Halkımız ve halkımızın evlatları hakkında konuşmayı, onları aşağılamayı, bir meslek edinen insanların derin bir kompleksi olmalı ki bunu hastalık haline getirmişler. Her şeyi kendi dar penceresinden bakmayı bir alışkanlık haline getiren bu insanların, kendileri nasıllar acaba gibi bir soruyu hiçbir zaman kendilerine sormayı akıl etmezler. Türkiye’nin Emniyet Teşkilatı, bir araştırma yapmış. Güya, dağlara çıkan insanlar geri feodal yapıdan bir kaçış içinde, kötünün kötüsüne kaçma gibi sivri zeka ve dahiyane bir buluş ile bilime damgasını vuracak sosyolojik bir sonuca varmışlar. Tarzan’ı dağa çıkartan nedenleri, yirminci yüzyılın başlarındaki bir medeniyet havası içinde sunma gibi bir başarıya imza atmışlar, Oysa Kürtler sizinle birlikte sizin modernleşme tarihini yaşamış bir halk ki traji komik bütün hikayelerinizi bilen bir halktır. Ancak Kürtler şu sahip olmadığınız erdeme sahipler ki insanlık nereye gidiyor sorusunu soruyor, insanlığından ödün vermemeye çalışmaktadır.
Biz sizin giydiğiniz elbiseden, taktığınız tabancaya kadar bütün eşyalarınızın tarihini biliyoruz, Ama o kadar erdemliyiz ki tek bir gün alay etmedik. Kendiniz kendinize ait değilsiniz. O kadar fakirsiniz ki sadece bir maaş için, sadece komşunuzdan farlı olmak için alemin kırk yıl önce giydiğini giyiyor, depolara attığı yiyecekleri yiyorsunuz.
Bizce sizi anlatmanın zamanı gelmiştir. Bize yakıştırdığınız kavramlardan bir tanesi ile başlayalım. Mağarada yaşayan ‘’kıro’’ tabiri artık zamanla Türkçe dillinin argo hazinesine girmiş durumdadır. Hayvan kelimesinin mecazi karşılığı oluyor. Hayvandan kaçışın bilinçaltındaki bu hali aynı olgunun yaşanmasının psikolojik biçimidir, yani hasta bir insanın ruh halidir. Demek ki aynı psikolojik parametre yaşanmaktadır. Bunu biz söylemiyoruz. İnsana yakıştırma kelimeler kullanma, lakap takma bizim ahlakımıza aykırı bir şeydir, Ama kendilerinden öğrendiğiniz hocalarınızın sizin hakkında ne söylediklerini yazmak, aynı şeyi bize yansıttığınız için psikoterapi ye ihtiyaç vardır. Bu ezik ruh halinizi aşmak için faydalıdır. Tavuk ve hindi tabirleri sizin yaşadığınız bin yılık bir evrim sürecinde, çekik gözden zeytin göze geçişin bir tespitidir. At sırtındaki kadınlarınızın tombul ve yuvarlak fizik yapılarını bu iki hayvana benzeten edebiyat, aslında bilimsel bir tespite dayanıyor. Biz bu tür antropolojik verilere karşıyız, ancak batılıların bir zamanlar bayıldığı bir bilim alanıydı.
Tanzimat’tan sonra bilimle tanışan bu zihniyet, aynı hastalığa bulaştı. Bilimsel alanda sağlıklı bir altyapı olmadığı ya da ataları çekik güz ile tüysüz olduğu için batılıların Herkül ve Afrodit’ine benzeyen bir fizik yapıdan yoksundular. Bilimin hal etmediği bu konuyu edebiyat ve sanat ile yapmaya çalıştılar, Ama bilim önemlidir çünkü gerçeğe dayanmaktadır. Antropoloji çılgınlığı o düzeye vardı ki platonun kurucular eşleşirken yaptığı seçime benzer bir yöntem denediler, nihayetinde Hitler’in çılgınlığını hepimiz biliyoruz. Kürtlerde bu gelenek hayvanlara yapılır. At ya da katır üretiminde bu kuralı iyi bilenler, iyi at çıkartabiliyor.
Sizler de bunun edebiyat ile yapıldığını söyledik. Maço, kıllı ve ya anlatılan erkek sıfatları nedense uzak doğu insanının antropolojik yapısına uymuyor, Ama bu gün bu zihniyetin erkek sembolü haline getirilmiştir. Demek ki burada bir bilinçaltı zaafı var. Coğrafya ve toplumsal ilklimin bu konuda şaşırtıcı cilveleri söz konusudur. Bu zihniyetin geliştiği yer, coğrafik olarak batı ve doğu arasında bir yerdedir. Bunun genetik olarak iki yer arasında bir şekillenme alacağı aşikardır. Sultanlar, kendi zamanında cariye ve ya eş olarak aldıkları kadınlarla elit kesimin genotipini değiştirdiler. Dominant olarak kadın başat olmuş ki çocuklar sarışın ya da mavi gözlü doğmuştur. Peki, ya kıllı ya da tabir edilen erkek tiplemesi nerden geldi? Bizce bu araştırılmaya değerdir, çünkü anlatılan erkek tipi atalarımıza benziyor. Bir Kürt yaşlısının askerde iken anlattığı anıları aklımıza geldi, şöyleydi: Biz asker de iken subaylar, genelde Kürt askerleri kendi ev işlerinde çalıştırırdı. Bizlere güveniyorlardı ama eşlerinin bu askerlere karşı derin bir zaafı vardı, nedenini hala anlamıyorum demişti. Demek ki bu gelenek çok eskidir. Bilim yeni tanımış olsa da, bu bilinçaltı zaafın bu şekilde kendisini dengelediğini söylemek mümkündür.
Dünyanın hiçbir yerinde erkek ulusu tabiri yoktur, ama bu zihniyette maalesef vardır. Asker ulus ile Erkek ulus aslında aynıdır. Her iki olguda demin saydığım psikolojik eziklikle yakından bağlantısı bulunmaktadır. Bu erkek ulus anlayışı askeri bir terim olarak, askerlikte anlatıldığını biliyoruz. Peki, gerçekten böyle midir demekte fayda vardır. Bu bilincin, ezik ve yetersiz erkek anlayışından çıktığını kanıtlamak hiçte zor değildir. Basına konu olan son general eşinin kocası hakkında söyledikleri yabana atılacak şeyler değildir, Kocasının iki cinsli olduğunu basına bile verdi. Demek oluyor ki bu şaşalı erkek, hiçte sanılan bu erkek tiplemesine uymuyor. Erkek edebiyatı, bu tarihi erkek ezikliğinin dengeleyici unsuruymuş.
Kürdü yılarca aşağılamanın altında yatan şey, ona bir türlü benzemenin şizofrenik ruh haliymiş. Bu kültürle büyümüş zihniyet Kürtlere akıl veriyor. Dağa çıkma mağaradan kaçmakmış, tespitine ulaşmışlar. Yani bir mağaradan başka bir mağaraya kaçış oluyor. Bin bir yolun olduğu çağımızda, insanlar kar kış demeden birçok şeyi göze alarak dağa çıkıyorlar gerçeği ne tuhaf bir çelişkidir. İstanbul kentleri, dizi ve pembe hayatların sıraya girdiği hata arabesk çağının hala hatırlarda olduğu o şatafatlı kent hayatının yolları, dağın yolundan daha rahattı. Bin bir kelepçe ile bağladığınız bu yollara acaba bu insanlar niye başvuruyor? Moderniteniz niye yeterli değil? Bu kadar film, kaffe ve köylere kadar inen moda ya kadar her şey var iken, niye bu insanlar dağa çıkıyor? Peki, üniversite okuyup da sizin gibi polis olup her cop karşılığında biraz daha para alıp yaşayamazlar mı? Yaşayabilirler. Peki, niye yaşamıyorlar sorularının cevaplarını öğrenmek için yukarda demin saydığım tarihi bilince sahip olmanınız lazım. Bu zihniyet sahipleri bunun özerine bir araştırma yapsalar daha faydalı olurdu. Kürler sizin patolojik hastalıklarınızdan bıktı. Dağ onlar için boy aynasıdır, orada ne kadar güzel olduklarını keşif ediyorlar. Hasta olmadıkları için her şeyleri fazlasıyla vardır!
- Ayrıntılar
“Yargılama yetisini kaybeden insan, iyice aptallaşır” (I. Kant)
Bazı anlar ve mekanlarda sözün anlamı ve derinliğini kavrayabilmek için, yazının o kolay görüntüsünün altında cevahir gibi bir yürek istediği kendinden menkul bir durum olmaktadır.
Aynen bu sözün algılanması için gereken yürek gibi bir yürek! Yoksunluk varsa, bu cümleyi kolay kolay anlayamazsınız!
Yıllarını dağlarda geçirmiş ve bunun uğruna büyük bedeller ödemiş, yeri geldiğinde “akşama görüşürüz” dediği yoldaşının/mücadele arkadaşının ölüm haberini, daha kaç ay öncesinde görüştüğü ve o anda tekrardan görüşmenin getirdiği coşkunun içinde öğrendiğinde, yaşadığı coşkunun içine (o anda yaşadığı burukluğu) gizlediği hüznü sığdırmaya çalışan insanların, yani dağların insanlarının hayatında önemli bir anlamı vardır bu cümlenin!
Çünkü yargılama her şeyden önce soru sormadır!
Ezber bozan ve verileni olduğu gibi kabul etmemedir yargılama!
Aslında yargılama kendi başına bir eylem değildir, beraberinde insanı yargılarının sonuçlarına göre harekete geçiren en temel faktör olmaktadır. Yani yargılama hakkaniyetin sağlanmasında ve vicdani mukayesenin geliştirilmesinde bir nevi sırat köprüsü ve hatta syrxs ırmağındaki sal, sadece sal’da değil, o salın cefakar kürekçisi olmaktadır.
Bizim için böylesi bir anlamı olan yargılama eyleminin başına her zaman kendimizi koyarız! Yani her şeyden ve herkesten çok kendimizi yargılarız! Dağın insanının ve gerillanın, muakkiplerinin her gün bu kadar çoğalmasının ve artmasının temel tılsımı budur! Yoksa öyle “ekonomik nedenlerin veya feodal yaşantının baskılarının” insanları dağa götüren temel nedenler olduğunu varsaymanın gerçekle hiçbir alakası yoktur.
Yargıladığımız için de en çok ve en derin sorularımızın içinde “özgürlük nedir?” kelimeleri geçmektedir.
Yargıladığımız için de sürekli “temel haklarımızın ve özgürlüklerimizin” ihlalinin zihniyetini sorgularız!
Yargıladığımız için bizi yargılamaya çalışanların, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük anlayışlarına adam akıllı bakarız!
Samimiyetinin ölçüsüne önem veririz, hatta gösterdiğimiz bu önemi de ciddi hareket ve davranışlarla sergilemekten geri durmayız!
Tüm bunların yanında, yani sorguladığımız ve yargılayabildiğimiz oranda doğruya olan yolculuğumuza devam edebilir ve yanlış olduğuna inandığımız zeminlere yönelik mücadele ederiz!
Bu her yerde böyle midir?
Tabi ki, değil! Mesela Türkiye toplumunda öyle bir ambiyans ve bilgi kirliliği oluşturulmuş ki, otuz yıllık bir savaş çok kolay bir şekilde “terör” olarak nitelenebiliyor.
Çok rahat bir şekilde ve hatta insanın tüm şaşkınlığıyla “hadi be” dedirtecek şekilde, mağdur/maktul saptırması yapılabiliyor! Öyle ki, bu toplumda “ölüden/ölümden” ulusal kahramanlar yaratılıyor!
“Demokrasiyle mayın arasındaki” güzergahlarda yorum yapılabiliyor ama katledilen onca gazetecinin faili hakkında, adam akıllı yazı yazılmıyor, hesap istenilmiyor hepsinden önemlisi soru soramıyor!
Şimdi tekrardan çatışmaların gündeme geldiği bu dönemde;
Kimse yüksek sesle bu kadar çocuk neden halen tutuklu?
Bu kadar siyasetçi neden halen “burjuva” hukukuna göre dahi yargılanamıyor?
Böylesi hır-gür içinde cılk’ı çıkartılan siyasi mantıkla geliştirilen anayasa tartışmalarının ve olası bir düzenlemenin memleket sorunlarına ne kadar etkisini olacağını sorgulamıyor?
Birçok kesimler yumruk’u ve akabinde gelişen eylemde öldürülen polisler hakkında methiyeler diziyor! Nedense o mütemadi soruyu sormuyor!
Hatta bu methiyelerde biraz Nietchevari veya Sartrevari üsluplar kullanılıyor ama;
Kimse ya da herhangi biri Nietche gibi “Tanrıyı biz öldürdük” diyemiyor!
Veya Sartre’nin Cezayir savaşına yönelik ele aldığı kocaman kitaba isim olarak yazdığı gibi “Hepimiz Katiliz” diye bir yazıya başlayamıyor!
Şimdi günümüzde methiyeler düzmenin, olayın yasal tartışmalarının cacığını çıkarmanın, neden dağa gelindiğinin/dağdakilerin yaşamını romantize etmenin kayda değer bir getirisi olmayacaktır.
Neden mi?
Zamanı takip ettiğimizde ve sorularımıza bunlar temelinde yenilerini eklediğimizde; geliştirilen saldırıların ve yürütülen kirli siyasetlerin ortaya çıkardığı temel gerçek; bu konu hakkında hem var olan üslubun ve hem de uygulanılmasında ısrar edilen metodun bu günle uyum sorunu yaşaması olmasıdır!
Ondan dolayı yeni dönem olarak da izan edilen bu dönemin enstrümanları ve argümanları da değişmiştir, değişmektedir!
Hem, değişimin kendisi sürekli yeni sorulara gebedir, tabi bu gerçeklikte soru soranlarla ilgili olmaktadır! Yani/ yanisi;
Şimdi yargılama-soru sorma, değiştirme zamanıdır!
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
27 Nisan günü saat 21:00 sularında Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Şikêrê Xapuşke alanından Medya Savunma Alanlarına girmek isteyen TC askerleri ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan bu çatışma sonucunda 6 düşman askeri öldürülürken, TC ordusu sınır hattından geri püskürtülmüştür.
28 Nisan 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 26 Nisan günü 21:00-23:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Gewrîyê Ertîş alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
24 ve 25 Nisan günleri gündüz 12:00-13:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Dola Bira ve Mambenê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
26 Nisan 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Bir süreden beri Özgürlük Hareketimiz şahsında doğru yayın yapan özgür basının sesini susturmak amacıyla uluslararası çapta bazı yönelimler olmaktadır. Halkımızın her fırsatta ortaya koyduğu özgürlük eğilimi karşısında maruz kaldığı saldırıları gözler önüne seren, yürütülen mücadeleyi doğru ve ilk elden dünya kamuoyuna aktarmayı amaçlayan özgür basın çalışmaları kapitalist modernite güçlerinin çarpıtma temelli yaklaşımlarını boşa çıkardığından söz konusu güçler özelde halkımızın ve genelde de tüm kamuoyunun doğru ve özgür bilgi alma hakkını engellemeye çalışmakta ve sesini duyurma imkanlarına yönelmektedirler.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 23 Nisan günü saat 09.00-10.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Şiwan, Serbend, Partizan ve Kasrok Tepeleri ile Bezenike ve Ava Guzê alanlarına yönelik olarak obüs ve havan saldırıları yapıldı.
- Ayrıntılar
İlgi çekici haberlere göz atarken karşılaştık ve seslice okumaya başladık. Okumak sabır istiyor. Okudukça yüzleri daha bir geriliyor yoldaşların. Tabii, tepkiler yazının bitişiyle parladı birden.
Anlayışsızlığa, cahilliğe öfke ve nedenlerine ilişkin yoğun tartışmaların içinde bıraktığım yoldaşlarla aynıydı duygularım. Ve aklımdaki o cümleler
“Kendileri yılanların akreplerin arasında, en iptidai koşullarda yaşarken PKK’lıların “Önderlik, ölüm çukurunda sinüzitten çok çekiyor” diye hayıflanmaları insana gerçekten tuhaf geliyor.”
“Bu satırları okurlarsa çok sinirlenecekler ama sanki silahlı bir örgüt liderinden ziyade bir tarikat şeyhinden bahsediyor gibiler.”
Bu sözleri söyleten ne diye epey düşündüm yol boyunca. Kendisi yıllardır gazetecilik yapan ‘bilinçli!’ denilen bir insan olmasına rağmen neden böylesi yorumlara ihtiyaç duymuştu?
Tabii, dedim sonra, anlamak değil ki amacı, yargılamak. Bilmediği, bilemediği, tanımadığı ve anlayamadığı bir insan topluluğunun karşısında cehaletin söylettiği sözlerdi bunlar.
Toplumun gelmiş olduğu sosyal bunalım ve kendini bilmez bir bireycilik içinde akıp giden hayatların şekillendirdiği algı dünyalarında başkaları için acı çekmenin, hayıflanmanın, başkaları için bir şeyler yapabilmenin, fedakâr olmanın bir şeyler çağrıştırmayacağını bilsem de yine de gelir diye imana, söylemek lazım sözünü insana…
Son süreçlerde Türkiye kamuoyunda en bilinmez alan olarak bırakılan gerilla, PKK ve Önderimiz hakkında söz söyleme yarışı devam ederken pes doğrusu dedirten ayrı bir yazı işte. Hani içinde çözümleme, içinde anlama çabası, bir eleştiri olsa amenna. Onu da boş ver, hakkıyla karşıtlık yapılacaksa dahi, anti propaganda yapmak istiyorsan bile her şeyden önce tanıman lazım karşındakini, değil mi? Yazmadan önce okumak lazım. Okuyamıyorsan, şöyle genişçe bakman lazım, değil mi? Ama nerde.
Tamam, bir sorun ne kadar komple ise onunla ilgili görüş ve düşünce de haliyle (zenginlik mi desem, karmaşa mı desem bilmiyorum) oldukça çok oluyor. Ne de olsa herkes düşüncelerini açıkça tartışma hakkına sahip. Ama biraz insaf, biraz edep ve biraz da haddini bilmek gerektiğini muhataba iletmek de o derecede hakkımız olsa gerek.
Yıllardır bize yönelik her türlü onur kırıcı, aşağılayıcı suçlamalarla yapılan haber, atılan başlık, yazılan köşe yazılarının sahibinin vicdanında -ki varsa tabii- bir gün bir yara olabileceği temennisinden başka yapacak bir şey yok. Terörist, bebek katilleri, vatan hainleri, uyuşturucu kaçakçıları vb. birçok tanım artık o kadar da takıldığımız şeyler değil. Ne de olsa artık bu söylemlerin kaynağı olan cehalet karşısında ancak bilinçlere serpiştireceğimiz anlam damlalarıyla sonuç alabileceğimizi biliyoruz.
Ama onlar, harlayıp dursa da ateşi, rüzgârın bir an yön değiştirip körükçüyü yakabileceğini anlayamıyorlar.
Dağlar ve dağların insanlar için anlamı farklı olabilir. Ne de olsa kavuşulmak istenen yar ile arasında bir engel olarak görülen türküler dışında, belki coğrafya derslerinde rastlanılan anlatımlardan başka yerlerde görülmemiş olduğundan bir bakıma anlam da veriyor insan.
Ama söyleyelim ki dağ anlamın, bilincin ve özgürlüğün kalesidir. Bizleri dağlarda akrep ve çıyanlarla yaşayan, gerici feodal ilişkiler düzeninde bir adanmışlıkla cahilliğin yönettiği insanlar olarak görmek isteyenlerin anlayamayacağı kadar derin ve felsefik anlamları olan bir mekândır. Şehir ışıklarının yalancı aydınlığında kendilerini var eden doğanın renk ve seslerinden uzaklaşan modernite tutkunu ‘gelişkin!’ insanların mahrum kaldığı bir yuvadır. Doğa ananın cömert ve mütevazı evidir.
Ama tabii, anlayana…
Hadi diyelim ki bizi ideolojik, siyasi, askeri anlamda beyni yıkanmış insanlar olarak görüyor, tercihlerimizin farkında değilsiniz. Olabilir. Peki, insanlığı o kadar derinden etkileyen insanların yaşamları hakkında da aynı şeyleri mi söylüyorsunuz. Bir dönem kesinlikle vatan haini dediğiniz ve şimdilerde ardılı olmak için birbirinizi ezerek koşuşturduğunuz o devrimci gençlik önderleri için de mi aynı şeyi düşünüyorsunuz. Onların tercihi de dağdı.
Hz. Muhammed, Hz. Musa ve nice peygamber mücadelelerine dağlarda başlamadılar mı? Emperyalist işbirlikçisi, vatanı peşkeş çeken faşist yönetim karşısında Türk’üyle, Kürt’üyle kutlu devrimci çocuklar Türkiye ve Kürdistan’ın dağlarında aramadılar mı özgürlüğü. Bedrettin, dağlarda ve dağ eteklerinde kurduğu düzeniyle kafa tutmadı mı gerici Osmanlı egemenliğine. Hira’da, Sina’da, Munzur’da, Kütahya’da, Dersim’de, Nurhak’ta, Cudi’de yaşı farklı, cismi, kimliği farklı nice insan, adandıkları ve kurtuluşu gördükleri inançları için feda etmediler mi kendilerini?
Evet, Kürdistan dağlarında yaşayan Kürt ve Türk gençleri, Arap, Alman, Rus gençleri PKK kimliği altında Abdullah Öcalan’ın yarattığı özgürlük yürüyüşünde kendi onur ve istemleriyle yer almaktan hep gurur duydular. Ölümüne, evet canları pahasına, hiçbir şaşalı ilişki ve gelecek hayaline mecbur kalmadan doğa kadar sade, katıksız yaşamayı tercih ettiler. Ne bir boy aynasının, ne insanın olmazsa olmazı denilen her türlü aracın mecburiyetini hissetmeden, ihtiyaç duymadan yaşamayı seçtiler. İnsanın yüz hatlarında, bakışlarında var olan güzelliklerin ancak iç dünyasında çalkantılarını aşan insanın eseri olduğunu bildiklerinden olsa gerek yüksek dağ doruklarından usulca akan derelerdeki su kadar berrak yaşamayı esas aldılar. Şehirlerin birbirini yiyen, her gün yeni bir şiddet ve cinnet dalgası içinde geçiren insanına tercih ettiler yüksek bir amaç uğruna kendini feda etmek isteyen insanları, yoldaşlarını, kardeşlerini.
Ha, evet, biz Önderimizin etrafında kenetlenmiş, onun için her şeyi göze almaya hazır insan topluluğuyuz. Ve de öyle kalmaya devam edeceğiz. Ve kaygılanacağız onun her hali için. Neden mi?
Çünkü o şimdi sizin de içinde yaşadığınız ülkeyi biraz da olsa nefes alınabilir bir pozisyona taşıyan insan. Bir halkı, yok sayılan, beton mezarlara kapatılan, dili, kültürü, kimliği yasak bir halkın var olduğunu ispatlayan insan. Kırk yıla yakın bir zamandır tüm enerji ve çabasını kendisi dışında yaşayan ve var olan insanlar için adayan bir insan. Farkında olup olmamak arasında gidip geldiğiniz toplumsal kaostan çıkış için, binyılların özgürlük arayışçılarının, halkların, küresel tekelci sistem karşısında yürüttüğü mücadelelerin çağımızın değişimlerine uygun bir tarzda gerçekten özgürlüğün kazanacağı bir tarzda güncelleyerek güçlü bir düşünce sistemini, paradigmayı yaratan insan.
Yerinde bir yorum yapmak istiyorsan, önce bunları bileceksin. Bilmek için de önce o önyargılarını ve yıllardır edindiğin ezberleri bir beş dakika kenara bırakıp anlamaya çalışacak, okuyacaksın. Ama ikinci üçüncü ağızdan değil. Sözü söyleyenin dilinden.
Tabii, yalnız bu da değil.
Yaşadığınız kültürün diri diri toprağa gömdüğü küçücük kızlar için, sokakta kolu kırılan, on ikisinde kurşunlanan, havanlarla parçalanan çocuklar için kederlenen bir insan. Bir halkın, halkların özgür ve demokrasi içinde yaşayabilmesi için on iki senedir tek başına, hiç kimseye dokunmadan ve korkularak ve anlaşılmadan ve tecrit içinde ve rencide edilerek ve işkenceyle yaşıyor. Ve direniyor. O bilmediğiniz anlamadığınız ve anlamak için çaba sarf etmediğiniz fedakârlığı, direnişi, insanlar, biz ardılları için yaşıyor.
Evet, O, özgür bir insan.
Ve özgür bir insanı savunmak, onun için kaygılanmak insan olmanın bir gerekçesidir.
- Ayrıntılar
Türk ordusunun tek öğretmeni gerilladır ve tek değiştirici gücü de gerilladır. Ordunun paralı asker sistemine geçişin tartışmaları yapıla dursun; bu ordunun otuz yılık yaptığı savaş gerçeğini iyi anlamadan, bu değişimin yapılabilinmesi imkânsızdır. Türk ordusunu gerillaya karşı başarılı olarak gösteren zihniyet, büyük bir yanılgı içindedir. PKK, ‘93 ateşkesinden sonra kontrollü bir savaş yürüttü. Eski stratejik doktrinde yer alan stratejik saldırı tabirini pratikte uygulamadı. ‘93’ten önce bu stratejik saldırıyı yapacak askeri gücü vardı ve bunu on katına çıkartabilecek bir potansiyele sahipti. ‘93 ateşkesi, TC gerillanın halk potansiyelini ezmek için kullandı. Ordunun gündüz bile girmekten çekindiği yerlere ateşkese güvenerek girildi. Arazi tutma, yol hatlarını denetleme, karakolları gözden geçirme ve köy boşaltmalar ile birlikte en önemli olarak da psikolojik rahatlama yaşadı. Gerillanın kalbinde dolaşabilmenin olabileceğini gördü. PKK bütün bunları göze alarak, askeri üstünlüğünü barış için tehlikeye soktu. Yani bu dönemlerde idea edildiği gibi, Türk ordusu savaşarak gerillanın stratejik saldırısını engellemedi. Askeri strateji olarak, kâğıt özerinde öyle bir plan olsa da PKK bunu hiçbir zaman denemedi. Önderliğimizin tek bir çağrısı, seferberlik için yeterliydi. Amed, Mardin ve Botan’dan yüz bin genç gerillaya çıkardı. Büyük şehirlerde konumlanan askeri garnizonlara saldırmak anlamına gelen stratejik saldırı yapılsaydı, şehir ayaklanır ardından da şehir savaşları başlardı.
PKK’nin o dönem elindeki gücün hatırı sayılır bir kısmını kullanması demek, savaşın bir ay içinde Türkiye şehirlerine sıçraması demekti. İki halk birbirine girecekti ki hem denetlenmesi hem de ilerdeki birlikte yaşama imkânlarını ortadan kaldıracaktı. Türkiye’deki Kürt ve Türk halkının demografik yapısı faturayı çok ağır hale getirecekti. Bazı aklı kıt çalışan tipler şunu diyebilir: ‘Zaten ayrı bir devlet kurmak istiyordunuz,’Vietnam’da bir milyon insan öldü, devlet kurmanın bedeli buydu, bunları bilmiyor muydunuz’’ şeklinde bizi tahrik edebilir de Önderliğimiz tahriklere gelmedi. Zaten onun için ‘93 ateşkesinde Türk ordusundan daha fazla biz şaşırdık. Yukarda demin saydığım savaşın imkânları fazlasıyla vardı, Ama kan deryası içinde yüreğimize kadar işleyen kan lekeleri ile olacaktı. İşte, Önderliğimiz ona izin vermedi.
Artık, bundan sonra bazı itirafların zamanı gelmiştir. Burada bunu söyleyen bir sivil değil, bizzat bu süreçleri yaşayan insanlarız. ‘93 yılının ateşkesinden sonra, Batman rafinesine yakın duran petrol sitelerini rafineye havan atarak infilak etme planlamasını yapmıştık; bin insan ölebilirdi, Çoğu da Türkiye den gelen mühendis ve ailelerinden oluşacaktı. Bunu Önderliğe bildirdik ama aldığımız cevap aynen şuydu: ‘Ahmak serseri siz ne yapmaya çalışıyorsunuz’ oldu. Dolayısıyla, baştan beri kontrolde tutulmaya çalışılan bir savaş vardı. Önderlik, hiçbir zaman Vietnam ve Çin örneklerine itibar etmedi ve çok da tartışmadı. Halk dirilişine ilişkin, silahlı propaganda dışında savaşı hep denetimde tutmaya çalıştı. Dörtlü çete anlayışına bu kadar öfkeli olmasının nedeni budur.
Yani yapay kahraman Osman Pamuklu ile bu sürecin generallerin anlattıkları anılar tümden yanlıştır. Bunların yaptığı şey, PKK’nin barış istemlerini suiistimal etmek oldu. Bunun özerinden ucuz kahramanlık rantı dışında yaptıkları hiçbir şey olmamıştır. Bu ordu gerillanın stratejik saldırısını engelleme şurada kalsın, tek bir karakol ve tepesini savunamamıştır. PKK’de, karakol ve tepe saldırılarının yüzde yetmişi başarılıdır. Cesaret örneği olan bazı çatışmaların taktik hata olmasına rağmen, on gerilla ile on bin askere karşı yapılmış binlerce örnek vardır. Peki, bu ordunun başarısı nerededir? 300 bin asker, 100 bin polis ile 80 bin korucunun katıldığı bu savaşta başardıkları nedir? Bu güç ile devletler yıkılır ele geçirilir, peki, ya siz neyi başardınız? Gerilla bir adım bile geri atmadı. Hatta yaptığınız savaşı bile gerilladan öğrendiniz? Nasıl öğrenildiğini, sonraki yazıda daha detaylı anlatmaya çalışacağım.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Nisan günü 05.00-06.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Zawite ve Bazirgiran Köyleri ile Ava Guzê ve Barka Evdala alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar