Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Ağustos günü 18.00-19.00 saatleri arasında Amed’in Lice ilçesine bağlı Korxê yamaçları ve Cum tepesine yönelik işgalci TC ordusu tarafından kobra helikopterle bir bombardıman düzenlenmiştir. Bombardıman sonucunda alanda başlayan orman yangını halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Olmaz olmaz. Tecelli ya da teselli değil. “Olmayacak ne var ki” demek de sadece işin en kolayı. Olmazı olur kılacak yürek, beyin; inanç, irade, liyakat, azim ve bitimi olmayan çaba gerek.
Olmazların olurlara döndüğü yerlerde kolay yoktur. Silik bir kimlik sahibidir o sadece; sesi çıkmaz ve ne fazla tanıyan ne de fazla bilen olur. Ağızdan kolay çıkan her söz düşüncesizce söylendiği için nasıl hafifse; kolay iş yapmak da öyledir. Kolayların olduğu yerde zorluklar Kaf Dağı kadar uzakta mekan tutar, zaman belirler kendine. Kolaylıkların olduğu yerde zorluklar bilinmez o yüzden. Düşten ve hayalden ibaret sanılır sadece.
Olmazı yaşamak belki de özgürlüğün en kadim sırrı. Sır ise baştan sona yalnızlık kokar. Bu burcu burcu kokunun içinde hakikati çekersin içine. Hakikat kendinle paylaşa bildiğin kendin. Ve kendin olduğunda geriye bir tek kendin kalıyorsun. Ezeli bir yolculuktur bu; tanıktır birçok erkan sahibi, yol insanı buna.
Ve, ve kendin olduğunda işte o zaman herkesten bir parça olabiliyorsun. Kendin olmanın türküsü tıkladığında gönül kapını nedense olmazlar ile ilgisi yüksek olan korkular açar kapıyı bizlere. Korku bazen kendinden kaçmanın adı olur. Bazen kendini kendine anlatamamanın diğer bir yüzü.
Ama bilirsen kendini ve kendini kendin yapanı, içine salacağın korku yoktur aslında. Engelin yoktur kendine, olmaz yoktur senin için. Yani o zaman korkuların bir gün bir şekilde burkabileceği bir bilek güreşçisi yoktur ortalıkta. Kendin olarak kaldığın sürece.
Herkes gelebilir üstüne ama yeter ki kendindeki tüm parçaları topla kendine; olmaz olmaz o zaman. Kim bilir, kimler nasıl gelecek üstünüze kim bilir kaç beklenti teknen batacak? Ve boğulmak üzere bulacaksın kendini derin sularda. Ama yine de tutunacak bir kendin olmalı ki kıyıya varmaya gücün yetsin, ruhun seni kıyının kendisi olarak görsün evvela. Mutlaka ulaşılacaktır ve ulaşma yolunda tükenecektir son nefes. Ve bu da ulaşmanın bir biçimi oluyor zaten.
Bilmeyendir, anlamayandır, hükmedendir korku salan; kendini erbap sanıp da olmayanın bulaştırdığı bir hastalıktır korku. Hep kendinde kalan, karşıya geçemeyenin ince hastalığıdır. Karşıya geçmek için köprü sahibi olmak gerek. Kendi yüreğin kadar başkalarının da yüreğini anlamak için başka yüreklerle kurabileceğin bir köprü olmalı ekseriyetle.
Kendi kendine kalmak, kendi halinde kalmak en başta kendini anlamamaktır ya da yarınsız bir kendin kalmıştır elde, avuçta. Daha fazlası yüktür sana. Lüzumu yoktur bir kişi daha anlamanın. Biraz daha ileriye gitsen korkunun çanları çalar, dur işareti verir ya da geri çekil; pes en değerli hazinendir dercesine. Korkarsın biraz daha ilerisi için.
Oysa Önderlik denince hep diyalog gelir akla. Karşılıklı ilişkilenebilme yeteneği, lakin bu korkmadan toprağa atılan tohumların filizlenmesinden kaynaklıdır. Korkusuzluk ise kendin olmanın cesaretini taşıyabilmenin ta kendisi. Bir halkın hepsiyle; kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk herkes ile kurulan köprünün sahibi insan.
Ve bu köprüden geçerken kendini yük hissetmiyorsun, günahsız bir çocuk gibi masumluklarla doluyorsun. Ya da en masum yanlarına, en güzel olana, iyiye doğru yürüyor olarak görüyorsun kendini. Kalbin delice atıyor Önder Apo için. O’ nun yüreğindeki yerine koşuyorsun adeta.
Neden hep zorlandığımız anlar da, korkularımız yüreğimizi titrettiği zaman da, O içimizdekini ararız. O içimizdeki, yani Önderlik. Çünkü bir şeyleri anlama çabası insanı O içindekinin peşinden koşmaya götürtüyor. O’nu buldukça korkusuzlaşıyorsun. Korkmamak için gerekli olan anlam gücünü buluyorsun.
Bir hasret ayrılan için ne anlama gelirse, bahar da açan çiçekler insan ruhunda nasıl bir titreşim ise öyle bir şeydir anlamak bir şeyleri . Hele bu bir de kendi içiniz ise o zaman tanrısallık yakın komşunuz olur. Her başınız derde düştüğünde tıkladığınız kapı bir bakıma.
Yakın oldukça O’na korkusuzum. Anladıkça, çözdükçe, ben oldukça korkusuzum. Olmaz olmazı öğrendikçe korkusuzluğum bir o kadar büyüyor içimde.
Oysa zalimlik ile gaddarlıkla en çok hangi ürünler elde edildi; korku, büzülmüşlük, sinmişlik. Yani taşıyamadığın bir kalbin sana ait olması. Belki ait olması bile fuzuli bir kavram oldu. Taşımakta zorlandığın için angaje olarak sana emanet edilmiş titrek, kırılgan, ürkek, sağır-dilsiz, elsiz-ayaksız bir yürek. Böylesi bir yüreğin yanında bahsedilecek bir beyinden, kafadan her halde hiç bahsedilemez.
İnanmak korkuya karşı kullanılan en yaygın aspirin bir bakıma. Reçetelerin en başındaki derman. İnanarak yapmak, inandığını yapmak ise reçetesiz ve aspirinsiz olabilmek demek yani hastalanmamayı becerebilmek.
İnanmak yani olmasının kesin gerekli olduğunu bildiğin, hissettiğin ve bir o kadar da uyguladığın şey. Bütün benliğin ile yaşam sorumlulukların karşısında verebildiğin bir karar bazen. İnanç soyut olduğunu düşündüğümüz ama bir o kadar en somutlaşan yanlarımız oluyor. Her somutluğun içinde bir de kendini nebze nebze işlemiş, motiflemiş inanç vardır.
İnançsız insan korku bakışlıdır, kaygı yürüyüşlüdür. Suçlar örneğin, kendisi suçlu olduğu için. O yüzden Önderliğe inanmak bizi korkusuz kılıyor. Yüreğimize hiç bir korku zelzelesinin yıkamayacağı köklülük iniyor. Ve bu kök daha bir derinleşiyor. Hem de hiç durmadan.
Ve bu günlerde Şemzinan’a, Çele’ye ve yaygın gerilla eylemliklerimize her baktıkça korkmadan yürümenin ışıltısı çarpıyor yüzüme. Ve ışıltının arkasındaki asıl ışık kaynağımız Önder Apo’ya dönük olan yüreğimizin ve beynimizin korkmadan yürüyüşü. Yani inancı, bağlılığı ve O’nun bizimle kurduğu köprüye varıp O’na yürüyoruz.
Yine de O bizi anlıyor; çünkü biz bir tek O’nda anlam buluyoruz, O’nun bize kattığı anlam değer oluyor ve yüceliklere kanat çırpıyoruz.
Usul usul birikiyor cesaret, anlam olma dorukları, inancın ördüğü zafer.
Korkmadan…
Ve usul yerini buluyor. Olmaz olmaz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
Roboski’de bir araç şarampole yuvarlandı ve 9 asker ile bir korucu hayatını kaybetti. Roboski halkı birkaç ay önce yaşadığı tüm acılarını bir köşeye bırakarak yaralı askerleri kurtarmak için seferber oldu. Yardım elini uzattı ve muhtemelen birçok askerin yaşamını da kurtardılar.
TC basını Roboski insanımızın bu olağanüstü insani yaklaşımlarından yola çıkarak 28 Aralık 2011 katledilen 34 gencin devletçe alçakça katledişinin nedenlerini, kimlerin yaptığını haklı olarak bu duygu selinden dolayı sorması gerekirken, devleti ve iktidar kliğinden hesap sorması gerekirken; “Kürt Türk halkı kardeştir, kimse bu kardeşliği bozamaz, PKK istediğini yapamayacaktır” gibi oldukça provokatif ve insani değerlerden uzak değerlendirmelerde bulunmayı utanmadan girişmiştir.
Şunu peşinen söyleyelim: Kürt halkı mazlum bir halktır. En zor şartlarda da olsa, darda da olsa, o halk birileri zor durumda ise yardım elini mutlaka uzatır. Bu el uzatmayı en son Roboski’de siz görmüş olabilirsiniz. Ancak dediğimiz gibi hiçbir komplekse girişmeden açıkça belirtiyoruz, bu halk misafir perwerdir, insan severdir, yardım severdir. Çoğu zaman kendisinden önce komşusunu düşünen bir halktır.
Ve bu halk sadece Roboski’de bunu yapmamıştır. Bu halk TC faşizmi komşu halklarımız olan Ermeni ve Asurî kıyımı yaparken de mümkün mertebe yardım elini uzatmıştır. Onlarcasını saklayarak yaşamalarına olanak sunmuştur. TC’nin tüm kışkırtıcılığına rağmen, dini değerleri istismar ederek, halkları birbirine kışkırtma girişimlerine rağmen yine de fırsat buldukça yardım elini başka halklara kendilerinin ölümü pahasına uzatmıştır.
Denilecek ki onca Ermeni ve Asurî’nin katledişinde Kürtlerin de eli vardır. Doğru ancak bu Kürtler sizin gördüğünüz Roboski’deki Kürtler değildir. O Kürtler sizin o meşhur ya aşiret mekteplerinde yetiştirdiklerinizdi ya da Hamidiye alaylarında yer alanlardı ya da Osmanlının çizgisinde bilinçli ya da bilinçsizce yer alanlardı. Başka bir deyimle o Kürtler sizin Hüseyin Çelik türünden, Mehdi Eker türünden ya da Mehmet Şimşek türünden yamanmalardı. Bu da böyle bilinsin.
Buranın halkı ya da halkları ezelden beri Ortadoğu’da halkların kardeşliğini esas alarak yaşayan halklarının en kadimidir. Buralar neolitik değerlerin oluştuğu diyarlar olduğu için, buranın insanları çok sertte görülseler, her zaman insani duygularını korumuşlardır. Buranın halkları çok farklı din ve mezheplere sahip olsalar da sağlıklı kardeşçe ilişkilerini korumuşlardır. Ve bu kardeşlik duyguları Roboski olayında söylendiği gibi Osmanlıda kalan bir miras değildir. Tam tersine Osmanlı halkları birbirine kırdırtan bir siyasal yapı olarak halen Kürtlerin belleklerinde yerini almaktadır. Boşuna Osmanlıda oyun çoktur denmemektedir. Yine Rumi geliyor derken Kürt ve buranın halkları Rumları kastetmemektedirler. Buranın halkları Rumi derken o meşhur Osmanlının vahşetinden söz etmektedirler. 18 öz kardeşini bir gecede öldüren ya da katleden bir sisteme herhalde bu dünya da ender rastlanır.
Özcesi bura halklarının kardeşliği Osmanlı öncesi olan bir kardeşliktir. Düşmanlık yaparlarken bile mertçe yapmışlardır. Mertçe düşmanlık yaptıkları için kısa bir süre sonra her zaman yeniden bir araya gelmişlerdir.
Peki, halklar ne zaman birbirine düşman ettirilmişlerdir sorusuna verilecek iki cevap vardır. Bir, Osmanlının halkları birbirine kırdırma politikaları. İki ise, kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya milliyetçilik zehrini akıtmasıyla bu düşmanlıklar oluşturulabilmişlerdir. Saf, politik stratejiden yoksun bura halkları Osmanlının ve de kapitalist modernitenin tuzağına düştüklerinde birbirine düşman ettirilebilmişlerdir. Aksi taktirde bura insanı kardeş kavgasına karşıdır.
Yeniden Roborski’ye dönersek, burada yaralı askerlere yapılan yardım insani ve Kürt halkına yakışan bir davranış biçimidir. Kürtlerin yerinde Asurîler olsalardı da bunu yapacaklardı. Ermeniler olsalardı da bunu yapacaklardı. O sizin her gün hakaret eden başbakanınızın Zerdüştü dedikleri Yezidiler olsaydı da bunu yapacaklardı. Yine sizin o ibadet hanelerini kabul etmediğiniz ve zoraki kendi mezhebiniz içerisinde eritmek istediğiniz aleviler var ya onlar orada olsaydılar onlar da yaralı askerlere yardım ederlerdi.
Ve şunu da bilin orada özgürlük hareketinin mensupları olsaydı onlarda yaralı askerleri o araçlarda çıkararak bizatihi kendileri tedavi ederlerdi.
Bu insani davranışının tek bir nedeni vardır -onu da siz milliyetçilik kiriyle bezenmiş olanlar ne kadar anlar bilemiyoruz ancak yine de söyleyelim-bura insanları milliyetçi değildir, halklara düşman hiç değildir. Halk çocuklarına kolay kolay el kaldırmazlar. Bura halkları sadece ve sadece egemenlere, sömürgecilere, zalimlere, işgalcilere, iktidar odaklarına ve cümle cemaat başka halkları küçümseyen ırkçı zihniyete karşı sert tavır alırlar.
Başka da bir gerekçe, başka bir hikaye uydurupta kendi kendinizi lütfen kandırmayın.
Ancak elini askerlerin ölmemesi için uzatanlar daha birkaç önce katledilen Roboskiler olduğu için biraz vicdan diyerek, vur talimatını kim verdi(?) katledin talimatını kim verdi (?) sorusunu biraz daha gür sormanız gerekmez mi?
K. Nuda
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce kuzey Kürdistan’ın en büyük şehri olan Antep yani Dilok merkezde, sivillerin bulunduğu bir alana haince bir bomba patlatıldı. Bomba çok sayıda insanın katledilişine yol açtı. Onlarcasını da yaraladı.
Olayın üstünde birkaç dakika geçmeden suçlanan ardından da darağacına çekilerek yargısız bir infaza tabi tutulan ise özgürlük hareketi oldu. PKK oldu. HPG oldu. Yani Kürt gerillası oldu. Hiçbir veri yokken bunlar söylendi.
Televizyonu izlerken patlamanın ardından birkaç muhabirden bilgiler alınıyordu. Kimisi bilgi vermeye çalışırken kimisi ise adeta halkları birbirine bırakmak için provokatif söylemlerle kışkırtmalarda bulunuyordu. Yine “terör” örgütü gibi hakaret edici bir sürü söz sarf edildi. Halbuki olayın oluşu üzerinde henüz 10 ya da 15 dakika geçmişti. Yani kimse neyin ne olduğunu henüz normalinde “bilmemesi” gerekirdi. Ancak senaryo ya da senaryolar hazırdı. İlk senaryo Hatay’da okuyan güya özgürlük hareketine yakın bir Suruçlu üniversiteliydi. 15 gün öncesinden aranıyor muşmuş. Araba çalmışmış. Ve de çalıntı araba da aranıyor muşmuş.
Özcesi henüz somut bir veri yokken öncelikli olarak medyaya felaket haberleri empoze edildi. İlk elden vali ve onun yanına bölgenin milletvekilleri devreye konuldular. Açıklamayı öncelikli olarak Fatma Şahin ismindeki bakana yaptırdılar. Ve gerisi biliniyor. Törende tüm devlet erkanı-Kimyasal Necdet hariç-hazırdı. Hepsi ağız birliğiyle özgürlük hareketine küfürlerini ederken, özgürlük hareketini destekleyen ne kadar legal siyasi ve sivil toplum kuruluşları varsa iyicene tehdit edildiler. Ve ardından da BDP binalarına saldırı başlatıldı.
Antep olayını özgürlük hareketi yapmadığına ilişkin birkaç kez üst üste açıklamalarda bulundu. Nedenlerini de saydı. Öncelikli olarak şehirlere bomba yerleştirmeme kararımız var dedi. Yine şeker bayramında eylem yapmama kararımız var dedi. Yine sivillerin bulundukları yerlere kesinlikle eylem yapmama kararımız var dedi. Çünkü geçmişte şehir merkezlerinde asker ve polise karşı yerleştirilen tuzaklar yer yer sivillere zarar verdiği için hem kamuoyunda özür dilemiş hem de bir daha böylesine eylemleri şehirlerde yapmayacağına dönük karar almıştır.
Evet, bunlar özgürlük hareketi cephesinde alınan kararlardı. Birde Antep’te ortaya çıkan vahşetin kime yaradığı(?) sorusu vardır.
Ancak kime yaradı bu katliam sorusuna cevap vermeden önce bir iki aydınlatmada bulunmamız gerekir.
a-özgürlük hareketi belki de tarihinde hiç olmadığı kadar TC devletini askeri sahada zorlamaktadır. Öyle ki yaklaşık bir ayı aşkındır devasa bir sahayı kontrol etmektedir. Yani alan hakimiyetini bir alanda iyice oluşturmuştur. Bunu yaparken de hiç gizliden yapmamaktadır. Başbakan olan RTE’nin tüm yalanlarını açığa çıkarmak ve teşhir etmek için inadına her gün Şemzinan’da yol kesmekte, eylem yapmakta ve de askeri güçlere rahat vermemektedir.
b-Batı Kürdistan yani Suriye’de Kürtler giderek kendi öz yönetimlerini Kürtlerin bulundukları tüm yerlere yaymaktadırlar. Birde bunu yaparlarken bir araya geliyor Kürtler. Birleşiyorlar Kürtler. Yani ulusal birlik temelinde ortaklaşıyorlar.
c-TC’nin tüm Suriye politikası Kürtlerin bu stratejik hamlelerinden dolayı suya düşmüştür. Sert kayaya çarparak fos çıkmıştır. O yeni dönemin meşhur Enverci paşası da gerçektende tam rezil u kepaze olmuştur.
d-İran giderek Türkiye’ye kafa tutmakta ve TC devletinin ABD taşeronluğunu daha iyi görerek pozisyon almaktadır.
e-Irak daha doğrusu merkezi Irak devleti ya da hükümeti Türkiye’nin tüm parçalayıcı ve bölücü siyasetini artık görmüştür. Bunun için onlarda artık TC’ye kafa tutmaktadırlar.
f-Ortadoğu’da bir Arap baharı yaşanıyor. Biz buna halkların baharı diyelim. Yani rüzgar artık ezilen halkların lehine esiyor. Ve Kürtler Ortadoğu’da en mazlum halkların başında gelmektedir. Öyle ki neredeyse 40 milyonluk nüfusuyla devlet olmayan en büyük halk unvanını negatif manada taşıyor. Kürtler bu negatif unvanı taşımaktan artık bıkmışlardır. Bu negatif unvanı söküp atmak için gerçekten de uluslar arası konjonktür özelde de Ortadoğu konjonktür çok mu ama çok uygundur.
g-Artık tüm dünya giderek tiranlaşarak megolamanlaşan bir Erdoğan’ı da gördükçe TC’yle olan ilişkilerini de gözden geçirmektedir.
Yukarıda sıralanan yedi şıkı daha da artıracak faktörler elbette vardır. Ancak meramızı anlatacak kadar yeterli verilerdir bunlar. Yukarıda sıralanan verilerde çıkarılacak sonuç giderek sıkışan ve daralan bir Türkiye’dir. Daha doğrusu kredisini tüketmiş bir Akepe’dir. Taşeronluğun artık para etmediği, giderek değersizleştiği gerçeğidir. Bunun içindir ki son süreçte tüm Akepeliler saldırgan oldular. Ruh sağlıkları bozuldu. Kimisi bu duruma kimyası bozuldu dedi.
Evet, Akepe ve Akepe’nin başındaki zatın ve ona akıl veren danışman ekibinin Ortadoğu’da, Kürdistan’da ve Türkiye’de olup bitenlerden dolayı kimyası bozulmuştur. Özelde Şemzinan, Çele ve Oramar Şitaza’daki operasyonlar ardından bu ruh bozukluğu daha da arttı. Öyle ki giderek Türkiye’de bu savaş kliği ekibe karşı duruşlar arttı. Boşuna İNŞ’e Antep katliamından sonra bile bir askerin cenazesi kaldırılırken pet şişesi atılmamıştır.
Bunların tümü bir gelişmeye işaret ediyordu. İşte Antep olayı komple ele alınırsa nedenleri daha iyi anlaşılır. Çünkü Antep katliamı sadece ve sadece Akepe’ye yaramıştır. Rüyalarında bulamadığı bir hamle olarak Antep olayı özenle bu savaş kliği tarafından hazırlanmıştır. Hem katliamı yapacaksın hem İran’ı suçlayacaksın. Hem katliamı yapacaksın hem Suriye’yi suçlayacaksın. Hem katliamı yapacaksın hem özgürlük hareketini suçlayacaksın. Burada suçlanmada payını almayan bir Irak kalmıştır. Onlarda unutulduğu için isimleri dile getirilmemiştir.
Dikkat edilirse bir vahşet senaryosuyla ne kadar düşmanı varsa Akepe suçlama fırsatı yakalamıştır. Sıkışıklığını aşmak için müthiş bir hamle yapmıştır. Bir yoldaşımızın yazdığı gibi tam bir Huruçlama stratejisi ve hamlesidir Akepe’nin yaptığı. Bir nevi bir hayat öpücüğü olmuştur Akepe için Antep katliamı.
Evet, büyük tabloya bakıldığında Antep katliamının sadece ve sadece bir faili kalıyor; o da Akepe’dir. O da başbakan Tayiptir. O da Akepe’nin Nazi artığı Yalçın Akdoğan’dır. O da marangoz hatası sonucu oluşmuş SS’lerin komutanı İNŞ’dir. O da derin devletin bir numaralı buz gibi adamı olan Atalaydır.
Başka da hiçbir yerde Antep’in faillerini aramaya gerek yoktur.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Bir süreden beri Bingöl Karlıova yolu üzerinde işgalci TC ordusuna bağlı gizli birlikler tarafından pusulama faaliyeti yürütülmektedir.
- Ayrıntılar
Devlet denilen aygıt en gelişmiş toplum organizasyonu olarak tanımlanır. En gelişmiş toplum organizasyonu olduğundan toplumun ahlaki değerler sistemini ve ulaştığı bilimsel düzeyi yansıtması gerekir. Ahlaki örgüye bağlılığı gelenek ve kültürle bağı korumak, bilimsel düzeyi ise bu gelenek ve kültürü dünya standartlarıyla bağdaştırması açısından önem arz eder. Tüm siyaset bilimi kitaplarında devlet böyle tanımlanır.
Ne yazık ki Türk devleti ahlaktan nasibini almadığı gibi sözde temsil ettiği ülke halkının bilinç düzeyine denk bir pratik sergileyememektedir.
Ahlaklı olmanın en önemli göstergelerinden biri yalanla olan ilişkidir. Çoğu insan tarafından ahlaklı insan tanımı “yalan”la olan ilişkisine göre belirlenir. Devletin bu anlamıyla yalanla çok içli dışlı olmasından kaynaklı ahlaksız bir devlet olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bu yetmiyormuş gibi bu ahlaksızlığını kabul ettirebilmenin yollarını toplumun aklıyla oynayarak bulmaya çalışıyor. En önemli konulardaki gerekçeleri bile oldukça bilim dışı, niyetsel olunca başka türlü yorumlamak da imkansızlaşıyor.
Örneğin Antep olayı ertesindeki devlet tutumunda bunu rahatlıkla görmek mümkün.
Ne diyordu devletin birinci adamı; “Onların sicilleri çok kabarık, bizim hiçbir tereddüdümüz yok.”
Kime ve neye hizmet ettiği çok açık olan; AKP iktidarını yaşadığı sıkışmışlıktan kurtarmaya ve Kürt kırımını hızlandırmaya yarayacak bu olayı güçlerimizin üzerine yıkmaya çalışırken dayandığı argüman buydu. Sicilleri kabarık. Yani geçmişte yaşanmış olaylara dayanarak bugünkü olayın faillerini bulmaya çalışıyorlar.
HPG olarak neredeyse her olay için günlük açıklamalar yapıyoruz. Gizlemeden, açıkça neyi görüyor ve yaşıyorsak halkımızı bu konuda bilgilendiriyoruz. Faşist devletin, işgalci ordunun kirli yüzünü her gün gözler önüne seriyoruz.
Buna karşın kendi eksikliklerimizin, hatalarımızın, yanlışlarımızın da açıklamalarını yapıyoruz. Savaş koşulları ve bilgilerin netleştirilmesinin zaman alması gerekçeleri dışında mümkün mertebe anı anına açıklamalarla olayları anlatıyoruz. Bu anlamıyla gerilla güçlerimizin gölgede kalan, şüphelenilen ve açıklanmayan herhangi bir pratiği yoktur. Halkımız ve duyarlı kamuoyu da bunun tamamen farkındadır.
Fakat buna karşın devletin ve onun işgalci ordusunun, kirli çetelerinin perdelenmiş, açıklamaya muhtaç yüzlerce olayı vardır.
Kaç tane mayının askerlerde patlatılarak PKK yaptı denildiğini bileniniz var mı? Kontralar tarafından yapılan ve gerillalar yaptı denilen kaç olay okuduğunuzu hatırlıyorsunuz? Kaç gazetecinin böylesi olayları “PKK’ye yıkmak için kaç kez yalan haber yaptık” dediğini okudunuz? Kaç generalin bu tür olaylar hakkındaki itiraflarını internet sitelerindeki ses kayıtlarından dinlediniz?
Bu denli kirli ve muğlak örnek ortada duruyorken sicili kabarık olanın kim olduğunu bir kez daha düşünmek gerekmez mi?
Bir de açık olarak yapılan ama nedenleri ısrarla çarpıtılarak gizlenmeye çalışılan olaylar var ki, bu konuda da devlet sicili oldukça kabarık.
Roboski, en yakın örnektir. Hemen gerisinde Kortek katliamı. Daha gerilerde ve günümüzde de neredeyse her demokratik gösteride yaşanan çocuk katliamı var. Her gün bir çocuk çeşitli gerekçelerle sokak ortalarında kurşunlanarak, bombalanarak katlediliyor. Üniversite öğrencileri, gençler gah “farklı görüşe sahip grupların çatışması”nda gah “polise mukavemet” kargaşasında, gah “nereden geldiği belli olmayan” kurşunlarla katlediliyor.
Gözaltında, zindanlarda insanlar ölüyor. Kendi ordusuna hizmet için aldığı gençleri intihar, kaza gerekçeleriyle tek tek öldürüyor. Yarattığı sistemle, örgütlediği kişilerle kadına karşı katliamı, kadın cinayetlerini örgütlüyor.
Daha geriye gittiğimizde de değişen bir şey yok.
Türkiye’de yaşayan dindarlara, solculara, Kürtlere yönelik kaç tane katliam ve şüpheli olay olduğunu araştırdınız mı hiç? İttihat ve Terakki’den başlayarak tüm TC tarihini bir inceleyin ve bu muğlak olayları nedenleriyle birlikte bir kez daha gözden geçirin.
Karadeniz’in soğuk sularına gömülen solcuları mı istersiniz, Bahçelievler’de katledilen solcu gençleri mi? Dersim’i, Ağrı’yı, Lice’yi mi istersiniz? İskan kanunları, tehcir harekatlarıyla yerinden yurdundan edilen Kürtlerin vebali de halen sömürgeci Türk devletinin boynundadır.
Kürtlere karşı devletin işlediği suçlar halen açıklanmayı, netleştirilmeyi bekliyor. Bu anlamıyla devletin sicili oldukça kabarık.
Tabii ülkenin içi yetmiyor, komşulara da dadanıyor.
Kaç Türk’ün Afganistan’da, Suriye’de, Irak’ta savaştığı biliniyor mu? Bunların kaçının devlet tarafından örgütlendiği biliniyor mu? En son Hatay’daki kamplarda kimin ne için eğitildiği biliniyor mu? Hayır.
Anlayacağınız devletin her alanda ve tüm zamanlarda oldukça kabarık bir sicili var. Ne için ne yaptığı belli olmayan oldukça gizli, adeta Hollywood ajan filmlerindeki karanlık oda gibi işleyen bir ülke ve devlet söz konusu. Her anı bir komplo, her anı bir provokasyon.
Ve evet, kesinlikle bizim de hiçbir tereddüdümüz yok.
Antep katliamını devlet yaptı…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 26 Ağustos günü saat 16.00 sularında Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde bulunan Oramar karakoluna yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Hedef alınan noktaların etkili bir şekilde vurulduğu eylemdeki düşman ölü ve yaralılarının sayısı tespit edilememiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 24 Ağustos günü Van’ın Çaldıran ve Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçeleri arasında gerillalarımız tarafından gerçekleştirilen yol kontrolü esnasında gözaltına alınan Zeydin Sargut isimli dozer operatörü idari ve hukuki işlemlerinin tamamlanması ardından serbest bırakılmıştır.
- Ayrıntılar
Okuyucunun da yakından bildiği gibi bu soru bize ait değil. Kürdistan’daki savaş nedeniyle çıkmaz ve yenilgi yaşayan Başbakan Tayyip Erdoğan’a ait. Basın önünde açıkça “Ya bizden yanasınız, ya da onlardan” dedi. Bu ikilemi medya dahil herkesin önüne koydu. Açıkça Türkiye’nin ikiye bölünmüşlüğünü ilan etmiş oldu. Kürtlere “Bölücü” derken, esas bölücünün kim olduğu böylece açığa çıktı.
Burada “Nereden nereye!” demeden insan geçemiyor. Lafta da olsa “Birleştirici ve bütünleştirici” kavramlarıyla yola çıkmış olan AKP’nin nereye gelmiş olduğu açıkça görülüyor. Kürt sorunu insanı böyle yapar işte! Ne demişti bir aydın? Ya AKP Kürt sorununu çözer, ya da bu olmazsa Kürt sorunu AKP’yi çözer. Kürt sorununu çözemeyen AKP, şimdi Kürdistan Özgürlük Mücadelesi karşısında ilmik ilmik çözülüyor!
Tayyip Erdoğan’ın sözünü ettiği “Onlar”, belliki Kürtler oluyor. Her ne kadar Tayyip Erdoğan ile AKP sözcüleri “Kürtler ayrı, PKK ayrı” deseler de, bu söze artık kargalar bile gülüyor. AKP hükümetinin uykuda bile sayıkladığı “PKK” veya “Terör örgütü” kavramları Kürtleri ifade ediyor. AKP de artık kendinden önceki tüm cumhuriyet hükümetleri gibi, Kürtler için “Onlar” diyen noktaya gelmiş bulunuyor. Böylece “Benim Kürt kökenli vatandaşlarım” kavramı tarihe karışmış oluyor.
Tabi “Biz ve Onlar” diye somut ayrım yapmak, “Kimden yanasın?” diye sormak önemlidir. Bu durum her savaşta yaşanan ve ulaşılan noktayı ifade etmektedir. 11 Eylül 2001’deki İkizkule saldırısı ardından “Haçlı seferleri” çağrısı yaparken ABD Başkanı Bush’da böyle söylemişti. “Ya bizden yanasınız, ya da onlardan” demişti. Şimdi Kürt savaşı karşısında AKP hükümetinin de aynı noktaya geldiği görülüyor. Böylece Tayyip Erdoğan Kürtlere karşı yürüttüğü örtülü kirli savaşı açık etmiş oluyor.
Tayyip Erdoğan’ın “Ya ben, ya o” diyecek noktaya gelmiş olması, Kürt özgürlük direnişi karşısında ne kadar çok zorlandığını gösteriyor. Bundan daha önemlisi, Kürtler için “Onlar” demesi oluyor. Kürtlere “Onlar” diyerek ayırır noktaya gelmenin hem hayırlı, hem de tehlikeli yüzü vardır. Hayırlı yüzü, “Onları” ayrı bir olgu olarak görüp ona göre davranmayı ve politika üretmeyi gündeme getirebilir. Böylece AKP, “Kürtlerin temsilcisi de biziz”, “Kürtler hak alacaksa onu da biz sağlarız” biçimindeki Kemalist zihniyet ve politikadan vazgeçebilir. Dahası “Onları” vurarak bu sorundan kurtulmak mümkün olmadığına göre, “Haklarını vererek” bu sorundan kurtulma tutumu ortaya çıkabilir.
Tehlikeli yüzüne gelince, “Onlar” demenin açıkça baskı ve katliamla tehdit etmek gibi bir boyutu vardır. Bu sözle Tayyip Erdoğan, açıkça savaş ilanı yapmakta ve Kürtleri tehdit etmektedir. Başlattığı ve derinleştirdiği savaşı daha da kapsamlı hale getirmenin işaretini vermektedir. Peki ya Kürtler de kendilerini “Onlar” görerek, bu temelde bir tutum ve direniş içine girerse ne olacaktır? Belliki çok sıkışmış, adeta siyasi-askeri baskı altında sağduyusunu yitirmiş olan Tayyip Erdoğan, işin bu boyutunu hesap edememektedir.
Ortadoğu ve Kürdistan’da yaşanan gelişmelerin Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerini çok, ama çok sıkıştırdığı açıkça görülmektedir. Bu, herkesin gördüğü bir durum ve sonuçtur. Peki ama bu sonuç neden ve nasıl ortaya çıkmıştır? İşte bu sorunun cevabı bazıları tarafından halâ çarpıtılmaya çalışılmaktadır. AKP yöneticileri ve yardakçılarına göre, bu durumdan dolayı kendileri dışında herkes sorumlu ve suçludur. Kimi CHP’yi, kimi MHP’yi, kimi medyayı, kimi de sivil toplumu baş suçlu olarak görmektedir. Hepsi birdense, “En büyük suçlunun PKK, BDP ve Kürtler olduğunda” birleşmektedir.
Hâlbuki sorumlu ve suçlu kendileridir, izledikleri ABD işbirlikçisi ve uşağı politikalardır. Boylarını aşacak düzeyde Arap âleminde yaşanan gelişmelere karışmalarıdır. Kaddafi yönetimine karşı NATO savaşının karargâhı haline gelmeleridir. Esat yönetimine karşı savaşın bayraktarlığını yapmalarıdır.
Elbette böyle işbirlikçi ve komşularına karşı savaş yanlısı politika izlemeleri nedensiz değildir. Kürtlere karşı izledikleri inceltilmiş inkâr ve imha politikası bunlara yol açmaktadır. Kısaca AKP’yi bugünkü duruma düşüren izlediği “Kürt karşıtı” politikasıdır. Kürt politikasında AKP’nin CHP, MHP ve Ergenekon ile özünde bir farkı yoktur. Hepsi de Kürt karşıtıdır, Kürt inkârı ve imhasını amaçlamaktadır, şoven Türk milliyetçiliğinin birer versiyonu durumundadır. Aralarındaki fark sadece biçimseldir, sözdedir. Kürt düşmanı bu tutumu ve politikayı CHP, MHP ve Ergenekon kaba ve açık Kürt düşmanı biçiminde yürütürken, AKP ise daha ince, maskeli, sözde Kürt varlığını kabul eden ama gerçekte ise Kürt soykırımını daha etkin yürüten bir politikanın sahibidir.
İşte bu anlayış, tutum ve politika AKP’nin Kürt sorununu çözmesini engellemekte, AKP’yi Kürtlerle savaşır hale getirmektedir. Kürtlerle savaş AKP’yi faşist, militarist ve despotik kılarak Türkiye’de demokratikleşmeyi geliştirmesini engellemekte, Ortadoğu’da ise savaş politikası izlemek, daha doğrusu ABD’nin kuyruğuna takılmak zorunda bırakmaktadır. Yani her şeyin merkezinde izlenen Kürt politikası vardır. AKP’nin Kürtleri inkâr eden ve soykırım uygulayan gerçeği vardır.
Hâlbuki AKP yöneticileri bu konuda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK yöneticileri tarafından defalarca uyarılmıştır. Kürt sorununu çözmeyen politikaların AKP’yi ve Türkiye’yi çıkmaza ve tehlikeli bir sürece sokacağı açıkça belirtilmiştir. Bugün yaşadıkları bu durumların sorumlusu olarak kendi izledikleri Kürt soykırımı politikalarını göreceklerine, bir de Kürtleri ve PKK’yi sorumlu tutmaları anlaşılır değildir. Öyle ki, elleri kanasa neredeyse bundan PKK’yi ve Kürtleri sorumlu görür noktaya gelmişlerdir.
Bugün Türkiye’nin yaşadığı çıkmaz ve tehlikeyi görenler, bunu yaratan AKP politikalarını da iyi tanımalıdırlar. Öyle Bahçeli kabadayılığı ile, yani faşist saldırganlıkla işin içinden çıkılamaz. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın da ifade ettiği gibi, Kürtler de meşru savunmaya geçerse ne olacaktır? Hiç kimse artık Kürtleri kurbanlık koyun sanmamalıdır. “Onlar” diyerek Kürtleri ürküteceğini sananlar yanılırlar.
AKP’nin mevcut Kürt karşıtı politikadaki ısrarı hem AKP’yi hem de Türkiye’yi daha büyük felâketler ve parçalanma-tükeniş içine götürür. Bu gerçeği herkes görmek ve doğru anlamak durumundadır. Özellikle de AKP’liler ve Tayyip Erdoğan bu gerçeği doğru anlamalıdır. Dolayısıyla “Onlar” diyerek İkinci Bahçeli olmaya çalışmak yerine, politik gerçekleri görerek Kürt sorununun demokratik özerklik çözümünü gerçekleştirmeye yönelmelidir. AKP için başka bir yol kalmayacak gibidir.
Demokratik güçlere gelince, Kürtler için ifade edilen “Onlar” kavramının içine kendilerini de koyarak, AKP iktidarının gerçek bir alternatifini yaratmayı mutlaka başarmalılar. Sıkışan AKP, önü açılan demokrasi hareketi demektir. AKP’nin yaşadığı krizden demokrasi hareketinin başarıyla çıkışını mutlaka başarmak gerekir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Arkadaşlık namına oldukça etkilendiğim bir olayı sizlerle paylaşmak isterim. Özellikle geçenlerde Erdoğan’ın bizim yoldaşlık için dil uzatmasından sonra bu olayı yazmayı daha bir gerekli duydum. Devrim içerisinde yoldaşlığımız leke sürülmez, el uzatılmaz, laf dokundurmaz bir kutsallıkta olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. En azından devrime başkoyanlar, buna tanık olanlar veya bizi iyi takip edenler açısından bu öyle bilinir. Çünkü bizde arkadaşlık için toprağa baş koyulur arkadaşlık için bir lokma baraber paylaşılır ve arkadaşlık için yol gözetilir, baş ağrıtılır, düşünülür, duygulanır, hislenir ve etkileniriz.
Evet, uzatmadan olaya girelim. Bir grup arkadaş beraber mevziye yöneliyor. Ancak tepe etrafındaki dikenli teller sorun olur ve bilinen taktiklerle bu engel aşılır. Bu esnada tepeyi kaldırma heyacanı, eylem coşkusu, o andaki görev bilinci intikam hırsı, kaygı ve korku herşey iç içe olduğundan bir kadın arkadaş ayakkabısının tellere takıldığını farketmez bile. Ve o ruh haliyle saldırıya yönelir. İşini başarıyla hal ettikten sonra üzerindeki o yük kalkmış olacak ki daha yeni yeni ayakkabısının olmadığını ve tek ayakkabı ile kalmış olduğunu farkeder. O an kendi haline güldü mü acındı mı bu bilinmez.. Ama bunu etrafındaki hiç kimseye söylemediği kesindir. O haliyle epey yol kat etse de ağır aksak yürüdüğü gözden kaçmamıştır. Gerçi bir çok defa yaralı arkadaşlarımız noktaya geldikten sonra daha yeni yeni yarallı olduklarını itiraf ederler. Çünkü öncesi söylense arkadaşlara yük olma kaygısı belirir ya da geri cephe pozisyonuna alınmasından korkulur. İşte yine aynı sebeplerden dolayı bu yeni durum eylem zamanının sırrı olarak korunur. Ancak sabahleyin gün ışımasıyla beraber bu sır deşifre olur. Kadın gerillanın bir ayağı yara bere içinde. Tek ayakkabı ile eylem yapmış , geri çekilmiş ve gık bile dememiş. Olayın vahim kısmıysa ayakkabısının dikenli tellere takıldığını fark etmemesi ve buna rağmen eylem esnasında sivoreler gibi seke seke mevzilere yönelmesiydi. Tüm bu zorlu zaman dilimlerinde bunun farkına varmama işini tamamladıktan sonra yeni yeni öğrenmesi olayın hem trajik hem komik boyutu oluyor. İşte bu yüzden mağdurumuz arkadaşlarına mahçup mahçup gülümseyerek ayakkabısını düşman karargahında nasıl bıraktığını hangi biçimde açıklayacağını düşünür. Tabi bunu kimse sormaz. Hem ne önemi var ki? Eylem başarılı geçmiş ve arkadaş o haliyle de rolünü bayağı iyi oynamıştı. Çıplak ayakları sahil kumuna ayak basar gibi o an şikayetsiz kalmıştı. Ayaklarımız her zaman için olmazı yapamazı direten ten ağrılarına karşın inancın ittiatkarlığına usul usul uymayı bilen bir dinleyici olmasını bilmiştir.
Bütün gözler O’nda ve O demin belirtileni düşünürken arkadaşları ise bu sorunu nasıl haledip bir çare bulacağına odaklanmıştı. Çünkü bu haliyle nasıl yürüyeceği başlı başına bir sorundur. Elde bir şey yok. Tek çare başkasının fedakarlık yapması. Ve bunun üzerine istisnasız herkes ayakkabısını alması için ısrar eder. Hararetli bir tartışma başlamıştır. Benimkini al, benimkini al…Bütün bu ilgileri ve dikkatleri üzerinden dağıtmak isteyen kadın gerilla ise
-amma da abartınız ha!.. Daha eylem başlamadan beri, dün geceden beri bu haldeydim ve bu halde de olsa gayet normal bir şekilde yerime ulaşabilirim.
Tabi yoldaşlık sevgisi buna öyle gönül veremez. Bazıları ayakkabısını çıkarmaya yeltense de kadının direngen gururu bunu kabul etmez; “ne fark eder, ha ben ha siz” diye bu fedekarlığı katiyen red eder. O giymemekte ısrar edip ayağa kalkmış bu uzayan tartışmayı kesmek isterken ondan önce davranan bir erkek arkadaş ayakkabısının bir tekini ona doğru hafifçe atıp olanca hızıyla oradan uzaklaşır. Çare kalmamıştır artık giymek zorundadır. Bu içten yaklaşım üzerine gözleri dolan kadın gerilla dün akşamdan beri çektiği onca çilenin değdiğini bin defa milyon defa değdiğini içinden geçirir. Sırf yoldaşlık için aynı fedakarlığı milyon defa daha yapmaya hazırdır artık. Arkadaşlığın sevgisi ruhunu büyülemişti.
İşte öyküm burada sonlandı. Kısa bir kesit ama içi anlamla yüklü bir mesaj. Olayı sade anlatmak istedim. Çünkü öylesi olayların süslü edebiyata ihtiyacı yok. Zaten olayın kendisi edebiyata konu olacak bir kesit. Edebiyat öylesi anlarda tohum salar, güç bulup vücut kazanır.
Buna rağmen Erdoğan’ın bizim için “kendi yaralılarınızı öldürün” dediğimizi iftira ediyor. Tam tersine bizde birçok arkadaşımız kendini kurtarmış iken arkadaşının olmadığını görünce ateş hattına dönenlerin hikayeleri binlercedir. Üstelik kendisi sağlam iken sırf yaralı arkadaşını kurtarmak için geriye dönüp yaralanan ve ya şehit düşen arkadaşların sayısı o kadar çok ki anlat anlat bitmez. Hatta bir seferinde (en azından benim tanık olduğum) bir yaralı arkadaşı düşman mevzisi yakınından kurtarmak için tam 4 arkadaş şehit düşmüştü. İşte böylece kendini arkadaşı için feda eden bir yoldaşlık kültürüne sahip olduğumuzu her seferinde gelişen kahramanlık anılarında görüyoruz. Bir de bizim için güya ‘ölün, ölmeniz önemli değil mühim olan mevziyi kazanmaktır’ talimatının verildiği söylendi. Böyle söyleyenlerin bir anlığına da olsa içimize gelip de kendini savaş için dayatanların o ruh halini görmelerini öneririm. Çünkü bir çok arkadaş ön cephede yer almıyor diye veya eylem düzenlemesinde ön cephede olmuyor diye neredeyse örgütle karşı karşıya gelecek kadar kendini dayatıyor. Yani sıra fedailik yapmaya gelince ‘ben’ sıra güzellikleri ve yaptıklarının ürününü paylaşmaya gelince ‘ilk önce o’ diyen bir kültür. Bütün bunlar elbette çok güzel anılar yaratığı gibi iradeli onurlu çıkışlara da vesile olur.
Beritan Cudi
- Ayrıntılar