Basına ve Kamuoyuna
1. 13 Haziran tarihinde işgalci TC ordusuna ait birlikler Mardin'in Kerboran ilçesi kırsalında bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 14 Haziran tarihinde (bugün) saat 7.00 ile 7.30 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Kandil bölgesi üzerinde keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Son zamanların bir solukta okunan ve her arkadaşın olduğu gibi benimde kalbimi fethedip yaşam ve mücadeleye bağlılığımı daha da derinleştiren cesaret tanrıçamız Sara arkadaşın ‘’Hep Kavgaydı yaşamım’’ kitabını okurken nedense Sema arkadaşın silueti hiç kaybolmadı gözlerimin önünden. Özellikle baştan sona zindan direnişini anlatan bu kitabın ikinci cildinde hep Sema’yla gezindim durdum kitabın içinde. Neden mi? Hem tanıdığım zindanda direnen ilk yoldaştı heval Sema. Ve hem de o zindan da ben dışarıda iken o koşulları bilmeden tanımadan başlayan arkadaşlığın özünü ve Sema’yı Sema yapan yüceliği tanıyamamanın acısından olsa gerek. Çok hissettim bunu, çok derinden yaşadım bu kitapta. Bana göre birçok insandan farklı olarak hatta dünyanın en büyük şanslarından biri olarak bir tanrıçayı tanıma şerefine nail olmuş ender insanlardanım. Dün gibi anımsıyorum bu tanışmayı.
Devrimciliğimin acemi yıllarında Gökhan Erhan (Ş. Ferhan) yoldaşım, hakiki devrimcilerle tanışmam için beni Çanakkale zindanına, yoldaşları ziyarete götürmüştü. Ziyaretine gittiğim kişi kendisini hiç tanımadığım Sema yüce idi. Mühim değildi kimi görmeye gittiğim, hele isim sadece şekliydi. Bizim için, zindanda davaları için yaşayan erdemli insanlar vardı, onları görmek onlarla tanışıp, mücadelelerinin gerekçelerini öğrenmek, imkanlarımız ölçüsünde onlara bazı ihtiyaçlarını götürmek büyük bir onurdu, devrimci bir görevdi. Velhasıl bu ilk ziyarette tesadüf Sema arkadaşın adını ve tanıdığımı söyleyerek girmiştim o insanlık suçunun işlendiği, parmaklıklar arasında kıran kıra direnen yoldaşların ortamına. Oysa ki bu isimde bir insanı duymamıştım bile. Cezaevi görüşmeleri o direnen, iradeleri çelikleşmiş insanlar için çok ayrı bir öneme sahiptir. İçeri girer girmez o buz gibi duvarların ve soğuk parmaklıkların arasından sızan yaşam coşkulu ses ve umut dolu bakışların arasında bir anda unuttum bir zindana gittiğimi. O kadar çabuk geçmişti ki saatler her birinin görüşme kabinlerinden yükselen sesleri, sıcacık karşılamaları, dolu dolu bilinç saçan tartışmaları ve ‘heval’’deyişleri arasında dolan ziyaret süresinin nasıl geçtiğini anlayamamıştım bile. Tam çıkmak üzere iken Ş. Ferhan bari adına gittiğim Sema arkadaşla tanışmamı söyledi, kendisi gitmiş onunla epey tartışmıştı. Benim için hiç fark etmiyordu hepsi hevaldi ve aynı davanın kadınları ve erkekleri olarak onlarla geçirdiğim her an belleğime yeni şeyler kaydediyor, kafamda şimşekleri çaktırıyordu. Ve işte nihayet adına gittiğim o müthiş kadınla selamlaşmanın ardından küçük bir tanışma oldu. Kısa bir sohbetle başlayan yeni bir arkadaşlık cazibesini o kadar büyüttü ve hacmini o kadar genişletti ki yepyeni bir yaşamın startını verecek kadar etkiledi işte. Tam 20 yıl geçiyor bu tanışmanın üzerinden. Bu tanımış olmanın onuru ve kendimi borçlu saymanın gereği olarak her yıl şahadet yıldönümünde bir şeyler yazarım o tanrıçama dair. 16. Yıldönümünde yazdırdıkları…
Yazılmayan kadın tarihinde yaşamı doğru tanımlamak için müthiş bir çaba vermiş sayısız tanrıça, sayısız kahraman vardır adı belli olmayan. Küllenmiş bu tarihin üstü temizlendikçe niceleri çıkacaktır bilinmez. İşte onlardan biri Sema Yüce. Kadında bilincin ne kadar sancılı geliştiğini kendi şahsında yaşamış, bu sancının ardından zihninde yaşanan yeni doğumun ismini özgürlük koymayı başarmış bir kadın o. Kendini ateş topu yapıp, erkek aklının ve sisteminin kadına bahşettiği statüyü, psikolojiyi, itaat kodlarını, ona tapınma saflığını, düşünememeyi ve başkalarının onun yerine karar vermesini, aşk sahteliklerine kanmayı, zavallılık ve masumiyet edebiyatını, lallığı, körlüğü, sağırlığı bu ateş topunda yakarak, küllerinden kendini yeniden yaratmayı başarmış bir kadın o. Evet Ararat’ın yücelerindeki semanın enginliğindeki derinliği, büyüleyici, etrafındakileri kendine hayran bıraktıran adeta bir mıknatıs gibi kendine doğru çekmeyi becerebilen üslubuyla tanıdım bildim onu. Özgürlük felsefesinde kendini dirhem dirhem yıkamış bir hakikat arayışçısı olarak, bakışlarıyla konuşan senide bu özgürlük denizinin sihrine çekerek yüzmeye davet eden etkileyiciyle, türkü tadında ki aşklı, tutkulu yaşamın ismi Sema Yüce. 20 . yy’ın son yıllarına adını altın harflerle yazdırarak özgürlük tarihine düşülen unutulmaz bir kişilik.
Her çağın unutulmaz kahramanları vardır. Kahramanlar salt kendi halklarının kendi ülkelerinin yada kendi köklerinin değil, insanlığı etkileyip yeni bir şeyler katmak uğruna kendini inandığı değerler uğruna feda edebiliyorsa dilden dile dolaşarak efsaneleşir, destanileşir, adeta ibadet edilir cinsinden inanılarak, ruhların dehlizlerinde ki imanla kendine niyaz edilir. Aslında inananları için bir ibadetgah, aşkgah, kıblegahtır artık ona dönülen. İşte bizim gibi kitapsız, salt dengbejleriyle varlığını korumaya çalışan elinde hiçbir şeyi kalmamış olan bir halkı mucizevi bir biçimde yeniden dirilten Önder Apo’ nun kitaplarını en iyi ve en doğru okumayı başarıp kendini bu öğretiye göre yapılandıran Kürt yurtseverliğinin özünü özüne yediren bir Kürt. Salt etnik anlamdaki varlık bilinci değil, ayrıca varlık olarak bile tartışmalık bir haldeki kadın olmanın acısını derinden yaşadığından yüreği sınır tanımaz bir tay gibi sonsuzluğa koşan bir çağlayan gibi akışkan bir biçimde kadının kurtuluş müjdesi olan özgür kadın mücadelesine atılan bir kavgacı. Özgür yaşamın, aşklı yaşamın hakikatin arayışçısı o.
Kişiliğindeki sistemin kadına dayattığı tüm kodları muazzam bir biçimde çözüp gerileten ve köleleştirenle, amansız mücadele ederek, bağımsız ve özgür bir ruh, bir zihniyet yaratan SEMA YÜCE 1990’ lı yılların Kürt ulusal mücadelesinin tırmanışından etkilenip gerilla saflarına katılmış, bu mücadelenin salt Kürt ulusal mücadelesi olmadığını anlayarak bu mücadelenin özü olan özgür kadın mücadelesi ile özgür bir toplum yaratma mücadelesinde en aktif bir biçimde rol oynamıştı. Önder Apo’nun yanında gördüğü eğitimin sayesinde büyüyen ufku ile Kürt kadının tarihi misyonunu iliklerine kadar hissettiğinden Sema yoldaş, bu yönlü bir mücadeleyi hem kendi kişiliğine karşı hem de yanı başındaki kadın geriliklerine karşı amansız bir mücadele verdi. Kendisini tanıdığımda belki Çanakkale cezaevinde özgürlük davası adına tutuklanmış bir özgürlük mahkumuydu. Ama ne mahkumu, orada kurdukları sistem ve yaşam tarzı ile bedenleri tutsak alınsa da ruhların ve yüreklerin asla tutuklanamayacağını derinden yaşadığından o koşullara inat ideolojik teorik düzeyde kendini yetkinleştirme bunu ajiteye dökme ve yazı şiir, tiyatro ve edebi yazılarla dışarıya karanlık zihinleri aydınlatmanın mücadelesini veren özgürlük mahkumu. İnandığı değerler uğruna yaşayan Sema yoldaşın öngörülü oluşu, zeka kıvraklığı ve kapasitesi karşısında gerçekten hayran olmamak mümkün değildi. Uslubunda ki ikna ediliciliği ile tüm çelişkilerimizi çözdüğünden Sema arkadaş bizim da yaşam öğretmenimizdi.
Önder Apo, henüz kadın partileşmesinden bahsetmeden önce bile böyle bir fikir yürütüp tartışmalarda bunu dile getiren Sema arkadaş, zamanın çok ilerisinde yaşıyordu. İşte Önder Apo, 8 Mart 1998 yılında Kadın Kurtuluş İdeolojisini ilan ettiğinde bu ideolojinin anlamına vararak bu esaslar üzerinden özgür kadın kimliğinin partileşmesini en çabuk anlayan kişi olmuştu. İçimizde yaşanan tasfiyeci, özgürlüğün kazanamayacağına olan inançsız, ruhu teslim olmuş herkese eylemiyle bu ideolojinin yaşamsallaşması gerektiğini bedeninde 21 Mart gecesi ördüğü kızıl köprü ile cevap vermişti. Yurtsever duygularla ülkesine bağlı, onurlu yaşamaktan yana tercih koymuş her kadın, özgür iradesi ile örgütlenirse müthiş bir güç olabilirdi ve bunun için ideolojik bir kimlik olan bir parti olarak örgütlenme, partileşme kadın için şarttı. Evet Sema arkadaş bunları mesaj olarak vermiş ve tüm kadınları harekete geçiren eylemiyle özgür kadın mücadelesinin katalizör gücü olmuştu. Eğer bugün salt parti biçiminde değil, büyük bir yaşam ordusu, askeri orduları, siyasal ve sosyal anlamda iradeye kavuşmuş özgür iradesinde ısrarlı ve kadının yaşamın her alanda özneleşmesi için müthiş örgütlü bir kadın kitlesi varsa, bunu Sema Yüce arkadaş gibi mücadele eden kadın yoldaşlarımıza borçluyuz. Sema arkadaşın koyduğu fark Önder APO’yu erkenden fark edip, bu özgürlük savaşımını yeni bir aşamaya taşımasıydı. Çünkü Sema yoldaş amacında netti ve amaçlarına göre yaşamak ve yaşatmak onda her koşul altında bir ilkeydi. Ve bunu başardı Sema yoldaş, anlamlı, güzel ve büyük yaşamanın, sevginin kanunlarını koyan baş tanrıça ZİLAN’IN takipçisiydi. Yaşarken de büyük yaşadı, yaşama veda ederken de. Tam 87 gün yanık bedenin ağrılarıyla yaşadı ama her yanına gidene Önder Apo’yu yalnız bırakmayın demişti. Onun için birey olarak yaşamak değil eyleminin amacına ulaşması hedefti. Son gören yoldaşlar böyle diyordu onun için. Yaşamını bilinçli yaşayanlar yaşamın anlamına varırlar. Ve nasıl bir ölümü seçeceğine de. Tıpkı Sema, tıpkı Zilan gibi.
Neyin kadını olmak? İşte bu soruya cevap aramıştı Sema yoldaş. Tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Cins kimliğini nasıl kodlamak? Neye göre ve nasıl yaşamak? Bu sorulara cevap bulmuştu Sema yoldaş, tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Zilan…
Evet Zilan yoldaş neyin kadını olmalı sorusuna en çarpıcı cevap olmayı başarmış zafer tanrıçamız. Ufkunu özgürlük bilinciyle büyütmüş başka bir Star. Ve inandığı değerler uğruna ölüme koşarak gidip ölümde yaşamı dirilten yaşam kanunumuz. Çok uzun uzadıya yıllarca saflarda kalarak kendini yaratmış biri değil Zilan yoldaş. Çok kısa bir sürede cephecilik ve gerillacılık süreçlerinde militanlaşmak için özgürleşmek için her geçen zamanı, anı anlam gücüne ulaştırarak derinliğine özümseyip kendinde davranış ve eyleme dönüştürmenin mümkün olduğunu kanıtlayan bir yoldaş. Devrimciliğin yıllarla ölçülemeyeceğinin en çarpıcı örneği. Özgür kadının nasıl yaşaması gerektiğinin yol haritası olan mektuplarında ifade ettiği gibi büyük ve anlamlı yaşam için muazzam inancın, muazzam tutkunun sembolü olmayı başarmış tanrıçamız.
‘’Zilan bir kişi değil, bir çizgidir, bir yaşam tarzıdır, bir savaş tarzıdır, bir zafer tarzıdır. Eğer bu gerçeklik bile kavranılır ve YAJK buna öncülük ederse, aslında zaferin en sağlam güvencesini de kendi şahsında somutlaştırmış ve gerçekleştirmiş olacaktır. Bu temelde eksiklikleriniz olabilir, her düzeyde bazı yanlışlıklar içinde de olabilirsiniz; ama eğer Zilan çizgisi bir gerçekse –ki, bundan kuşku duyulamaz- ve düşmanı en çok korkutan bir gerçeklik olarak gelişmeye devam ediyorsa, o zaman YAJK’ın yürüyüşü hem yaşamda büyük bir özgürlük yürüyüşüdür, hem de savaşta zafer yürüyüşüdür.’’(REBER APO) Gerçektende böyle bir yürüyüşün adı oldu o ve bu yürüyüşün bitmeyen enerjisi bitmeyen ruhu heval Zilan.
Eril paradigmanın alıştırdığı gönüllü köleliğe başkaldırmanın, dengesiz kadın erkek ilişkilerin ağında debelenen kadını bu ağdan kurtarmanın yolunu gösteren ışık. Adeta denizde yolunu bulamayan gemilere, yol gösteren bir deniz feneri gibi kadınlar için.
Hele kürt halkı için müthiş bir moral ve kendine özgücüne güvenle yaşamak demektir Zilan. Varlığı bile tartışmada olan bir halkın yeniden dirilmeye başladığı, kimliğine, kültürüne kavuşmak için büyük bedeller ödeyerek acı çeken Kürt halkının çıkış kapısı olmuş Önder Apo’ya karşı geliştirilen saldırıyı fark ederek, bu saldırıya karşı kendini siper etmiş tek kişilik bir ordu. Özgürlük hareketinin karşı karşıya olduğu tehlikeleri görmeyi başarmış, '96 yılı içerisinde gelişen operasyonların bilincine varmış ve bunun karşısında PKK militanının geliştirmesi gereken eylem tarzının nasıl olması gerektiğini tespit etmiş bir komutan aynı zamanda. Önderlik öğretisinden ulaştığı sonuçların bir gereği olarak da kaynağını ideolojik derinleşmeden alan bir inanç ve mücadelenin yenilmezliğine duyduğu güvenle devrim tarihimizde ilk kez bedenini patlatacak düzeyde yüce bir kahramanlık eylemini gerçekleştirmiş müthiş bir taktisyen. Ve başarmanın emridir Zilan.
Zilanı da Sema’yı da Gulan’ı da büyüten, ölümsüz kılan, yüreklerinde ki davaya olan inançları ve önderlik felsefesiyle büyüyen ufuklarıydı. O büyüyen ufukla ölüme meydan okuyan bu kadınlar haziran sıcaklığında haziran da ölmek zor değil, haziranda ölümde yaşamı yaratmak için ölümü bayram havasında karşılamanın sembolü olmak güzel, dediler. Alçakca katledilen Gulan arkadaş fedai kişilşiğiyle zaten ölümle alay ederek yaşardı. Zilan ve Sema içinse bir tercih oldu fedaice bir ölüm. Sara’nın yoldaşları yeniden yazılan kadın tarihini Sakine’nin Mücadelesi tarzında örmeyi bir şeref saydılar. ‘’Ölüme güle oynaya gitmek! Ama ona inat yaşama ait ne varsa onların değerini bilerek onları incitmeden hırpalamadan özünü zedelemeden korumasını da bilmek. Bu herhalde ölmesini de bilmektir. Yoksa ölüm sıradan, yaşam sıradan olur. Aynı şeyleri duyumsamak ortak ruh güzelliğinde buluşmak amaca güçlü bağlanmayla direkt bağlantılıdır. İnanç derinliği kavga aşkındaki akıcılık zorlukları ortak göğüsleme gücü, morali de sağlar.’’ Diye kitabında bu ifadelerle direnişi ve inanç uğruna ölümün anlamını ifadelendiren Sara yoldaş, tüm mücadele yaşamı boyunca bu 3 özgürlük çiçeği ve tüm kızıl çiçeklerimizi en iyi biçimde nasıl temsil edeceğimizin mücadele yol ve yöntemlerini gösterdi. Bize düşen bu yolu takip edip hakikate doğru ilerlemek mutlaka ve mutlaka onların hayal ve umutlarının yaşanılır kılabilmektir.
Zilan, Sema ve Gulan yoldaşlar ile Haziran ayı şehitlerimiz şahsında tüm yüce şehitlerimizi saygıyla anarken bu çizgiye göre yaşamanın onuruyla, mutlaka zaferi getirme aşkıyla, tutkusuyla yaşamak bizim için onlardan gelen bir emirdir, böyle anlamamız gerektiğine inanıyorum, yoksa hepimiz münafık oluruz.
Aze Malazgirt
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 10 Haziran tarihinde saat 13:00 ile 22:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Xakurke Bölgesi üzerinde keşif uçuşu gerçekleşmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. Hakkari'nin Şemzinan ilçesine bağlı Bezele karakolunda bulunan işgalci TC ordusuna ait birlikler bir süredir Tepe Sivri ile Tepe Leylek arasında yol yapmak istemektedirler.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Haziran tarihinde saat 15:30 ile 00.00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi ile Çukurca sınır hattı üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 8 Haziran tarihinde saat 00:00'da Amed'in Lice ve Hani ilçeleri yolu arasında İşgalci TC ordusuna ait içinde Özel harekat timlerin bulunduğu bir panzere Türk devletinin gerçekleştirdiği Lice katliama karşı yerel bir gerilla birliğimiz misilleme eylemi gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Halkımızın bir deyimi vardır, “eğri otur, doğru konuş” diye. Eğri oturulsa da doğru konuşulduğunda toplumun ahlaki ölçülerine denk yaklaşım gösterilmiş olur. Yok, eğer doğru oturulmuş olsa da yanlış konuşmak ise toplumun ahlaki değerlerine ters düşmek olduğu gibi ahlaksızlık olur.
“Söz ve anlam birbirine bağlıdır ama anlam sözden daha güçlüdür. Anlam söz ile dillendirilir ama söz onu yeterince izah etmeyebilir. Çirkinliğin olduğu yerde güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Çünkü çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir.”
Mevcut olan gerçekten çok kötü olduğu için kin duymak yanlış değildir. Tersine kötü olana karşı kin beslememek, bu kötüyü olduğu gibi kabul etmek tek kelimeyle insan olmaktan çıkmaktır.
Yuhanna İncilinin ilk cümlelerinden birinde bir belirleme var. “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve tanrı sözdü” deniliyor. Sözün ise yalansız olması, doğruluktan şaşılmaması gerektiği de ortadadır.
“Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.” Bugünlerde yapılan tek kelimeyle budur.
“Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar” derler, yine “Korku, yalan doğurur” derler. Bunun için de: “Az yalan söylenemez, yalan söyleyen her yalanı söyler” dememiz de gerekiyor. Başka bir deyimle: “Dünya tükenir, yalan tükenmez” misali Türkiye cumhuriyeti devleti yalan söylemekten bir türlü vaz geçmiyor.
Yalan, özel savaş rejimlerin en etkili silahlarından birisidir. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
“Özel Savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Toplumla ilgili olana karşı savaşı, özel savaşla en çok yalanla yürütüyor faşizan devletler. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi TC devleti direnişçi, özgürlükçü, devrimci güçlere karşı en çok kullandığı silah, yalan silahıdır. TC devletini birkaç adım aşan bir güç ise bu konuda AKP’dir. AKP Şili’de uygulanan “yirmi yalan bir doğru eder”i çok daha ileriye taşırmıştır. AKP artık “bin yalan bir doğru etmese bile, yine de bu yalan söylenmelidir” diyerek kendisine karşı olanlara karşı müthiş bir yalan kampanyasını yürütüyor.
Örneğin en son “dağlara çocuklar kaçırıldı” yalanını günde bin kere söyleyerek kendilerince bir doğru çıkarabilecek umuduna kaptırdılar. Bir doğru etmeyeceğini bilseler de yine de bu yalana devam ediyorlar.
Öyle görülüyor ki bu yetmedi, dağa çocukları gönderenlerin kendi çocuklarını Amerika’da Harvard’larda ve İngiltere’nin Oxford’unda okuttuklarını dillendirmeye başladılar. Bu yalan öyle tutmuş olmalıdır ki, Kürdistan'da polisler bile Toma ve Panzerlerinin içerisinde megafonla konuşurken; “siz burada eylem yaparken, sizi buraya gönderenlerin çocukları yurtdışında okuyor” demekten kendilerini alamıyorlar.
Ve birde sözde Amed’de çocukları kaçırılanlar ise, “neden benim çocuğum dağa gidiyor sizin çocuğunuz Amerika ve İngiltere’ye okul okumaya gidiyor” diye tempo tutturuyorlar.
Bu da yetmiyor benzer söylemleri RTE’da kullanıyor. Haydi, biz yukarıda yalanlara çanak tutarak katılanları anlıyoruz da, peki sana ne oluyor RTE?
Senin çocukların nerede okul okudular acaba?
Örneğin Türkiye’nin gündeminde bir türlü düşmeyen Oğlun nerede okudu?
Ya Kızların nerede okudu? Hani birde muhafazakâr olduğunu söylüyor ancak kızları ise yurtdışında, kapitalizmin merkezinde okumadılar mı?
“Tencere dibin kara seninki benden kara” mı demeli? Yoksa “Tencere yuvarlanmış kapağını mı bulmuş” demeli?
Halbuki hafıza kaybı ve balık hafızalı olmayan biri bilir ki daha birkaç gün önce Türkiye devletinin cumhurbaşkanı Amerika’ya –hem de Harvard üniversitesinde- oğlunun mezuniyet törenine katılmak için gitti. Biz sadece bu birkaç örneği verelim, diğer örnekleri ise dibi birbirine benzeyenler sıralasınlar.
Yukarıda ifade etmiştik, “eğri oturun ama lütfen az da olsa doğru konuşun” diye. Tüm dinlerde yalan kesinlikle yasaktır. Suçtur. Dini tabirle günahtır.
Haydi, insanlardan korkmuyorsunuz onu anladık, bari Allah’tan korkun ve artık sunturlu ve kuyruklu yalanları söylemekten vazgeçin, yalan atmayı bırakın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Toplumsallığın kendisi bir ruhtur” denilir. Bu bağlamda toplum bir ruhsal birlik anlatımıdır, ifadesidir demek en doğru yaklaşımdır. Ne var ki yabancılaşmış bir toplum ise bu anlamda ruhsal birliğinden kopmuş demektir ki, bu da toplum olmaktan çıkmaktır.
Bizde biliyoruz ki “toplumsallık insansal yaşamın varoluş koşuludur, toplumsallık olmadan yaşam olmaz.” Çünkü yaşamın kendisi toplumsallıkla anlam kazanır, toplumsallıkla var oluşunu sürdürebilir.
Topluma ait olan bir insan bu gerçekliği bildiği için yaşama saygısı olan insan hassas olur ve böyle de yaşar. Büyük yaşam davaları olanların büyük korkuları vardır. Doğru yaşamak isteyenin temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı doğru anlamak ise yaşamın özünü yani hakikatinin peşine düşer. Bu bağlamda da hakikat arayışı yaşamı anlama arayışıdır ve bu arayışı yapan bireydir. Sensin ve benim, tüm insanlıktır. Yani, hakikat sendedir dolayısıyla yaşam sendedir.
Sömürgecilik bu yaşam hakikatini yitirilmesini esas alan kirli bir politik yönelimdir. Çünkü sömürgecilik öncelikli olarak bir toplumu ayakta tutan en temel var oluş gerekçelerine saldırarak onu yıkımı esas alır.
Özcesi sömürgecilik kirleticidir. Çirkinliğin olduğu yerde ise güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Yani doğal olan, olması gereken bastırılsa, özünden kopartılırsa orada güzellik değil çirkinlik gelişir.
Herkeste bilir ki çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir. Bununla bir olan, bununla bir araya gelen, buna ses çıkarmayan ise özü itibariyle insan olma duyarlılığını yitiren bir kişiliktir. Yani Uzlaşmacı kişilik kinsiz kişiliktir, bu da toplumların yaptığı tespit olarak tamamen bir kendinden uzaklaşma, kendi olmaktan çıkma, kendi değerlerine ters düşmedir ki buna da “namussuzluk” kategorisine girme deniliyor. Halbuki doğru olan kötülükle, çirkinlikle bir araya gelme değil, tersine iyi olanla bir araya gelmek olmalıdır. Bir ustanın dediği gibi: “İnsan iyide birleşir kötüde uzlaşır.”
Uzlaşma ise özü itibariyle-ahlaki değerleri dikkate alarak-yapılmıyorsa, ilkelere göre yapılma yerine ürkmekten, korkudan yani boyun eğmeden dolayı yapılıyorsa orada kesinlikle kirli bir uzlaşma var demektir. Şikâyetçilik bir tür uzlaşmaya çağrıdır. Şikâyet dilinin anlamı özü itibariyle “benim üzerime bu kadar geliyorsunuz” demektir, özü budur. “Bana daha az bir baskı uygula, köleliği biraz daha yumuşat ben yumuşatılmış kölelik koşullarında seninle yaşamaya varım” demektir. Bu da uzlaşma dilidir. Şikayetçi dilidir. “Şikâyetçi dil köle dilidir,” hatta köle dilidir ve uzlaşmanın altında insan yoğunlaşınca, köleliği yıkmamanın olduğu görülür, yani kölelikte çakılıp kalma ve kölelik ruhu vardır, bu da özgürlük tutkusu zayıf bir kişiliğin ve toplumun duruşudur. Bunun da insan olmaktan çıkma olarak ele almak yanlış olmayacaktır.
Neden bu böyledir?
“Sömürgecilik kişilikte tahribatı derinleştirir, sömürgecilik toplumu dağıtır, toplumun dağıtılması köksüzlüğe mahkum edilmesi anlamına gelir.” Hele bu Türkiye'de uygulanan biçimiyle bu kültürel kıyımı esas alan bir sömürgecilik biçimiyse ona dayanıyorsa, bu kültürel kıyımın, soykırımın sonucu, hasta bir toplumsal yapının ortaya çıkışıdır. Böylesi bir ortamda ancak Patolojik kişilikler doğar.
Tüm sömürgeci yapıların ortaya çıkardıkları yapılar patolojiktir. TC devleti de Kürdistan’ı sömürgeleştirdiği bugünden yana Kürt insanını hasta kılmak için elinden ne gelmiş ise yapmıştır.
Dikkat edelim, TC devleti ve sömürgeciliği kesinlikle Kürt’ü düşürmek için tüm gücünü bugüne kadar aralıksız olarak uygulamaya koymuştur. Eğer bugün sömürgeciliğin okullarına, ordusuna ve tüm kurum ve kuruluşlarına Kürt insanı özelde de gençliği gönüllü gidiyorsa orada kesinlikle kişilik olarak bir patolojik durum söz konusudur. Böyle hareket eden bir kişilik ise hasta bir kişiliktir. Hastalığın ise ruhsallıkla ilgili olduğunu dile getirmeye gerek var mı?
Kürdistan Özgürlük Devriminde üzerinde en çok durulan hususun kişilik sorunu olması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Kişilik bozukluklarını çözmeyle ilgilidir. Neden buna gereksinim duyuldu? Çünkü Kürdistan'da muazzam bir kişilik tahribatı varda ondan, gerçek olan budur. Kendi gerçekliğinde bu kadar kaçmak, düşmanı düşman olarak görmemek, çocuğunu TC askerine sanki bir şey yokmuş gibi göndermek, kendi dilini unutturan hatta kendi diline karşı bu kadar hakaret eden, kültürünü hem eriten hem de bitiren böylesine bir eğitim sistemine aksi taktirde neden aileler çocuklarını gönüllü gönderir? Ya da giyim ve kuşamıyla neden ısrarla katledene benzemek için çaba içerisine girilir?
Nedeni açıktır, sömürgeciliğin yarattığı kişiliğin ortaya çıkardığı gerçeklik budur. Ve daha tuhaf olanı ise hasta olanın bunun için farkında olmamasıdır. Hastalığın en önemli belirtisi, kendisini sağlıklı hissetmek duygusudur. Halbuki “tedavi olmamın kendini tedavi etmenin en önemli yollarından biri hasta olduğunu bilmek, hastalığı bilmek, hastalığı teşhis edebilmektir” denilir.
Bu durumu insanın ruhsal duruşuna aktarırsak bireyin kendisini tanıması yani kendisini bilmesi gerektiğidir. Buna ustalar “kendiliğinden bilinç“ diyorlar. Yani kendisi için bilinç…
“Varlık olmak kimlik kazanmaktır, farkında olmak bile kendi kimliğinin farkında olmaktır. Birey olarak bile kendi farkın kimliğindir, onun için kimliksiz olunamaz. Kimliksizlik, insan olmaktan çıkıştır.
Tarih bilinci aynı zamanda kimlik bilincidir. Tarih bilinci nedir? kendini tanımaktır, kendini tanımakta kimliğini tanımaktır.”
Kendi kimliğini tanıyan bir birey ise sömürgeciliğin kararttığı gerçeklikten çıkmış birey demektir. Kendisi olmak demektir. Kendisi olabilmenin yolu ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sömürgeciliğe karşı durmaktan geçer. Bunun da yolu açıktır, bellidir.
“Kürt halkının içine düşürülmüş olduğu korkunç aşağılanmadan duyduğumuz büyük utancı en büyük güç kaynağımıza dönüştüreceğiz” diyerek, bize bu düşürülmüşlüğü reva görenlere karşı dik durarak, özgürlük kavgasına her şart altında katılmaktır.
Aksi taktirde Ahmet Arif’in şiirlerinde dile getirdiği gibi sadece ve sadece “yaşamak sadece yaşamak yosun solucan harcıdır” gerçekliğini aşmayacağı gibi, yaşamın katledilmesi olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
PKK’nin özünü şehitlerin gerçeğinden arayıp bulmak ve öğrenmek lazım. PKK Kürt halkı için bir milat, özgürlük, eşitlik ve demokratik bir hareket olduğu tartışma götürmez somut bir gerçektir. Önderliği, şehitleri ve gerillası bunun iradi kimliğidir. PKK’nin Önderliği ve gerillası dünyada eşi benzeri görülmemiş fedakârlıklara girmiş. Halkın özgürleştirmek için canından fazla bir şey olsaydı verirdim ya da son nefesinde yaşam mücadelesinde son sözü; mezar taşıma, halkıma borçluyum yazın veya yaşamı o kadar seviyoruz. Onun için yaşam uğruna ölüme gidiyoruz. Binlercesi daha gencecik yaştayken şu veya bu biçimde tarihin seyrini değiştirecek söz, duruş ve pratikleriyle yeni Kürt kişiliğin kimliğini yarattılar.
Evet, onlarında kendilerine özgü bir yaşam tarzları vardı. 5 bin yıllık erken zihniyetin yarattığı yaşam tarzından kopuyorlardı. Sistemin verdiği anlamasız yaşamı aşmışlardı ve insanlık için yeni bir doğuş ve yaşam anlamı içeriyordu. Onun için bitkinlik, yorgunluk, tereddüt vb. düşünülecek şeyler olamazdı. Onlar bir günün bir yılın ya da birkaç asrın hesabını yapmıyorlar. Onlar sonsuza dek yeni bir yaşam insan ve tarih yaratıp tüm insanlığa mal etmek peşindeler. Bu tarihte komplo, ihanet, ayrımcılık düşünülemiyor. Buna ulaşmak içinde olağanüstü çabalar, fedakârlıklar, cesaret göstererek hiçbir bireysel hesap yapmadan kar kış demeden yılın dört mevsiminde akılların tahmin edemeyeceği yani bilimin keşif etmediği yaşamı yaşadılar. Yollar, sular, dağlar, ovalar geçtiler. Her gerillanın bir günü kitaplara sığmayacak kadar anlam dolu duygu düşünceye sahip proje yapılanlarda vardır. Büyük umutlar ve güven yaşamaktadır; ama yazılmıyor. Yazılmamış sır kalıp belki de yazmalı. Bir ruh gibi doğanın derinliklerinde rüzgâr esintilerine katarak, insanlara nefes, iyi bir duygu ve düşünce yaratıyor. Gelelim 2006, 2007’ye bağlayan Muş Güneyinde kış kampında bir grup Kürt halkının özgürlük gerillasının yaşadıkları anılar.
Kış üslenme kamp hazırlıklarımız durmadan tüm hızıyla sürüyordu. Yılın sonuna gelmiştik. Sonbahar yağmurları gittikçe kara dönüşmüştü. Özellikle Andok dağı ve Berbıheyv gibi yüksek tepelerin zirvelerinde mantar gibi beyazlıklarını kilometrelerce uzaktaki yerleri gösteriyordu. 2006 yılının baharında Muş Güneyinde 14 gerilla yoldaşlarımız binlerce asker, korucu ve teknik üstünlüğe karşı kahramanca direnerek şehit vermiştik. Artık tüm hesaplarımız ve hassasiyetlerimiz ona göre oluyordu. Tekrarın yaşanmaması için büyük bir sorumlulukla her arkadaş çok titiz davranıyordu. Her zaman şu sözü kendimize hatırlatıyorduk. Küçük bir hata telafi edilmeyecek kayba yol açabilir diyorduk.
Grubumuz 9 gerilladan oluşuyordu. Yoldaştık, dikkat edelim yoldaştık. Aynı amaca bağlanmış annemiz, babamız ve akrabalarımızdan daha çok birbirimize bağlıyız ve inançları çelikten daha güçlüdür. Onun için her gerilla yüzlerce askere karşı gelebilecek güçtedir. Hem ideolojik, psikolojik, siyasi, maddi, manevi moral açıdan bu böyledir. O inanmış, güvenmiş yeniçağın insanı oluyor.
Evet, 9 gerillaydık; ama bu 9 gerilla Garzan eyaletinden sorumlu arkadaşlardı. Grupta eyalet komutanı, cephe, bölge ve eyaletin tecrübeli kadın komutası vardı. Onun için o kışta tüm eyaletin ihtiyaçlarını tartışacak planlayacak görevine sahiptiler. Taktikten eyleme, pratikten yaşamının ince ayrıntılı bir eğitim programı üzerinde durulacaktı.
3 ayın günlük programı şöyleydi. Rojbaş saat 5, kahvaltı saat 6, sabah eğitimi 7.30, ara 11-1, öğlen eğitimi 1-4.30, günlük tekmil, akşam yemeği 4.30-6, saat 6’da da jeneratör açılıyor. 9’a kadar varsa CD’de bir film izlenir olmazsa bireysel yoğunlaşma yine sohbet ve toplu tartışalar. Yat saati 9, varsa yoğunlaşmak isteyen yani okuyup yazmak isteyen arkadaşlar için jeneratör bazen 11’e kadar açık kalıyordu. Böylece dolu bir gerilla grubun programı sadece resmiyete bağlanmış yanı oluyordu. Dakikasına anlam katmaya çalışan bu arkadaşlar bir gün Çekdar Amed arkadaş bir öneri geliştirdi. Bana şu öneriyi sundu; “heval TV’de atari oyunu var. Biraz oynayalım. Bende sıcak bakmadım. Dedim ki gerekiyor mu, faydası var mı?
Çekdar arkadaş; “siz bilirsiniz heval”
Araya diğer arkadaşlarda girdi. Azad Başkale, Azad Çermik, Selim Kotol, Argeş Siirt, Serdar Amed; “heval bizce de birazda değişiklik olsun. Biraz oynayalım dediler.
Çekdar arkadaş gülüyordu. Bende Çekdar arkadaşı çok seviyordum. Kavgalıydık ama açık ve dürüst özellikleri çok belirgindi. Her şeyiyle gözler önündeydi; ama ben gerillada bir şeyin önü açıldı mı artık o gelişiyor biliyorsunuz. Alışkanlık ve bağımlılık yaratıyor. “Tamam” dedim. Bir oynadık. Bir daha bırakmadık. Her gün saat 6’dan 7’ye kadar sıraya girip kim daha çok duvar örecek yarışmaya giriyorduk. En çok Çekdar arkadaş puan alıyordu. En az Selim arkadaş anlıyordu. Hepimiz Selim arkadaşa yardım ediyorduk. Yine fazla sayı olmuyordu.
Şimdi o kamptan Selim ve Çekdar arkadaşlar şehittirler. Azad Başkale ve Argeş Sert esir düşüp zindana atıldılar. Diğerlerimiz burada kalıyoruz.
Cevizlerimiz vardı. Kış boyu fırınlı sobamızda baklava, değişik türden pasta ve kek yapıyorduk. En güzeli de yer altı odamıza yani mangalarımıza hortumla su taşımıştık. Küçücük yer altı bir banyo yapmıştık. Böylece kış boyu başta Selim arkadaş, okuma yazması olmayan arkadaş onu da öğrendiler; çünkü programımıza öğrenme işi de koymuştuk.
Dakika dakikasına gelişmeleri Mezopotamya radyosundan dinliyoruz. Süreci oradan ele alıyoruz. Hem Önderliğin hem de örgütümüzün açıklamalarını oradan takip ediyorduk. Günde her saat başı Türk TRT radyosundan Türkiye’deki gelişmeleri takip ediyorduk.
Bahara girme moralini yaşıyorduk. Her arkadaş kendi başında bir sürü plan ve proje yapmıştı. Kimisi böyle eylem yaparız. Kimisi şöyle açılım yaparız. Kimisi de yeni savaşçı vb. çalışmaları üzerinden yoğunlaşıyorduk.
Kıs sürecinde 1-2 operasyon oldu; ama sonuçsuz sona ermişti. Mart ayına girmiştik. Ayın 5. günüydü. Birden lapa lapa bir kar yağdı. Bizde fırsattır. Son bir kez daha bu karda kendimize 15-20 günlük yakmak için kuru ağaç toplayalım diye eğitime ara verdik. 2 saat kuru ağaç topladık birden kar durdu. Bulutlar dağıldı. Havalar açıldı. Bahar güneşi çevreyi vurdu. Akan su ve ağaçların kökünden buharlar kalkarak sıcaklığını gösterirken biz de çıkan kardaki izlerin derdine düşmüştük; çünkü baharda havalar açılınca her an operasyon yapma ihtimali vardır. Alelacele topladığımız odunları mangaya taşıdık. Çıkan izleri yine karla kapattık. Ama biri üzerine gelseydi hemen fark ederdi. Çok iz çıkarmıştık. Yağışlı havadır deyip kartopu oynadık. Güreş tuttuk ve kamuflajı eskisi gibi olması mümkün değildi. Artık uzaktan belli olmayacak şekilde kamufle edip yer altı köşklerimize çekilmiştik.
Ertesi gün sabah saat 6’ydı. Elimizi, yüzümüzü yıkadık. Kahvaltı yapmamız için sofraya oturur oturmaz çok uzaktan sinek sesine benzeyen çok derin bir ses duydum. His ve sezgilerime güveniyordum. Skorsky helikopterin sesi dedim. Selim arkadaş çok duyarlı ve uyanıktı. Helikopter dememle birlikte ayağa fırladı. 20 metre mangadan çektiğimiz tünelin sonundaki karşıya kaçtı. O anda 6 Skorsky askeri taşıyan helikopterle 4 Kobra savaş helikopteri Kozmê dağından çıkıp Muş Güneyinin orta alanına indirmelere başladılar. Kar diz boyu Berbıheyv, Serê Spî, Kozmê Kurtık, Andok ve Muş Güneyinin orta ve iç alanların tamamında indirmeler yaptılar.
Selim arkadaş çağırdı. Bizi arkadaşların hazırlamasını istedi. Yanına gittiğimde güler bir yüzle görüyorsun. R.arkadaş geçen yıl 18 gün sonra yine Muş Güneyinde 14 arkadaşımızı şehit ettiler. Şimdi de bizi şehit etmek isteyecekler; ama kolay olmadığını onlara göstereceğiz. Çok soğukkanlı, rahat bir yaklaşım sergiledi.
Kuşbakışı kampımızın 400-500 metre yakınımda bulunan bir tepeye askerler çıktı. Askerleri zor görebildik. Hepsi kar elbisesini giymişlerdi. Silahlarına beyaz bez sarmışlardı. Çıkardıkları izlerden askerleri görebiliyorduk.
Operasyonun 4.günüydü. 24 saat hazır bekliyorduk kampı bırakmak istemiyorduk; çünkü daha tehlikeli olma ihtimali vardı. Operasyonun 5.gününün sabahında baktık ilk gün tuttukları tepeye yine tuttular. Artık her yerin operasyon yaptıklarını sonuçta bulunduğumuz yerede bugün veya yarın operasyon yapacakları büyük ihtimal dahilindeydi. Bu gece kampı bırakıp bırakmama tartışmasına girdik. Benimle birlikte Selim, Azad Başkale ve Argeş arkadaş kampın bırakılmasından yana görüş belirtti. Azad Çermik ve Çekdar arkadaşlar bırakılmamasından yana görüş belirttiler. Serdar arkadaş, Amed ve Cudi nasıl uygun görürsek ona katılacaklarını söylediler. Sonuçta kampın bırakılmasına karar verdik.
Şimdi küçük bir hata felaket getirebilir. Kar yumuşak, ay ışığı var. Kampa yakın derede su akıyor. Ona ulaşsak izleri kaybedebiliriz; ama suların kenarlarında derelerin birleştikleri üçgenlerde düşmanımızın pusuları da büyük ihtimal dahilinde olması lazım. Ayrıca gece keşif dürbünleri çok gelişmiş.
Karın sertleşmesini bekledik. Gece saat 12’ye geldi. Kar sertleşmedi. Çıkmaya karar verdik. 100-150 metre uzaklıkta olan dereye indik. Suya girdik. Kar suyuydu. Keskin ve buz gibi soğuktu. 3 saat suda yürüdük. Baktım arkadaşlar ara istiyorlar. Zaman altın değerindedir; ama ara vermeyede mecburum; çünkü ayakları donan takatten düşen arkadaşlar var. Su kenarında 2-3 metre genişliğinde bir taş üzerinde durduk. Fazla yayılamıyoruz. İz çıkacaktı. Arkadaşlara durumları sordum. Ne var ne yok. Sonbaharda yedek bir sığınak yapmıştık. Onun hizasına gelmiştik ve arkadaşların önerileri oraya gitmekti. Bense daha uzağa gitmemizi söylüyordum. Baktım Argeş arkadaşın ayakkabısı su da gitmiş. Ayakları donduğu için farkına varmamıştı. Bende öyle görünce yedek sığınağa gidelim dedik. Çok tehlikeliydi. Sabah askerler bulunduğumuz sığınağın üstünden geçtiler.
12 Mart sabahında Türk basınında önce Lice Kulp arasında iç çelişkilerden dolayı birbirlerini öldüren 7 gerilla cenazesinden bahsetti. Sonra Kulp’a bağlı Şen yaylasında olayın olduğunu yineledi. Biz başta anlam veremedik. Bir arkadaşın sivildeki ismini veriyordu. Baktık akşam Mezopotamya radyosu anında haberi verdi. Endişelere girmiştik. Haberleri daha çok ben takip ettiğim için arkadaşlara da söylemiyordum bu olayı.
Operasyonun niçin bu kadar uzadığını başta öğrenemedik. 13 Mart’ta operasyon geri çekildi. Bizde kampımıza geri döndük. Benim endişeli ruh halimi önce Çekdar arkadaş sordu. Selim arkadaşta uzaktan gözün altında beni yokluyor. Arkadaşlara demişti “niçin R.arkadaş bu kadar düşünüyor? Akşam 5’te Mezopotamya haberinde hem operasyonun uzun sürmesi hem de verilen kayıp haberlerini öğrenmiştik. Mereto adında biri içimizden kaçmış, daha sonra geri gelip katılmış ve Dorşin alanımızda üslenen Sason ve Dorşin gücünü uykuda tarayıp katletmişti. Hakkımızda da düşmana detaylı bilgi verdiği için düşman operasyonu uzamıştı.
Öğrenir öğrenmez Çekdar arkadaş ağlamaya başladı; çünkü Çekdar yürütmüştü. Sonbaharda düzenlemesini yapıp yanımıza almıştık. En çok onları o tanıyordu. Niçin onlardan ayrıldığını, niçin onlarla şehit olmadığını bir sürü suçlayıcı soruları kendisine soruydu ve hepimizi çok acı ve derin bir duygusal atmosfer oluşturuyordu. Selim ve Çekdar arkadaş Bitlis tarafına vermeyi planlıyorduk. Bu arkadaşlar şehit düştükten sonra şehit düşen arkadaşlar Behzat Derik, Bilal Mardin, Hüner Hewreman, Botan Serhat, Serhat Serhat, Sipan Batman ve Rêber Amed. Böylece intikam ve çalışmalarını devralmak için Selim ve Çekdar arkadaşı Dorşin alanına düzenledik. 3 ay pratikten sonra 10 Haziran 2007’de yaralı bir arkadaşı kurtarmak için her iki arkadaş canını feda ettiler. Yoldaşlık bağlılığı böyledir. Bir arkadaşımızı kurtarmak için onlarca arkadaş şehit vermiştik.
Böylece sayısal küçük ama düşünce ve onuru büyük olan bu gerilla grubu veya her gerilla yaşam büyük anlamlar içeren yaşamı yaşamanın gayretinde. Onun için zaman, mekân ve imkân onun için önemli olsa da belirleyici değil. Selim ve Çekdar yoldaş gibileri an’ın devrimcileri olmuşlardı.
Baharda intikam alınacaktı. Muş Güneyinde Dorşin’de, Sason’da, Mutki’de, Şehit Cuma’da, Tatvan’da, Siirt, Şirvan, Bitlis Garzan’ın her yerinde eylemler oluyordu. Tekmilin başlangıcı Dorşin’deki şehitlerin anısına eylem yapılmış deniliyordu ve kuzeydeki tüm gerilla güçleri intikam almak için baharı sabırsızca bekliyorlardı.
Evet, gerilla inatçı, ısrarlı, kimsenin yanına bırakmayacak ilke ve anlayışa sahiptir. Gerilla yaşamını kazanılmasını beceren insanlardır. Baharda çıkar başlar maceralı serüvenine. Dağ, bazen zozanlık bazen ormanlık bazen ay ışığında kaybolan yıldızlar eşliğinde bazen de kapkaranlık gökyüzünde renklendiren yıldızlar bazen de yağmurda çınlanan şimşekten göz kamaşır yolda durunca yorgunluğunu geçirir. En iyisi ve güzeli de neyin yaptığını bilmesidir.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar