Basına ve Kamuoyuna!
30 Ocak günü gündüz 10:00-11:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Dola Kanî Sarkê ve Çiyareş Tepesi’ne yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
31 Ocak 2010
HPG Basın - İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Gecikmiş kar’ın her tarafı bembeyaz eden örüntüsü ile güne başladığımızda herkeste sevinç ile şaşkınlık arasında sıkışmış bir duygu coşkunluğu oluşuyordu. Kimse bunu açıkça söylemiyor ve herkes sobaların başına koşarcasına geliyor ama gözlerin hemen hemen hepsinde bu geç kalan kar’a ve ortalığa serilmiş olan bu beyaz görüntüye olan hayranlığı çok çabuk yakalayabiliyor insan.
En çok ayaklarımız üşüyor ve direk sobaya en yakın yerlerde ayaklarımızı ısıtıyor ve ıslanmış ayakkabılarımızı kurutmaya çalışıyoruz ve biraz sonra tekrar ıslanacağını da çok iyi biliyoruz. Bunun yanında mümkün mertebe biraz hacimsel sıkışmalarla bütün canların etrafımıza, sağımıza, solumuza gelmesini isteyerek “gelsene Heval sen de ısıt kendini” diyerek, ısınan ayaklarımızla sıcak sohbetler oluşturuyoruz. Ama eksik kalan bir şey ise zaman geçtikçe daha ağır bir şekilde kendini hissettirmeye başlıyor. Aklıma adını unuttuğum İspanyol yazarın “Sakın Yatağın Altına Bakma” adlı o güzel, güzel olduğu kadar da post-toplumcu olan romanı geliyor birden. Gözlerim ayakkabılarda, paçalarına kadar çekilmiş çoraplarda ve gerçekten diyorum: “bunlar birbirini yer mi, birbirleriyle çeşitli maceralara açılır mı?”
O anda ellerine geçirmiş olduğu kocaman eldivenlerle ve boynundaki şalıyla içeri giren Medya arkadaşın gözlerindeki ışıltıyı çabuk anlıyorum, ki o da ona yöneltilmiş bakışlara yönelik “hadi ne duruyorsunuz, gelin kar topu oynayalım” diyor. Sanki herkesin uzaklardan ve saatlerdir beklediği haber yerine ulaşmış gibi oluyor ve birden bir hareketlilikle herkes, mümkün mertebe üst yamaçlara yöneliyor. Neden mi üst yamaçlar? Biz savaşın içinde kalan ve savaşa aşikar olan tutkulu insanlar için her zaman hakimiyet noktası, yaşamla eş değer olmaktadır. Bunun için de yaşamla o kadar çok iç içe geçmiş olan bu doğal kaideyi uygulamak, bizler açısından içsel bir harekete dönüşmüştür. Bundan dolayı da oyunumuzda bile savaşın gerekliliğine göre hareket ediyoruz ve yukarılara ulaşanlar, başlıyorlar alt kademelerde olanlara ilk atışları yapmaya. Bunlar, yani bu ilk atışlar daha çok yoklama ile taciz arasında oluyor. Bir de safları belirlemek için de bu atışlar geçerli olmaktadır.
Ben o gün günlük görevli olduğum için bu taktiği savaşa, ruhu ise dinmemiş çocukluğa dayanan oyuna katılamıyorum ve oynayan yoldaşları bir parça da olsa izlemeye çalışıyorum. Arada bir beni de bu oyunun içine çekmek için bazı atışlarını bana doğru yapıyorlar. Ama ben çalışmam gerektiğini bildiğim için “tahrik edemezsiniz” diyorum uzaktan ve her ne kadar taciz amaçlı olsa da, yapılan atışlardan kendimi korumaya çalışıyorum. O anda gözlerimle bu coşkunluğu açığa çıkarmış olan Medya arkadaşa bakıyorum, boynunda spazm varmış ve ciddi anlamda belinden rahatsızlıklarıyla boğuşuyormuş, kimin umurunda kocaman eldivenlerinin arasına topladığı karları, aceleci bir şekilde ovuşturuyor ve istediği şekli aldığına kanaat ettiğinde, öncesinden belirlediği hedeflerine yönelik birbiri ardına atıyor kar toplarını. Her atışının sonunda da bakıyor karşısında hedef olarak yer alan arkadaşların canlarının yanmadığına emin olmak istiyor. Çünkü biliyor her ne kadar oyun da olsa bu masumiyet, bir yoldaşın vücudunda hassas olan bir yere bu buzullaşan kar topları değse, onun canı daha çok yanacak…
Ne olduysa bu arada oluyordu. Anlık bir gaflete düşüyordum, öncesinden bu anı kollayan Bermal arkadaş arkamdan kocaman bir kartopunu bana atıyor ve yüksek atış isabetiyle, beni tam istediği şekilde vuruyor. Başımda dondurucu bir soğukluğu hissediyorum, üstüme dağılmış olan kar parçalarını temizlemeye çalışıyorken, dönüp ona baktığımda; bana bakıyor ve gülerek elindeki diğer kartopunu hazırlıyor, ben de saldırır gibi önce arkasından koşturuyor gibi davranıyorum ama en iyi savunmamı bu şekilde yapmış oluyor ve oradan uzaklaşıyorum. Gün boyu kartoplarının böyle havayı yırtarak uçuşmasından sonra, üşüyen ve yorulan arkadaşlar tekrardan toplanıyorlar, taze ve demli çaylarımızla televizyondaki haberleri izlemeye başlıyoruz.
Televizyonda o güne denk gelen bir şansızlığı mı, yoksa bin yılların dinmeyen bir acımasızlığı mı olduğu çok da belli olmayan bir haber, dışarıdaki kar toplarından daha soğuk bir şekilde yüzümüze ve hatta tüm ruhumuza çarpıyor. Batmanlı Berivan’ın taş atmış olması ve on beş yıllık hayatına, on üç yıllık cezanın kesilmesi bizi olduğumuz yere mıhlıyordu. Medya eldivenlerini çıkarmış ve üşümüş ellerini ovuşturuyordu, Bermal arkadaş ise kıpkırmızı olan ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. Hem onların hem de diğer canların gözleri habere kilitlenmişti.
Ben önümdeki yemeğe tuz eklemiş ve karıştırıyorken, kulağıma haberin devamı geliyordu ama gözümün önüne Berivan’ın yüzü ve elleri geliyordu. Taş atmış olmasıyla yaşanan bu zulüm ve baskıların sebebi diye bir gerçeğin bu dünyada olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağını çok iyi biliyorum. Ve bu durumun yeni olmadığını, yani “İLK”in yıllar önce kaybolduğunu iyi biliyorduk. Amiyane bir şekilde izan edilmese de tüm arkadaşlar bunun farkındaydı. Birçoğumuz geçmişimizde taş attık, Molotof attık. Yani zamanın statikleştiği bir durum karşısında sadece ve sadece biraz daha öfke biliyoruz.
Bu kadar acizane ve korkak zihniyetin yaratacağı bir geleceğin olmayacağını çok iyi biliyoruz. Bu zulümlerin ve baskıların bizi getirdiği yer burası, ya sizi götürdüğü yer neresi? Siz bakmayın bugün kar topu attığımıza, ellerimiz hem tetiğin ıslaklığına ve hem de pim’in halkasının kudretine alışkındır. Bakmayın ellerimizin üşümüş olmasına, nice Beritan’ın isyanını çok çabuk bir şekilde salarız damarlarımıza ve yapışıveririz kursağınıza…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Kara kış çöktü Kürdistan üzerine.
Kara kışın ayaz gecelerinde buz tutuyor, fakirden Kürdün her yanı.
Bizler de, kan donduran soğuklarda zirvelerdeki stargahlarımızda eritiyoruz buzları, ısıtıyoruz yürekleri.
Çünkü biz yarının umutları, şimdinin de jiletten keskin isyancılarıyız.
Jiletten keskinliğimizle yarıp geçiyoruz bentleri birer birer.
Biliyoruz, halkımızın gözleri menzil ufukta bize bakar.
Yakın da olsa, uzak da olsa, gönüllerin duygusu bize meyilli.
Kan aksa da sokaklarında ülkemin,
İti, MİT’i, JİTEM’i, Fetul-Münafıkı, Hizbul-Kontrası yek-vücut olarak Kürde düşman olsa da,
Hepsi çakal sürüleri gibi, keftar-sırtlan- sürüleri gibi ya ALLAH ya ALLAH nidalarıyla saldırı üzerine saldırı düzenlese de,
Fetul-Münafıkçı MİT teşkilatı ile Polis teşkilatı har û har ölümü yaklaşan kuduz köpekler gibi saldırıya geçse de,
Onar onar, yirmişer yirmişer, yüzer yüzer annelerimizin ak û helal sütü gibi pir û pak yurtsever belediye başkanlarını, siyasetçilerini tutuklasa da İslamo-Faşist AKP,
Devşirme Erdoğan’ın, İstanbul’daki belediye karargahında Türklüğü devşirilen Mehdi Eker gibi Beko Evanlar kambur kambur vampirler gibi “Kürtlerin kanını istiyorum, Kürtlerin kanını istiyorum” dese de,
Kazanamayacaklar Putçu Türk Irkçısı Devşirme AKP’liler ile onların perde arkasındaki beyni Fetul-Münafıkçılar.
Hiç biri kazanamayacak, dünyanın en azgın ırkçıları olan bu Putçu Türk Irkçılar.
Fitil fitil burunlarından getireceğiz.
Cizre’de vurdukları 18 aylık bebek Mehmet Uytun’un hesabını verecek bu işgalci Fetul-Münafıkçı polisler, MİT elemanları.
MİT’in bir şubesi şeklinde misyon yüklenen şubeler, Kürtlerce ve dünya insanlığınca yargılanacaklar.
Yine bu şubelerde çalışan her kişinin bir MİT elemanı olarak Kürdistan’da ajan faaliyeti yürütmesinin bedeli olacak herhalde.
Zaman, Star, Bugün, Sabah, Taraf gibi gazetelerdeki apoletli ajanlar yaptıklarının karşılıksız kalmayacağını bilmeyecek kadar bîakıl değildirler herhalde.
AKP’si, Fetul-Münafıkçısı bunların itleri, külli medyası, askeri, polisi savaş davullarını çala çala Kürtleri soykırımın envai türünden geçirirken, buna açılım maçılım demeleri Kürtleri öfkelendirmekte.
Öfkeyi asimana çıkarmakta.
Kürtlerin sabır taşı, ha çatladı ha çatlayacak.
Kıyamet, ha koptu ha kopacak.
Öfke, intikam duygusu kasırgaya, Tsunami eşiğine, ha dayandı ha dayanacak.
Artık AKP ile Fetul-Münafıkçıların qelleşlikleri, fır fır hilekarlıkları, katilkeşlikleri, düzenbazlıkları, hortumculukları, kuduzvari putçu ırkçılıkları tahammül sınırlarını aşmış durumda.
Savaşırken, yiğitçe savaşın diyoruz Ey Faşist AKP’liler, Ey Turancı Fetul-Münafıkçılar.
29 Mart’ın intikamını qalleşçe almaya çalışmanız, hiçbir yiğitliğe sığmaz.
Seçimin intikamı seçimle alınır.
Faşist usullerle alınmaz.
Taşa karşı, kurşunla cevap verilmez.
Taşa karşı, tankla, topla, kimyasal silahla cevap verilmez.
Taşa karşı, kan dökmekle cevap verilmez.
Öldürdükçe kana doymuyorsunuz.
Kürtlerin en nadide insanlarını zindanlara doldurarak, yiğitlik yapılmaz.
Bir bütünen Kürtlere savaş açarak, bunu açılım maçılım manisiyle, safsatasıyla izah etmek yiğitliğe hiçbir şekilde sığmaz.
Savaş davulları çala çala, Kürtlerin kanını dökerken bile sırıtmak, en büyük faşist çılgınlıktır.
Bu durum düşmanlığı bile aşan bir durumdur.
Ahmet Arif’in deyişiyle isterdik düşmanlığınız da erkekçe olsun.
Sadece A.Arif’in “Akşam Erken İner Mapushaneye” şiirindeki bir dörtlüğü bile sizin ciğerinizin kaç para olduğunu anlatmak için yeter de artar da.
Ey Faşist AKP’liler, Ey Turancı Fetul-Münafıkçılar;
Bakın Ozan A.Arif ne diyor:
Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak, bir kavgada,
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da.
Zamanı geldiğinde, gerektiği mekan ve zamanda HPG gerillaları düşmanlığın ne olduğunu size gösterecekler Ey Faşist AKP’liler, Ey Turancı Fetul-Münafıkçılar.
Sizler savaş davulları çalarken ve Kürtleri güle güle katlederken, HPG’nin de savaş davullarını çalabileceğini ve Kürt halkını fedaice savunmak için direnişe geçebileceğini size hatırlatırım Ey Faşist AKP’liler, Ey Turancı Fetul-Münafıkçılar.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
28 Ocak günü gündüz 12:00-12:30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Cehennem Tepesi, Êlê Köyü ve Dola Şive alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
29 Ocak 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Bir dedem vardı.
Yani babamın babası.
Kardeşlerimin de dedesi.
Ne Türklere askerlik yapmıştı ne de bizlerin askerlik yapmasını isterdi.
Bizlerin Türk okullarında okumasını da istemezdi.
Orjinlerini kaybeder Türkleşirler diye bizlerin okula gitmesine karşıydı.
Şimdi ki gibi hatırlıyorum dedemin bu düşüncesi ve davranışlarını.
Ben daha altı yaşındayken ilçemizde bir yatılı okul açılmıştı.
Babam ile amcam beni o Yatılı Bölge İlkokuluna kaydetmişlerdi.
Okula başlayacağım zaman beni köyden alıp okula götürecekleri günü asla unutamıyorum.
Benim yaşamımda bir dönüm noktasıdır o gün.
Babam onlar beni okula götürürken dedem şöyle diyordu:
Çocuğumu nereye götürüyorsunuz?
Kemalistlerin okuluna mı, Atatürk kastederek Atakutık’ın okuluna mı götürüyorsunuz?
Trajik-komik bir şekilde okula gidip yüzbaşı mı olacak diyordu.
Yapmayın etmeyin diyordu.
Bu çocuklar okullara giderek Türkleştirilecekler, özlerini kaybedecekler, devşirme olacaklar diyordu.
Kendi halkına düşman olacaklar diyordu.
Bizleri katledenlerin, cayır cayır yakanların, soykırımdan geçiren Türk ırkçılarının okuluna göndermeyin çocuğumu diyordu.
Bunları söylediği zaman yüz yaşın üzerindeydi ömrü.
Gözleri görmeme aşamasına gelmişti.
Ama hafızası yerinde ve bilgisayar gibiydi.
Konuşma yeteneği de yerindeydi.
Sömürgeci Putçu Türk Irkçılarından intikam alınması gerektiğini devamlı bize anlatırdı.
Nice savaşları görmüştü.
Şeyh Said ile Peçar Tenkil hareketlerinde yapılan katliamları birer birer bize anlatırdı.
Bir asırı aşan ömrüyle engin bilgeliği, öfkeli yüreğiyle aşıladı bize Kürt yurtseverliğini.
Düşmana olan kini, nefreti ve intikam duygusunu öğretti bize.
Aslında modernizm diye sunulanın vahşet, soykırım ve katline aşık olma olduğunu ilkin ak sakallı, uzun ince boylu, direngen dağlı dedemden öğrendim.
Düşmana askerlik yapma yerine halkının özgürlük gerillası olma düşüncesini bilincime ilkin kazıyan yine aksakallı, uzun ince boylu, direngen dağlı dedemden öğrendim.
Tabi ki, PKK olmasaydı dedemin bu intikam çığlığını yerine getirmem özgürlük gerillası olmam hayal olurdu herhalde.
Benimle birlikte o yatılı okula başlayan Kürt çocuklarından ikisi PKK gerillası olarak şahadete ulaştı.
Diğerleri ağırlıkta Türkleştiler.
Katiline aşık oldular. Devşirme oldular.
Bazıları cehşleştiler. Kürdistan gerillasına karşı düşman saflarında savaştılar.
Aksakallı ve direngen dağlı dedemin söyledikleri doğru çıktı.
Dedem şunu söylüyordu: Kendi özgür vatanında kendi kimliğinle, kendi anadilinde özgürce okuyup kendini yönetme, kendine asker olma dışındaki tüm okumalar, tüm işler düşmana hizmet etmektir.
Kendine düşman olmadır diyordu.
Dedem her şeyden önce kendin ol, kendi özün ol diyordu.
Dedemin söylediklerini bugün Kürdistan gerillası HPG gerillaları bir bir hakikate dönüştürmüş durumda.
Kürdistan dağlarında kendi anadilinde eğitim görme var.
Gerilla akademilerinde bilimin her türlüsü okutuluyor. Kürdistan adına, özgürlük ve eşitlik adına gerilla ordusu Loristan’dan Xoy’a, Hemedan Amanos ile Toroslara, Bagok’tan Behre Reş’e (Karadeniz) kadar mevzilenmiş vaziyette.
Dedemin intikam çığlığı, hayali bugün Kürdistan dağlarından köylere, köylerden ilçelere, ilçelerden kentlere, kentlerden metropollere yayılıyor ve kök salıyor hem de özgürlük çığlığına dönüşerek.
Türk Özel Savaş Karargahı’nın yeni katilleri AKP ile Fetullahçı generaller, subaylar, emniyet amirleri ile polisler, kapıkulu memurları ile onların münafık Mehmetçik medyası ne yaparlarsa yapsınlar Kürdistan gerillası karşısında yenilmeye mahkumdurlar.
Teslimiyeti ve ihaneti özgürlük diye yutturmaya, meşru savunma direnişçisi gerillayı ve öz savunma direnişini yürüten yiğit Kürdistan halkının en kutsal direnişini provokasyon diyerek etkisiz kılmaya çalışan Türk-İslam sentezcisi şeytani ırkçı AKP ile Fetullahçı kalemşörlere verilecek tek cevap var.
Kürdistan halkının kendi cephesinden serhildanı süreklileştirmesi, genç kız ve erkeklerin gerillaya katılarak AKP ile Fetullahçı Münafıklardan 18 aylık Mehmet Uytunlar ile 12 yaşındaki Xezallarn-Ceylan- intikamını almasıdır.
Mehmetlerin ve Xezalların gerçekleşemeyen çocukluk hayalleri adını gerilla ordusunu 50 bine çıkarmanın tam zamanıdır.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Kavramlar yüklendikleri anlamlarla anılırlar. Bu bağlamda kavramlar farklı tarihi süreçlerde farklı içerikler kazanabilirler. Sonuçta kavramları dile getirenler insanlardır. İnsanlar bu kavramları tanımlarlar yani oluştururlar. İnşa ederler.
“Kapitalist tekelciliğin ekonomi üzerinde kurduğu hegemonya ancak devlet iktidarının toplum seviyesinde kendini yaymasıyla, örgütlemesiyle mümkündür. Ulus-devlet bu anlamla tanımlanır. Faşizm ise bu devlet biçimini içten ve dıştan ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerle, rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır. Aralarındaki fark barışla savaş süreci arasındaki farka benzer. Her ikisinde de farklı siyasi oluşumlar tasfiye edilir. İktidar toplum gibi homojenleştirilir. Homojenleştirilmiş toplum, homojenleştirilmiş iktidar olarak konsolide edilir.”
Aynılaştırılma bir zihniyetin sonucu olarak gelişen bir süreçtir. Yaşamın kendisi doğası gereği çok renklidir. Ancak çok renkliliği uyum ve Ahenk içerisinde yürütebilmek için güçlü bir ideolojik alt yapıya, kabul edilecek yaşam duruşlarına ve sağlam insan karakterini gerektirir. Başka bir deyimle dürüstlüğü, ahlaki olmayı zorunlu kılar. Bu meziyetler birilerinde ya da bir toplulukta yoksa o birey, bireyler, topluluk toplulukların başvuracağı yol yöntemler farklılaşır.
Yapmak istediklerine-ki biz buna fikirleri, çıkarları diyelim-ulaşmak için yol yöntemler geliştirirler. Bu yol yöntemlerin öncellikle çokluluğu ret edeceği açıktır. İlk ele alacakları, tek tipin yaratılmasıdır. Çünkü tek tip yaratıldıktan sonra yapılmak isteneni daha rahat pratikleşme zemini bulurlar. İkinci elden yapacakları, tek tipi oluştururlarken toplumu sindirmeleri gerekir. Üçüncü olarak, toplulukları yönlendirmeye açık hale getirmek için yalanla doğruları yan yana, iç içe karıştırarak zihinlerin karartılmalarına yol açmak isterler. Dördüncü olarak, söyleme ağır yüklenerek toplulukların hafızaları etkilenmeye çalışırlar. Beşinci olarak, karşıtlıklar temelinde ötekileştirmelerle toplum elden tutulmaya özen gösterilir. Altıncı olarak da, toplumun zihniyet yapısında temel taşlar olarak yerini alan değer yargıları çok kötü kullanarak toplumun duyguları suistimal edilir. Ve böyle sıralayarak sermayenin çıkarlarını sağlama alacak, sömürünün devamı için zemin yaratılmış olacaktır. Ve nitekim yapılan da budur. Büyük bir toplumun aç bırakılması pahasına bir kısım özenle zenginleştiriliyor.
Dikkat edilirse söylenmek istenenin esası çoklu toplumlarda korkanların yaratmak isteyecekleri tekçi zihniyete dayalı topluluk ya da toplumların nasıl yürütüleceğidir.
“Modernitenin ilericilik kisvesi altında en kutsal toplumsal yaşam farklılıklarını yontup un ufak etmesi, tekçi yapılar üretmesi faşizmin kendisidir. Faşizm, toplumsal hakikatin bittiği yerde ortaya çıkan toplumsal patolojidir.
Ulus-devlet iktidarı ve sermaye tekelciliği olmadan asla üremez. Ulus-devletin kutsallaştırmaya çalıştığı sınırlar, vatan, millet, bayrak, marş, yurttaş kavramları gerçek toplumsal kutsallığa ihanet etmeyle bağlantılıdır. Tekçi vatan, millet, yurttaş inşaları tüm çağlar boyunca yaşanmış bir insanlığı kasap gibi doğramakla mümkündür.”
Ve unutulmamalıdır; bu mantığın varacağı yer savaşlardır. İster iç savaş deyin, isterseniz dış savaş deyin. Bu zihniyet, çatışmalar üzerine örüldüğü için şiddete dayalı yaşarlar. Bir arkadaşımızın deyimiyle “kendi kendini kışkırtan kişiliklerin” yapacakları sadece ve sadece gerilmelerdir. Cepheleşmelerdir. Şiddettir. Linçlerdir. Ayrıştırmalardır.
“Faşizmde en olgun halini bulan ulus-devlet toplumu “savaşan toplum” hali olup ikinci en büyük sorun toplumudur. Savaşan toplum, sorunların en vahşisini, soykırımları, toplum-kırımları üreten toplumdur. “
Tekçi zihniyet ve tekçi yapıların DNA kodları adeta böyle örülmüştür. Bu kodlar sürekli çatışma üretir. Öyle ki bakışı, zihin taşları karşıtlık üzerine kurulu olanların bir nevi tutsak oldukları durum da budur. Böylesine kodlarla örülmüş olanlar isteseler de kışkırtmadan, tekleştirmeden, homojenleştirmeden, hakaret edemeden, küçümsemeden, horlamadan edemezler. Bu bir karakterdir. Faşizmin karakteri.
Bu karakter isterse militarist olsun, isterse sivil olsun. Bu karakter ister aydın olsun, isterse filozof olsun. İster hoca olsun, ister milletvekili olsun. İster bakan olsun ister cumhurbaşkanı olsun, isterse başbakan olsun.
Ekleyelim isterse bu zihniyet sahipleri kendilerine sol, solcu, demokrat hatta kimi yerlerde böyleleri kendilerine devrimci de dese bu zihniyeti bu karakteri taşıyanlar faşisttirler. Ve bu zihniyetin, bu DNA kodları taşıyanların yaratacakları sistemde FAŞİZM’dir. Faşizmin sivili askerisi yoktur. Kurumsallaşmış bu özellikler faşizmin kendisidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Dışarıda baharı andıran bir güneş olmasına rağmen, biz ara verdiğimiz eğitimimizin fazla zamana sarkmaması için biraz aceleci bir şekilde kamelyaya çay içmeye gidiyoruz.
İçerisi biraz karanlık ve hafif bir nem var havasında. Odun sobasının üstündeki çaydanlık içindeki suyun kaynadığını hepimize söylemek istercesine, yoğun bir şekilde buhar dumanlarını lülesinden, tepesinden püskürtürcesine bırakmakta.
Doldurulan çayların ve atıştırılan yemeklerin eşliğinde gözlerimizi TV’ye aktarıyoruz ve sohbetlerimize o şekilde devam etmeye çalışıyoruz. İşte bu anda bir alt yazı gözlerimize takılıyor; “Sarmaşık gıda bankası illegal bulunmuştur” şeklinde kayıp geçmekte olan yazının, elbette mühim bir şekilde haber niteliği olduğu çok anlaşılır bir husus oluyor.
Düşünsenize, bilmem kaçıncı yüzyılın eşiğinden geçmişiz, genetik mühendislikte çığır açan gelişmeleri yakalamışız, Mars’ta su arıyoruz, Davos’ta ortalığı dağıtıp-kırıp geçiyoruz, CERN’den yapılacak ikinci denemeyle birlikte mikro bing bang’ı yapabilecek miyiz onun merakını yaşıyor ve bazı zamanlarda gökyüzündeki yıldızlardan bir tanesinin Süpernova yapmasını tatlı bir hayal olarak kuruyoruz.
Tüm bunların yanında biz bugün eğitime ara veriyoruz, çay içmek için ve TV’de ki bir yazıya gözlerimizi asılı bırakarak; bir gıda bankasının nasıl illegal olabildiğine ciddi ciddi kafayı yormayı pek gerekli görmüyoruz.
Mevcut durumun; yani kapatılma gerekçesinin temel nedeninin siyasi ve etik dışı bir yaklaşım olduğunu çok iyi anlayabiliyoruz.
Burada gözlerimizle birbirimizi şunu soruyoruz: Mars’ta suyu bulsak, CERN’de yapılacak denemede başarılı bir şekilde mikro bing bang olsa, genetik mühendislikte daha da ileriye gidecek çalışmalar yürütülse ve hepsinden önemlisi Davos’ta Allah’ın her günü birileri külhanbeyi kesilse ne yazar!..
Hani denilir ya; şimşir başa sarık peştamaldir! İnsani yardımlaşmalar için binlerce kilometreyi bırakalım, burnumuzun dibinde yaşananlara bakmak kafi. Tabi bu da biraz cesaret ve onurlu olabileceklerin işi!
Biz burada birbirimize çay sunmak ve yemek hazırlamak için bütün özverilerimizi ve var olan bütün yeteneklerimizi peşi sıra sergilemeye can atarken, oralarda birilerinin insanların gıda ihtiyaçlarını temin etme ve bu şekilde ilişkilenme kanallarını geliştirmenin dışında farklı bir amacı olmadığı halde böylesi bir oluşuma hukuksal safsatalarla karşı çıkılıyor olması; aslında bir yerde bu ülkenin, yani TC gerçekliğinin kalite markası olmaktadır.
Burada çok bariz bir şekilde anlamak gerekiyor; toplumun son kertede maruz kaldığı yaklaşımlarda hukukun gücü, gücün hukuku ortaya çıkmakta. Yani birileri ha bire düdüğü çalmakta!
Elbette insanların bir şekilde ve hatta mümkünse göbekten bağlı olması gerekiyor. Kendilerini güç ve irade yapmalarına izin verilmiyor. Onun için de böylesi basit ve hayati içerikli oluşumlara, yani karın tokluğuna insanlığa dair bir kabullenme olmuyor.
Tabi sonrasında yine basının hem görselinde, hem de yazılı olanında birileri soğuktan Avrupa gibi güya medeniyetin forever olduğu iddia edilen bir coğrafya da caddenin ortasında ya da bir köşe başında donarak ölüyor. Tabi başka haber niteliği taşıyan ve tamamıyla çağın hastalıklarının dışa vurumu olan materyalde ise bir çocuk haliçte yaralı halde bulunuyor, kendi ebeveynleri tarafından dilenciliğe sürüklenmeye çalışıyor.
İnsanlar arası dayanışma köprüleri uçuran bir toplumda ve hepsinden önemlisi; açlığın, yokluğun-yoksulluğun bir yaşam standartizyonu olarak sunulmaya çalışıldığı böylesi bir acımasızlıkta, kapatılmaya çalışılan gıda bankası gibi dayanışmacı oluşumlar tamamen karanlığa mum dikmek oluyor. İşte birileri bunlardan rahatsız oluyor ve mumu yok etmek istiyor.
Bundan dolayı da bu karanlığı aydınlığa çevirmenin gerekliliği bir kez daha yakıcı bir şekilde gözlerimizin önüne çıkıveriyor.
Her ne kadar ekonomik kalkınma, cari açıktaki azalma gibi yatırım kapasitesinin yüzde bilmem kaçlara seyir halinde olduğunu satmaya çalışanlar, hafta sonlarında Çırağanlarda! dünya evine girseler ve bir şekilde balayına çekilseler de yalanları ve riyakar dünyalarında ne donan insanların, ne de Haliç’te yaralanmış çocuklukların her hangi bir değeri yoktur.
Kapatılmaya çalışılan sadece bir gıda bankası değildir, her alanda olduğu gibi insanların birbirleriyle ilişki halinde olması ve dayanışması bu şekilde maskelenmeye çalışılan menfaatler için karanlıkların efendileri tarafından ifşa edilmeye çalışılmaktadır. Bizim eğitimimiz başlamak üzere olduğundan sonuçta şunu söylemek isterim: Yaşamak ve onun anlamına varmak, başta dayanışmakla mümkün olur. Dayanışmanın peşi sıra, yaşamak anlamın süpernovasına ulaşmak oluyor.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Ocak günü akşam 16:00-17:00 saatleri arasında Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Hopê Köyü ve Ronahi Tepesi’ne yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
15 Ocak 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
11 Ocak günü gece 23:00-00:30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Elê Köyü, Kêrê Köyü ve Dola Şivê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
12 Ocak 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar