Bir gerillanın mütevazı ve dolu dolu geçen bir gününü anlatmak belki de; gerillayı tasfiye etmek isteyenlerin başarısızlıklarını(!) anlamalarına ve milyonların desteğine haiz olmuş bu efsanevi gerçekliğe belli bir oranda katkı sunabilir.
Sabahın erken saatlerinde kalkılır. Her şeyden önce bir çevre temizliği yapılır ve sonrasında sabahın ihtiyaçları temelinde hummalı bir koşuşturmayla güne “Merhaba/Roj Baş” denilir. Aslında burada hemen belirtmek istiyorum; sabahıyla ve akşamıyla bu sözünü etmeye çalıştığım günlerin bütün tılsımı ortaklaşa olmasındadır. Yani kimsenin kendi çıkarlarında veya kendi pragmatist bencilliğinde zaman tüketme, kanserleşme gibi asalıklara girmemesi söz konusu olmaktadır.
Sabahın ihtiyaçları tedarik edildikten sonra, o günün koşulları normalse kahvaltıya geçilir. Kahvaltı da neyin olacağından ziyade nelerin konuşulacağı ve yapılacağı ön plana çıkan bir gerçeklik olmaktadır. Kahvaltı esnasında ve sonrasında o güne dair yapılacaklar üzerine somutlaşan ve görevlendirmelerin netleştiği bir tartışma yaşanır.
Bundan sonrasında eğitim çalışmalarına geçirilir. Burada eğitim çalışmalarını uzun uzun anlatmanın pek bir anlamı olacağını sanmıyorum. Daha çok spor, askeri ve siyasi konular üzerine yürütülen bu eğitimlerin her birinin ayrı bir önemi ve yaşamsal ehemmiyeti vardır. Özellikle spor olarak gerçekleşen eğitim çalışmalarında çoğu zaman moraller en üst seviyede olur. Zorlu Kürdistan coğrafyasında gerillanın yaptığı sporda, ayağında mekapı, belinde şutiği ve raxtı, elinde de vazgeçilmezi olan kleşiyle koşması ve taklalar atması aslında savaşın içinde her zaman hayat kurtaran olgular olmuştur.
Sporun ardından eğer imkanlar ve zaman elverirse günlük basın TV veya Radyo aracılığıyla takip edilir. Gerilla eline geçen her fırsatta hem bölgesel, hem de uluslararası alanda yaşanan birçok gelişmeden önemli sonuçlara ulaşmayı kendisine bir görev bilir. Bundan dolayı da çoğu zaman basını takip etme aksatılmayan bir çalışma olarak günün bu bölümünde işlenir. Gerçi özellikle TC’nin özel savaş basını izlendiğinden yüzlere yayılan tebessümler ve gülüşmeler, haber niteliği olmayan ve toplumu kandıran bu safsatalar karşısında, gerilla da sistem gerçekliği ve kapitalist sistem gerçekliği karşısında insanların düşürüldükleri duruma yönelik bir eleştiri niteliğini de taşımaktadır.
Bu basını takip etmeden sonra pratik çalışmalara katılacakların dışındakiler eğitim çalışmalarına devam ederler. Bu eğitim çalışmalarında askeri dersler veya siyasi dersler şeklinde öncesinden hazırlanmış programlara göre gündem oluşturmak söz konusu olmaktadır. Askeri derslerde daha çok savaşın genel durumu ve bunlar üzerine yürütülen tartışmalar ve dönemsel ihtiyaçlara göre belirlenmiş konular üzerinde durulur ve gerillanın yetersiz kalan yönleri aşması sağlanarak, her daim zaferi kazanan kişiliğe ulaşmasına zemin hazırlanır.
Siyasi derslerde daha çok tarih, felsefe ve toplumlar bilimi-bazı zamanlar beşeri bilimler üzerine yoğun tartışmalar ve araştırmalar yapılır. Bunlar da oluşturulan bu ortak platformda düşünsel anlamda paylaşılır. Öğlen vakti olduğunda günlük görevliler tarafından hazırlanan öğlen yemeği yenilir, çaylar içilir. Sonrasında çeşitli konular üzerine tartışmalar tekrardan alır başını gider. Öğleden sonra sabah ki programa benzer eğitim çalışmaları, bazen tatbikatlarla, bazen araziye yayılan ve gerçeği aratmayan askeri taktikler üzerine yürütülen eğitimlerle devam eder.
Akşam olduğunda ve güneş batıya evrildiğinde gerilla tekrardan hazırlanılan akşam yemeğini yer ve sonrasında o güne dair yapılanlara ve yetersiz kalan noktalara yönelik günün genelini ve katılımı kapsayan bir tartışma platformu oluşturur. Burada yaşanan yetersizlikler üzerine sonuç alıcı tartışmalar ve yapıcı eleştiriler geliştirilir. Bundan sonrasında da akşam haberleri izlenir varsa önemli programlar, belgeseller izlenir. Ondan sonrasında da bireysel kitap okuma, yazma vb çalışmaların oluşturduğu zaman dilimine geçilir. Artık günün sonuna doğru gerilla yeni bir güne kendisini hazırlamaya başlar. Üç aşağı beş yukarı gerilla bir gününü bu şekilde yaşamaktadır. Yaklaşık 32. yıllık mücadele gerçeğini ve gerillanın yenilmezliğini oluşturan bu günlerdir. Açıkçası bu zafere kadar da böyle devam edecek bir gerçektir.
Öyle gerillanın bir gününde maliyet, giderler gibi konular ön plana çıkan olgular değildir. Kendini eğitme, yetkinleştirme ve eksikliklere yönelik mücadele ön plana çıkmaktadır. Bu da gerillanın ve ona yüklenen bu şanlı misyonun gereğini yerine getirme de önemli bir basamak olmaktadır. Gerilla bu günlere, bu mücadeleye başından beri manevi bir temelde katılmaktadır. Bundan dolayı da kimse bu günlere ve gerillaya, maddi temelde yaklaşarak çözüm aramaya çalışmamalıdır. Böyle beyhude yaklaşımların ne öncesinde, ne de sonrasında bir yararı olacağını düşünmek, olsa olsa çok basit bir aymazlıktır!
- Ayrıntılar
Türkiye parlamentosunda yoğun tartışmalar var. Tartışmalar ağırlıklı olarak açılıma dönük yapılıyor. Ve ilginç olan ise işin özüne çok az mebusun dokunmasıdır.
Parlamento yani konuşulan yer. Tartışılan yer. Diyaloglarla var olan sorunların çözüme bağlandığı yer. Türkiye’de bu yere meclis diyorlar. Hatta Büyük Millet Meclisi. Milletin büyük meclisi.
Ve meclislere milletin temsilcileri gönderilir. Milletin sorunlarını çözmek için halk kendi seçimini, kararını başkasına yani mebusuna devreder. Ve o mebus artık milletin ağzıdır, yüreğidir, dilidir.
Böyle olması gerekir. Ama nerede bir yetki devri varsa orada bir suiistimalin yaşandığını yaşam tecrübemizle biliriz. Yetki devri irade devridir. Yani siz iradenizi başkasına teslim etmişinizdir. O kişi ya da kişiler ya da kurum ve kurumlar artık adınıza karar verirler. İradesini teslim edenler çok sürmeden teslim alınırlar. Çünkü sistem böyle işler.
Hâlbuki en doğal ve kutsal hak kendi iradesini yansıta bilme hakkıdır. Kendisiyle ilgili olana, genelle ilgili olana direk dolaysız katılma hakkıdır. Kendisine ilişkin olana karar verme hakkıdır. Kimisi buna doğrudan demokrasi diyor. Doğrudan temsil diyor. Dipten gelen dalga diyor. Köktencilik diyor. Ve ilginçlik o dur ki çağımızda böylesine bir temsili yaşama geçirmenin çok fazladan imkânı var. Kendi iradesini başkasına teslim etmeden, başkasına da teslim olmadan direk kendi çıkarlarını sonuna kadar savunma ve koruma imkânı bu söylediğimiz doğrudan temsilden geçiyor. Kimisi böylesine bir örgütlenme modeline yatay konfederal ilişki ve ilişkilenme diyor.
Geçelim bunları. Türkiye’de var olan sistem burjuva demokratik sistemidir. İşleyen bu da değildir. İşleyen otoriter, halktan kopuk, halktan uzak, bildiğini okuyan oligarşik bir sistemdir.
Türkiye’de tartışılıyor dedik. Parlamentosu tartışıyor. Özgürlük dağlarında bu kadar tabiat ananın zor şartlarında söylenenleri çok takip etme imkânımız her zaman olmuyor. Gönül isterdi ki anı anına takip edelim, izleyelim ve görüşlerimizi zamanında ifade edelim.
Ama olmuyor. Bu bir handikap. Özgürlük dağlarında yer yer tüm tekniklerde kopuk olmanın handikapı. Gecikmeli de olsa parlamentoda yapılan tartışmaları izliyoruz. Milletin meclisinde milletin başlıca sorunu Kürt sorunu iken faşist düşüncelerin, cümlelerin sarf edilmesi insanı düşündürtüyor. Bir de sözde halk partisi diye geçinen bir partinin önde geleni tarafından. Tuhaf dedik. Milletin kürsüsünden savaş kışkırt kanlığı yapılıyor. Geçmişte yapılan katliamları onaylayan, bugün de benzer katliamlar yapılmasını isteyen bir ağız milletin meclisinden dillendiriliyor. Kürtlere, Ermenilere, Yunanlara yapılanlar onanıyor. Onanmanın da ötesinde ilham kaynağı olarak gösterilerek benzerinin bugünde yapılması isteniyor. Ve bu dozajda faşizan düşünceleri dile getiren sözde “Onur” ismini taşıyor. İnsanlığa bu kadar “Onur”suzca yaklaşan birinin isminin “Onur” olması insanlık adına bizi utandırıyor.
Daha da tuhafı ve çirkini ise böylesine faşizan ve salyalı sözler “Onur”suzluğu yaşayan birinin ağzından çıkarken katledilen bölgeden gelen birinin bu faşizan sözlere alkış tutmasıdır. Birileri gelecek atalarına zoraki baskı uygulayacak isyana zorlayarak sonradan katliamlar yapacak. 70 binin üzerinde insan katledilecek, Munzur vadisi yıllarca kan kızıl akacak, o bölgenin genç kızları süngülenecek, tecavüzlere uğrayacak ve sen seni katledenin ismini de alarak bugün tecavüze uğramış mazlum bir halkın yeniden katledilmesini isteyen “Onur”suz sözlere alkış tutacaksın… Kendini satmanın pazarlamanın, kaşarlanmış olmanın, onursuz olmanın da bir sınırı var derler. Ama Kemal Kılıçdaroğlu gibilerinde bu sınır yok gibidir.
Çok uzatmayacağız. Bu halkın temsilinin kendisi yapabilmesi için, kendi kararını kendisi vermesi için, doğrudan demokratik bir sistemi hayata geçirmek için Kürdistan’ın özgür dağlarında özgürlük uğruna mücadele eden Gabar ismindeki bir yoldaşımız Gabar’da aynı Dersim’deki gibi katliamlar yapmak isteyen bir faşizan düşmana karşı tüm duyargalarını şahlandırarak meydana kendini atmadan önce söylediği sözler;
“BUGÜN ÖZGÜRLÜK GÜNÜDÜR, O YÜZDEN ÖZGÜRLÜKLE DANS EDECEĞİZ” oluyor.
Evet, özgürlük günlerini yaşıyoruz. Ve biz o yüzden özgürlükle dans ediyoruz. Biz Dersimlerin, Paluların, Zilanların, Ağrıların, Kulpların, güzel genç Kürt kızı Rındaxanların başına gelenlerin bir daha güzel genç Kürt kızlarının başına gelmemesi için özgürlük dağlarında özgürlük için dans ediyoruz. Ermenilerin, Yunanların başına gelenlerin halkımızın başına gelmemesi için dans ediyoruz.
Ve şunu hemen belirtelim: Faşist salyalı zihniyetler hiç sevinmesinler. Özgürlük dağlarında özgürlük için savaşan yürekler oldukça artık geçmişin katliamlarını yapamayacaklar. Yeter ki özgürlük dağlarında özgürlük uğruna yola çıkmış olanların yanında olunsun, yeter ki onlara bağlı kalınsın ve yeter ki özgürlük günüdür diyerek özgürlük için mücadele edilsin.
“Onur”suzluğu yaşayanlar buna inanmıyorlarsa bizatihi kendileri dağlara gelebilirler. Buna yürekleri yetmiyorsa yanlarına odundan yapılı “Kılıç”larını da alsınlar.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Kasım günü 11:00-12:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Çiyareş alanı ve çevresine yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Kasım günü akşam 19:00 ile sabah 05:00 saatleri arasında Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Govendê, Miros ve Basya Hattı alanları ile Hergûş Köyü’ne yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
16 Kasım 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Kasım günü 13:00-15:00 saatleri arasında Hakkari’nin (Colemerg) Şemdinli (Şemzinan) ilçesine bağlı Kelatê Karakolu’ndan Tepe Gowendê alanına yönelik olarak obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Kürdistan ve Türkiye’de birileri zanneder ki, Taraf Gazetesi liberaldir.
Gerçek bunun tam tersidir.
Dolayısıyla böyle düşünenler liberallik nedir bilmiyorlar.
Eğer böyle düşünenler, kendine demokratım diyorlarsa demek ki, ırkçılık ile özgürlük direnişini birbirinden ayırmayı bilmiyorlar.
Eğer böyle düşünenler, kendine sosyalistim diyorlarsa demek ki, üstün ırk ırkçılığını meşru görüyorlar.
Eğer böyle düşünenler, kendine Kürt yurtseveriyim diyorsa demek ki, işgalci zihniyetin işgaline uğramışlar, demek ki beyinleri dumura uğramış.
Tarafın yayınlarını takip edenler zanneder ki, bu gazetenin yaptığı haberler yenidir.
Özgür ve alternatif medyacılık yapan Kürtlerin medyasını iyi takip edenler bilir ki, malum gazetenin yayınladığı haberleri Kürt medyası yıllarca önce yayınlamış.
Malum gazetenin haberlerine “mal bulmuş mağrip misali” sevinenler, kendini aldatıyorlar.
Böyle sevinenler bilmiyorlar mı, bu gazete CIA ile MİT’in eşgüdümlü olarak çıkardığı bir gazetedir.
Böyle düşünenler bilmiyorlar mı, faşizm medya alanında kendini allayıp pullayarak hem solcu, hem dinci, hem sosyalist, hem demokrat, hem milliyetçi hem de ırkçı yayınlar yapmaktadır.
Doğan medyasına bakın, Önce Vatan gazetesi tam Türk ırkçısı, Hürriyet beyaz Türk ırkçısı, Milliyet liberal Türk ırkçısı, Vatan devşirme Türk ırkçısı, Radikal sol soslu Türk ırkçısı, Posta cinselci Türk ırkçısı çizgisinde yayın yapmaktadır.
AKP ve Fetul-Münafıkçı Türk medyasına bakın, Yeni Şafak gazetesi liberal Türk ırkçısı, Vakit tam provatör Türk Irkçısı, Star ile Sabah soft ile cinselci alaşımlı Türk ırkçısı, Zaman hem İslamo faşist hem de münafık Türk ırkçısı, Türkiye Turanist Türk ırkçısı, Taraf light derin Türk ırkçısı, Aksiyon dergisi Mitçi beyaz Türk ırkçı çizgide yayın yapmaktadır.
Türk ırkçılığı medya alanında Doğan Medya aracılığıyla katı Türk ırkçılığına-Kara Kemalizm-, AKP ve Fetul-Münafıkçı medya aracılığıyla da Türk-İslamcı Türk ırkçılığına-Yeşil Kemalizm- oynamaktadır.
Türk faşizmi-dünyada eşi benzeri olmayan ırkçılık türü- her iki medya koluyla ırkçılığı meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Tabi bunu yaparken tüm gazetelerin ırkçı yayınlarını PKK ile Kürtler deşifre edince, imdatlarına ABD koştu. ABD, bu konuda CIA’ya özel rol verdi. Ve Taraf gazetesini çıkarma kararını uygulamaya soktu.
Gazetenin finansmanını CIA ile Türk MİT’i birlikte yapmaktadır.
Paralar, CIA ajanı Fetullah Gülen’in şirketlerine aktarılmakta, oradan da naylon-çakma-işadamları vasıtasıyla Taraf Gazetesi’nin kasasına aktarılmaktadır.
Sermaye ve arka cephesini böyle sağlama alan ABD ile CIA, Yasemin Çongar ile Ahmet Altan’ı özel olarak görevlendirdi.
Yasemin Çongar, CIA’nın temsilcisi iken, Ahmet Altan ise MİT’in temsilcisidir.
Altanların ailesi atadan Türk istihbaratına çalışmaktadır. Ermeni soykırımı ile Kürt soykırımını örgütleyen Teşkilatı Mahsusa’nın kuruluşundan beri bu aile Türk gladiosunun demirbaş elamanları olmuşlardır.
Sol maskeleri var ama özünde ırkçıdırlar, nano ırkçıdırlar.
Ahmet Altan genetik ırkçılık yaparken, nano ırkçılık yaparken oraya buraya kıvırtıyor.
Oryental gibi raks eylerken, Oryental ırkçılık üzerinden de palazlanmakta.
Utanmadan da kendine barışçı misyonunu yüklenmekte, utanmadan da CIA, MİT ve AKP’nin politikalarını uygulamayı erdem olarak herkese yutturmaya çalışmaktadır.
Politikalarını uyguladığı AKP, üç defa savaş kararı alırken sus pus olan Oryental nano ırkçı Altan’dır.
Nemalandığı AKP, 2006 yılında çıkardığı bir yasayla Kürt çocuklarını öldürmeyi ve zindanlara doldurmayı bir bir yerine getirince sus pus olan ve gizlice alkış tutan yine ırkçı Ahmet Altan’dır.
Nemalandığı AKP, 2007 yılında çeteciliğin-koruculuk-sayısını artırma kararını alırken sus pus olan yine bizim meşhur ırkçımız Ahmet Altan’dır.
Nemalandığı AKP, 2008 yılında kontr-gerillayı meşrulaştırma ve “DTP’yi Bitirme Planını” uygulama yasası ile planını pratikleştirirken bunu alkışlayan aynı Oryental ırkçı Altan’dır.
AKP’nin faşist-ırkçı-yasalarıyla Kürt çocukları katledilirken, gazeteler kapatılırken, AKP’nin çanaklarını yalama şerefine nail oluyordu.
Bu Oryental ırkçı, şimdi kalkmış önce gazetesinde bir haber yapıyor, dünyada özgürlükçü harikalar yaratan PKK’yi, dünyanın en ırkçı partileri olan CHP ile MHP’yle özdeşleştirmeye çalışmakta.
Daha sonrada “Barış Günü, Savaş Günü” diye bir makale yazarak ırkçı Türk devletine karşı dünyanın en haklı direnişini veren PKK ve bizler gibi gerillaları suçlamaya çalışmaktadır.
Vay vay, neymiş de, bilinç altımızda devlet ideolojisi varmış.
Oryental Türk ırkçısı Ahmet Altan, 4.Murad’ın Şeyhülislamı Yahya Efendi’nin rolünü almışa benziyor.
4.Murad’ın çanak yalayıcılığını yapan Yahya Efendi’yi, ünlü Kürt şairi Nefi idamı göze alarak eleştirmiş ve sonuçta idam edilmişti.
Kürdistan özgürlük gerillaları da çağdaş Nefiler olarak, Kürdistan dağlarında dünyanın en ırkçı devleti olan Türk devletine karşı savaşırken, tabi ki Altan’ın suçlamalarına cevap vereceklerdir.
Hele bir bakalım Kürt şairi Nefi 4.Murad’ın çanak yalayıcısı Yahya Efendi’ye ne demişti?
“Bize kâfir demiş müftî efendi
Tutalım ben anca diyem Müselmân
Varılınca yarın Rûz-i Cezâya
İkimiz de çıkarız anda yalan”
Nef’i bu kıtayla Şeyhülislam Yahyâ’ya yanıt verirken açıkça şunu demek istiyor:
"Müftü efendi bana kafir demiş.
Tutalım ben de ona Müslüman diyeyim.
Ama yarın Rûz-i Ceza’da ikimiz de yalancı çıkarız.
Çünkü kafir olan kendisidir."
Bizde aynısını Ahmet Altan’a iade ediyoruz.
Çünkü Oryental nano Türk ırkçısı olan Ahmet Altan’ın ta kendisidir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Kasım günü Şırnak’a bağlı Cudi’nin Bilika alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Binlerce askerin katıldığı operasyon aynı gün akşam saatlerinde sonuçsuz geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Kasım günü sabah 11:00-11:30 ile akşam 18:00-19:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Şivê ve Dola Şivê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
On yıldır içimde taşıdığım bu hikayeye bir tek kelime bile ekleyemeden tekrar başa döndüm. Şimdi on yıl önceki halinden hiçbir şekilde değişmeden, ne eksilmeyi, ne de eklenmeyi kabul etmeden hikaye bütün gücüyle karşımda duruyor. Öylesine bir dayanılmazlığı, öylesine bir meydan okuyuşu var ki, artık bu acımasızlık karşısında boyun eğiyorum.
Bir kez daha Zağroslara doğru yol alırken, o yollardan, o mekanlardan bir kez daha geçerken, bu coğrafyanın bütün ayrıntılarına sinmiş, sarı otların, dere yataklarındaki yosunların, en korkunç sürüngenlerin duruşlarına sarılmış, hayatımızı hayat yapan o derin seslenişi bir kez daha duyumsuyorum. On yıl önce aynı yaz sıcağında içine yuvarlandığım ve henüz erkendir diye, yıllarca kendimle sakladığım, yıllar ilerledikçe ve ben eksik olanı bir türlü bulamadıkça, girdiğim bütün kuytu ormanlarda kaybetmeye çalıştığım, unutursam büyür diye düşündüğüm, ama her karşılaştığımda tamamlanmadığını bir kez daha fark ettiğim hikayeye tekrar aynı yollardan yürüyorum.
Zap nehrinin aktığı derin ve kayalıklı vadiyi aşıp, Yahudi suyu ismini alan Çemço’daki eski değirmeni geçtikten sonra kuzeye doğru dönüyorum. Dizlerim eskisi kadar güçlü olmasa da yaz sıcağında hâlâ zirveleri karlarla kaplı dağlara doğru ilerlerken, on yıl önce bastığım bu kayaları tanıyan bir duygu kaplıyor içimi. Bu eski değirmene gelip öğütülmüş nohut ununu sırtladığımız o günü, nohut unundan ekmek yapmaya çalıştığımız ve peşmergelerin erzak kaynağımız olan bu değirmeni ele geçirmek için saldırdıkları o geceleri, bir bölüklük yeni savaşçılardan oluşan, henüz silahlarının emniyetini açmasını bilmeyen bir bölükle, Mahmut isimli bir komutanın kıyasıya direnişini dün gibi hatırlıyorum.
Bütün beyaz taşların, Faraşin yaylalarının o güzel kızının söylediği gibi, bana güler gibi baktığını fark ediyorum.
Hikaye, ’94 yılının yaz aylarında yalnız ve bir yabancı olarak yaşadığım Almanya’nın bir şehrinde, ismi Sabri Agit olan sessiz bir Kürt genciyle karşılaşmamla başlıyor.
O şehre ve birbirine de yabancı olan iki arkadaş olarak dolaşıyoruz kalabalık caddelerde. Bir tek cümle bile konuşmadan Sabri Agit’e eşlik ediyorum. Onu bir yerden bir başka yere götürmem ve bazı ihtiyaçları karşılamam için görevlendirilmiştim. Kendimin de çok az tanıdığı bu şehirde, alış veriş merkezlerinin orta yerinde ayakkabıcıları dolaşıyoruz. Ondan biraz sıkılsam da, yanımda duran bu çocuğu sessizce izliyorum. Sanırım onunla aynı yaşlardayız. Akran sayılırız…
Kendiliğinden açılıp kapanan kapılardan geçip girdiğimiz her mağazada spor ayakkabılarını eline alıp tek tek inceliyor. Yürüyen merdivenlerden üst katlara çıkarken az da olsa meraklandığını fark ediyorum. O an O’nu daha fazla tanımak için hiçbir ilgi duymuyorum. O’nun hakkında daha fazla bir şey öğrenmek aklıma bile gelmiyor. Reklam filmlerinde gördüğüm bazı markaları ona önererek yardımcı olmaya çalışıyorum. Ayakkabıları zaman zaman ayağında deniyor. Zor beğeneceğini hissediyorum ve sabırla bu esmer çocuğu bekliyorum. Ama bir tek kelime bile olsun konuşmak gelmiyor içimden. Onunla konuşabileceğim ortak bir şey bulamıyorum. Bir an önce işimi tamamlayıp onu aldığım yere bırakmayı düşünüyorum.
Bu benim onunla geçirdiğim ilk ve son günüm oluyor. Akşam güzel, sağlam bir ayakkabı seçtikten sonra -markayı dün gibi hatırlıyorum: Adidas streetball. Ondan tam bir yıl sonra ben de aynı ayakkabıyı alacaktım- sabah onu aldığım yere bırakıyorum. Akşam ayrılırken, onda hiç göreceğimi tahmin etmediğim bir sevinç ifadesinin yüzüne yerleşmiş olduğunu, belki de, bütün gün bu ifadeyle dolaştığını, o kalabalık mağazalarda aynı sevinçle ayakkabılarını aradığını yeni fark ediyorum. Heyecanla elini omzuma koyuyor ve gözlerimin içine bütün sevinciyle bakıyor. Onun yüzüne bakarken tenimi bir utanç kaplıyor. O an terlediğimi hissediyorum.
Bütün gün kendimle küçük bir çocuğu gezdirir gibi baktığım bu çocuk, ne kadar sürdüğünü bilemediğim, ama bana saatler gelen bu bakış esnasında büyüyor. Benden çok uzaklara, çok öteye taşınıyor. Gözleri beni ve benimle birlikte o koca şehri kucaklıyor. Onun omzumu sıkıca tutan ellerinden müthiş bir akım geçiyor bedenime. O an bana kızmasını beklerken, gözlerinde gördüğüm sevinç ile bana dokunmakta olduğunu fark ediyorum. Yavaş yavaş sersemlediğimi hissederken, hayal meyal sözlerini duyuyorum.
Ülkeme gidiyorum…
Ondan ayrılıp aynı kalabalıklara daldığım ve şaşkın şaşkın dolaştığım mağazalarda Sabri Agit’in sevinçli gözlerini düşünüyorum. Bir de yeni aldığı ayakkabılarını. Bir insanın ötekine ilgisizliğinin, aslında kendine yabancılaşması olduğunu, o gün o kalabalık caddede yanımdan hızla geçip giden insanların arasında öğreniyorum.
Sabri Agit’ten tam bir yıl sonra ben de, daha önce hiç görmediğim dağlara, ülkeme geldim. Henüz mekap ile tanışmadığım için aynı ayakkabılar ayağımdaydı. Ve onu merak ediyordum.
O günlerde isminden öte hakkında hiçbir şey bilmediğim o esmer çocuğu görmek için can atıyorum. Bu dağlarda bir yerlerde olduğunu iyi biliyorum. 95 Güney Savaşı’nın kıyasıya sürdüğü o günlerde dağdan dağa dolaşırken, bir yerlerde onunla karşılaşmak için uğraşıyorum. Henüz yürümeyi iyice öğrenemediğim halde yine de önüme gelen her gerillaya onu soruyorum. Çemço’daki nohut öğüten değirmene un getirmeye, diğer bölüklerden gelecek olan gerillalarla karşılaşır ve belki Sabri Agit ile karşılaşırım diye, Mahmut arkadaşın şaşkın bakışları içinde, her defasında kendimi gönüllü öneriyorum.
Beni görsün istiyorum. Beni duysun istiyorum. Onu görüp elimi onun omzuna koyup, gözlerinin içine bakıp, işte ben de geldim, demek istiyorum. Bir türlü olmuyor, bir türlü karşılaşamıyoruz. Savaşın yoğunluğu ve henüz alışamadığım sert coğrafya hafızamı kaplıyor. Kürdistan ormanlarında kaybolup gidiyorum. Kendimle uğraşırken, yavaş yavaş Sabri Agit’i unutuyorum. Ama seçtiğimiz ayakkabı gerçekten sağlam çıkıyor. O kışı ve gelecek baharı o ayakkabılarla geçiriyorum. Paramparça olup atmak zorunda kalıncaya kadar giyiyorum. Ve lojistikçimiz tarafından yeni bir mekap verilince ayakkabılarımı atmaya kıyamıyor, yerini hâlâ çok iyi bildiğim bir kaya aralığına saklıyorum.
‘96 yılının Kasım ayının ilk günlerinde Çukurca’ya bağlı Ertuş karakoluna saldıracak gerilla güçlerine katılmak üzere tekrar Zağros Eyaletine geçiyorum. Eylem için Gerdi ve Oramar güçlerinin de geldiğini öğreniyorum. Büyük bir eylem olacağı kulaktan kulağa yayılıyor. Kameramı, fotoğraf makinemi ve yanıma alabildiğim kadar kamera kaseti alıp yollara koyuluyorum. Bana yol gösteren gerillalarla birlikte bir gece Çemço’daki değirmeni geçip Kinyaniş vadisinde konumlanmış eylem güçlerine ulaşıyorum.
Eylem saatini bekleyen gerillaların bütün düzenlemeleri yapılmış. Eylemde yer alacak bütün gruplar belirlenmiş. Artık karanlık iyice bastırdığı için çekim yapamıyorum. Bütün grupların dinlenmeye ayrıldıklarını öğreniyorum. Yanımdan geçen bir gerillaya saldırı grubunun nerede olduğunu soruyorum. Karanlığın içinde bir kayanın ardını işaret ediyor.
Kayayı dönüp saldırı grubunun yanına geçerken yirmi beş silahın şarjörleri bantlanmış şekilde kayaya dayalı beklediğini görüyorum. Yirmi beş gerilla yan yana uzanmış közlerin başında uyurken, ayakuçlarına, közlerin diğer tarafına çöküyorum. Uyuyan bu yirmi beş gerillayı, karanlığın bu en sessiz şiirini, iç içe kıvrılmış bu yirmi beş çocuğu, belleğime kazınan bu görünümü hayatım boyunca bir daha unutamayacağımı bilmeden seyrediyorum.
Birkaç saat sonra, Ertuş Karakolu’nun, bin beş yüze yakın askerinin konumlandığı Şehit Cihat tepesine saldıracak bu yirmi beş Kürt çocuğa, isimlerini bilmeden, yüzlerini bir kez olsun görmeden bir rüyadaymış gibi sessizce bakıyorum. Seyrettiğim bu rüyanın sessizliği ve bu sessizliğin içindeki dehşetin belleğimin en vazgeçilmez parçası olacağının o gece hiçbir şekilde farkında değilim.
Orada ne kadar oturduğumu ve bu rüyanın ne kadar sürdüğünü bilemiyorum. Bir zaman sonra uyuyan gerillalardan bir tanesi kefiyesini hafifçe kaldırıyor ve yavaşça doğruluyor. Karanlıktaki yüzün ateşin közlerine yaklaşınca gülümsediğini ve bu gülümsemeyi çok iyi tanıdığımı fark ediyorum.
Sabri Agit usulca doğrulup karşımda oturuyor. Yine bütün sessizliği ve bütün içtenliği ile rüyamın içinde gülümsüyor. Karanlık içinde birbirimizi tanıyoruz, birbirimizi selamlıyoruz. Sanki beni bekliyormuş gibi bütün sakinliğiyle karşımda oturuveriyor. Onunla konuşmaya başlamak için can atıyorum. Ama konuşacak bir tek kelime bulamıyorum. Konuşmak istiyorum, ama zaten bu karanlık, eylem öncesinin bu sessizliği her şeyi anlatmaya yetiyor.
Onun şu an dinlenmesi gerektiğini de çok iyi biliyorum. Bu gece O’nu kıyasıya bir çarpışma bekliyor. Sabri Agit ellerini közlere uzatıp usulca ısınıyor. Yine aynı gülümsemesiyle gözlerime bakıp, eylemden sonra konuşuruz diyor. Tamam, eylemden sonra konuşuruz diye onaylıyorum. Sabri Agit, kefiyesini üzerine çekip arkadaşlarının arasına uzanıyor. O gece orada daha ne kadar oturduğumu ve közlerin başında hayatlarının en güzel rüyalarını gören bu çocukları daha ne kadar seyrettiğimi tam olarak hatırlamıyorum.
Yarın güzel bir sabah olacak. Sabri Agit ile birlikte serin sularıyla değirmeni döndüren derenin kenarında oturacağız. Çantalarımızda sakladığım cevizleri çıkarıp teker teker çıkarıp önüne sereceğim. Varsa bir de çay yapacağım. Çünkü ceviz, çay ile birlikte çok güzel gider. Doyasıya bir sohbete başlayacağız. Konuşmadıklarımızı konuşacak, söylemediklerimizi söyleyeceğiz. Etraftan gülüşlerimizi duyan arkadaşlar da katılacaklar sohbetimize. Ama yağma yok, sohbetimizi dağıtmayacağız. Birer bardak çay da onlara ikram edeceğiz. Kırdığımız cevizlerden onlara da vereceğiz. Ona her şeyi soracağım, hakkında her şeyi öğreneceğim. Bir tek sırrını bile gizleyemeyecek benden. Sohbetimizi dinleyen arkadaşlar şaşacaklar, hatta biraz kıskanacaklar. Neden böylesine Sabri Agit ile ilgilendiğimi öğrenmek isteyecekler. Başta söylemeyeceğim. Israr etmelerini bekleyeceğim. Yeterince ısrar ettiklerine kanaat getirdikten sonra usul usul bu hikayeyi anlatacağım…
Sabri Agit o gece Ertuş Karakolu’nun Şehit Cihat tepesinden dönmedi. Eylem sabahı geri çekilen gruplar arasında onu çok aradım, bulamadım. Bir tek kişiye bile sormaya dilim varmadı. Duymaya dayanamayacağımı bildiğim için eylem sonuçlarını kimseye soramadım. Kalabalıklar içinde gülüşünü aradım, göremedim. Sessizliğini aradım, duyamadım…
Daha sonra, başka taraftan geri çekildiğine kendimi ikna ettim. Ve biz karşılaşmadan ait olduğu taburuyla birlikte yeniden Gerdi alanına geçmek zorunda kaldığını, buradan ayrılmadan Çemço’daki değirmene gelip nohut unu aldığını ve son anda rastladığı bir arkadaşıyla kameraman Halil’e selam gönderdiğini hayal ettim.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Kasım günü 14:00-16:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Tepe Hawanê ve Dola Kinyaniş alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar