlenmiştir. Zarife dahi, kocası gibi Kürt milli davasına bağlı aynı büyük amaçları takip eden eşsiz bir Kürt kızı olduğunu yaşamında doğrudan ispat etmiştir. Zarife Kürt kadınları arasında milli uyanış için eşsiz bir propagandacı olmuş ve Alişer'in milli faaliyetinde onun sağ kolu ve iş arkadaşı olmuştur. Zarife Alişer'e daima, Kürtçe arkadaş anlamına gelen "heval" sözüyle hitap ederdi. Ne yazık ki, duygu ve fikir itibarıyla tam bir birlik olan bu ailenin çocuğu olmamıştı. Zarife uzun boylu, iriyarı ve her konuda bir Kürt fizyonomisine sahip, simasında bir erkek cesaret ve yiğitliği okunan eşsiz bir Kürt kızıydı. Her yıl Dersim'e gider, milli amaçlar hakkında nutuklar söyler ve aşiretler arasındaki çelişkileri ciddi bir hakim gibi hallederdi...” (Kürdistan Tarihinde Dersim).
Alişer’i biraz yakinen tanımak gerekir. “Alişer, 1882 yılında İmranlı–Azger (Atlıca) köyünde doğdu. Aslen Hesenanlılardandır. Öğrenimini Sivas’ta tamamladıktan sonra Mısta Paşa’nın kâtipliğini yapar. Bu kâtiplik görevi nedeniyle tüm aşiretlerle ilişki içersinde olan Alişer, Koçgiri’deki tüm aşiretler tarafından çok sevilen biridir. Alişer, Koçgiri ve Dersim aşiretleri arasında da bir çeşit köprü görevi görür ve birliğin sağlanmasında büyük emekleri olur. Akrabası Zarife ile evlenir. Alişer ve Zarife’nin çocuğu olmamıştır. Alişer, kardeşinin çocuğunu yanlarına alır ve kendi çocukları gibi birlikte yaşarlar.
Kürt Dili üzerinde çalışmalar yapmıştır. Alevi öğretisinin en büyük kaynağı beyitleri, deyişleri ve türküleri Alişer de çok büyük ustalıkla okumuştur.
Birinci emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Rusya ile görüşür, Ermenilerle ilişki sağlar. Kürt örgütlenmesi için çaba sarf eder. Sivas, Malatya ve Dersim bölgelerinde çalışmaların sorumluluğunu alır. 1914 de özgür bir Kürdistan için çalışmalara başlar. Ruslarla görüşür. Ermeni'lerle ilişki sağlar. Sivas, Malatya ve Dersim'de çalışmaların sorumluluğunu alır. Kürt örgütlenmesi için çaba sarf eder.1919 yılında Kürdistan Teali Cemiyetine bir mektup göndererek Dersim ve Koçgiri Kürtlerinin, cemiyete bağlı olduğunu bildirir. Koçgiri Halk Ayaklanmasında oluşan ordunun Komutanı’dır Alişer.
Ankara’nın hazırladığı ölüm fermanıyla birlikte, iç ihanetler, bazı teslimiyetçi aşiretler nedeniyle Dersim’e çekilmek zorunda kalır. Kürdistan Devletinin kuruluş çalışmalarını sürdürür.
1921 yılından itibaren Dersim’de yaşamaya başlayan Alişer ve Zarife, düzenli olarak Seyit Rıza ile görüşmelerine devam ederler. Seyit Rıza’nın yemek masasına oturabilen ve erkeklerle birlikte yemek yiyebilen tek kadın Zarife’dir. “
Alişer ve Zarife Dersim’de gözde olan iki insandır. TC Kemalist devletinin Dersim’e saldırmasıyla birlikte Alişer ve Zarife daha fazla öne çıkacaklarıdır. Alişer, aydın bir komutan olarak tüm cephelerde en etkili savaşı veren isimdir. Zarife ise en etkili savaşanlardandır.
Kemalist devlet ve bazı satılmış hainler Alişer’in Koçgiri direnişindeki rolüne ilişkin 4 Ekim 1922 deki bir oturumda bu durumunu şöyle ifade etmektedirler. “Fevzi Efendi(Erzincan): ”...İşte Ümraniye’den Dersim dahi etkilenmiştir. Ümraniye’de nedenler ve sebepler pek çoktur, fakat siyasi amaç olmadığı tahakkuk etmiştir. Birincisi Alişo gibi bir iki fesadın etkilemesinin ürünüdür...
Pülümür idari amiri, Bursalı Emin Bey Erzincan’ı temsilen milletvekilidir ) “...Bizim bölge arkadaşlarınca bilinen Alişir adındaki tümör... ...Bu adi haydutluğa siyasi bir renk vererek, bundan yararlanmak amacıyla kendisi de içinde meydana atılmıştır. Fakat kalemi ile atılmıştır...
Hasan Hayri Bey ( Dersim ) :“...Asıl baş kaldıranlar, dağlar da Alişir denilen herifle beraberdiler...
Rahmi Apak ise “...İlk olaylarda halkı tahrikte ön ayak olan Alişir'in rolü büyüktü. Koçgiri ayaklanmasında bu adam elebaşı durumunda ve pek çok kötülüklerinde başı olarak ileri atılmıştı... der.)” Türk İstiklal Harbi
Savaş kızıştıkça, düşman işgalinde başarılar elde etmekten zorlandıkça, bu kez tarihin o bilinen ihanet düğümünü yeniden gündeme getirecek ve Enkidularla Huvavaları esir almak ya da katletmek için devreye girecektir. Bu kez Dersim’de Enkiduların adı RAYBER olacaktır. Sözde Seyit Rıza’nın torunudur. Öyle görülüyor ki Alişer ve Zarife’nin pozisyonundan rahatsızdır. Ve öyle görülüyor ki işgalci güçler, aynen Gılgameş gibi kibiri, çekememezliği, maddiyata olan düşkünlüğü, kıskançlığı, tepkiyi, ihtirası müthiş kullanarak yeniden bir Enkidu yaratacaklardır. Bu Enkidu’nun adı bu kez dediğimiz gibi Rayber'dir. “Rayber, Ankara tarafından satın alınmış, devlet için istihbarat yapan, ayrıca kendisi gibi istihbaratçılar toplayan, işbirlikçi bir haindir.
Rayber, Top Ali Ağanın oğlu Zeynel’i çeşitli vaadiler ve entrikalarla Alişer ve Zarife’yi öldürmesi konusunda ikna eder. Böylece hem Alişer ve Zarife gibi Kürt bağımsızlık hareketinin simgelerini ortadan kaldıracaklar, hem de Seyit Rıza ile Abbasan aşiretinin arasının açılmasını sağlamış olacaktı.
Feri Palaxine’ deki mağaraya Zeynel Xıde Murt, Efendiye Wanke Mıste, torne Sure, Celloy Use saldırırlar ve Alişer ile Zarife’yi öldürdükten sonra kafalarını keserler. Her iki kahramanın başları Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan’a teslim edilir. “
Oldukça hainane bir planla Alişer ve onun hevali olan Zarife kalleşçe katledilir, bu yetmeyecektir, Mangurtlar her ikisinin başını keserek faşist devlete götüreceklerdi. Ne de olsa faşist devlet korkulu rüyası olan iki cengâverin ölümlerinin ispatını onlardan isteyecektir.Mangurtlar'da bu isteği yerine getireceklerdi.
Evet, aradan tam 73 yıl geçti. Kürtler, direnişlerine direniş kattılar. Alişerlerin ve Zarifelerin torunları olan gerillalar onların direnişlerini bugün sadece Dersim’de değil Kürdistan’ın dört bir yanında yükseltmektedirler. Her bir gerilla birazda Alişer olmak için Zarife olmak için onların izinden yürümeyi kendilerine şeref bilmektedirler.
Evet, arada tam 73 yıl geçti, ne var ki Rayberler halen yaşıyorlar. Birçok Rayber’e Alişerlerin ve Zarifelerin intikamı için yaşam hakkı bu topraklarda tanınmadı. Hak ettikleri yer nereyse oraya gönderildiler, ancak halen Rayberler gibi olmak isteyenler de vardır. Halen Kürtler arasında nifak tohumları ekmek isteyenler vardır. Halen Kürtleri işgalci bir devlete peşkeş çekmek isteyenler vardır. Böyle Conversolar, yani dönekler aynen 73 yıl önce bugünde Kürt gençlerinin kellerini faşist devlete satmak için yollara düşmüşlerdi. Aynen Rayberler gibi TC askerleriyle mevzilere girerek poz vermektedirler. Kendi halkının cellâdı olmak için aynen Enkidu’lar gibi Huvavaların başlarının kesilmesi için ısrar etmektedirler.
Evet, 73 yıl öncesine göre çok şey değişmişti. Her şeyden önce Kürtlerin özgürlükçü evlatları Alişer ve Zarifelerin öz evlatları bugün Kürdistan dağlarında inadına bir direnişe geçmişlerdir. Onlar, kendilerine öncülük etmiş olan Alişerlerini ve Zarifelerini unutmamışlardır. Bırakalım unutmayı, bugün gerilla, Alişer ve Zarife’leri ölümsüzleştirmek için dağların doruklarında özgürlük türküsünü her zamandan daha gür haykırmaktadırlar.
Ve Alişer’in dediği gibi:
“Gönül gel gezelim Munzur dağını
Ne hoş memlekettir ili Dersimin
Seyran eyliyelim Sultan dağını
Ne hoş çiçektir gülü Dersimin
Nice Padişahlar geldi cihana İli almak için düştü gümana
Her bir bir çeşit atmış bir yana
Kesilmemiş kıylü kali Dersimin
Arslanlar yurdudur tilkiler girmez
Gerçekler sırrıdır akıllar ermez
Evliyalar gülüdür zalimler dermez
Ona bağlıdır yolu Dersimin”
…
Fikret Artım
- Ayrıntılar
Kürdistan işgal edilmiştir ve sömürge bir ülkedir Siz buna eski klasik sömürge deyin ya da yeni sömürge deyin ya da İsmail Hoca gibi Kürdistan sömürge olarak kabul bile edilmiyor deyin. Tanımız ne olursa olsun varacağınız yer Kürdistan’ın işgal edilmiş olduğu gerçeğidir. Kürdistan’ın sömürge hatta uluslar arası bir sömürge olduğu gerçeğidir.
Toprakları işgal edilen, sömürge pozisyonunda tutulan halkların öncüleri olarak öne çıkanların, tüm zorluklarına rağmen direnişe geçenlere verilen ad “ÖZGÜRLÜK DİRENİŞÇİLERİ” ya da “ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇILARI” tanımıdır. Başka bir anlatımla haksız, rencide eden, onur kıran, kişiliksizleştiren, küçük düşürücü, insanlıktan atan ve çıkaran tüm uygulamalara karşı başkaldırıştır. Daha da ileriye götürürsek; bu topraklarda yaşayan gelecek aydın ve müreffeh günler için etini dişine takarak bu halk için gerekirse canını feda etmedir.
Birkaç yıl önce yazdığımız bir makalede: Terör ya da terörizmi: “„Terörizm genellikle; terör tohumlarını atmak yani kurbanlar kategorisindeki diğer insanların aşırı korkması amacıyla, kurbanlar kategorisindeki insanlara karşı yapılan eylemler olarak tanımlanır. Bu, ‘diğer insanların’ gelecekteki davranışlarını değiştirmek amacıyla yapılır“ alıntısını saygın yazar İmmanuel Wallerstein’den almıştık. Yine devamında da: “Yukarıda ki tanımlama da yola çıkacak olursak TC devletinin ilk kuruluş yıllarından başlayarak insanlara ve halklara yaşattıkları hep terör ve terör yöntemleri olmuştur. Hatta daha gerilere giderek Osmanlı devletinin birçok yönüyle terör uygulamalarını sistematik olarak kullandığını söylemek yanlış olmaz“ demiştik.
TC devleti, tarihinde rastgele binlerce insanın katlettiğini hepimiz biliyoruz. Bilinçli katletmeleri ise zaten Ermeni soykırımından gördüğümüz gibi sistematik yok etme olduğu için insanlık buna jenosit dedi.
Ve aynı bu gelenekten gelen TC devletinin hükümeti ve hükümetleri, ordusu, yazarçizerleri bizi teröristlikle suçluyorlar. Bizi terörist olmakla itham ediyorlar. Terörizmi yukarıdaki tanımlamaya göre ele alırsak terörizmi kimlerin uyguladığı apaçık ortadadır. 17 bin-çoğu zaman rastgele-katledilmiş sivil insan söz konusu iken ve çoğu zaman bu insanlarımızı sadece ürküterek mücadelemizde uzaklaştırmak için bunu faşist tarzda uygulamışken nasıl oluyor da biz terörist oluyoruz? Başkasının topraklarını zoraki işgal ederek, dilini yasaklayarak, okullarına izin verilmeyerek, yeraltı yer üstü zenginliklerini hatta tarihi dokularını yok ederek çarçur etmişken, doğasıyla oynamışken o kadar zengin topraklara sahip bir ülkemiz varken insanlarımızın açlık sınırlarında tutulması hatta başka yerlere hizmetçi olarak gitmesi günlük olarak yaşanırken nasıl oluyor da biz teröristiz?
Açın uluslar arası yasaları, hukuk normlarını bir yerde işgal varsa eğer bu işgale karşı direniş varsa buna kimse terörizm demiyor. Ama bir devlet son zamanlarda faşist Türk devletinin yaptığı gibi sivil insanları katlediyorsa, çocuklara işkence yapıyorsa, legal siyasetçileri tek bir kurşun sıkmadıkları halde tutukluyorsa, tarlasında çalışırken 70’lik anaları vuruyorsa, kendi korucusunu araziye çıkarıp pusuda katlediyorsa, havanla Ceylanları vuruyorsa, 12 yaşındaki Uğurları üstüne 13 kurşun yağdırarak katlediyorsa, televizyonlarının önünde gencecik çocuklarının kollarını kırıyorsa, coplarla it sürüsü gibi çocuklarının üzerine sürüyorsa, gencecik kızlara okullarda devlet eliyle zoraki tecavüz ediliyorsa bunların tümüne uluslar arası normlar terörizm diyor. Ve bunu yapan eğer bir devlet ise buna devlet terörü diyorlar.
Evet, TC devleti terörist bir devlettir. Ve ikide bir televizyonlarda, medyada, radyoda “terör ve terör sorunu” diyerekten bizi kast etmeleri sadece bir kelimeyle izah edebiliriz: o da sahtekarlıktır, iki yüzlülüktür hatta yüz yüzlüktür…
Biz özgürlük direnişçileri ve savaşçılarıyız. Gidin dünyanın hangi sözlüğünü getirirseniz getirin, dünyanın hangi ansiklopedisini getirirseniz getirin hatta bu Türkiye devletinde basılan sözlükler olsun, işgale karşı direnişi sadece ve sadece direnişçiler ya da özgürlük savaşçıları olarak ele alır. Bunun lami cimisi yoktur. Özgürlük Savaşçısı Özgürlük Savaşçısıdır. Bu özgürlük savaşçılarının hataları olsa da bu böyledir. Eksikleri olsa da bu böyledir. Yapılacak olan özgürlük savaşçılarının hatalarını eleştirmektir ya da bu eksiklikler ağırsa yargılamaktır. Ama özgürlük savaşçıları özgürlük savaşçılarıdır. Eğer özgürlük savaşı verenler ciddi sadece bireysel çıkarları için, ya da siyasi amaç gütmeksizin eylemlere girişiyorlarsa bunu da eleştirmenin de ötesine geçebilirsiniz. Çünkü olan artık özgürlük savaşçılığından çıkmışlıktır dersiniz.
Evet, bugün etrafımıza bir bakalım. Biz sadece ve sadece TC devletinin güvenlik güçlerini hedefliyoruz. Askerine, polisine, fuhuşçusuna ve tabii başımıza bomba olarak yağan para finansörlerine yöneliyoruz. Bu yapılana kimse terör demez. Herkes buna meşru savunma ya da meşru müdafaa diyor.
Bu kirletilmiş çıkar dünyasında bazı devletler-ki bunların çoğu halkların kanlarına bulaşmışlardır-kendi çıkarları için özgürlük savaşçılarına terörist diye bilirler. Ancak güneş balçıkla sıvanmayacak kadar temiz ve yakıcıdır. Hiç kimse ama hiç kimse insanlığın gönlünde haksızlıklara başkaldıranları terörist diye yargılayamaz. Yargılayamamıştır da.
Bir Spartaküs’ü Romalılar terörist dese ne yazar, demese ne yazar?. O bugün halkların kalbinde ilk özgürlük direnişçisidir. Bir Mandela’yı Apartheid rejimi yargılasa ne yazar, yargılamasa ne yazar. o bugün insanlığın vicdanındaki insanlık sesidir. Bir Gandhi’yi İngilizler kışkırtıcı ve terörist olarak damgalasınlar ancak bugün tüm insanlık-başta o meşhur emperyalistler-Gandhi tarzı direniş diyorlar.
Evet, kim ne derse desin işgale karşı direniş meşrudur. Sömürge statüsüne karşı direniş meşrudur. Ve bu direnişe geçenlere tarih sadece ve sadece ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇILARI olarak anıyor. Ancak işgali ve sömürüyü ısrarla sürdürenleri ise tarih sadece ve sadece lanetliyor ve onlara tarih barbar, işgalci, faşist, despot, dikta, terörist diyor ve böyle de demeye devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Çok değil daha birkaç gün önce Şemdinli de yaşanan çatışmaların ardından önce büyükler koşar adım saldırının yapıldığı yere koştular ve bol bol moral! Verdiler, sonrasında o bilindik tartışmalar tekmili birden bütün medyayı kuşatması altına aldı.
Evet Ankara’ya hatta Türkiye’nin dört bir yanına cenazeler gitmeye başlamıştı ve askerin morale ihtiyacı vardı. Daha öncesinde Osmaniye saldırısı sonrasında, genelkurmayın şairane açıklamalarının amacı toplumsal nabza nüfus edebilmek içindi.
Şemdinli’den sonra “inandırıcı açıklama” isteyen de oldu ama, kimse oralı olmadı. Askerin morale ihtiyacı vardı ve verilmeliydi. Kimileri eksik istihbarat dedi, kimileri ise iskan da yaşanan zafiyetlere parmak basmaya çalıştı.
Hani “bir türk dünyaya bedeldi” ya, zaten bu saldırıların arkasında ve tarihinde var olan dış mihraklara zayıf görünmemek için, milli birlik görüntüleriyle aile fotoğrafları oluşturulmaya başlandı.
Ne de olsa NATO’nun en güçlü ordularından birine sahip olan bir ülkenin askerleri öldürülüyor ve hem iç ve hem de dış politika da bölgesel güç olma yolundaki kararlılık bir şekilde sekteye uğratılmak isteniyordu.
Bu kadar yoğun saldırıların olduğu bir dönemde askeri sorgulamak bir yana, dokunmak bile büyük ayıptı, günahtı ve hattasında “vatan hainliği”ydi.
Bu savaşta ölen askerlerin aileleri acılarının nedenlerini sorgulayacağına “ağlamayacağım”, “çocukları da asker olacak” diye çeşitli beyanatlar vermeye başladı. Sanki ağlanmadığında hayat güllük gülistanlık oluyor da ya da bütün çocuklar asker olsa her gün bayram olacakmış bir hissiyatın içine gark olmaya meyleydiler kendilerini.
Ne de olsa, yirmi beş yıllık bir sorun vardı! Bunun öteden beri tek muhatabı askerdi. Onun için gerekirse asker yakınları ağlamamalıydı ve geride kalan (ne olup bittiğini anlayamayan) çocukların asker olması gerekiyordu.
Yani,
Yanisi moralin bozulmaması gerekiyordu. Ancak bu şekilde minare kılıfa sığdırılabilirdi zayıf bir ihtimalle olsa da.
Tüm bunları insan beyni bir noktaya kadar algılayabiliyor. Hele hele, mevzuları bahis olan bu konuların yaşandığı mekanın adı Türkiye ise konu da netleşiyor, işin rengi de.
Peki Hatay’da kekik toplayan köylülerin bu tablodaki yeri nerede?
Biri altmış, bir diğeri de yetmiş yaşında olan bu köylülerin bu NATO ordusunun ve gelişkin teknik mücadelenin ortasında can vermelerinin aklı izanı nedir?
Genelkurmay yine şiir kafesini işletip, methiyeler düzecek mi? Yoksa basit bir “pardon” u yeterli mi görecek?
Son günlerin toplumsal vizyonu olmaya baş koyan Kardelen Elif bu konuya yönelik her hangi bir beyanatta bulunacak mı?
Ya da buna benzer farklı tepkiler gelişecek mi?
Motorlular, taksiciler, ultraasalaklar herhangi bir reaksiyonu ortaya çıkaracak mı?
Zor. Mücadele devam ediyor, cenazeler geliyor ve gelmeye devam edecek. O zaman yapılması gereken morali eksiksiz bir şekilde vermek.
Hani bir de alınacak yeni tedbirler de var ortada: ABD’den yoğun destek, İtalya’dan taarruz helikopterleri gelecek bir de.
Moral ve teknik birleştirilecek de, bu ordu üstündeki korkuyu nasıl atacak ve aklın yolunu ne zaman kavrayacak? Soruları ise cevabını aramaya hali hazırda devam edecek. Daha çok canlar yansa da…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Bitmesini istediğin şeyler umulmaz acılar yaratsa da olmasını istediklerine ulaşamamak daha fazla acıtır benliğini.
Arada olmaktır bu belki de.
Eski ile yeni
Dün ve yarın arasına sıkışmış gibi…
Değişim bu yüzden zor gelir. Arzulanan, beklenen, umulan
ama olmayan.
Belki birilerinden, belki bir şeylerden beklenir kıvılcım. Tüm dünyanı değiştirecek, sistemini alt üst edecek kıvılcım. Öyle alışmış veya alıştırılmış olduğundan insan, kendiliğinden ve kaderde yazgısı olduğu üzere
bekler.
Neyi beklediğini bile bilemeden, olup olmadığını, olup olmayacağını bilemeden hem de.
Nereden gelirse gelsin der ya da. Yeter ki beni, bugünümü, olduğumu değiştirsin.
O yüzden tehlikelidir değişim zamanları. Yutar. Çeker kendinden insanı.
Öylesine güzel ve değerli olan için istenen değişim bir bakarsın çirkefin batağında debelenen bir siluete dönüşmüş.
Suçlu kim o zaman?
Değişimi isteyen mi?
Değişim istemine yol açan düzen mi?
Yoksa değişimin karakteri mi?
Evet ya, belki de alışkanlıklar. Alışkanlıklar değil mi ki insanı iki arada bir derede bırakan.
Sistemden kopmak istiyorum! Değişmek ve değiştirmek istiyorum! Var olanın rezilliğine dayanamıyorum! Alışkanlıklardan değil mi ki isyan kokan sözlerin bir türlü ulaşamaması hedefine.
Belki de Stockholm sendromudur yaşadığımız. Belki de katilimize, halimize sebep mezalimlere sevdalanmışızdır.
Yoksa niye olmasın ki kopuş? Neden yüz geri edemeyelim ki kötülükleri? Hakaretlere, işkenceye, sömürüye neden karşı gelemeyelim ki? Neden soykırımın eşiğinde tutulan bir halkın evladı olarak küçük ve kaygan dünyalarda, içi kof arkadaşlıklarda çözüm arayalım ki? Dilimi unutturan, beynimi eriten, ahmaklaştıran ve de hiçbir gelecek sunmayan okullarda neden ömür tüketeyim ki?
Alışkanlık değil mi? Alıştırmadılar mı öylece?
Alışkanlık olmasa, alıştırılmış olmasak neden reflekssiz, tepkisiz bir alık/avêl olalım ki analar ağlarken, çocuklar, kültür, ahlak ve yaşam ağlarken…
Ama alışmışız ya, kanıksamışız ya lanetli olma halimizi. Bizden adam olmaza kilitlenmişiz ya. Kürt kimliği dışında, öz güç dışında herkesten beklemişiz ya özgürlüğü. “Hak etmişiz demek ki”lerle boyun eğmeci olmuşuz ya…
Ama bir yanımız kötü ya hani, bir yanımızın zevkleri diğer yanımızın çirkinlikleri ya, bir bütünün parçaları ya benliğimiz… nasıl değişsin ki yarınlar.
Böyle değil ki yaşadığımız çağ. İnsanlar birilerinin yarattığı ve hazırladığı bir dünyaya ve yaşama mahkum değil ki.
Sırf bu mahkumiyeti kırmak için yıllarca yaşandı ya bu amansız mücadele.
Bu yüzden değil mi on binlerce körpe can, on yedisinde, on ikisinde ve nice yaşta can düşmedi mi toprağına kutsal vatanımın.
Bu yüzden değil mi ki üst üste odun gibi dizilip yandı insanlık.
Bu yüzden değil mi ki mezalimlerin elinde bir zamanlar yüzünü okşadığımız evlatlarımızın kafaları sallandı.
Bu yüzden değil mi ki 70 yaşındaki nenelerimiz, 3 yaşındaki bebelerimiz kör kurşunlara uğradı.
Bu yüzden değil mi ki on beş yaşında yaşamın baharında her şeyden habersiz bir anda gökten düşen beş yüz kiloluk bombanın altında kaldı Ruşen.
Bu yüzden değil mi ki Özgür İnsan, varlığımıza sebep insan tek başına ve yıllardır, tokalaşmaktan bile uzak bir denizin ve bir adanın ortasında tek başına…
Sadece bunlar mı?
Peki ya yetmez mi?
Katliam, ölüm, zulüm, işkence, baskı, asimilasyon, aşağılama, yok sayma, rencide etme, hakaret, küfür…
Yan yana sıralarken bile insanın içini acıtan bunca kavram dayatılıyor ve bunlarla yaşaman farz ediliyorken eğer alışkanlıklarından değilse, eğer sana öyle kavratıldı diye değilse, eğer kendi doğruların gibi sarılman tembihlenmemişse, eğer bu senin kaderin yalanına inanmamışsan
Ne diye duruyorsun? Neyi bekliyorsun?
Anlamıyor musun bir şeylerin değişmesini istiyorsan, önce kendinden başlayacaksın. Özgürlük ateşinde yanmak için kıvılcımını kendin çakacaksın…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Bugün 85 yıl önce 46 arkadaşıyla birlikte Kürt tarihinin en saygın ve yüzü ak çınarlardan birisi insafsızca katledilişinin yıldönümüdür.
Bu kişi Şeyh Said’di. Kimine göre Şeyh Said’e "kal" yani ihtiyar, ak saçlı, aksakallı Şeyh. Öyle ki darağacına giderken “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahçup bırakmasınlar“diyecekti.
Şeyh Said kimdir? Şeyh Said, 1865 yılında Erzurum’un ilçesi Hınıs’a bağlı Kolhisar Köyü’nde dünyaya geldi. Babasının adı Şeyh Mahmut Fevzi’dir. Şeyh Said’in ailesi köklü bir aileydi. Dedesi olan Şeyh Ali, Mevlana Halid’in öğrencilerindendi. Şeyh Ali, Mevlana Halid’in, Şam’daki dergâhında eğitim gören öğrenciler arasında özel olarak ilgilendiği 11 gençten birisiydi.
Şeyh Said Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din eğitiminden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerinin egitimini almıştı.. Arapçayı, Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişin” ini eklemişti.
Bu pozisyonuyla doğal bir halk lideri, halkın sevdiği ve gönül verdiği, herkesin güvendiği, kabul ettiği, sözü geçerli ve saygın bir isimdi.
Kürdistan’da yeni gelişmeler olmaktadır. Türklerle ortak düşmana karşı kıyasıya bir mücadele verilmişti. Bu yüzden de Türkiye Cumhuriyeti devleti her iki halkın aktif katılımıyla oluşmuş bir cumhuriyetti.
Ne var ki süreç ilerledikçe iki halkın “kardeşliği“ büyük kardeş lehine bozulacaktı. Sevr’de emperyalistler Türklerden taviz koparmak için, adeta bilinçlice tüm Türkiye’nin parçalanmasını gündemlerine alırken, Lozan antlaşmasıyla-artık Musul Kerkük İngilizlere bırakılmış, Kürtler yok sayılmış Sevr unutulmuştu. Olup bitenler kıyasıya mücadeleyle olmuştu. Öyle de olsa İngilizler istediklerini elde etmişlerdi.
Gelişmeler bu yönlü olurken, Kürtlerin bir kısım aydın örgütlenmelerine girişmektedir. Bu örgütlerden bir tanesi belki de en önemlisi Azadi örgütüdür. Ya da Azadi Cemiyeti.
Azadi Cemiyeti, 1923’te merkezi Erzurum olmak üzere yeni bir örgüt olarak 8. Kolordu bölgesinde kurulur. “Azadi” adını taşıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini, eski Hamidiye Alayları subayları ile Türk ordusundaki bazı Kürdistanlı subaylar oluşturmaktaydı. Kuruluş gerekçesi, geçmişte verilen vaatlerin yerine getirilmemesiydi.
Azadi Cemiyeti’nin liderleri Cibran Aşireti ağalarından Halit Bey ile Bitlis beylerinden Yusuf Ziya Beydi. Halit Bey, Abdülhamit’in Hamidiye Ordusu için kurduğu aşiret mekteplerinde okumuştu. Bu yüzden aşiret liderlerinin çoğundan büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albaydı. Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te büyük nüfuzu olan biriydi. Ankara Meclisine Bitlis milletvekili olarak seçilmişti. Rahat hareket etme imkânı bu pozisyonundan dolayı mevcuttu. Cibranlı Halit Bey, Kürt meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu. Ayrıca Azadi örgütü içerisinde yer alan subaylarda vardı. Bunlar; Bitlisli İhsan Nuri, Süleymaniyeli Mülazım İsmail Hakkı Şaveyş ve Hortulu Hurşit gibi Kürt ileri gelenleriydi.
Azadi Cemiyeti, 1924 yılında ilk kongresini yaptı. Katılanlar arasında, Halit Bey’in akrabası olan Şeyh Said de vardı. Bu toplantıda gelişmelere göre Mayıs 1925 isyanı başlatma ve o güne kadar her yere Azadi’nin teşkilatlanmasını oluşturma ve ayrıca ‘dış güçlerle ilişki arama’ kararları alınmıştı. Hedefte Bağımsız bir Kürdistan belirlenmiş, ancak dini motifli propagandanın da Şeyh Said tarafından yapılması da önerilmişti.
Kürtler adım adım örgütlenmeye başlayacaklardı. Ancak öyle görülüyor ki Kürtlerin örgütlenmeleri TC devletinin yöneticilerine ulaşacaktır. Buna karşı devlet kendi cephesinde tedbir alacaktır. Geçmişten beri TC devletinin ve Osmanlılardan edindikleri tecrübelerinin başında direnişin liderlerini ya vurma, ya kaçırtma ya da kendi yanlarına çekme yöntemi vardı. Şeyh Said direnişinde önceleri Cibranlı Xalıt sonrada Ziya Yusuf Paşa takip edilerek zindanlara atılacaklardı. Peşinden ise bilinen başka bir yöntem devreye girecekti, o da; direnişi tam örgütlenmeden erken doğuma zorlayarak hazırlıksız yakalamaktı. Buna göre 13 Şubat 1925 günü Şeyh Said’in bulunduğu köye bir askeri birlik gönderilecek ve sözde bazılarını köyde tutuklayacaklardı. Şeyh Said’in tüm çabalarına rağmen bu plan uygulamaya konulur. Hâlbuki Şeyh "istenen kişileri kendisinin sonra göndereceğini" söyler, ancak buna rağmen istenen kişiler zorla alınmak istenir. Çıkan çatışmada askerler öldürülür ve “isyan” başlamış olur.
Olup biten bir isyan değildir. Olup biten bir direniştir. Kendini savunmadır. Ne var ki liderlik yapacaklar ve askerlik yapacaklar tutuklu olunca tüm yük Şeyh Said’e kalacaktır. Şeyh bu işi bilenleri harekete geçirecek, ancak bir sürü başıboş çetevari yaklaşımlarda yaşanınca önceleri önemli başarı elde edilse, halk destek sunsa da işbirlikçilerin, ihanet edenlerin arkadan vurmalarıyla direnişe destek zayıflayacaktı. TC devleti de erken patlattığı bu direnişe sert yönelerek doğum halindeki isyanı bastıracaktı. Daha trajik olanı ise Şeyh Said’i Şeyh Said’in eniştesi olacak Binbaşı Kasım’ın eliyle yakalatacak ve 28 Haziran'ı 29 Haziran’a bağlayacan gece, 1925 yılında 46 arkadaşıyla birlikte katledeceklerdi.
Evet, tam 85 yıl aradan geçti. Şeyh Said direnişinin bize miras bıraktıkları vardır. Ve halen: “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahçup bırakmasınlar“ sözleri hala kulaklarımızda çınlıyor.
Bize bıraktıklarını ise diğer yazılarda işleyelim.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Operasyon ve devlet terörünün arttığı bir süreçte, sitemize böylesi bir konuyu almak istemezdik. Kürtler şereflidir ve uğraştıkları konular bambaşkadır. Bin yılların zulmüne, baskılarına, tecavüzüne ve inkârına baş kaldırmış durumdalar. Kürtlük budur. Zaten bu direniş dışında Kürtlüğün başka bir tarihi ve ismi de yoktur. Kürtler düşmanlarına çok öfkeli değiller, çünkü onlar zaten düşmandır. Düşmana karşı mücadele edilir ve bunu Kürtler kadar iyi öğrenmiş çok az halk vardır. Ama Kürtlerin tarihinde bir de tarihleri öncesi anılan bir ihanet tarihi vardır. İşte, Kürtler buna çok öfkelidir. İhanet ve Kürtlük neşter ile artık birbirinden kopartılmış durumdadır. Neşter ile kesilmiş ihanet, irin tutmuş bir et parçası gibi tarihin çöp tenekesine atılmıştır.
Bunun adı Kürtlük olamaz. Kürt kimliğini kirleten tanınmaz hale getiren bu irin parçasını aslında çok da anmak istemezdik. Tıpkı tarihteki Gomora kentinin yakınlarında duran cüzamlılar vadisinin kutsal kitaplar tarafından lanetlendiği gibi, Kürtler de bu ihaneti lanetlemiştir. Kürtlerin de kutsal ayetleri artık direniştir, özgürlüktür. Onun için, Kürtler ihanete karşı öfkelidir. Bir asker annesi ve ya çevresinin duygusallıkları bir yere kadar anlaşılabilinir. Orduya asker gönderme ve savaş edebiyatı sınırını aştığı zamanlarda kendi kendisini deşifre eder. Yılarca bu edebiyata inandırılan halk iki tercih arasından birisini tercih eder; ya alışılmışlığa devam ya da birçok ülke de olduğu gibi savaş karşıtlığı gelişir. Bizim öfke duyduğumuz şeyler bunların anlaşılıp anlaşılmaması değildir.
Kaç gün önce ölen bir subay eşinin “bende kürdüm, Kürtlük onlara mı kalmış?” Sözleri ister istemez insanları düşündürtüyor. Bu örnek için ne söylenebilinir konusunda hala düşünüyorum. Böyle insanların deşifre olması aslında iyi bir şeydir. Kardelen yardımlaşma kuruluşu için çalışıp, çok masumane gösterilen bu şahıs Mardin’de bir de asimilasyon memurluğunu yapmaktadır. Subaylara eş yetiştirme kültüründen gelen bu şahıs oldukça tecrübeli olmalıdır. Yıllarca yatılı okullar ve yardımlaşma adı altında süren bu uygulamalar Siirt’te ortaya çıktığı gibi herkesin gördüğü şeyin başka bir yüzüdür kardelen...
Kardelen bu yardımlaşma denilen şeylerin asıl amacını da deşifre etmiştir. Bir kere Türk ordusunda kendi etnik kimliğini inkâr etmeyen birisiyle evlenilmez. Yardımlaşma dernekleri, kardelen ve subay ile evlilik aslında bir projedir. Devletin güney doğu projesidir. Bu uçların birleşmesi bir geçeği ortaya koyuyor. Yıllarca anlatmaya çalıştık, ama elif denilen şahsın televizyonda çıkıp kendisini apaçık anlatması aslında daha iyi oldu.
Subay, öğretmen ve Kürdistan gibi kavramları yana yana getirdiğinizde çok farklı bir anlam çıkar ortaya. Elif bir model olmalı, bir özel savaş modeli… Özel savaşın onun şahsında zafer kazandığı bir kişilik oluyor. Yıllar yılı devletin Kürdistan’da başarmaya çalıştığı bir hedef de elif gibi kişilikleri çoğaltıp DNA değişikliği yapmaktı. Elif iyi kopyalanmıştır. Bizde kardelenin Kürtçe karşılığı Berfin’dir. Berfin orjinaldir. İşte devlet elif gibilerini bu DNA’dan alıp kopyalamak istiyor. Cilo’nun hırçın soğuğundan yetişen kardelenin mecazi ifadesi olan bu insan ismini Hakkari ya da başka bir ilimizden alıp, Elif gibi kardelen örtüsüyle kopyalamaya çalışılıyor. Dolayısıyla, orada konuşan devletin kendisiydi. Elif şahsının “benim kızım bütün Türkiyenin kızıdır” demesi, aslında devletin kızıdır anlamına gelir. Kendisi de devlet ile izdivaç yapmış bir kadındır. Kusura bakmasın, ama biz Kürtlerde kendisi unutsa da subay demek, devlet demektir.
Elif’in şeref gibi kavramları niye kullandığını çok iyi biliyoruz, çünkü bilinç altında o kavramlardan en yoksun olanı kendisidir. Acaba bu kadının nasıl bir psikolojisi var? Çünkü filmlerde kopyalama yapılırken, kopyalan insanların psikolojik motivasyonunda sorunlar çıkar. Doğa işte… Doğa bile aykırılığı kabul etmiyor. Kopyalamada kırılma noktası bazen bir düğüm oluyor. Kırılma noktası hatırlansa iş biter. Onun için elden geldiğince çok kelime kullanılır. Bir birine yakın kelimeler. İşte, Elif ‘in şeref kavramını kullanması da bu anlama gelir. Şeref Elif için bir kırılma noktasıdır, onun için çok yoksun olduğu bu kelimeleri çok fazla kullanıyor.
Reber APO, bir çözümlemesinde Bonnapartist Sezaryanist ideolojilerde mutlak iktidar gibi bir belirleme yapmıştı. Benzer paramiliter güçlerin de aynı yöntem ve amaç taşımaları doğaldır. Roma en fazla kırılma yaşadığı yerlerden çocuklar alarak, onları şövalye yapardı. Türk’lerde devşirme yöntemi vardır. Yani Kürtçe olan bu kelimenin anlamı sütten kesme, o yaşta alıp eğitme anlamına gelir.
Elif Mardin de öğretmenmiş. Mardin’in özgürlük mücadelesindeki yeri belidir. Mardin demek biraz da kadın demektir. Dolayısıyla devletin oraya el atması ayrıca bir anlamı olmalı. Yani Elif denilen şey, çok yünlü bir özel savaş figürüdür. Kendisi bir model ise kendisi gibi kadın yetiştirmek, DNA bozmak devlet için çok önemlidir. Onun içi Elif’in öğretmenlik yaptığı yeri gerçekten çok merak ediyoruz. Bir korucu köyü ya da mehelmi denilen ayrı etnik yapının olduğu bir bölge de olabilir. Yani Midyat ya da Savur…
Halkımızın bu örneğe teamül etmesi oldukça zordur. Halkımızın arasına karışmış bu DNA’sı bozuk insanların fazla kalması çok zordur. Halkımız devletin böyle politikalarını çok yaşadı, çok gördü. Zaten Kürt sorunu ekonomik sorundur, diyenlerin elde ettiği şey elif gibi insanlardır. Bu çözümün nasıl bir çözüm olduğu elif şahsında apaçık ortadadır. Halkımız şereflidir ve böyle bir izdivacı asla kabul etmeyecektir. Gerekirse boşanma pahasına olsa da!
Numan Bagok
- Ayrıntılar
Herkesin bir hikâyesi vardır. Senin de bir hikâyen var, birkaç gündür televizyon ekranlarından düşmüyor, ha bire hikâyeni tekrarlayıp duruyorsun. Milyonlarca insan senin hikâyeni dinledi, sana ağlayanlar, sana acıyanlar da olmuştur, ama senin söylediklerin üzerinden siyaset yapanlar da. Senin ağızdan çıkan sözler ve o sözleri sana söyleten zihniyet yapılanman, senin söylediklerin üzerinden siyaset yapanları görmene izin vermeyecektir, aksine bir tarafa öfke ve kin kusarken, bir tarafa da sıkı sıkı sarılacaksın. Seni izlerken ve de dinlerken, “kendi düşmanına sevdalanmanın ancak bu kadarı olur” dedim. Bir de ayrıca Kürt olduğun için üzüldüm, acıdım haline. Nasıl ki Türk devleti yüz yıllardır soyundan geldiğin halkı öteleyip ve onun çocuklarına her türlü uygulamayı reva görüyorsa, maalesef bugün sen de onların ağızdan konuşup ötelenen gerçekliğini bir de sen öteledin. Sana sunmuş oldukları imkânlar, seni henüz tayini bile yapılamayan bir öğretmen yapmış olmaları seni onlara borçlu ve minnettar kılıyor olabilir. Ama hiç kendi kendine sordun mu neden doğup büyüdüğüm coğrafyada halkım yoksulluk içinde, niye sonradan öğrendikleri bir dille konuşuyorlar, ya da neden toplumsal açıdan geri bırakılmışlık var? Bırak senin “teröristler” dediğin insanları, neden o coğrafyada çocukların öldürüldüğünü sordun mu kendi kendine? Ceylan’ın parçalanmış cesedini televizyonlardan görebildin mi? Ya Uğur’u… ya senin “asker diye yetiştireceğim” dediğin kızının yaşındaki Enes’i… onların hiçbirinin küçücük avuçlarına silah sığmıyordu, tetiği çekemeyecek kadar küçüktüler. Öldürülen bu çocukların ne suçu var diye sordun mu kendi kendine? Her şeyi bir kenara bıraktım, bir anne olduğun için belki biraz Kürt annelerinin yürek acısını anlarsın diye bunları sana söylüyorum.
Kardelen Elif!
Senin ısrarla Türkiye’nin her yerinde dalgalanacak dediğin Türk bayrağıyla, Atatürk büstüyle hiçbirimizin bir sorunu yoktur. Bir halkın bayrağına ve öncülerine saygı duyacak düzeyde erdemli insanlardır Kürtler, PKK’liler. O yüzden dalgalanmasında hiçbir sakınca görmemekteyiz, fakat o bayrak altında öldürülmeye, kültürel asimilasyona uğratılmaya ve yok sayılmaya tahammülümüz yoktur. İşte senin farkında olmadığın ve hiçbir biçimde gerçekliğini bilmediğin, kavgamız bundandır.
Bilinçsizce sarf etmiş olduğun sözlere rağmen seni suçlayamıyorum. Çünkü seni yetiştiren ve öğretmen yapan o çok bağlı olduğun devlet kurumlarında, sen farkında olmadan sana aşılandı bunlar. Sadece kendi hayat kavgasına girişen bir kadının, bir başka kadınların ya da bir halkın çektiği acıları anlamasını bekleyemem. Senin “terörist” dediğin insanların tümü senin de doğup büyüdüğün coğrafyada büyüdüler. Senin bugün bile farkına varmadığın, yukarıda sorduğum sorularla, çelişkilerle daha çocuk yaşta tanıştılar. Birçoğunun evdeki ismi ayrı, resmi devlet kurumlarında kayıtlı olan ismi ayrı, konuştukları dil ayrı, onlara eğitim kurumlarında öğretilen dil ayrı ve birçoğu biliyor musun, doktor, öğretmen, mühendis, avukat vs. vs… birçoğu senden daha iyi koşullarda okuma ve yetişme fırsatı buldu. Ama ona rağmen senin kadar bencilleşip kendini inkâr edecek düzeye gelmeyi kabul edemedi. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının hangi maddesi senin Türkiye sınırları içerisinde yaşayan, ama Türk halkıyla eşit haklara sahip olan bir halk olduğunu söylüyor ki “ben de Kürdüm” diyebiliyorsun. Kürt olduğunu neyle kanıtlayacaksın?
Kardelen Elif!
Seni Çağdaş Yaşımı Sağlama Derneği yetiştirdi, bizi de Önder Apo ocağı. Zihniyetimiz ve hissettiklerimiz ayrıdır. Bu yüzden birbirimizi anlamamız biraz güç olabilir. Fakat sana sadece birkaç öneride bulunacağım, doğup büyüdüğün coğrafyaya tekrardan dön ve halkının neden yoksulluk içinde yaşadığını, neden göçe mecbur bırakıldığını ve dağlarda vurulan insanların neden vurulduğunu öğren. Yine coğrafyanda çocukların ellerine neden kelepçe takıldığını, zindanlara konulduğunu, en önemlisi de neden öldürüldüklerini araştır. O zaman belki de gerçek anlamda Kürt olduğunu hisseder, terörist dediğin coğrafyanın insanlarına karşı kızını bir asker olarak yetiştirmekten vazgeçersin ve bu savaşa dur diyen, barış ve kardeşlikten yana tavrını koyan “Barış Anneleri”nin içinde yer alırsın. Sen kocandan kalan alyansı boynunda taşıyıp, tabutuna dokunabildin, ama o annelerin çoğunun çocuklarının mezarı bile yok, nerede vurulduklarını bile bilmiyorlar. Ama ona rağmen acılarını başkalarının acılarıyla yıkamayı tercih etmiyorlar.
Son olarak öfkene teslim olma, Kürdistan’ın gerçek kardeleni olmak için kendi köklerine dön ve kendini tanı.
Rojbin GOLAV
- Ayrıntılar
Kürdistan gerillaları hakkında son süreçlerde söylenmeyen söz kalmamış gibi. Yaşam şartlarımız, gerillaya katılım sebeplerimiz, içinde bulunduğumuz psikolojiler, nasıl kandırıldığımız gibi noktalarda başlayıp gerçekten gülünç düzeylere varan değerlendirmeler Türkiye basınında yoğun bir şekilde işleniyor. Böylesi yönelim ve saldırılar karşısında sesimizi duyurmaya çalışsak da sınırlı bir düzeyde kendimizi ifade ettiğimiz de bir gerçek. Bir özeleştiri konusu olan bu durum tabii ki sadece bizim sorumluluğumuz altında değil.
Karşımızda öylesine bir inkar sistemi var ki, toplumu ve onunla ilgili her alanı o kadar tekel altına almış ki önyargılar denizini aşıp ulaşmak oldukça zor oluyor. Hele bir de tarihte tüm özgürlük savaşçılarının başına geldiği gibi bir lanetlenme sıfatı olan terörist, bebek katili, şiddet düşkünü gibi ahlaki yargılarla suçlanmamız da araya girince sesimiz daha bir kısılıyor. Açıklama çabaları arasında, meramını anlatma çabaları arasında gerçek düşünce ve duygularımızı yansıtmakta zorlanıyoruz.
Kişilik haklarının yanı sıra toplum ve halk olmaktan gelen haklarımızın çiğnendiği, günlük soykırım politikalarıyla yüz yüze kaldığımız bir ortamda şüphesiz gerillanın her türlü saldırı ve söylem karşısında cevap olması da beklenemez. Her ne kadar söyleyecek sözümüz çok olsa da nefesimizi hakaretlere cevap olmak maksadıyla harcamamakta kararlıyız. Çünkü halkımızın özgür yarınları için daha çok çalışmak, mücadele etmek ve savaşmak zorundayız. Bu nedenledir ki bırakalım insanlığın en kutlu çocukları devrimci gerillalar karşısında havlamaya devam etsin bekçi köpekleri.
Dediğimiz gibi günlük bir soykırım tehdidi altındayız ve faşist Türk devletinin inkar ve imha siyasetinin son temsilcisi olan AKP hükümetinin ılımlı İslam çerçevesinde yaratmak istediği sistemde bize yer olmadığı artık açık bir gerçek olarak herkesçe görülebiliyor. En basiretsiz insanlar dahi eğer bilinçli bir saptırıcı ve yeminli düşman değillerse bunu görebilir.
Bu saldırı ve yok sayma karşısında Kürt halkı olarak tabii ki sessiz kalacak, teslim olacak değiliz. Bu süreçte her zamankinden daha fazla varlığımızı korumak ve özgürlüğümüzü kazanmak en temel bir hak olarak kendisini dayatmakta. Ya onurlu barış ya da görkemli direniş ikilemi içinde yürüyen süreçte barışçıl çözüm ihtimalinin kalmamasından kaynaklı artık görkemli bir direnişle Kürt halkının geleceğinin inşa edilmesi görevi tüm yakıcılıyla önümüzde duruyor. Bu inşa süreci çerçevesinde başlattığımız yeni mücadele döneminin haklılığı artık hiçbir güç tarafından gizlenemez, türlü oyun ve hilelerle saklanamaz.
Başlattığımız yeni stratejik mücadele döneminin ilk hamleleri olan gerilla eylemlilikleri bir yandan yeni sistemimizi kurmakta yol açıcı rol oynarken, bir yandan da yıllardır süren saldırılar karşısında bir intikam hareketi olarak faşist güruhları cezalandırmaktadır. Gerçekleştirdiğimiz bu eylemler ardından hem hareketimizin haklılığını tersi göstermek, hem de alınan darbeleri gizlemek için sivilleri hedef alıyormuşuz gibi bir izlenim yaratılmak isteniyor. Bir yandan yurtsever Kürt halkı faşist ordu ve emniyet güçleri tarafından katledilerek “bir Kürt daha eksildi” ırkçı mantığı üzerinden kazanç elde ettiklerini sanıyorlar, bir yandan da gerillalarımız hedef haline getirilerek Kürt halkı arasında nifak tohumları ekilmek, çelişki yaratılmak isteniyor.
Defalarca açıkladığımız gibi tüm eylemliliklerimiz için tek kırmızıçizgimiz sivillerin zarar görmemesidir. Buna rağmen sanki yürüttüğümüz gerilla mücadelesi tamamen şiddet düşkünü insanların amaçsız ve hedefsiz yürüttüğü bir saldırı dalgasıymış gibi yansıtılmak isteniyor. Bir yandan gerillanın eylem sonuçları gizlenmeye çalışılırken bir yandan da sivil katliamları yapıp üzerimize yıkarak kamuoyu nezdinde kör şiddet taraftarları olarak yansıtmak istiyorlar.
Bu kara propaganda bir yanıyla yenilgi ardında yaşanan şok ürünü olarak kafa karıştırıp gerillaya karşı tepki oluşturmaya çalışırken tabii ki bir yanıyla da gerillanın gerçek karakter ve mizacının tanınmaması, gerillaya karşı sempati duyulmaması gibi bir sonuç da yaratmak istiyor. Çünkü gayet iyi biliyoruz ki son yıllarda sadece Kürdistan toplumu içinde değil, Türkiye’de yaşayan çok farklı kesimlerde gerillaya ve Özgürlük Hareketine karşı bir sempati gelişiyor.
Salt ulusal bir hareket olmaması, tüm insanlığın sorunları karşısında geliştirdiği ideolojik, felsefi çizgi temelinde yarattığı çözümlerin uygulanabilirliği ve sonuç alıcılığının olması insanların ilgisini çekiyor tabii. Tüm ezilen sınıf, kesim, cins ve akımlar kendilerinden bir parçayı Özgürlük Hareketi’nin içinde gördüğünden özgürlük cephesi her geçen gün büyüyor ve bu sömürgeci erkek egemen kesimlerin çıkarları için hiç de iç açıcı bir manzara değil. Gerillaya saldırılması biraz da buradan geliyor aslında.
Tabii gerilladan daha fazla Önderliğimize yönelik saldırılarda bir artış var. Belki de gerilla karşısında çözüm olamamanın hıncını Önderliğimiz üzerindeki tecridi ağırlaştırarak çıkarmak istiyorlar. Bir yandan Önderliğimize olan bağlılığımızı bildiklerinden duygusal atmosfere kapılıp kontrolsüz ve zamansız eylemlere girmemiz isteniyorken bir yandan da Önderliğimizin esaretini bir şantaj olarak kullanıp “daha fazla ileri gitmeyin” mesajı veriyorlar.
Şunu herkesin bilmesinde yarar var. Biz, Özgürlük gerillaları olarak her şeyden daha çok Önderliğimiz karşısında hassasız. Önderliğimiz, gösterdiği insanüstü direniş ile İmralı işkence sisteminde geçirdiği 12 yılda onurun, şerefin, namusun her türlü baskı ve zor karşısında nasıl zafer kazanabileceğini göstermiştir. Yolumuzu aydınlatan en büyük güç olarak Önderliğimizin varlığı aynı zamanda büyük bir eğitici güç olarak da geleceğimizi çiziyor.
Tabii ki dostlarımız bunu böyle bildiği gibi düşmanlarımız da biliyorlar. Bu yüzden Önderliğimize yönelik baskı ve şiddeti geliştirerek üzerimizde psikolojik etki yaratmak, hedefimize yönelik yoğunlaşmalarımızdan alı koymak hedefleniyor. Bu alçakça olduğu kadar ahlak dışı yönelimlerin dozajına göre tabii ki bizim de verilecek cevaplarımızın olduğunun bilinmesinde de yarar vardır…
Görünen o ki Kürt halkının yaşadığı tarihin belki de en güçlü ve onurlu direniş zamanı bin yıllardır arzulanan özgür geleceği yaratmada dönüm noktası olacak. Böylesi bir süreçte halk savunma güçleri olarak bizler başta Önderliğimiz olmak üzere tüm değerlerimize yönelik gelişen saldırılar karşısında herkesin elinden gelenin üstünde bir direnişi göstereceğine duyduğumuz inancı bir kere daha belirtmek istiyoruz.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Dağlar ve insan arasındaki ince bağın kökeni, dağların insanı koruyan, kollayan ve doyuran özelliğinden alıyor. Dağlar insan için ana gibidir, evet dağları bir anaya benzetmek yerinde olur. Dağlar insanlık için önemli bir yer ifade ederken bütün uygarlıklar dağların etrafında, suların kenarlarında gelişirler. İlk uygarlığın Mezopotamya’da yani Zağros ve Toros eteklerinde olması, bu coğrafyanın önemini artırmaktadır. Niye diyecek olursak; arkeolojik kazılar ve ortaya çıkardığı bulgular ışığında, MÖ. 12000’lerden itibaren uygarlık beşiğinin merkezi Zağroslar demek abartı olmaz.
Yine ‘niye Zağroslar’ sorusuna cevap olarak, ilk devrimcilik tohumu burada atıldı. Duvar duvar evler burada şekil buldu. İlk ekinler özenilerek burada toplanıldı. İlk yaban hayvanları burada evcilleştirildi. Bu bölgenin kadınlarının elinden su içti bütün canlılar. El emeği ile kaba taşlara şekil verdi. İlk ateşi bu dağlarda yaktı. İnsanı ısıtan, yemeği çiğ yenmesinden kurtarandı. Mağaralarda iletişim için resim çizen insanlardı. İlk balta-kazma gibi aletleri yapandı. Çamurdan çanak çömlek yapıldı, kadınların elleriyle bu dağlarda. Ağıtlar yakıldı, bu gün adına müzik denilen. Zağroslar bu kadar ilki besledi bağrında. Ziraat ve tarım devrimi, aletler devrimi, Zağrosların destanında örüldü. Ondandır ki, tarihi Zağros’tan ele almak yerinde olur. Şimdi diyebiliriz ki insanın hayal ettiği, ütopyanın temiz ve doğal yaşamı burada mevcuttur. Ve bu dağların yaratıcılığı Sümerlerle zigguratlara kapatıldı, Sargonların kılıcı ile ekinleri toplatıldı.
Yok sayılmak istense de bu dağın ihtişamı, bazen bir rüyada, bazen bir şarkıda da, şiirde ya da destan ve öykülerde insanlık ütopyasında yaşatıldı. Kimi sosyalizm dedi, kimi de komünizm diyerek bu güne taşıdı. Yine maskesi deyişmiş sargonlar ve rahipler, özgürlük ütopyalarına saldırdı. İnsanlık, kimi Nuh’un gemisiyle kimi Dicle ve Fıtrat’la akarak, dağ eteklerinde toplanıp Zağroslara tırmandı. Çünkü burada geçmiş zamanın güzelliklerini, eşitliğini, özgürlüğünü içine çekebiliyordu.
Kartal yuvası, gerilla barınağı, insanlık tarihi gibi gerillanın güncesi içinde büyük anlam gülüdür. Ki ben, bugün Zağroslardayım. Bir tarafımda Cilo, bir tarafımda Çarçella, bir tarafımda Govendê. Bir yanı düşman istilasında. Türkiye, İran, Irak Kürdistan topraklarından da sınır oluşturur. Dört bir yanı sularlarla çevrilidir Zağros’un.
Tarihin avlusunda güneşe yürümektir Zağroslarda gerilla olmak. Emekle tarihi taşımaktır bugüne. Zağroslarda engin çetin ve sarp araziye direnç göstermektir, gerilla olmak. Serin, ay ışığında mehtapla gülüşmendir, Zağros’ta umuda sevdalanmak. Satê göllerinin etrafında papatya gibi sarı sarı renk vermektir evrene. Zağros’ta gerilla olmak dağ keçileri gibi uçurumlara tırmanmaktır. Bir uçtan bir uca, bir bulut gibi inmek ovalara, Avaşin maviliğine göz kırpmaktır, Zağroslarda gerilla olmak.
Zağros’ta gerilla olmak, kanından yaşam yaratmaktır geleceğe. Kanat açmak göklere, adım adım yürümektir Govendê’ye. Patikalar açmaktır zirveye ulaştıran, Zağros’ta gerillacılık. Düşman siperlerine keskin bakışlarla bakmak, ensesinde gölge olmaktır faşist jandarmanın. Varlığınla korku salmak zalimin gönlüne, yetim hakkına ilişene dur demektir. Kawa’nın örsü olmak Dehakların beyninde, Mazlumlaşmak üç çubukla Amed’de. Zilan’ın şarapneli olmaktır, üniformalı-sömürgeci bedene. Namludan çıkan bir kurşunun bir mevziyi devirmesidir Zağros’ta gerilla olmak…
Şerizat Rajan
- Ayrıntılar
- Ayrıntılar