Çok uzak dayarlardan ülkemizde çevrilen kirli oyunlara baktıkça öfkemiz kabarıyor, kinimiz daha fazla artıyor. Biz Kürtler, değer yargılarımıza bağlı bir halkız. Bin yıllarca uygarlıktan men olma pahasına değer yargılarımıza sahip çıktık. Çatışma ve savaşlarımız ceng meydanlarında olup göğsümüz hep açık oldu. Hile yapma, arkadan vurma, kalleşliği bilen bir halk değiliz. Mertlik adına başka orduların, başka halkların bayraklarını bile taşıdık.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 7 Mayıs gününden beri aralıksız olarak Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Şetanus, Satê ve Kêyê köyleri ile Avaşin vadisine yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmaktadır. Saldırılar halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
7 Mayıs günü Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Oramar alanında TC ordusuyla yaşanan çatışma sonucunda şahadete ulaşan Sipan ve Laşer isimli arkadaşlarımızın sicil bilgileri netleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Orgeneral Eşref Bitlis’in bir uçak kazası ile ölmesi –tabii resmi iddialar böyle-, bir de yine Kürdistan’da önemli görevler üstlenen Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesi. Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesini yaşlı bir Kürt yurtseverine mal edilmeye çalışılsa da hem kendisinin böyle bir şeyi yapmadığı yönlü uzun yıllardır sürdürdüğü mücadele –ki bizce de öyle- hem de Bahtiyar Aydın’ın kişiliği ve dönem düşünceleri göz önüne getirildiğinde fazla gerçekçi görünmüyor.
Bilindiği gibi Eşref Bitlis, Turgut Özal’a yakınlığı ile tanınan bir generaldi ve Özal’ın Kürt sorununun çözümü yönlü adımlarına destek sunun bir kişilikti. Bu işin silahla çözülemeyeceğine kanat getiren biriydi. Bahtiyar Aydın’ın da bu çerçevede yaklaştığı, en azından o güne kadar yürütülen savaşın farklı bir çerçevede ele alınmasının gerekliliğini dile getiren bir kişilik olduğu biliniyor. Savaş barış ikileminin çok yoğun yaşandığı 1993 yılının bahar aylarında bu iki general ile birlikte tabii bir de Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü de var.
Bu ölümlerin o dönem açısından gizli kalan yanları bugün bakmasını bilenler için artık gayet açık. Ama neylersin ki Türkiye toplumun esir alan kör gözler halen mevcudiyetini koruyor.
Şimdi gelelim günümüze. Daha bir önceki olayın üzerinde hatırı sayılır bir zaman geçmemişken Türk ordusunun ayrı bir rezaleti ve Türkiye kamuoyunun üç maymun pratiği sergileniyor. Çukurca’da patlayan mayını HPG gerillalarına yıkmak isteyenlerin pratiklerini ve gerçeğin yani TSK’nin kendi askerlerini mayın ile öldürmesinin açığa çıkması ile birlikte pişkince ve utanmazca bir şekilde olayın üstünü tozlandırmaları gözler önünde halen.
Biraz daha geriye gidelim. Bilge köyü katliamının ayrıntıları daha bilinmez ve bir düğüne kleşli bir grubun saldırı yaptığı haberleri ajanslara düşerken aynı kesimin “PKK katliam yaptı, köy bastı” şeklindeki haber ve yorumları da hatırlardadır. Acaba o muhtar konuşmasaydı bu kaçıncı yapmadığı eylemi olacaktı PKK’nin.
En son yine Lice’den geldi haber. Ardından da kıyamet koparıldı. Başbuğ bir yandan, başbakan, bakanlar, yorumcular, yazarlar hep bir ağızdan yine aynı teraneyi okumaya başladılar. “PKK karakol bastı, üsteğmenimizi vurdu” diye ortalığı ayağa kaldırdılar. Ne siyasi ve askeri ahlaka ne de basın etiğine uymayan bu yalan haberler üzerinden toplumu galeyana getirme pratikleri ne kadar iğrenç bir sistem ve düzen içinde yaşanıldığını ortaya koyması açısından çok önemli.
Evet, HPG olarak biz, Lice’de böyle bir eylem yapmadığımızı resmi olarak açıkladık. Yaşanan olayın operasyondan dönen bir grup askerin kendi karakollarından açılan ateşe maruz kalması sonucunda geliştiği belirtildi.
Ölen teğmenin Samsunlu olması da ayrı bir düşündürüyor insanı ya, yine de kaza ve panik hali sonrası yaşanan bir olay olarak değerlendirmek zorundayız şimdilik. Yoksa Samsun’da yumruk ile başlatılan ve daha öncesinde hazırlanmış olan bu senaryoya ek olarak ikinci Samsunlu askerin ölü olarak gitmesini hangi kesimler isteyebilir ki, kim bu kadar vicdansız olabilir ki!
Kimse bu konu hakkında konuşmadığı için işin aslını açmak yine bize düşüyor.
İşin aslı şu; derin devlet, hükümetiyle, ordusuyla, muhalefeti, bürokrasi ve medyasıyla Kürt halkının meşru temsilcisi olan PKK’yi ve onun fedai örgütü HPG’yi hedef haline getirip, saldırı politikalarını yerel ve dünya kamuoyunda meşru bir zemine taşırmaya çalışıyor. Bunun için geçmişte oluşmuş olan barış ortamını yıkmak ve savaşı devam ettirmek için öldürdüğü generalleri, öldürdüğü cumhurbaşkanının kendileri için yarattığı sonucu tekrarlama peşindeler. Bugün generallerini öldüremiyorlar mı ne bilinmez ama kendi askerlerini gözlerini kırpmadan öldürdükleri ortada.
Buna rağmen sanki hiçbir şey olmamış gibi toplumun her kesimi derin bir sessizliğe gömülmez mi? İşte size modern Türkiye. Bu pişkin suratların her gün TV ekranlarında, köşe yazılarında en demokrat kesimler olarak topluma yutturulması ise yüzsüzlüğün daniskası değil de ne?
Bizleri terörist olarak ad edip her türlü hakareti reva gören ve kendi ordularının rezaletini kapatmak için el birliği yapmış tüm kesimlerin bir gün hesap verecekleri gerçeğini görememelerine de anlam veremiyor insan. Bugün gizlenebiliyorsunuz ama ya yarın?
Bu noktada asker annelerine düşüyor görev. Çukurca’da öldürülen askerlerin açığa çıkmasında ana yüreğinin büyük bir rolü vardı. Bu gerçeğin açığa çıkması için anlaşılan aydın denilen karanlık severlerin ve devlet büyüğü denilen düzeysizlerin yapacağı bir şey yok. Lice’de Türk ordusunun askerlerinin ellerindeki MKE yapımı silah ve kurşunlarının sebep olduğu bu ölümün aydınlatılması görevi de yine ölen askerin ailesine kalıyor.
Bizler halkımızın haklı taleplerinin yerine getirilmesi için Kürdistan dağlarında nöbete duran gerillalar olarak meşru ve savaş hukuku çerçevesinde mücadele yürütüyoruz. Ama karşımızdaki ordunun böylesi rezil pratiklerinin biz gerillalara mal edilmesine dur demenin zamanı geldi de geçiyor. Gerçekten birazcık da olsa onur kırıntıları kalmış insan varsa engin ve tecrübeli Türkiye kamuoyunda, göreve çağırıyoruz. Gelin yıllardır yürütülen bu kirli ve çirkin savaşın gerçeklerini görün artık…
- Ayrıntılar
Bu sözler Taraf gazetesinin yazarına ait. İsmi Emrullah Uslu’dur. Zamanında Emniyet Müdürüydü.
PKK masasından sorumluydu. Fethullahçı olarak biliniyordu. Elaziz, Çewlik, Muş ve Amed’te Hizbul-Kontrayı örgütledi. Bundan dolayı yakın bir zamanda, yazdığı gazeteye verdiği bir röportajda kendisinin örgütlediği Hizbul-Kontra’nın, Mustazaf-Der adında örgütlenmesinin devam etmesi gerektiğini söyledi. Hizbul-Kontra’nın, Kürtleri, İslam kılıfı adı altında devlete bağlıyabileceğini ve Kürtlerin Türkleştirilmesinde devletin bir özel savaş kolu olarak etkin bir misyonu olduğunu dolaylı bir şekilde devletin gerekli yerlerine bildiriyordu.
Bu devletlu zatı şahaneler Ergenekoncu Dalan’ın Üniversite’sinde öğretim görevlisi olarak görev yapıyor. HPG gerillaları hakkında demeç üzerine demeç veriyor. Diyor ki,
“Bir askere karşılık 8 HPG gerillası öldürülmelidir. Biz şimdiye kadar 14 asker şehit verdik. HPG’nin 12 gerillası bile öldürülmedi. HPG’nin 112 gerillası öldürülmeliydi. Mevcut haliyle Genelkurmay başarısızdır.” Daha fazla gerilla öldürülemediği için ordunun hesap vermesi gerektiğini savunuyor.
Bu gazetenin bir liberal maskeli ırkçı militaristi Rasim Kütahyalı da Ciwrak karakolundaki çatışmaya ilişkin şunu vurguluyor.
“Kemal Koçyiğit yiğitçe çarpışarak şehit düştü. Türk ordusu hepimizin ordusudur. Bu devletin bir ordusu olmalı. Jandarma profesyonel olmalı. Kır polisi oluşturulup her şey ona bağlanmalıdır” demektedir.
Neredeyse tüm medya kalemşorları öyle bir duygucu yazılar yazıyorlar ki, Türk ordusunu bir bütünen Mazlumların ordusu olarak gösterip, gerillayı da işgalci güç konumuna sokmaya çalışıyorlar. Irkçılığı öyle pompalıyorlar ki, duygucu vahşiyane bir militarizm ve azgın bir Türk ırkçılığını körüklüyorlar.
Bunu yapanların çoğunluğu sol ve liberal maskeli kalemşörlerdir. Türk ordusunun her türlü soykırımını, katliamını hak görüyorlar. Ama gerillanın hiç bir direniş göstermemesi gerektiğinin psikolojik savaşını yürütüyorlar. Toplumu öyle bir tazyike tutuyorlar ki, Kürtlerin, Türk ordusu ile Fethullahçı polisler tarafından öldürülmesini, soykırıma uğratılmasının meşru olduğunu beyinlere kazıyorlar. Kürt halkı ile gerillasının en meşru direnişinin suç olduğunu Kürtlere aşılamaya çalışarak teslimiyeti ve Türkleşmeyi doğal bir algı haline getirmeyi amaçlıyorlar.
Tek gayeleri var: Kürtleri savunmasız, refleksiz hale getirmek ve tarihten silmek. Türk medyası bu yönüyle çok yeni ve özel bir psikolojik savaş yöntemini devreye sokmuştur. Dünyada tek bir direnen Kürt halkı kalmış onun da var olma tutumunu öldürmek istiyorlar. Çok inceltilmiş ve cilalı bir tarzda bunu yürütüyorlar. Tehlikeli oynuyorlar. Bunu yapanlar en dost gözüküp de İslamcı, liberal ve sol maskesi takanlardır. Siyah Türk ırkçılarının yerini şimdi bu Yeşil Türk Irkçısı kalemşörler aldı.
Ve Reşadiye eylemiyle birlikte Yeşil Türk Irkçılğını açıkça yapmaya başladılar.
Gerilla ne kadar şehit düşerse düşsün, hiç kimse ses çıkarmamalıymış onlara göre.
Tüm Kürtlerin önderleri zindana atılırsa dahi, hiç kimse ses çıkarmamalıymış onlara göre.
Tüm Kürt çocuklarına, Sêrt’te olduğu gibi, AKP’li münafık polisler, AKP’li paragözler, şexler, valiler, milletvekili yakınları ile Jitem cellatlarının tecavüz etme hakkı varmış ama kimsenin buna karşı çıkmaması gerekliymiş onlara göre.
Tankları, panzerleri minnacık Kürt çocuklarının üzerine sürme hakkı AKP ve Fethullahçı polislerinmiş ama Kürt çocuklarının o minicik elleriyle taş atma hakkı yokmuş onlara göre.
Kürt çocuklarının Türk zindanlarında çürütülmesi, işkence edilmesi hakmış ama Kürdistan’da özgürce yaşama hakkı yokmuş onlara göre.
Kürdistan’ın on binlerce yıllık tarihi sular altına gömme hakkı Yeşil Türk Irkçısı AKP’ninmiş ama Kürtlerin buna ses çıkarması suçmuş onlara göre.
Kürtlerin AKP’ye xulamlık yapma hakkı varmış, fakat AKP’ye direnme hakkı yokmuş onlara göre.
Kürt gençlerinin İşgalci Türk ordusunda kendi cellatları olarak askerlik yapması peygamberlik ocağı gibi kutsalmış da, Kürt halkının var olma ve özgürleşmesi için HPG gerillası olması suçmuş onlara göre.
Özcesi yeni bir özel ve psikolojik savaş türüyle karşı karşıyayız. Türk medyası birinci güç olarak bu savaş türünü yürütüyor.
İşte tam böylesi dönemler dahilerin ve kahramanları çıkacağı dönemlerdir.
Halk olarak da, gerilla olarak da böylesine bir özgürlük kahramanlığının dönemine girmiş bulunuyoruz.
Direnişse direnişin en görkemlisini şimdi yapmayacaksak daha başka ne zaman yapacağız ki!
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Mayıs günü 15:00-17:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Satê, Dola Satê ve Çete Boğazı alanlarına yönelik olarak TC Ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Mayıs günü Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Oramar alanından sınırı geçmeye yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Sabah 07:00 sularında Çarçela yamaçları, Geper, Şetunus, Satê ve Dola Satê top atışları ve kobra tipi helikopterlerle alanın tümünü bombardıman altına alan TC ordusu, 3 koldan alana girmeye çalışmıştır.
- Ayrıntılar
Devletin ve özel savaş hükümetinin Kürdistan’da yürütmüş olduğu savaşın insanlık dışı bir karakter kazanması karşısında bütün dünyanın sessiz kalışı bir insanlık ayıbı ve trajedi olmaktadır. 32 yıldır Kürdistan’da devam eden bu savaşta büyük can ve mal kaybı olmuş, yüzlerce faili meçhul cinayetler işlenmiştir. Bu savaşın en büyük mağdurları ise Kürt kadınları ve çocukları olmaktadır. Bugün kadınlara ve çocuklara karşı yürütülen tecavüz ve tacizler hiçbir kelimeyle ifade edilemez. Eğer bir isim konulacaksa en büyük toplum kırım, soy kırım ve katliamdır. Birçok defa Kürt kadınına karşı yapılan saldırılar, namus cinayeti adı altında örtbas edildi.
Yakın bir zamanda namus adına, Adıyaman’da diri diri toprağa gömülen Medine’nin çığlığını duymamak en büyük vicdansızlıktır. Bu olay karşısında sağır, kör ve dilsiz olmak, bu trajedilerin devam etmesi anlamına gelmektedir. İşte en son buna benzer bir olayda Siirt’te yaşandı. Çocuk yaşta olan Kürt kızlarının, iki yıl boyunca tecavüz ve tacize uğraması ve bu olayın gizlenmesi durumun vahametini ortaya koymaktadır. Yine bunun karşısında devlet sessiz kaldı. Bu da yetmiyormuş gibi kirli ve çirkin saldırıyı örtbas etmek için yoğun bir çaba sarf ettiler. Tabii bunlar gösteriyor ki, bu suçun ortağı devletin kendisidir. Eğer devlet bu işin içinde olmasaydı, bu çirkin saldırıyı ortaya çıkarıp, faillerini yargılardı. Takip ettiğimiz kadar devletin tüm çabası bu olayın üstünü kapatma çabasıdır. Vali’nin ‘dağa çıkmasınlar fuhuş yapsınlar’ sözleri de bunu ispatlamaktadır.
Kürtler söz konusu olduğu zaman her tür saldırı ve katliam karşısında sessiz kalınır ve sürdürülmesine teşvik edilir. Çünkü insanlık dışı sayılan her şeyi Kürtlere reva gören bir zihniyetten geliyorlar. Siirt’te yaşanan bu son saldırı da, bu kirli politikanın bir parçasıdır. Devlet ve özel savaş hükümeti olan AKP, bu saldırıyı bilinçli bir şekilde geliştirmekte ve somutlaştırmaktadır. Kürt özgürlük Hareketi karşısında, AKP hükümetin yaşadığı acizliği ve çözümsüzlüğü Kürt kadınına ve çocuklarına saldırarak, yenmeye çalıştığını görüyoruz. Yine AKP hükümetinin ideolojik kanadını temsil eden Fettullah Gülen’in Kürdistan’da din adına yürütmüş olduğu faaliyetlerinin asıl amacı da, bilinçli geliştirilen bu olaylarla daha iyi açığa çıkıyor ki, toplumsal ahlaki yozlaştırarak toplumsal ve kültürel kırımın zeminini güçlendirmektir.
Bu ideolojik bir saldırıdır. Din adı altında Kürdistan’ın birçok alanında yatılı okullar, Kuran kursları, camiler açılmakta. Bu kurumlarda Kürt çocuklarını asimile ederek, zihinlerini sahte dincilikle yıkayarak, kendi kanlı ve çirkin politikalarına alet etmek istemektedirler. Önder APO’nun özgür ve iradeli Kürt kimliğine karşı, alternatif, iradesiz, köle, düşürülmüş Kürt bireyi yetiştirilmeye çalışılıyor. Fettullah Gülen’in bu projesi, AKP hükümeti ve ABD desteklidir. Din adına dinsizlik, ahlak adına en büyük ahlaksızlık yapılmakta. Bu kirli oyunları ve sahte dinciliği teşhir ve deşifre etmek önemli olmaktadır. Savunmasız ve masum insanlara saldırmak hangi kitapta yazar, hangi dinde söylenir. Onun için bunların temsil ettiği din gerçek İslam değildir. Hatta gerçek İslam’a ihanettir, saldırıdır. Gerçek İslam her zaman savunmasız ve masumun yanındadır. Ve daima kadın ve çocuklara sahiplenir. AKP ve Fettullah Gülen’in yaptığı ise, kadın ve çocukları katletmektir. Maalesef bu dönemde Kürt olmak, özelde de Kürt kadını ve çocuğu olmak en büyük günah olmakta ve yaşam hakkı tanınmamaktadır. Kürt kadınına ve çocuğuna tecavüz, taciz, işkence, öldürmek reva görülmektedir. Kürdistan’da yaşanan tecavüz, bu egemen-sömürgeci kültürün ve zihniyetin sonucudur. Bu kültür bin yıllık erkek egemenlik zihniyetine dayanmaktadır. Şimdi de tecavüz kültürü kapitalist-modernitenin argümanlarıyla beslenerek, toplumun tüm hücrelerine kadar kendisini iktidar aracı ile yoğunlaştırmaktadır. Teknik ve teknolojinin gücü ile önü alınamayacak bir duruma gelinmiştir. Devletin desteği ve teşvikiyle bu kültür, meşrulaştırılarak uygulanmaktadır. Bu kültür daha çok Kürdistan’da kadınlara karşı yürütülmektedir. Bugün Kürdistan’da AKP hükümeti tarafından yürütülen bu savaşa dur denilmezse; Adıyaman, Batman, Siirt, Urfa’da yaşanan bu katliamların ve saldırıların sonu olmaz. Dün Adıyaman’da bugün Siirt’te yarın başka yerde tekrar edecek bu trajedi. İnsanlık vicdanı bu olaylar karşısında sessiz kaldığı sürece, önü alınamaz trajedilerle karşı karşıya gelebiliriz. Son olayda yukarıda da dile getirdiğiz gibi Siirt valisinin yapmış olduğu açıklamada, “dağa çıkacaklarına fuhuş yapsınlar” demesi, bu olayların devam etmesi anlamına gelmektedir.
Dağ her bir Kürt kızı için, en onurlu özgürlük mekanlarıdır. Bunun için Kürt kadını onurunu ve özgürlüğünü sağlamak için dağa çıkmıştır. Dağlarımız kutsal ve özgürlük mekanlarıdır. Özgürlük mekanlarımıza bu kadar saldırmak zalimin ne kadar zavallı ve çözümsüz olduğunun ifadesidir. Göstermiş ve teşvik etmiş olduğunuz yol ise; ahlaksızlığın, yozlaştırmanın yoludur. AKP hükümeti ve ona bağlı kurum ve kuruluşları şunu çok iyi bilsinler ki, Kürt halkı bilinçsiz ve sahipsiz değildirler. Şimdiki Kürt eski Kürt değildir. Daha bilinçli, onurlu ve iradeli bir halktır. Kendi özgürlükleri için yüzlerce evladını bu davaya vermiştir. Ve bu halkın Kürdistan’ın her karesinde yüzlerce silahlı gerillası ve toplumsal örgütlü gücü var. Artık eskisi gibi yok sayarak, imha ederek, inkar ederek bir sonuca varamazlar. Kürt halkı kendi hedef ve amaçlarında nettir. Kendi varlığını korumak ve özgürlüğünü sağlamak için sonuna kadar direnecektir. Kısacası çirkin ve kirli saldırılarını devam ettirmek isteyen devlet ve özel savaş hükümeti olan AKP şunu çok iyi bilmeli ki bu yapılanlar karşılıksız kalmaz ve gereken yerde ve zamanında bunu cevabı verilir.
Bu tecavüzcü zihniyet karşısında halkımız da gereken tedbirleri alması gerekir. En büyük tedbir kendi öz savunmasını oluşturarak örgütlü bir güce ulaşmasıdır. Yine AKP’nin Kürdistan’daki kurum ve kuruluşlarını etkisiz kılarak, kendi demokratik sistemini inşa ederek demokratik kurumlarını örgütlemeli ve yaygınlaştırmalıdırlar. Bu gün Kürdistan’da bulunan yatılı okullar, devlet okulları, kurum ve kuruluşlarının hepsi Fettullah Gülen’in cemaatine bağlıdır. Onun için bu yerlere çocuklarınızı göndermeyin, onun yerine kendi imkanlarımız dahilinde çocuklarımızı eğitmeliyiz. Devletin tüm kurumları çocuklarımızı toplumsallığımızdan, kültürümüzden kopararak özgürlük mücadelemize karşı ajanlaştırmaktadır, yozlaştırmakta, asimile etmektedir. Bu okullarda çocuklarımız en başta zihinsel olarak tecavüze uğramakta. Onun için her bir Kürt ailesi bu gerçekliğin farkına vararak hareket etmelidir. Çünkü bu kirli ve çirkin politikalar bilinçli bir temelde, devlet ve AKP hükümeti tarafından yürütülmektedir.
Yine namus diye dayatılan olguya da doğru yaklaşılmalıdır. Kadının da, Kürdün de namusu; özgürlüğüdür, ülkesidir, toprağıdır. Bu kavramı da kadında somutlaştırmak, sistemin bir oyunudur. En büyük namus anlayışı özgürlüğünü ve onurunu korumaktır. Onun için bilinçli, örgütlü eylem gücünü yaratmalıyız. Her bir Kürt genci, kadını, çocuğu bu bilinçle hareket etmelidir. Ve kendi örgütlüğüne, onuruna sahip çıkmalıdır. Onurlu ve özgür yaşamın mekanı dağlardır. Bu dağlar her zaman Kürtlerin özgürlük ve meşru savunma mekanları olmuştur. Özgürlük dağlarında gerillayı ne kadar büyütürsek, o kadar özgürlüğünü sağlamış oluruz. Yüzlerce Kürt kızı bu dağlarda her türlü katliam ve tecavüz kültürüne karşı, meşru savunmasını örgütlemektedir. Bu örgütlülüğü daha da büyütmek için, genç kızlarımızı özgürlük mekanlarına çağırıyoruz. Devletin ve AKP hükümetinin kirli savaş politikalarına ve tecavüz kültürüne karşı verilecek en büyük cevap, akın akın özgürlük dağlarına akmaktır...
- Ayrıntılar
Her gün katliamla yüz yüze olan sınırlardaki yaşamdan haberiniz var mı? Haberiniz var mı, iki can daha sorgusuz sualsiz ve sessiz bir ölüme kurban gitti.
Bundan birkaç gün önce Van’ın Özalp ilçesinde, Türkiye İran sınır hattı üzerinde kaçakçılık yapan biri çocuk iki Kürt genci hem Türk hem de İran askerinin ateş açması sonucu, hayatlarının baharında dünyaya gözlerini yumdular.
Kürdistan, dünyada eşi benzeri olmayan bir durumu yaşıyor. Öyle ki kendi toprakları parçalanmış ve sınırlara ayrılmış bir coğrafya üzerinde kaçakçılık yapan, ‘Ahmet Arifin deyimiyle tavuklarımız birbirine karışır’ misali, başka bir halkın örneğine rastlamak mümkün değil.
Bir coğrafya düşünün ki, köyler arası mesafe yürüyerek birkaç saat uzaklıkta. Ama gel gör ki akraba olan bu köylerin aralarına çekilmiş olan sınır telleri, mayınlanan araziler, özel beton kalıplarla örülmüş yüksek duvarlar, lazer görüşlü tank tepeleri ve en ileri teknoloji ile donanımlı hale getirilmiş karakollar yüzünden sanki ayrı iki halkmış gibi bir dünya yaratılmış. Sınırın her iki yakasında istilacı devletlere ait karakollar sınır güvenliği adı altında coğrafyanın asıl sahiplerine yani Kürtlere kan kusturuyorlar. Yaşama şansları kaçakçılığa bağlanmış olan yöre insanına başka yaşam şansı bırakılmamış. Akrabalık ziyaretlerine dahi kaçak yollarda gidiyorlar. Devasa askeri tedbirlerin alındığı sınırda her geçiş sırat köprüsünden geçişe benziyor. Adeta Azrail ile oyun oynar gibi sınırlar aşılmaya çalışılıyor. İşgal edilmiş toprakların en iyi resmi olan sınırlar Kürdistan gerçeğini gözler önüne seriyor.
Binlerce yıldır yaşadığı ve ilk toplumsallaşmanın başlatıldığı bu topraklar, asıl sahipleri olan Kürtler için bir cehenneme çevrilmiş. Sınırda yaşayan halk yaşanan ölümlere dahi sesini çıkaramıyor. Gerçi sesini çıkarsa ne olacak ki, devletlerin mahkemeleri de bu durumlarda vurulanı suçlu olarak göstermenin üzerine inşa edilmiş. Kurulmuş olan düzende en mağdur ve en çok haksızlığa uğrayanı olmasına rağmen yine de suçlu Kürtler oluyor.
İnsan kendi toprakları üzerinde her gün ölümüne nasıl olurda böylesi bir kaderi kabul edebilir diye düşünenler olabilir. Yıllardır her türlü katliam ve imha politikalarına maruz kalan Kürtler sınır hattı üzerinde de yaşananlara sesini çıkaramamış. Kürdistan’da uygulanan politikaların bir benzeri dünyanın başka hiçbir yerinde uygulanmıyor. Daha birkaç gün önce Fırat Haber Ajansı, Türkiye İran sınırında vurulanların bilançosunu verdi. ANF kayıtlarına göre bu yılın ilk dört ayında sınırda vurulanları sayısı 27 ve 2009 yılında vurulanların sayısı ise 52 olarak verildi. Bilinen bir gerçeklikte şudur ki bu sadece bilinenler. Birçok ölümden kimsenin haberi dahi olmuyor. Yaşanan bir çok ölüm sessiz oluyor. Bu kadar insanın hayatını kaybettiği ortamlar savaş ortamlarıdır. Ama Kürdistan‘da uygulanan bu politikalar herkes tarafında öyle kanıksanmış ki normal karşılanıyor. Sadece sınırı geçen kaçak insanlar diye vurgulanıyor. Şimdi sormak gerekir, kimin toprakları üzerinde kimler kaçaktır? Kaçak olan gerçekten Kürtler mi yoksa istilacı devletler mi? Bunun cevabını kendine insanım diyenlerin vicdanına bırakıyorum.
Kürdistan’ın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye İran sınır hattında da yıllardır kaçakçılık yaparak yaşamlarını idame etmeye çalışan Kürtlerin yaşadıklarını günümüz modern dünyasının her şeyi gören yapısı orada yaşananları neden görmüyor. Medya holdinglerinin gözü kulağı yaşanan bu mağduriyete kapalıdır. Sadece Kürt medyasının dünyaya duyurmaya çalıştığı sınır hattında yaşananlara nedense diğer basından her hangi bir tepki gelmiyor. Yaşanan bu trajedi bütün herkesten saklanmak isteniyor. Sözde açılım adı altında gidip başbakanla sofralara oturan aydın ve sanatçılara sormak gerekiyor, katli farz kabul edilen Kürtlerin yaşadıklarını vicdanınız nasıl kabul ediyor? Dili ile kültürü ile yok edilmeye çalışılan bir halkın sesini duymuyorsanız aydınlığınız da sanatınız da kime?
Diğer taraftan ise sınırda vurulanların çoğunun çocuk olması insanı daha da düşündürüyor. Her gün TV’lerde sözüm ona Kürt sorununu ele alıp tartışanlara sormak gerekiyor, peki, birçok yerde olduğu gibi sınırlarda da katledilen çocuklar için ne söyleyeceksiniz. Körpecik yüreklerin zindanlara atılması yetmiyormuş gibi bir de her fırsatta öldürülmelerinin en yoğun yaşandığı yerlerden biri olan sınırlarda yaşam mücadelesi verirken sorgusuz sualsiz vurulan çocukların durumuna ilişkin ne diyeceksiniz?
Yine demokrasi ve kardeşlik adına ahkam kesenlere sormak gerekiyor, ne zaman bir serseri kurşun ile vurulacakları belli olmayan mahsum çocukların katline sessiz kalıyorsanız, aydınlığınız da sanatınız da kime?
Sınırdaki karakolların en gelişmiş tekniğine karşı savunmasız bu körpe yavruların maruz kaldığına ne diyeceksiniz. Vicdanınızda bu yaşananlara karşı söyleyecek bir şeyiniz yok mu?
Savunmasız çocukları vuran askerlere de şunu sormak gerekiyor, gücünüz çocuklara mı yetiyor. Bu çocuklar sizleri çok mu korkutuyor, o zaman bilmeniz gereken şudur ki, çok korkuyorsanız korkmaya devam edin, çünkü öldürerek, imha ederek Kürt halkını bitiremeyeceksiniz.
- Ayrıntılar
Kendi kendini kışkırtan kişilik kavramı diye bir kavramın ruhsal bilimde olup olmadığını bilmiyoruz; daha doğrusu ben bilmiyorum.
Bir komutan arkadaşımız birkaç yıl önce bir tartışma içerisinde ‘kendi kendini kışkırtan kişilik’ diye bir tanımlama yapmıştı. Tanımladığı durum ise; adeta sürekli kavgalı, hır-cırsız olamayan, kavga etmeden duramayan, hep birileriyle çatışmayı, ağız dalışını yaşayan ve bunu yapmadan da edemeyen kişilik tipleri için kullanmıştı.
Benzer bir yaklaşımı Kemal Sunal’ın ‘Şark Bülbülü’ filminde görmüştük. Kendi kendini kışkırtan kişilik ya birilerine çatacak-çoğu zaman görüldüğü gibi bu yetmedi mi-birilerini kendisini tokatlaması ve küfür etmesini isteyerek bu kışkırtılmış kişiliğini dindirecek. Bu filmde ‘Mazlum’ diye çağrılan tipin yerine Şaban yani Kemal Sunal geçince söylemek istediğimiz kendi kendini kışkırtan kişilik tiplemesinin neme nem bir tipleme olduğu daha iyi görülüyor.
Yukarıda söylenenlere ek olarak da birkaç ay önce ‘Mazlum’ vakasının Türkiye’de resmi olarak para karşılığında bir meslek olarak icra edildiğini TV’de öğreniyoruz. Yani kendi kendini kışkırtan kişilikler para karşılığında bir ‘Mazlum’u’ bularak böylece suç işlemekten kendilerini korumuş oluyorlar.
Öyle görülüyor ki Türkiye’de kendi kendini kışkırtan kişilik bir ciddi hastalık olarak tüm toplumu sarmış. Toplumun önde gelenlerinden bu vakayı çok net bir şekilde görmek mümkündür. Hiç bir şey ortada olmasa da hep birilerine çatan, höt diyen, kavgacı, ağzı çoğu hakaret dolu, kaşları çatık, gözleri sağa sola hep tehdit gönderen, gülme özürlüsü, polemikçi, Bush gibi yürüyüşü havalı, en küçük eleştiriye karşı ‘hainler, yalan, mesnetsiz’ sözlerini basan sürekli gerilmiş bir kişilik sendromu.
Böylesine kendi kendini kışkırtan kişiliklerin başında İlker Başbuğ’un geldiği kesindir. Dikkat edilirse; ne zaman basına bir mülakat vermişse orada bir kavga vardır. Bu sivil elbiseyle olur askeri üniformayla olur, fark etmiyor. Bizim gördüğümüz ve bildiğimiz bu kişiliğin hep hır cırlı oluşudur. Kavgalı oluşudur. Küfürlü oluşudur. Gözleri çatık oluşudur. Hakaret yağdırmadığı tek kimseyi bırakmadığıdır. Eleştirilere karşı hep höt’leyen, ellini masalara vuran, masa yoksa işaret parmağını havada sallayarak ‘sizler, hainler, yalancılar, utanmazlar’ gibi tam da kendisine yakışır sözleri sarf etmeden edemiyor.
En son yine bu kendi kendini kışkırtan kişilik höt’ledi. Bir de Türkiye basının generallere yağ sürmekten bıkmayan kimi gazeteci ve yazarın sürekli Başbuğ’u ‘ne kadar büyük bir akademisyen’ olduğunu ısrarla dile getirmeleridir. İsimlerini vermeyelim ama ancak birisini vermeden de etmek olmaz: Fikret Bila buna çok iyi bir örnek. Akademisyen kimliği, aydın kimliği olan biri cırt pırt hötler mi? Birileri onu eleştirdi diye ‘hainler’ sözünü mü basar? Elini masaya mı hep vurur? Gözleri hep çatık mı durur? Velhasıl aydın kişilikler öncelikle akıllarını iyi kullanmasını bildikleri için olgunluklarıyla ile bilinirler. Sakinlikleri ile bilinirler. Hoşgörüleriyle bilinirler. Yumuşak dilleriyle bilinirler. Tartışmaya açık kişilikleriyle bilinirler. Belki istisnalar olabilir ancak genel duruşlarının bu olması gerektiği kesindir. Bu kısa söylenenler bile bazı yağcılığı kendilerine meslek edinmiş kimi gazeteci ve yazar için yeter de artarda.
Devam edelim: bir iki gün önce basın camiasının Dersim’de yaşanan bir olay için neden tedbir alınmadı sorusu ya da eleştirisi üzerine söyledikleri insanı dehşete düşürüyor; "bugün maalesef Türkiye'de basının bir bölümü, çok açık söylüyorum, İstiklal Savaşındaki mütareke basınını dahi aratacak seviyede. Ben inanıyorum ki mütareke basını dahi bu kadar hain bu kadar önyargılı değildi." Ve bir eleştiriyle tüm basın hain oluverdi çıktı. Tabii kendi kendini kışkırtan kişilik bu kadarla sınırlı kalmıyor devam ediyor; "Bugün bir olay oluyor, daha olayla ilgili elinizde en ufak bir bilgi yok, en ufak bir şey yok, hemen olayla ilgili olarak komplo senaryoları ortaya atmak ve her şeyde Türk Silahlı Kuvvetleri'ni eksik ve hatalı olarak göstermek hainliktir." Bunlar mikrofonlara söylenenlerdir. Acaba İngiltere Başbakanı gibi mikrofonlar uzaklaştı mı neler söylüyordur Başbuğ?
Lafı uzatmadan; İlker Başbuğ kendi kendini kışkırtmada bir numaradır. Kendi kendini kışkırtan kişiliklerin hastalıklı yapılara sahip olduğunu da Türkiye’de birçok gazeteci yaşayarak görüyor.
Onurlu duruş sahibi aydın, yazar, gazetecilerin kendi kendini kışkırtan kişiliklerin " Mazlum…" demelerine artık karşı durmaları gerektiğini düşünüyoruz. Kimi yazarın bunu onurlu bir şekilde yaptığını görüyoruz. Ancak kendi kendini kışkırtan kişiliklerin-hele bunlar toplumun önemli mevkilerinde yer alıyorlarsa-çok ciddi tahribatlar yaratıklarını söylemenin bile gereği yoktur. İlker Başbuğ’un yanına Deniz Baykal’ı eklerseniz ne söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Not: Birkaç yıl önce yapılan bilimsel bir araştırmaya göre somurtma esnasında tam 44 sinirin-adalenin harekete geçtiğini aynı kişilerin gülme ya da güleçlik gösterdiklerinde sadece 15 sinirin harekete geçtiğini tespit etmişler. Başka bir deyimle somurtma insan ömrünü kısaltıyormuş. İlker Başbuğ ve benzer askerlere duyurulur.
- Ayrıntılar