Basına ve Kamuoyuna!
21 Temmuz günü akşam saatlerinde Ceylanpınar (Serêkaniyê) alanında hareket halinde olan bir gerilla grubuz işgalci TC ordusu tarafından sınırın arka kesimlerinde kurulan pusu sonucu çatışmaya girmiştir.
- Ayrıntılar
Mustafa Kemal ilk kez Doğu'ya geldiğinde, yanına ilk çağırdığı Hamidiye Alay gelenekli Kürt işbirlikçi çevrelerdir. Çoğu Erzurum'da Sivas'ta ve Ankara'daki heyete ve meclise temsili delegeler olarak girerler. Bunların desteği olmasaydı Mustafa Kemal'in Doğu'ya yönelmesi, orada Kongreler gerçekleştirmesi kesinlikle mümkün olmazdı. Bu kesimler, bu dönemde gelişme halinde olan Dersim, Koçgiri ayaklanmalarını da bastırmada son derece etkili olmuşlardır. Eğer bu beylikler, bu dönemde gelişen Kürt isyanlarına katılmış olsalardı, kesinlikle Türk ulusal kurtuluş savaşı değil, Kürt ulusal kurtuluş savaşı gelişebilirdi. Gezdiği yörelerde, sunniliğe karşı aleviliğe dayanma propagandasını yapıyor. Genelde de bütün İslam halifesini, emperyalizme karşı koruduğunu söylüyor. Aslında ikisine de yabancıdır. İkisinden de İslam çevrelerinin desteğini almak ister. Doğu'da da yüzyıllardan beri baskı altında bulunan alevi halkının desteğini alabilmek için geçici taktikler peşindedir. Bunda kısmen de başarılı olur. Demek ki, bir yandan Hamidiye Alayları'nın artıklarına dayanıyor, diğer yandan da mezhep farklılıklarını esas alıyor. Sonuç olarakta, ilk evreyi başarıyla kapatıyor.
Burada bizim için önemli olan; Mustafa Kemal'in Kürt toplumu içinde mezhep farklılıklarını ve Hamidiye Alayları tipindeki provakatif faaliyeti daha da geliştirmiş olmasıdır. Hatta bazı şeyhlerin elini bile öper ve son derece saygılı davranır. Gavura karşı, Ermeni, Rum zulmüne karşı, müslüman Kürt ve Türk halkını savunduğunu açıkça söyler. Bu arada iki halkın ortak meclisinden bahseder. Fakat demagojiktir, art niyetlidir ve keskin bir şoven milliyetçidir. Mezhep farklılıklarına yaklaşımında da böyledir. Aslında dine değer vermişte değildir. Kesinlikle dini de kullanma durumundadır ve bu anlamda Siyonizmle, Masonlukla da ilişkisi vardır. Masonluğun müslüman halkların birliğini parçalamayı esas aldığı biliniyor. Aynı zamanda Mustafa Kemal'in birinci derecede bir Mason olduğu ve Yahudilikle ilişkisinin olduğu biliniyor. Mustafa Kemal'in İslam dinine, mezheplere düşmanlığı da bu Masonluğu nedeniyledir ve güçlüdür.
Bu dönemde Türk milliyetçiliği yaratılmak isteniliyor. İttihadtı Terakki'nin Selanik kökenliliği biliniyor. Aşırı Türk milliyetçiliği Masonluk temelinde geliştirilir. Bu süreçte Siyonizmin de Filistin'i ele geçirme planları vardır. İşte İttihatı Terakki ve onun bir mümessili olan Mustafa Kemal'de buna hayli hazırlanmış durumdadır. Bu hazırlıklar Mustafa Kemal'e Kürdistan'daki provokasyonların daha da geliştirilmesini sağlar. Mezhepçilikte eski milis güçleri kullanır ve onları teşvik eder. Bu milis güçlerini Parlâmentoya, hükümete alır ve bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşunu gerçekleştirir. Cumhuriyetin kuruluşuyla ticari ve mali vb. bir çok yetki sıkı bir merkeziyetçilik altına alınır. Osmanlı döneminde otonomiye alışan Kürt beylikleri, aşiretleri ve şeyhleri çıkarları zedelenince nufüs ettikleri çevreyle isyana kalkarlar. Çıkan bu isyanların üzerine çok sert gidilir. Bu süreçte Palu merkez ve çevre yörelerde yirmi beş isyan meydana geldi. Aynı dönemde Dersim merkezde ve hatta Güney'de isyanlar gelişir. Bu isyanlara yaklaşımı gerçekten çok ilginçtir. İsyanların ezilmesi için planlarını önceden yapmıştır. Birliğin oluşmaması için, birçok elçi ve casusu bölgeye yollamış ve eski işbirlikçilerini güçlü bir biçimde devreye koymuştur. Özellikle bu dönemde, Hamidiye Okulları’ndaki liselerde Ziya Gökalp tipindeki Türk milliyetçisi olan bazı aydın kesimler de devrededir. Cumhuriyet neden üstündür? İsyancılar neden gericidir? Bunlar sürekli bu temelde propaganda yaparlar. Kaldı ki o dönemde TKP'lilerin de çok güçlü bir biçimde saldırısı söz konusudur. Bunlar hortlayan irticaya karşı, "biz hükümetin yanındayız" derler. Ve bunları Orak Çekiç dergisinde de çok açıkça yazarlar.
1925 isyanının tecrit edilmesinde sunni ve alevi çelişkisi yoğunca kullanılır. Bu arada kendi işbirlikçilerini de devreye koyarak bu isyanları iyice izole ederler. Bizi en çok ilgilendiren, bu isyanların ezilmesinde aracılık ederek rol oynayanlardır. Özellikle bazılarını ihbar ederek, bazılarını hükümetin yanına çekerek ve özellikle bu konuda çıkar sağlamak için rollerini oynarlar. Bu kesimler, isyanların geliştiği sahayla, hükümetin, garnizonların ve yönetimlerin geliştiği saha arasında yer alan kesimlerden oluşur. Kuzey bu konuda önemli bir merkezdir. Elazığ tamamen Kuzey'deki isyanlara karşı gelişmiştir. Bu dönemde peşi sıra meydana gelen Bingöl, Palu daha sonra da Dersim isyanları söz konusudur.
Bu süreçte isyanların bastırılması için, Elazığ'da günümüzdeki özel valiliğe benzer Genel Müfettişlik oluşturulur. Bu Müfettişlikler çok sayıda Kürt işbirlikçiyi devreye koyar ve bu işbirlikçiler her iki isyanın da parçalanıp, ezilmesinde, işbirlikçi hain oluşturmada önemli rol oynarlar. Bu süreçte Ali Şer'in katledilmesinde bir provokatör kullanılmıştır. Ayrıca teslim alınmalarda da devreye koyulan bir yığın işbirlikçi vardır. Bu işbirlikçilerin tamamı hükümet propagandasını yaparlar. İsyanların ve direnişin gereksiz olduğunu dile getirerek, Cumhuriyetin'de misyonerliğine soyunurlar. Bu hain uşak takımı isyanlar döneminde hayli başarıya da ulaşır. Bu durum yalnız Kuzey Kürdistan için değil, Güney Kürdistan'da da aynıdır. Diyarbakır merkezinde de böyle bir ocak kurulur. Yine Ziya Gökalp kökenli, bunlar aşırı Türk milliyetçisidirler Süleyman Nazif benzer bir aydın tabakada söz konusudur. Bunlar, şair gelenekli ve ozan soyludurlar. Bu aydın tabaka Midyat'da Sason'da, Ağrı'da, Zilan'da vb. bir çok yerlerde ortaya çıkan isyanların bastırılmasında güçlü birer propagandacı olarak yola çıkarılırlar. Bunların her biri elçi yapılarak aşiretlerin bünyesine gönderilir. Kürtçe'yi bilen bu hainler, Cumhuriyetin nasıl iyi bir şey olduğu, isyanlardan neden vazgeçilmesi gerektiği konularında çok iyi dil dökerler. Bu takımın faaliyetleri gerçekten büyük olur. Ve şimdi bile Partimiz'in bünyesine kadar gönderilen böyle ilginç elçilikler söz konusudur.
Bu dönemde direnmelerden, ayaklanmalardan vazgeçirme kurumları örgütleniyor. Bunlar aydın nufüs sahibi, iyi dil bilen kişilerin başkanlığında harekete geçirilen kurumlardır. Ve bildiğimiz gibi, tüm isyanlar boyunca görevlerini başarıyla yerine getirirler. Cumhuriyet daha sonra bunlara ileri düzeyde yetkiler tanımıştır. İsyanlar ezildikten sonra, Kürdistan'da yükseltilen kesimler bunlardır. Bu kesimler Cumhuriyet kültürünün meftunu, temsilcileri, misyonerleri ve temel propaganda, örgütlenme araçlarıdırlar.
Bu kuruluş Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Bu kesimler başlangıçta bu parti içerisinde örgütlenirler. Ve hanedanlar aşiretlerin bünyesinde de dar bir aile olarak öne çıkarlar. Öne çıkarılan bu öğeler, tamamen modern yaşamı temsil ederler. Modern yaşam dedikleri burjuva yaşamdır. Diğerleri ise; Ortaçağ karanlıkları içinde kalan halk kesimleridir. Burada yükselmeden bahsetmek gerekir. Yükselme: Cumhuriyete dayalı, Kürdistan gerçeğine karşı bir yükselmedir. Sadece ayaklanmalara karşı olma biçiminde değil, dil, kültür ve yaşama karşıdır. Cumhuriyeti de benimsemeleri sadece siyasal anlamda değil, sosyal, kültürel, ulusal yaşama mutlak anlamda tabi olma, hakim Türk ulusçuluğunu her düzeyde yaşama, azgın bir Türk şovenizmi gibi hareket etme durumlarıdır. Bunlar okumaya son derece yatkındırlar ve okuma imkanları da oldukça geniştir. Büyük kentlere en erkenden giden kesimlerdir. Aydınlanma ve ardından da Kürdistan'a yöneldiklerinde memur, parlâmenter ve diğer önemli bürokratik görevlerde yer almaya yatkın kişiler haline gelirler. Cumhuriyet döneminde bu kesimler kadar, Türk sömürgeciliğini en iyi biçimde icra eden kimseler yoktur.
Batıda yaşayan Türk kökenli memurlar, Kürdistan'ı fazla tercih etmezler ve buna da gerek duymazlar. Çünkü Türkten daha çok Türkçü, kraldan daha çok kralcı, Cumhuriyetçiden daha çok Cumhuriyetçi uydu kişilikler vardır. Bunların Cumhuriyetçilikleri de uyduruktur. Cumhuriyeti fazla anlama durumunları da bile yoktur. Çıkarlarına denk geldiği ve öne çıkarıldıkları için böyle hareket ederler. Yukarda da belirttiğimiz gibi, bu kesimlerin temelleri Osmanlılar döneminde atılır. 19.yy., Yavuz Sultan Selim zamanında meşrutiyet sürecinde geliştirilir. Cumhuriyet döneminde de daha da öne çıkarılır. Bu seferki uydulukları yalnız ekonomik, siyasi, askeri biçimlerle sınırlı kalmaz. Tamamen kültür ve ulusal imhanın sağlanılması için, önemli bir kurum halinde geliştirilir. Bunlara maket aileler, maket çevreler dedik. Bu çevrelerde Cumhuriyet kültürünün, Türk ulusçuluğunun yoğunlaşmasını benimsetmeye çalışan okullar faaliyettedir. Bu okullarda bir kesimin gelişmesi, aydınlanması, geniş imtiyazlara kavuşması söz konusudur. Özellikle memur olma, Kürdistan'ın ekonomik, ticari olanaklarına erkenden sahip çıkma ve böylelikle de palazlanma durumları söz konusudur.
Feodal aşiretler ve bürokratik kesimlerden işbirlikçilik, günümüze kadar da yoğun bir biçimde devam etmektedir. Bunlar Kürdistan gerçeğinden ortaya çıkarlar. Ulusal kimliklerini reddetmelerine rağmen, biçimsel olarak bu kesimlerin reddi mümkün değildir. Çünkü bunlar, Kürdistan tipini yansıtırlar ve tarihi süreçle birlikte şekillenmiş olarak ortaya çıkan tiplerdir. Bunu kolay kolay reddedemezler. Batılılar tarafından, Doğuluk bunlara her zaman bir leke gibi yapıştırılır. Bunların siyasi, ulusal düzeyde yaşadıkları azgın, uşak bir Türk milliyetçiliği veya Türkçülüktür. Ziya Gökalp tipindekiler incelenirse bu durumlar açıkça ortaya çıkar. Ziya Gökalp'ın nasıl elde edildiği, nasıl İttihatı Terakki'ye kaydedildiği ve daha sonra da nasıl temel bir ideolog olarak çalıştırıldığı bilinir. Talat paşa örgütleyicidir, İttihatı Terakki'ye "bize Doğu'dan birisini bulun veya bir Kürt bulun" diyor. İşte böylesine uydu, uşak bir kişiliği bunun şahsında temsil ediyorlar. Bu kişiyi bu okullarda okutuyorlar ve daha sonra öne çıkarıyorlar. "Sen ideolog oldun" diyorlar. Bir ideolog ve Türk milliyetçiliğinin hamisi, koruyucusudur.
Kürdistan'da ilk ayaklanmanın yüz tuttuğu dönemde, ulusal gerçeklikten, sınıfsal gerçeklikten uzak, gözümüzü Kürdistan'daki Cumhuriyet kurumları içinde açtık. Bizim dönemimizde okullar yaygınlaşmış, kültür daha da hakim kılınmıştır. Bu politikalar bizi hakim ulusa öykünür duruma getirmiştir. Hakim ulus ortamı içinde şekillendik ve ulusal gerçekliğimizden uzaklaştırılmak istendik. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen yasaklamalarla dilimizden koparıldık. Bu koparılma gerçekleştiğinde ortaya çıkacak tip, kendini yitirmiş, tarihi temellerden ve gerçeklerden uzak bir tip olacaktır. Siyasal çıkar nerededir? gelişme nasıl sağlanır? vb. sorulardan son derece uzak bir tiptir. Bu tip neyi düşünür? O her zaman; küçük bir memur olmayı, iyi Türkçe konuşmayı, iyi bir sosyal statü elde etmeyi düşünür. Buna, kendisine yakıştırılan kaba Doğululuktan kurtulma da eklenince daha iyi bir Türk olduğunu kanıtlama akımı başlamış demektir. Modernlik, en çok bu akımın sözcülüğünü yapanlara özgü bir iştir. Ve bu konuda muazzam bir yarışçılık yapılır. Yetmişlere doğru gelindiğinde, TC hakimiyetinin Kürdistan'da da bu biçimde olduğu herkes tarafından azçok bilinir.
1998 TEMUZ
Reber APO
- Ayrıntılar
Kürtler olarak tarihi süreçleri yaşadığımız kesin. Etrafımızda olup bitenler bile bu tespiti yapmamız için yeterlidir. Lakin bizler bu tarihi sürece denk bir düşünmenin, söylemenin ve de her şeyden daha önemlisi de eylemliliğin içerisinde olabiliyor muyuz? Olamıyorsak bunun nedenleri nelerdir diye araştırıyor muyuz? Soruyor muyuz?
Kürtler olarak bizler, bu yeryüzünde yaşayan diğer halklar gibi olamayacağımız kesindir. Nedeni açıktır; bizler özgürlük sorunu olan bir halkız. Belki de daha doğru bir kavramlaştırmayla, özgürlüğü elinden alınan bir halkın mensuplarıyız. Ülkeleri işgal edilmiş, zenginlikleri talan edilmiş, kültürleri dejenere edilme ve yutulmayla yüz yüze, sosyal yapılarının dağıtılması için her türlü karşıt çalışmayla karşı karşıya olan, fiziki coğrafyası bile bozulmaya ve değiştirilmeye çalışılan, askeri olarak ise günlük olarak bombardıman altında olan bir halkın çocuklarıyız.
Böyle bir gerçekliğin içerisine doğan insanların yaklaşımları -bunun için dediğimiz gibi farklı olmak durumundadır. Özgün ve özel olmak durumundadır. Öyle ki Kürdistan’ın durumu oldukça böyle nazik ve kırılmayla karşı karşıyayken, Kürt halkı ise ruhen her gün yeniden yeniden buhranların içine sürüklenirken, onun üyelerinin yaşamları normal olamaz, olmamalıdır da.
Rojava’daki saldırılar günlük olarak izleniyor, kuzeyde TC devletinin hileli yaklaşımları günlük olarak bizatihi yaşanıyor, Doğu Kürdistan'da İran devletinin idam etmeleri aralıksız sürüyor ve birde Güney Kürdistan'da ise bir ailenin tek kendi çıkarlarını esas alan pragmatizmin de ötesinde olan bireyci, bencil politikaları sürerken, güney halkımız ise şimdiden büyük tehlikelerin için atılıyor.
Evet, Kürdistan ve Kürt halkı hiçte normal günleri yaşamıyor ve öyle görülüyor ki Kürdistan’ın ve Kürt halkının normal günleri yaşamaması için birçok güç oldukça büyük bir çaba da sarf etmektedirler.
Tuhaf gelebilir ancak söylemekten yarar vardır. Geçmişte Kürdistan’ı hem dörde bölenler, hem de Kürdistan’ı yok sayanlar, bugünlerde Kürdistan’ı gelecek on yıllarda daha büyük tehlikeler içine atarak, kendi sistemlerini Ortadoğu’da sağlamlaştırma hazırlığı içerisindedirler. Birinci dünya savaşı sonrasında Kürtleri çeşitli konferanslarda yok sayarak, yüz yıl boyunca Kürdistan ve Kürt halkını kan deryalarına sürükleyenler, dediğimiz gibi bugün bu kez başka yol ve yöntemlerle Kürtleri Ortadoğu’da hedef tahtasının tam ortasına oturtmak için hazırlıklar içerisindedirler.
Biz, Kürtleri yeniden poligon sahalarında atışlarının hedefi yapmak isteyenlere anlam verebiliyoruz, yine biz sömürgeci güçlerinin halkımıza karşı düşmanlık temelinde geliştirdikleri politikalara da anlam verebiliyoruz. Hatta salt kendi ailesel çıkarlarını düşünen Barzani ailesinin de yaptıklarına anlam verebiliyoruz. Ne de olsa bireycilik –hem de maddi bireycilik- neredeyse gemlenemez bir hastalık gibi onların tüm hücrelerini sarmıştır.
Ancak bizim anlamaktan zorluk çektiğimiz gerçeklik esasta bunları gören, sözde bu olup bitene karşı olan, kendini Kürt yurtseveri sayan, hatta demokrat ve devrimci olarak tanımlayanların bu olup bitenlere karşı gösterdikleri zayıf reflekslerdir. Hiç şüphesiz ki bir şeyler yapılıyordur, ancak tarihi sürece yaptıklarımız cevap veriyor mu vermiyor mu, esas olan bu değil midir?
Bir şeyler yapılıyordur ancak yapılanlar neye göre yapılıyor? Kıyas ya da ölçü nedir yapılanın? Emek sarf ediliyordur ancak harcanan emek, bizim katacağımız ya da sarf edeceğimiz emek karşısında ne kadardır? Özcesi bir yapılanlar var, birde yapılması gerekli olanlar vardır. Ve görünene göre, yapılanlar hiç bir şekilde yapılması gerekli olanlarla kıyaslanmayacak düzeyde az ve yetersizdir.
Yine olması gerekli olan düşünce gücü, söz gücü ve eylem gücü gerçekten de bu mudur? Tarihi süreci yaşayan bir halkın evlatlarının, aydınlarının, sanatçılarının, emekçilerinin, siyasetçilerinin, sivil toplumcularının, insan hakları aktivistlerinin derken ekolojistlerinin, feministlerin ortaya sergileyecekleri performans bu mudur?
Böyle sorular sorulduğunda verilen en iyi niyetli cevaplar, “elimizde geleni yapıyoruz” oluyor. Kaldı ki birçok kişi ya da kurum bunu bile söyleyemiyor. “Çalışıyoruz, yapıyoruz, mücadele ediyoruz” ancak dediğimiz gibi bu çalışmaların, yapmaların, mücadele etmenin kıstası nedir? Ne olmalıdır?
Tek bir kıstas ve ölçü vardır; o da Kürt halkının yaşadıkları acıları dindirmeye yetecek bir çalışma tarzını tutturmaktır. Kürdistan topraklarının halen tecavüz edilmesinin önünü almaktır. Ve de Kürt halkının bu dünyada yaşayan diğer halklar gibi özgürce yaşamasını sağlamaktır. Bunlar olmadıkça; hiçbir çalışma, emek, mücadele, koşuşturmayla yetinme, memnuniyet, kendinden razılık olamaz, olmamalıdır.
Bunun için ortaya koyacağımız düşünce gücü de, söz gücü de, eylem gücü de kesinlikle gerekçesiz olmalıdır. “O şu kadar yaptı, bende bu kadar yaptım ve durumum iyidir” diyerek kendi kendimizi kandıran bir tarza asla ama asla başvurmamalıyız.
Bir kere yapacağımız işlerde, kendimizi başkalarının karşısında gerekçesiz hale getirmemiz gerekiyor. Az yapmanın, başarısız yapmanın, sonuç almamanın, hiçbir gerekçesini oluşturmamamız gibi kendimizi başkalarıyla kıyaslamayı terk ederek, Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğü için gerekli olan özgürleştirici çalışmalara sonuna kadar büyük bir çalışma tarzı, temposu ve doğru üslupla yüklenmesini bilirsek, o zaman Kürt halkının acılarını dindiren çalışmalara imza atmış olabiliriz. Aksi taktirde hiçbir zaman kendimizi eleştirilerden kurtaramayız.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Temmuz günü tarihli açıklamamızda işgalci TC ordusunun Oremar karakolundan Şuke Birê, Şehid Gafur, Şex Mamê, Gundê Bıre, Tepê Şehid Agit bölgelerine obüs ve havan toplarıyla bombardıman gerçekleştirdiğini basına ve kamuoyuna duyurmuştuk.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 27 Temmuz tarihinde saat 08:00 ile 09:30 arası işgalci TC ordusunun denetiminde bulunan Hakkari'nin Gever ilçesi sınır hattında buluna Oremar karakolu kendi çevresi ve Şuke Birê, Şehid Gafur, Şex Mamê, Gundê Bıre, Tepê Şehid Agit bölgelerine obüs ve havan toplarıyla bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 24 Temmuz günü saat 12:00 ile 25 Temmuz günü saat 07:30'da işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Zap bölgesi üzerinde uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Merkez Karargah Komutanlığı'mızın 24 Temmuz tarihli Ceylanpınar (Serêkaniyê) da yaşanan çatışmayla ilgili yaptığı açıklama Basın-yayın organlarının yanlış yorumlamasıyla ‘sınırda kurulan pusu’ biçiminde verilmiştir.
- Ayrıntılar
Yakın dönemde bir provakasyonla karşı karşıya kalındı. Bu konuda her ne kadar bir değerlendirme yapıldıysa da, daha güçlü değinmenin gereği vardır. Yalnız bu olaya ilişkin değil, genelde provakasyonlara daha güçlü yaklaşımla karşılık vermek gerekir. Şimdiye kadar bizde yaşanan ve daha da yaşanacak olan, bu tip olaylara karşı Parti'yi daha iyi silahlandırmak için, tarihi, sosyal, kültürel, siyasal temele dayanan bir tahlil yararlı olacaktır. Özellikle provokasyonun yansıma biçimleri üzerinde durmak gerekecektir. Ve bununla bağlantılı olarak objektif provokasyon, ki, bunlar iç içe oluyor hatta sınıf etkilerine de yeniden değinmenin yararları olabilir.
Biz Baştan beri toplumumuzun provoke edilmiş bir toplum olduğu bilinciyle hareket ediyor ve belirtiyorduk. Bu ne anlama gelir? Bizde, yaygın toplum kesimleri kışkırtılmış, sömürgeciliğin geleneksel böl yönet politikası ayrıntılara dek işlenmiş ve toplumun en ücra köşelerine kadar geliştirilen bir politika haline gelmiştir. Kabile aşiret toplulukları hep birbirlerine karşı kışkırtılmışlardır. Bu durum, Osmanlılardan günümüze kadar yaygın bir biçimde işleniyor. TC'nin Kürdistan politikası, nufüsu birbirlerine karşı kullanma politikasıdır. Bunu, bir kesime ayrıcalık vermek, diğer kesimleri de ezdirmek için yapar. Yine bir kesimi öne çıkarırken, diğer kesimleri de buna özendirmek ister. Kaldı ki ortaya çıkardığı bu kesimler, TC'yi her yönüyle temsil eder. Bu kesimler bu politikayı özümseyen, onun değer yargılarının şampiyonluğunu yapan kesimlerdir. Bunların eliyle bir yandan kuvvet biriktirirken, diğer yandan da güçsüz bırakır. Bu durum çatışmayı doğurur ve düşman da her zaman bu çatışmayı kendisini destekleyecek olanın lehinde neticelendirmek için gücünü kullanır. Geçmişte böyle olan politikaları düşman, günümüzde daha da yoğunlaştırarak uygulamaktadır. Bu TC'nin bir icadı da değil, başta İngiliz sömürgeciliği olmak üzere, tüm sömürgeci yönetimlerin egemenliklerini kolay sürdürmek için baş vurdukları bir yöntemdir. Halkı mezhep, kültür, aşiret ve etnik farklılıklar temelinde birbirine vurdurarak amacına ulaşmak ister.
Güney Afrika zencileri arasında çok yaygınca işletilen bir politika olduğu biliniyor. Bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde buna benzer gelişmeleri görmek zor değildir. Sınıf baskı ve sömürüsünün olduğu her yerde, ucuz iş gücü ve kolay yönetim için belli bir kesimin aşağılanması gerekir. Yalnız bizde diğerlerinden farklı olarak, daha derin ve daha güçlü tarihsel temelleri vardır. Bu politikalar hemen hemen bütün toplumsal kesimlere, ailelere dek genişletilmiştir. Dayatılan yoksulluk, açaltılma çok derin olduğu için, rekabet ve iç içe geçme şiddetlidir. Nitekim bizdeki kan davaları da bu temelde ortaya çıkmaktadır. Bizde cinayetle sonuçlanan çatışmaların, basit çıkarlar uğruna meydana geldiği açıktır. Toplumsal ve ulusal mücadelenin bastırılması, tamamen stablize* edilmesi, toplumun bunun dışında bırakılması, basit toplumsal sorunların bir biçimde ortaya çıkarılmasından ileri gelmektedir. Asıl sorunlarla uğraşma, mücadele etme yerine, sıradan çıkarlar uğruna en kötü durumlar yaşanmaktadır.
Bunlar tasfiye edildikten sonra geriye ne kalacak? Yaygın sömürü ve maddi koşullardan mahrum yaşama, onları muazzam kin, öfke topluluğu haline getirecektir. Bu da, onları en küçük sorunlar karşısında birbirlerine karşı küfür, dayak, kavga ortamına itecektir. Böylece toplum, içinden çıkılamaz bir duruma gelecektir. Sürekli kendisiyle uğraştırılan, sürekli kışkırtılan, hep birbirlerinin gözünü çıkarmaya çalışan, birbirlerini adam yerine koymayan, birbirbirini küçümseyen, fırsat buldu mu komşusunun aleyhine bir çıkar elde etmek isteyen bir yapı ortaya çıkacaktır. Hatta aile içinde bile birbirleriyle kavgalı, küfürlü yaklaşımlar aile bağlarının soysuzlaştırılmasına, çürütülmesine yol açacaktır. Böylelikle toplumu en ince gözeneklerine kadar düzen, uyum ve temel hayati çıkarlardan uzak tutma gerçekleşir. Bu durum da sömürgeci yönetimin işine yarar ve sömürgeci yönetimde bundan daha uygun bir ortam bulamaz.
Böyle koşulların geçerli olduğu bir toplum, her türlü sömürüye ve baskıya açık hale gelmiş demektir. Zaten TC'nin ulusal hakimiyet politikası, onun tek ulus yaratmak istemesi ve buna sınıf karakterinin de eklenmesi, ki, bu sınıf karakteri çapulcu niteliğinde bir sömürüyü zorunlu kılıyor ulusal imha, zoraki asimilasyon ve yaygın tekelci, çapulcu sömürüyle birleşerek bizde, böylesine toplumsal bir şekillenişi meydana getiriyor. Bu şekillenme zemini üzerinde de sömürgecilik kendisini yürütebiliyor. Bütün tarihi ve güncel gelişmeler incelendiğinde, bu durumun kesinlik kazandığı ortaya çıkacaktır.
Bu ana girişten sonra, provakasyonun böylesine yaygın, tarihi ve toplumsal temeli vardır diyeceğiz. Şimdi buradan kalkarak, TC'nin daha özgün geliştirmek istediği politikalara değineceğiz. Bunun bir parçası olarak, Parti içine kadar yansıyan etkilerini kavramaya çalışacağız. Bu bir anlamda Partimiz'in geliştirmek istediği ideolojik politik kitle faaliyetine TC'nin tepkisi ve onun bir yansıması olarak da ortaya çıkacaktır. Mücadelemizin gelişmesi bu tip toplumsal yapıyı karşısında bulacaktır. Partimiz, bu toplumsal yapının üzerine gittiği zaman, kendisine provakasyonlar dayatılacaktır. Bu, maddi zeminin bir sonucudur. Şimdi konunun kısa tarihi temelini biraz daha açalım.
Günümüz Türk egemenliğini şekillendiren koşullar her ne kadar tarihe dayansa da, bugünkü gelişmeleri daha çok Osmanlı İmparatorluğu'nun Kürdistan'a girişinden ele almalıyız. O dönemi bir başlangıç olarak almalıyız. Çünkü günümüzdeki politikaları şekillendiren daha çok o dönemde temeli atılan gelişme ve politikalardan aranmalıdır.
Yavuz Sultan Selim zamanında, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu'ya yönelişi kendisine hasım güç olan İran Safavi İmparatorluğu'na karşı genişleme seferi olduğu biliniyor. Bu genişleme seferinde, Kürdistan gerçeği kilit bir rol oynuyor. Kürdistan üzerinde kim denetim sağlarsa ve çok güçlü olan Kürdistan beyliklerini kim yanına çekerse, bu savaşın kaderi onun lehine sonuçlanacaktır. Bu döneme ilişkin somut belgeler vardır. Bu dönemde Kürt Beylikleri'nin yoğun bir hareketliliği söz konusudur. Yavuz Sultan Selim'in yönelişinin öncesinde Kürt Beylikleri'nin çoğu İran saraylarındadır.
İran Şahlığı bu yolla Kürdistan üzerinde çok güçlü bir denetim sağlıyor. Diyarbakır'dan Mardin'e kadar Safaviler' in egemenliği söz konusudur. Hatta Fırat'a kadar İmparatorluğu'nun hakimiyetini sağlamak için yoğun çabası ve savaşımı vardır. Bu konuda bir çok aracıyı devreye koymuştur. Bazen zorla, bazen de iknayla bu beylikleri sarayda misafir ediyor. Bazılarını öne çıkarıyor, bazılarını da büyütüyor. Bu, bağımlılık derecelerine göre yürütülen bir politikadır. Bu arada yirmi üç Kürt beyliğinin İran'da cebelleşme içinde oldukları, kısmen bağlılık, kısmen tepkili bir durumu yaşadıklarını ve bunların başını da Bitlis ailesinin çektiği söyleniyor.
İşte tam da bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu'nun Şahlık üzerine yönelim planları ortaya çıkınca, Şahlığı kendi çıkarları için tehlikeli gören güven beylikleri ve onların temsilcilerinin buraya yönelmeleri söz konusudur. Bu girişimlerin ortaya çıkmasında çok köklü dinsel ve mezhepsel etkiler mevcuttur. Özünde hakimiyet ve paylaşımı amaçlayan bu savaşa, dinsel ve mezhepsel kılıflar biçilmiştir. Çok iyi bildiğimiz gibi, bu dinsel ve mezhepsel kılıflar şimdiye kadar da İran'ın elinde güçlü ideolojik bir araçtır. Şia mezhebine dayalı, dinsel çıkışı, dinsel alışı söz konusudur. Bu noktada Osmanlılar'ın da çok bağnaz bir sunniliği temel aldığını biliyoruz. Osmanlılar'da sınıfların gelişmesi, Osmanlı Türk boylarının ayrışmaya uğramasıyla bu yöneten beylerin sunniliğe doğru kaydığını görüyoruz.
İslamın merkezi olan Şam, daha sonra Konya, İstanbul merkezleri ve hatta, Bağdat merkezinin tüm İslam sultanları, meşru iktidarlarını destekleyecek olan sunni mezhebini geliştirmişlerdir. Bu gelişmelerin temellerini Hz. Muhammed'in ölümünden sonra atmışlardır. Hz. Muhammed'in ölümünden sonra Mukavviye ile Ali arasında başlayan bir kavga söz konusudur. Bu dönemde, Ali taraftarlarının Aleviliği gelişir, fakat Muaviyenin de iktidara hakim olma durumu söz konusudur. Ve bu gelenek Şam, Bağdat, Konya, Kahire ve İstanbul'da da devam eder. İslam feodalizminin merkezleri olan bu bölgeler, kendi feodal iktidarlarını geliştirir ve meşrulaştırırken; buna tepki biçiminde ortaya çıkan, ezilen ve Arap kökenli olmayan halklarda ise, aleviliğin geliştiğini ki, bu dönemde Ali taraftarlarının gelişimi söz konusudur ve bu gelişmelerin büyük bir kısmının da İran'da ortaya çıktığını biliyoruz. İran İslam devleti kendi ulusal renkleri ve özelliklerini de katarak, değişik bir mezhebe büründüğü, İran'daki İslamlığın bu nedenle eski İran İmparatorluğu'nun büyüklüğünü kurmayı amaçlayan, ondan aşağıya düşmeyen bir biçime dönüşmüştür. Şialığın ulusal direnme ideolojisi haline geldiği bu bölgede, kurulmak istenen her iktidar, bu ideolojik araca baş vurarak iktidar olabilmiştir. Böylesine büyük bir iktidar çekişmesinin, daha 10. yy' lara gelmeden yaygın bir biçimde sürdürüldüğünü biliyoruz. Her ezilen kendisini suni merkezli, feodal iktidara karşı böylesine mezhep sapkınlığıyla bayraklandırıyor ve açığa çıkarıyor. Bildiğimiz gibi bu durumlar Ortadoğu ülkelerinde çok yaygın bir biçimde ortaya çıkıyor. Hepsinin arkasında da İran bulunmaktadır. Bu konuda çok güçlü bir direnişçi yapı geliştirmekte ve giderek kendi devletini geliştirmeye kadar götürmektedir.
İran merkezi devletlerin kuruluşlarını böylesine tarihsel gelişmelere bağlıyoruz. Feodal Sünni merkezli iktidarlara karşı ne kadar muhalefet varsa, başkaldırı varsa hepsi böylesine bir mezhebe yöneliyor. Bunların bazıları ya devlet kuruyor, ya ayaklanıyor, ya da acımasız bir biçimde eziliyorlar. Sonuç olarak bazıları da başarıya ulaşıyor. Şah İsmail önderliğinde kurulan İran Safavi devleti Şia doktrinini uyguladığı bir devlettir.
İşte o dönemde Anadolu'da sınıflaşmaya uğrayan Türk boylarının aşağı kesimleri ve ezilen, sömürülen yığınlar İran'a yöneliyorlar. Sert sınıf karekteri, üst sunni iktidarın yanında yer almaya götürürken, gerek Selçuklularda ve gerekse de Osmanlılarda bu durum böyledir. Bu baskılar, ezilenlerde İran'a yönelik bir akımın başlamasına yol açmıştır. İran iktidarı bu dönemde Anadolu'da çok geniş bir casus ağı oluşturmuş, misyonerler propagandacılar göndermiştir. Bugün bile bu yönlü faaliyetleri var. Ortaya çıkan bu durumlar, bu sanatta ne kadar gelişkin olduklarını gösteriyor. Mevcut iktidardan zarar gören kesimleri yaygınca Doğu'ya yöneltiyor. Bildiğimiz "Şaha gidelim" meselesi de böyle ortaya çıkıyor. Ortaçağ'da; Toroslar'dan, Karadeniz dağlarına kadar isyanlar biçiminde böylesine yaygın bir hareketlilik söz konusudur.
Bu dönemde isyanları ezmek için, kuyucu Murat paşanın kırk bin kişiyi diri diri kuyulara doldurduğu söylenir. İşte tam da bu dönemde, Yavuz Sultan Selim için büyük tehlike oluşturan ve iktidarını Anadolu içlerine kadar tehdit bu isyanlara son vermek için, acımasız bir biçimde katliamlara başvurur Katliamlardan kaçan kesimler bu dağlara kadar gelirler. Bu dağlara sığınmış dürzi ve alevi kesiminden çeşitli halklar, bu dönemin teröründen kaçarak Kürdistan'daki dağlık alanlara ve Toroslar'a yerleşirler. Bütün bunlar böylesine bir terörün kurbanı olmamak için yapılır.
Böylesine yaygın bir isyan katliamının yürütüldüğü bir ortamda, Kürt Beylikleri'nin durumu önem kazanır. Kürt Beylikleri sunni kökenli olmaları nedeniyle, Şia safavi Şahlığı'nın egemenliğini kolay kabul etmek istemezler. Her ne kadar sınıfsal çıkar ön plana çıkıyorsada, mezhepsel kılıfta burada rolünü oynuyor. Yavuz Sultan Selim'in böylesine bir yönelimi söz konusu olduğunda, sunni ideolojisinin köklü ve güçlü bir temsilcisi olan Bitlis Beyliği'nin ideololuğu hatta, Kürt Beylikleri'nin iyi bir ideolojik propaganda temsilcisi diyebileceğimiz İdrisi Bitlis'i Yavuz Sultan Selim için tam bir casusluk faaliyetini yürütür. Tarih bu olayı kaydetmiştir. İdrisi Bitlis'i yükler dolusu altın karşılığında, çok geniş bir ajanlık faaliyetini yürütür. Osmanlılar'ın bir casusu olarak, Beylikler arasında gizli çalıştığını tarihi belgeler göstermektedir. İdrisi Bitlisi'nin bu faaliyeti sayesinde, Kürt Beylikleri'nin büyükbir kesimi Osmanlılar'dan yana tercihlerini kullanırlar. 23 Kürt Beyliği İran'dan koparak Yavuz Sultan Selim'in yanında yer alır. Bu birleşmeden sonra, Çaldıran'da Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim'in birbirlerine karşı giriştikleri savaşta, Kürt Beylikleri'nin büyük askeri kuvvetleriyle Van'ın doğusunda savaşa girerler. Bu savaşta yenilen İran devleti geri çekilir. Yavuz Sultan Selim Tebriz'e kadar gider ve o günden bu güne kadar, Kürdistan'ın bölünmesini de sağlayacak bir sınır saptanır.
Bu sınırın Osmanlılar'dan kalan tarafı, Osmanlılar'dan yana tavır alır. Tabii ki bu, birden bire olmaz. 1639'da Kasrı Şirin Anlaşması'na kadar el değiştirmeler sürekli devam eder. Beylikler kâh o tarafın, kâh bu tarafın yanında yer alırlar. Tabiki burada çıkarlar esas alınır. Hangi taraf çıkarlarına en iyi karşılığı veriyorsa ondan yana tavır alıyorlar. Kürt Beylikleri böyle bir denge politikası içinde hareket ederler ama, bu el değişmeler bu tarihte belli bir dengeliliğe kavuşur. Böylelikle sınırlar gittikçe kesinlik kazanır. İki güçlü İmparatorluk arasındaki çekişmeler 19. yy'la kadar devam eder.
Burada önemli olan, Kürt Beylikleri'nin mezhepsel kökenleri, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan yana bir dönüş yapmalarına yol açmasıdır. 1500'lerin ortalarına doğru Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir müttefiki ve eyaleti durumundadır. Eyalette diyemeyeceğimiz bir durum söz konusudur. Çünkü burada, bağımsızlığa yakın Kürt Beylikleri vardır. Osmanlılar yalnızca Diyarbakır'da, Erzurum'da ve son olarakta Van'da bir kaç beyler beyini idare etmektedir. Kürdistan'ın genelinde Osmanlı askeri memurları yoktur. Bugün gördüğümüz gibi, hükümet sancakları, kaymakamlıklar, valilikler, garnizonlar söz konusu değildir. Sultanlığı temsil eden bir kaç beyler beyi vardır. Kürt Beylikleri tamamen hükümet halindedirler. Kaldı ki o zaman beş hükümet ve bağımsız sancakların olduğu söylenir. Bağımsızlığa böylesine yakın beylikler, hükümet ve yarı hükümet konumunu yaşarlar. Tarihi süreç içerisinde, giderek Kürt Beylikleri'ni daraltarak ki, buna otonominin daraltılması denilir güçten düşürürler. En son olarakta vergiye ve askerliğe bağlamak isterler. Tüm ekonomik ve siyasi güçlerini önemli oranda yitirdiklerinden dolayı isyanlar patlak vermeye başlar. 19.yy'daki isyanların özü budur.
İmparatorluğun Kürdistan'ı tümüyle kendi topraklarına katması, bağımsız hükümetlere ve mahalli özerkliklere son vermesi ve en son olarakta vergiye bağlama girişimi vardır. Öte yandan İmparatorluk çok sıkışık durumdadır. Eskisi gibi Balkanlar'dan getirdiği Hristiyanlardan Yeniçeri Ordusu'nu derleyememektedir. Çünkü Sultan Mahmut Yeniçeri Ordusu'nu ortadan kaldırmıştır. Müslüman nufüstan askere ve paraya ihtiyaç vardır. Onun için de Kürdistan'a yüklenecektir. İşte bu durum, isyanlara ve isyanların da ezilmesine yol açacaktır. İsyanların ezilmesiyle birlikte, Osmanlı orduları yaygın bir biçimde Kürdistan'a yerleşir. Ardından da sivil yönetimin peşi sıra gelmesi söz konusudur. Bunları anlatmamızın nedeni; Osmanlı birliklerinin Kürdistan'a yerleşmeye başlamasıyla, bu birliklere hizmet amacıyla çevrelerine bazı kentler oluşturmaya başlaması vardır. Bu süreçte kentlerle işbirliği içinde olacak bazı uydu aşiretler ve beylikler ortaya çıkar. Şüphesiz eskiden de beylerbeyi vardı, fakat bu beylerbeyleri hatta, daha düşük düzeyde olanları bile fazla bir şeye ihtiyaç duymazlar. Kaldı ki bu dönemde Osmanlı dili ve kültürü Kürdistan üzerinde etkili değildir. Kürt toplumunun kültürü ve dili tümüyle hakimdir. Bu dönemde Kürdistan üzerinde sömürgeciliğin bu yönü gelişmemiştir. 19. yüzyıla kadar da yalnızca vergi alınıyor. Vergiyi kendileri gelip toplayarak da değil, bizzat beyler tarafından toplanılarak verilir. Asker verme de beylerin izni dahilinde olur. İşte bu statü bozulmak istenir. Merkezi İmparatorluk bu statüyü bozmak için beylikleri devreden çıkararak, vergiyi ve askerleri kendisi toplamak ister. Bu durum ise, yeni bir sürece yol açar ve Kürdistan'a orduların yerleştirilme zeminini ortaya çıkarır.
İşte bu dönemde Kürdistan'da garnizonlar, hükümet sancakları, kaymakamlıklar örgütlendirilir. Bu örgütlenmelerin etrafında da yönetim merkezleri ve beylikler oluşur. Askeri garnizonların oluştuğu yerlerde kadılık, kaymakamlık gibi sivil idareler de kurulur. Birbirlerine sıkı bağlarla bağlı olan bu kurumların, yaygın bir biçimde gelişmeleri söz konusudur. Bu gelişmeler yeni işbirlikçi dönemin de başlangıcıdır. Ortaya çıkan bu gelişmeler bir yandan yaygın isyanları, bir yandan da yeni bir işbirliği ortamının doğmasına neden olur. İşte bazı yerli aşiretlerin, beylerin bu kentlere gitme dönemi başlar. Bunlar Kürdistan'a yerleşen merkezi otoriteyle, isyan halindeki kesimler arasında tampon bir bölge yaratmaya soyunurlar. Nasıl ki, eskiden İranlılarla Osmanlılar arasında böyle bir tampon bölgede rol oynamış işbirlikçi beylikler oluşmuşsa, bu dönemde de Osmanlı devletinin kuruluşlarına karşı isyan halindeki kabilebeylik, aşiret bunlara halk da diyebiliriz vb. kurumlarda ortaya çıkan ayaklanmalar arasında bir uzlaşma noktası bulmak isteyenler işbirlikçilerdir. Dayatılan bu yaklaşımlara boyun eğdirme, ya da yeni casusluk faaliyetleri de diyebiliriz. Bu temelde yeni rollerine soyunan kesimlerdir. Bunlar, kesinlikle isyancılardan yana tavır almazlar. Fakat, merkezi otorite kurumlarıyla ve hükümetle ilişkileri vardır. Ne de olsa yerlidirler. Yeni işbirlikçi kesimin türemesi, dar mahalli koşullarda böyle ortaya çıkıyor. Bu kesimler üstün iktidarın sahibi olarak, Osmanlı kurumlarının işbirlikçileridirler. Bunlar, her bakımdan kabule yatkındırlar. İsyancılar ile devlet arasında uzlaştırıcılık rolü oynarlar. Bu durum bir yandan bunların devlet nezdinde statükolarını arttırırken, diğer yandan da isyancılarla "sizi idamdan kurtarırız, devletle barıştırırız, işolanak veririz" gibi vaadlerle onları da etkileri altına alırlar. Ve böylelikle palazlanan bir işbirlikçi kesim ortaya çıkıyor. Bu durum 19.yy'dan itibaren gelişme gösteren bir işbirlikçi eğilimdir. Bunlar, bu süreçte farklı özellikler edinirler. Sultan Abdulhamit döneminde de bu politikalara daha da ivme kazandırılır ve bunlara daha resmi bir statü biçilir.
Hamidiye Alayları dediğimiz kurum ortaya çıktığında, bu beylikler oldukları bölgede bir yandan Ermeni isyanına, ulusal kurtuluş hareketine yönelik devlet politikası yanında yer alırken, diğer yandan ise Kürt ayaklanmalarına karşı da yer alırlar. Bu beylerin çocukları İstanbul'da sıkı bir aşiret eğitiminden geçirilir ve bu çocukların hepsini de subay yapmak için bu okullara aşiret çocuklarının alındığı okuldur alırlar. Çoğunluğu paşa olarak çıkan bu çocuklar, çok ince bir İstanbul kütürüyle yetiştirilir. Diğer yandan kaba aşiret güçleri ise, Hamidiye Alayları biçiminde teşkilatlandırılır. Kürdistan'ın bir çok bölgelerinde oluşturulan bu alayların, paşalık düzeyinde değeri vardır. Aşiret ve kabile bünyesinde binlere ulaşan silahlı kuvvetler oluşturulur. Bunlar Sultan Hamit'in son derece tehlikeli, provakatif politikalarıdır. Ve gerçekten de çok bilinçli hazırlanmış politikalardır. Günümüzde bile geliştirilen benzer politikalar bu yöntemleri esas almıştır. Bunlar gazetelere de yansımıştır. Bu provakatif faaliyetlerle Ermenilerin hareketi bastırılmıştır. 1880'lerden sonra gittikçe alevlenen bir harekettir. Kürt ayaklanmaları da bu dönemde gündemdedir. İşte bu tip milis alaylarının devreye koyulması tam bir provakasyon karakterindedir. Halk hareketlerine, ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bir kıyım makinası gibi çalışılır. Çapul, talan bunlar tarafından gerçekleştirilir. Bu süreçte de ince bir tabaka eğitimle aydın hale getirilir ki, bunlar vali, paşa vb. yönetici yapılırlar. Örneğin Bedirhan ailesinden vali, paşa gibi yöneticiler çıkarırlar. Kaldı ki bunlar daha önce isyan halinde olan bir kesimdir. Ezildikten sonra bu sürece dahil edilirler. 1850'lere doğru bu tip örnekler çoğalır. Her bölgede tampon bir kesim olarak bunlara başvurulur. Cumhuriyet döneminde de bu politika devam ettirilir.
Temmuz 1988
Reber APO
- Ayrıntılar
Ben bir Filistin gerillasıyım. Eğitimimi Filistin’de gördüm ve askerliğimi Filistin’de yaptım. Bundan da hep onur ve gurur duydum. Yaşamım boyunca da hep böyle kalacağım.
Biz enternasyonalist birlikler olarak Filistin gerillası içinde emperyalizme ve siyonizme karşı savaşırken ortada HAMAS diye bir oluşum yoktu. Dolayısıyla sonradan türetilen bu gücün anlayışını ve mücadele tarzını baştan beri benimsemedim. Ancak bu durum, hiçbir zaman küresel sermayenin tekniği ile donanmış İsrail saldırıları karşısında öfkemi azaltmadı. Her zaman emperyalist-siyonist saldırıya karşı direnen Filistin halkının ve çocuklarının yanında oldum.
Şimdi de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı karşısında kalbim Filistin halkı ve çocuklarıyla birlikte atıyor. Kürtlerin hemen tamama yakınının benzer tutum içinde olduğuna inanıyorum. Mazlum ve Müslüman Kürt halkının kalbi her zaman Filistin halkıyla birlikte atar. Kürt çocukları Filistin çocuklarıyla kader birliği içinde olduğunu çok iyi bilir. Kürt kadınları özgürlüğe Filistin kadınlarıyla birlikte ulaşacağına inanır.
Adeta ortak kadere sahip olan bu iki halk, bugün de eşzamanlı vahşi bir saldırıya maruz kalmaktadır. İsrail Gazze’ye saldırırken, adının “Irak Şam İslam Devleti” olduğu söylenen bir örgüt de Kobanê’ye saldırmaktadır. Hem de bunu sözde “Müslümanlık ve Hilafet adına” yapmaktadır. Söz konusu örgüt, lideri Ebubekir El Bağdadi’yi “Halife ilan ettiğini” açıklamaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısını anlayabiliyoruz. Çünkü o siyonisttir ve bu tür saldırıları hep yapıyor. Fakat Müslüman olduğunu ve Halifelik kurduğunu iddia eden IŞİD adlı örgütün, İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırısına ses çıkarmazken ve adeta onunla eşzamanlı olarak Kobanê halkına ve Rojava Kürdistan’a saldırmasına elbette anlam vermekte zorlanıyoruz. Burada şu soruları sormaktan kendimizi alıkoyamıyoruz: Peki sözde Müslüman olduğunu iddia eden IŞİD adlı örgütün Müslümanlığı, mazlum ve Müslüman Kürt halkına, Kobanê halkına saldırmayı mı gerektiriyor? IŞİD’in hilafeti Kürt katliamı üzerinden mi gerçekleşiyor? Ebubekir El Bağdadi Kürt kanı üzerinden mi halife olmak istiyor? IŞİD adlı örgüt, mazlum ve Müslüman Filistin halkını katledenlere neden ses çıkaramıyor?
Bir yanda İsrail Devletinin Filistin halkına, Gazzeli çocuklara yönelik saldırısı, diğer yanda Irak Şam İslam Devleti adlı örgütün Rojava Kürdistan halkına, Kobanêli çocuklara yönelik saldırısı! Bu saldırılar eşzamanlı gerçekleşiyor ve kardeş iki halkı vuruyor. Dolayısıyla Kobanê’ye yönelik saldırı ile Gazze’ye yönelik saldırının aynı planın parçaları olduğundan asla kuşku duyulmuyor. Dolayısıyla Kobanê’ye ve Rojava Kürdistan’a saldıran IŞİD adlı örgütün, emperyalizmin ve siyonizmin zavallı bir taşeronu ve uşağı olduğundan da asla kuşku duyulmuyor.
Rojava Kürdistan “Kürtlerin Filistin’i” konumunda. Kobanê ise Rojava Kürdistan’ın kalbi durumunda. Nasıl ki Arap yurtseverliğinin kalbi hep Filistin’de attıysa, Kürt yurtseverliğinin ve demokratlığının kalbi de Rojava Kürdistan’da atıyor. Rojava Kürdistan’ın ortasında bulunan Kobanê ise, 19 Temmuz 2012 Özgürlük Devriminin başladığı, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 1979 Temmuz başında kutsal Ortadoğu topraklarına doğru hicrete çıktığında ilk ayak bastığı yer oluyor.
Dolayısıyla IŞİD çetelerinin saldırıları Kobanê üzerinde yoğunlaştırmış olmaları bir tesadüf içermiyor. Tamamen bilinçli ve planlı bir saldırı oluyor. Bu temelde Rojava Kürdistan orta bölgesinden yarılarak 19 Temmuz Özgürlük Devrimi boğulmak isteniyor. Söz konusu saldırıdaki temel amaç Rojava Devrimini tasfiye etmek oluyor. Bundan asla kuşku duymamak lazım. Rojava Özgürlük Devrimini tasfiye etmek isteyenler taşeron olarak IŞİD’i kullanıyor ve ilk saldırı yeri olarak da Kobanê’yi seçmiş bulunuyor.
Peki kim bu güçler? IŞİD adlı provokasyon gücünün Kobanê saldırısı ardında kimler var? Şimdi birçok çevre bu soruların cevabını tartışıyor ve Kobanê’de olup bitenleri anlamaya çalışıyor. Genel planda soruların cevabı olarak şunlar söylenebilir: Küresel provokasyon gücü IŞİD’in Irak saldırısı ardında kimler vardıysa, Kobanê saldırısı ardında da onlar vardır. Rojava Özgürlük Devriminden kimler rahatsızsa, IŞİD’in Kobanê’ye yönelik saldırısı ardında onlar bulunuyor. Çünkü IŞİD’in Irak saldırısı ile Kobanê saldırısı aynı planın parçaları oluyor. Çünkü Kobanê saldırısı Rojava Özgürlük Devrimini boğma ve tasfiye etme planının bir parçası oluyor.
Bu planın sahibinin küresel kapitalist modernite güçleri olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu planı hazırlayıp uygulamaya koyanlar ve pratikte yönetenler ABD, İsrail ve müttefikleri oluyor. Bu güçler Ortadoğu’yu yeniden bölüp parçalamak ve küçük parçalara ayırıp yutmak istiyorlar. Bilinen klasik böl-parçala-çatıştır-yönet politikasını uyguluyorlar. İsrail’in güvenliğinin böyle sağlanacağına ve Ortadoğu’nun küresel sermaye tarafından böyle sömürülüp yönetileceğine inanıyorlar. Bu çerçevede Rojava Özgürlük Devriminin “Demokratik Ortadoğu Konfederasyonu” hedefini kendileri için tehlikeli buluyorlar.
Bu planın içinde bazı bölgesel ve yerel güçler var. IŞİD’i destekleyen herkes aslında bu planın içinde ve ona güç veriyor. Suudi, Katar, Türkiye ve KDP bu güçlerin başında geliyor. İran, Irak ve Suriye yönetimlerinin de dolaylı olarak ve zaman zaman bu plana güç vermiş olduğu artık bir sır olmaktan çıkmış bulunuyor. Kimileri mezhebi, kimileri ise etnik çıkarlar nedeniyle bu planın destekleyicisi oluyor. AKP PKK’ye karşı mücadele ve KDP ile ilişkileri geliştirmek amacıyla bu planı desteklerken, KDP ise tamamen dar iktidar amaçları nedeniyle bu planın içinde yer alıyor. Bu güçler bir bakıma uzun vade açısından baltayı kendi ayaklarına vuruyorlar. Bunların hepsi Rojava Özgürlük Devriminin özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik ve demokrasi ilkelerinden korkuyorlar.
Rojava Kürdistan’da 19 Temmuz 2012’de başlayan ve üçüncü yılına giren Özgürlük Devrimi, Ortadoğu’da yaşanan kriz ve kaosa demokratik çözüm yolunu gösterir ve özgürlüğe yürüyen insanlığın önünü aydınlatırken, aynı zamanda küresel, bölgesel ve yerel gericiliğin de korkulu rüyası oluyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın teorik formülasyonlarının hayata geçirilmesini, yani demokratik modernite devriminin gerçekleştirilmesini içeriyor. Böylece Kürdistan Devrimine pratik bir hamle yaptırırken, Demokratik Ortadoğu Devrimi için de çekici bir kıvılcım oluyor.
Bu devrim üçüncü yılına girdi. Rojava Kürdistan gibi küçük ve pek elverişli olmayan bir alanda böyle bir devrimin iki yıl yaşaması bile aslında çok büyük bir mucize olma özelliği taşıyor. Bu devrimin doğuşu da bir mucizeydi, üçüncü yılına girişi de bir mucizedir. Kürt halkı Rojava Kürdistan gibi çok küçük bir alanda insanlığa yeni tarihi mucizeler kazandırmaktadır. Tabi bu, her gün şehit düşen yüzlerce kahramanın direnişi ve Kürt halkının topyekün bir direniş yürütmesi ile olmaktadır.
Kobanê direnişi böyle bir devrimci-demokratik yürüyüşün çok önemli bir halkası, adeta kilidi konumundadır. Bu halkanın kırılmasının tarihi devrim deneyimini kesintiye uğratacağı gibi, bu kilidin işler kılınması da Kürdistan ve Ortadoğu Devrimlerinin önünü açacaktır. Zafere ulaşan Kürdistan Özgürlük Devrimi Demokratik Ortadoğu Devrimine öncülük eder ve Ortadoğu’da demokratik uygarlık alternatifini geliştirirken, Ortadoğu kaosunda boğulan kapitalist barbarlığı da tarihin çöp sepetine atmayı başaracaktır
Bu temelde günümüz özgür insanlığının ışığı olan Rojava Özgürlük Devriminin üçüncü yılını selamlıyor, yeni tarihi mucizeler yaratan devrimcilerine de başarılar diliyoruz. 19 Temmuz Rojava Devriminin tüm kahraman şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz. Tüm Kürt halkını ve devrimci-demokratik insanlığı özgürlük ışığını korumak üzere Kobanê direnişine katılmaya ve destek vermeye çağırıyoruz! Devrim için, özgürlük için “Görev başına” diyoruz!
Selahaddin Erdem
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 22 Temmuz günü saat 11:00 ile 13:00 arası işgalci TC ordusu Hakkari'nin Gever ilçesi sınır hattında bulunan Oremar karakolundan Medya Savunma Alanlarımızdan Zagros bölgesi ile Gever sınır hattında bulunan Şehit Rahime ve Şehit Gafur tepelerini obüs ve havan toplarıyla bombardıman gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar